Eve dönüp mutfakta kahve suyunu ısıtırken
haberleri açtım. CNN, haber yayınına devam ediyordu. Venezüella'daki siyasi karışıklık
hakkında bir şeylerden bahsediyorlardı. Diğer kanalların hepsinde yerel haberler vardı.
CNN'in daha önce aktardıkları gelişmelerin dışında yeni bir habere denk gelmedim. Telefonu aldığım gün,
Manhattan'da dört milyondan fazla insan yaşıyordu. Halen milyonlarca ikinci el telefon, internet
üzerinden satılıyor. Derin bir nefes aldım, kendime gelmeye çalıştım. On dakika boyunca nefes alıp
verişimi dinledim, sonunda hiçbir şeyin beni zora sokamayacağı hususunda ikna oldum. Çok geçmeden telefonum çalmaya başladı.
Bir zamanlar Sargent ile birlikte kaçış planları
yapar ve hayaller kurardık. Bir keresinde bana, özgürlüğüme kavuştuktan sonra, dünyaya yeniden adapte
olabilmem için çok fazla zorlanacağımı, çünkü eski yaşamımda hayatımı planlı bir şekilde sürdürdüğümü söylemişti.
“Herkes plan yapar.” dedim.
“Hiç de öyle değil, Inocente, herkes plan yapamaz. Sadece orta sınıf beyazlar üniversiteye
gitmeyi, evlenmeyi, çocuk sahibi olmayı, Ozzie
ve Harriet* gibi rezil bir hayat sürmeyi planlar.” dedi.
“Ben beyaz değilim.” dedim.
“Demek istediğim o değil. Bir sokak çocuğuna bir
yıl sonra nerede olmak istediğini sorduğunda sana ne cevap verir bilir misin?
Tam da şu an bulunduğu yerde olmak istediğini söyler. Burada herkes aynı şeyi
söylüyor. Hapishaneye ilk adımını attığında, başına neler geleceğini
düşünüyordun? Peki ya şimdi ne düşünüyorsun? Sadece yarın alacağın duşu. Yalan
mı?” dedi.
Sargent doğru söylüyordu. Mahkûmların dünyasına adamakıllı
girmiştim. Aklını yitirenler plan yapmaya devam ediyorlardı. Bu onların delirdiklerini
anlamalarının bir yoluydu. Fakat hiç umudu olmayan çoğu insan gibi, benim de
geleceğe dönük planlarım yarının ötesine geçmiyordu.
Sargent’ın haklı olduğu bir başka konu daha vardı.
Sonunda, her şeyi geride bırakıp dışarı çıktığımda, gelecek kavramını ve bunu nasıl planlayacağımı yeniden öğrenmek zorunda kalacaktım. Bunların bir kısmı kolaydı. Restoran işinde, haftalık yiyecek ihtiyacınızı bir tedarikçiden
sipariş edebilirsiniz. Sadece elinize bir kâğıt ve kalem alıp oturur, menüleri
hazırlayabilir ve maliyet hesabını çıkarabilirsiniz. Planlamanın geriye kalan kısmı zordur. Akşam yemeğine gelen bir lokanta müşterisi, yemeğe başlamadan önce, şefin hünerini gösterdiği kuşkonmaz çorbasının
üzerine döktüğü ince öğütülmüş fındığa karşı alerjisi olduğunu söylemezse ne yaparsınız? 911’i
çevirip doktor mu çağırırsınız yoksa ortalığı ayağa kaldırıp epinefrin** bulmaya mı çalışırsınız? Hemen
doğru tepki gösterip triyaj***
yapmalısınız. Buna benzer acil durumlarla nasıl başa çıkacağınızı önceden
düşünmediyseniz, seçenekler üzerinde karar verinceye kadar müşteri hayatını
kaybedecektir.
Yaptığım hata böyle bir şeydi. Kumaşımdaki minik bir deliği görememiştim ve
şimdi o, her geçen saat daha büyüyordu, üstelik bunu durdurmamın bir yolu da yoktu.
İkinci zil sesinden sonra telefona cevap verdim. Karşımdaki sesi duyduğum anda ferahladım. Reinhardt, önümüzdeki hafta Kansas
Üniversitesinde "Açık bilgisayar ağlarında güvenlik sorunları" konulu bir konuşma
yapacağını söyledi ve sonra,
“Sen de gelmek ister misin, hem konuşmam
bittikten sonra akşam yemeğini birlikte yeriz.” dedi.
“Bu teklifi kaçırmam.” dedim.
Bilgisayar mühendisliği bölümünün büyük konferans salonunda, sürpriz bir şekilde kadınların erkeklerden daha fazla
olduğu kalabalık bir dinleyici kitlesiyle birlikte oturup Reinhardt'ın, MAC işletim sistemini dışarıdan saldırıya karşı korumak için alınması gereken yeni önlemler konulu sunumunu izledim. MAC, medya erişim
kontrolü için kullanılan bir kısaltma. Belirli bir ağda her bilgisayar ayrı bir MAC adresine sahiptir. Anladığım kadarıyla Reinhardt, bilgisayar
korsanlarının bir ağa erişmek için MAC adreslerini nasıl taklit ettiklerinden ve
içeri sızıp onlara ne tür zararlar verebileceklerinden bahsediyordu. Yaklaşık
iki dakika geçtikten sonra duyduklarımı zar zor anlayabiliyordum ama anlamadığım bir dilde, aryaların söylendiği bir operadaymışım gibi, onu dinlemekten büyük zevk alıyordum. Salonda hazır
bulunan profesörler ve doçentler huşu içinde Reinhardt’ı dinliyorlardı.
