KATEGORİLER

3 Temmuz 2020 Cuma

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 60/4


Eve dönüp mutfakta kahve suyunu ısıtırken haberleri açtım. CNN, haber yayınına devam ediyordu. Venezüella'daki siyasi karışıklık hakkında bir şeylerden bahsediyorlardı. Diğer kanalların hepsinde yerel haberler vardı. CNN'in daha önce aktardıkları gelişmelerin dışında yeni bir habere denk gelmedim. Telefonu aldığım gün, Manhattan'da dört milyondan fazla insan yaşıyordu. Halen milyonlarca ikinci el telefon, internet üzerinden satılıyor. Derin bir nefes aldım, kendime gelmeye çalıştım. On dakika boyunca nefes alıp verişimi dinledim, sonunda hiçbir şeyin beni zora sokamayacağı hususunda ikna oldum. Çok geçmeden telefonum çalmaya başladı.

Bir zamanlar Sargent ile birlikte kaçış planları yapar ve hayaller kurardık. Bir keresinde bana, özgürlüğüme kavuştuktan sonra, dünyaya yeniden adapte olabilmem için çok fazla zorlanacağımı, çünkü eski yaşamımda hayatımı planlı bir şekilde sürdürdüğümü söylemişti.


“Herkes plan yapar.” dedim.

“Hiç de öyle değil, Inocente, herkes plan yapamaz. Sadece orta sınıf beyazlar üniversiteye gitmeyi, evlenmeyi, çocuk sahibi olmayı, Ozzie ve Harriet* gibi rezil bir hayat sürmeyi planlar.” dedi.

“Ben beyaz değilim.” dedim.

“Demek istediğim o değil. Bir sokak çocuğuna bir yıl sonra nerede olmak istediğini sorduğunda sana ne cevap verir bilir misin? Tam da şu an bulunduğu yerde olmak istediğini söyler. Burada herkes aynı şeyi söylüyor. Hapishaneye ilk adımını attığında, başına neler geleceğini düşünüyordun? Peki ya şimdi ne düşünüyorsun? Sadece yarın alacağın duşu. Yalan mı?” dedi.


Sargent doğru söylüyordu. Mahkûmların dünyasına adamakıllı girmiştim. Aklını yitirenler plan yapmaya devam ediyorlardı. Bu onların delirdiklerini anlamalarının bir yoluydu. Fakat hiç umudu olmayan çoğu insan gibi, benim de geleceğe dönük planlarım yarının ötesine geçmiyordu.

Sargent’ın haklı olduğu bir başka konu daha vardı. Sonunda, her şeyi geride bırakıp dışarı çıktığımda, gelecek kavramını ve bunu nasıl planlayacağımı yeniden öğrenmek zorunda kalacaktım. Bunların bir kısmı kolaydı. Restoran işinde, haftalık yiyecek ihtiyacınızı bir tedarikçiden sipariş edebilirsiniz. Sadece elinize bir kâğıt ve kalem alıp oturur, menüleri hazırlayabilir ve maliyet hesabını çıkarabilirsiniz. Planlamanın geriye kalan kısmı zordur. Akşam yemeğine gelen bir lokanta müşterisi, yemeğe başlamadan önce, şefin hünerini gösterdiği kuşkonmaz çorbasının üzerine döktüğü ince öğütülmüş fındığa karşı alerjisi olduğunu söylemezse ne yaparsınız? 911’i çevirip doktor mu çağırırsınız yoksa ortalığı ayağa kaldırıp epinefrin** bulmaya mı çalışırsınız? Hemen doğru tepki gösterip triyaj*** yapmalısınız. Buna benzer acil durumlarla nasıl başa çıkacağınızı önceden düşünmediyseniz, seçenekler üzerinde karar verinceye kadar müşteri hayatını kaybedecektir.

Yaptığım hata böyle bir şeydi. Kumaşımdaki minik bir deliği görememiştim ve şimdi o, her geçen saat daha büyüyordu, üstelik bunu durdurmamın bir yolu da yoktu.

İkinci zil sesinden sonra telefona cevap verdim. Karşımdaki sesi duyduğum anda ferahladım. Reinhardt, önümüzdeki hafta Kansas Üniversitesinde "Açık bilgisayar ağlarında güvenlik sorunları" konulu bir konuşma yapacağını söyledi ve sonra,

“Sen de gelmek ister misin, hem konuşmam bittikten sonra akşam yemeğini birlikte yeriz.” dedi.

“Bu teklifi kaçırmam.” dedim.