Konferanstan sonra yol boyunca konuştuk,
“Annen senin bir rock yıldızına benzediğini söylerdi. Senin gibi birini yetiştirdiği için bir kez daha annenle gurur duydum.
Keşke bu günleri o da görebilseydi.” dedim.
Reinhardt içini çekti, “Keşke” dedi.
Eve dönüş yolumuz üzerinde ızgara brisket**** ve sığır kaburgadan oluşan bir
akşam yemeği yedik. Tieresse'le birlikte Kansas'a uçtuktan sonra, yine burada yemek yediğimizden Reinhardt'a ilk kez bahsettim.
“Biliyorum,” dedi. “Ertesi gece onunla konuşmuştum.
Bana satın aldığı araziden ve yüzük taktığınızdan bahsetti. Onu, hiçbir zaman böylesine mutlu görmemiştim.”
“Anneni ne kadar özlediğimi bilemezsin.” dedim.
“Ben de onu çok özledim.” dedi.
Verandada rahat koltuklarımıza oturmuş, buz gibi
biralarımızı içiyorduk. Elli metre ötedeki mahkûmlarım, yerin yirmi metre altındaki
karanlıktaydı.
“Reinhardt, avukatıma sadece ben öldükten sonra
açılmasını istediğim bir mektup bıraktım. Unutacağını sanmıyorum, fakat
ölürsem, bunu onlara lütfen hatırlat.” dedim.
“Hasta mısın?” diye sordu.
“Bildiğim kadarıyla değilim.” dedim.
“O zaman neden böyle bir şey yapmak ihtiyacı hissettin?
“Eskiden hiçbir şeyin beni şaşırtamayacağını
düşünürdüm.” dedim.
“Anladığımı sanıyorum.” dedi.
Kansas City Royals ve Atlanta Braves hakkında
konuştuk. Reinhardt’ın ikinci aşkı bilişim teknolojisi idi. İlki aşkı ise beyzbol.
Hangi oyuncuların peşine düşmeleri gerektiğine ve onlara ne kadar ödemelerine karar
vermek için yararlanabilecekleri bir tür veritabanı oluşturmak için City Royals ile
bir sözleşme imzalamıştı. Bu işten hiç anlamayan birine anlatırmış gibi yapacaklarını
bana teker teker anlattı. O gün, ikinci defa onun ilgilendiği konuların benim açımdan ne
kadar anlaşılmaz olduğunu fark ettim.
Tieresse'nin yanımda oturduğunu hayal
ettim, bana
“Demek istediğimi anladın mı şimdi?” diye soruyordu. Hafifçe
gülümsedim.
Reinhardt, kendisine güldüğümü düşünmüştü.
“Komik olan ne? diye sordu.
“Bazen anneni, sanki yanımdaymış gibi hissediyorum.”
dedim.
“Evet, bazen ben de öyle.” dedi.
“Fiziki bakımdan yanımdaymış gibi yani,
sanki beni sıkıştırıyor. Sence bu normal mi?” diye sordum.
Elimi kolunun üstüne koydum ve bir müddet bu
şekilde oturduk. Sonunda yoruldu ve yatmak için kalktı. Misafirhaneye doğru
yürürken ona,
“Bana karşı toleranslı davrandığın ve arkadaşım
olduğun için teşekkür ederim.” dedim.
Geri dönüp ellerini sanki dua ediyormuş gibi bir araya getirdi ve kendinden
emin bir şekilde beni süzdükten sonra,
“Rafael, o zevk asıl bana ait. Ve eskiden olup
bitenlerle ilgili bana günah çıkarttırıyorsun.” dedi.
Ertesi sabah kahvelerimizi içtikten sonra onu
evine uçağımla götürmeyi teklif ettim. Uçağı hangardan çıkartırken, güya beton
zemine benzin ve yağın damlamasını önlemek amacıyla kestiğim büyük, lastik paspasın
altındaki kapağı fark edip etmeyeceğini anlayabilmek için sürekli onu izliyordum. Fark
edememişti. Aşağıdan gelen bir ses de duyulmadı.
TV’de gösterilen bir Hitchcock dizisinde, kocasını
donmuş bir kuzu butu ile öldürdükten sonra onu kızartıp polise yediren kadını hayal
ettim. Reinhardt'a yaptıklarımı anlatmamak için kendimi zor tutuyordum.
“Seni rahatsız eden bir şey mi var?” diye sordu.
Ellerimi omuzlarına koydum ve ona,
“Keşke, sadece tek bir şey olsa. Hadi gidelim.”
dedim.
*Ozzie ve Harriet: Ozzie Nelson ve eşi Harriet, ABD radyo ve televizyonlarındaki popüler bir çift
**epinefrin: Kalp krizi ve acil alerjik durumlarda kullanılan bir ilaç.
***triyaj: Acil durumlarda tıbbi müdahale önceliklerini belirleme sistemi.
****brisket: Döş ile kolun altı arasında kalan az yağlı sığır eti
(Devam edecek)