Bilgisayar mühendisliği bölümünün büyük konferans salonunda, sürpriz bir şekilde kadınların erkeklerden daha fazla olduğu kalabalık bir dinleyici kitlesiyle birlikte oturup Reinhardt'ın, MAC işletim sistemini dışarıdan saldırıya karşı korumak için alınması gereken yeni önlemler konulu sunumunu izledim. MAC, medya erişim kontrolü için kullanılan bir kısaltma. Belirli bir ağda her bilgisayar ayrı bir MAC adresine sahiptir. Anladığım kadarıyla Reinhardt, bilgisayar korsanlarının bir ağa erişmek için MAC adreslerini nasıl taklit ettiklerinden ve içeri sızıp onlara ne tür zararlar verebileceklerinden bahsediyordu. Yaklaşık iki dakika geçtikten sonra duyduklarımı zar zor anlayabiliyordum ama anlamadığım bir dilde, aryaların söylendiği bir operadaymışım gibi, onu dinlemekten büyük zevk alıyordum. Salonda hazır bulunan profesörler ve doçentler huşu içinde Reinhardt’ı dinliyorlardı.


Konferanstan sonra yol boyunca konuştuk,

“Annen senin bir rock yıldızına benzediğini söylerdi. Senin gibi birini yetiştirdiği için bir kez daha annenle gurur duydum. Keşke bu günleri o da görebilseydi.” dedim.

Reinhardt içini çekti, “Keşke” dedi.


Eve dönüş yolumuz üzerinde ızgara brisket**** ve sığır kaburgadan oluşan bir akşam yemeği yedik. Tieresse'le birlikte Kansas'a uçtuktan sonra, yine burada yemek yediğimizden Reinhardt'a ilk kez bahsettim.


“Biliyorum,” dedi. “Ertesi gece onunla konuşmuştum. Bana satın aldığı araziden ve yüzük taktığınızdan bahsetti. Onu, hiçbir zaman böylesine mutlu  görmemiştim.” 

“Anneni ne kadar özlediğimi bilemezsin.” dedim.

“Ben de onu çok özledim.” dedi.

Verandada rahat koltuklarımıza oturmuş, buz gibi biralarımızı içiyorduk. Elli metre ötedeki mahkûmlarım, yerin yirmi metre altındaki karanlıktaydı.


“Reinhardt, avukatıma sadece ben öldükten sonra açılmasını istediğim bir mektup bıraktım. Unutacağını sanmıyorum, fakat ölürsem, bunu onlara lütfen  hatırlat.” dedim.

“Hasta mısın?” diye sordu.

“Bildiğim kadarıyla değilim.” dedim.

“O zaman neden böyle bir şey yapmak ihtiyacı hissettin?

“Eskiden hiçbir şeyin beni şaşırtamayacağını düşünürdüm.” dedim.

“Anladığımı sanıyorum.” dedi.


Kansas City Royals ve Atlanta Braves hakkında konuştuk. Reinhardt’ın ikinci aşkı bilişim teknolojisi idi. İlki aşkı ise beyzbol. Hangi oyuncuların peşine düşmeleri gerektiğine ve onlara ne kadar ödemelerine karar vermek için yararlanabilecekleri bir tür veritabanı oluşturmak için City Royals ile bir sözleşme imzalamıştı. Bu işten hiç anlamayan birine anlatırmış gibi yapacaklarını bana teker teker anlattı. O gün, ikinci defa onun ilgilendiği konuların benim açımdan ne kadar anlaşılmaz olduğunu fark ettim.

Tieresse'nin yanımda oturduğunu hayal ettim, bana

“Demek istediğimi anladın mı şimdi?” diye soruyordu. Hafifçe gülümsedim.

Reinhardt, kendisine güldüğümü düşünmüştü.

“Komik olan ne? diye sordu.

“Bazen anneni, sanki yanımdaymış gibi hissediyorum.” dedim.

“Evet, bazen ben de öyle.” dedi.

“Fiziki bakımdan yanımdaymış gibi yani, sanki beni sıkıştırıyor. Sence bu normal mi?” diye sordum.

Elimi kolunun üstüne koydum ve bir müddet bu şekilde oturduk. Sonunda yoruldu ve yatmak için kalktı. Misafirhaneye doğru yürürken ona,

“Bana karşı toleranslı davrandığın ve arkadaşım olduğun için teşekkür ederim.” dedim.

Geri dönüp ellerini sanki dua ediyormuş gibi bir araya getirdi ve kendinden emin bir şekilde beni süzdükten sonra,

“Rafael, o zevk asıl bana ait. Ve eskiden olup bitenlerle ilgili bana günah çıkarttırıyorsun.” dedi.

Ertesi sabah kahvelerimizi içtikten sonra onu evine uçağımla götürmeyi teklif ettim. Uçağı hangardan çıkartırken, güya beton zemine benzin ve yağın damlamasını önlemek amacıyla kestiğim büyük, lastik paspasın altındaki kapağı fark edip etmeyeceğini anlayabilmek için sürekli onu izliyordum. Fark edememişti. Aşağıdan gelen bir ses de duyulmadı

TV’de gösterilen bir Hitchcock dizisinde, kocasını donmuş bir kuzu butu ile öldürdükten sonra onu kızartıp polise yediren kadını hayal ettim. Reinhardt'a yaptıklarımı anlatmamak için kendimi zor tutuyordum.

“Seni rahatsız eden bir şey mi var?” diye sordu.

Ellerimi omuzlarına koydum ve ona,

“Keşke, sadece tek bir şey olsa. Hadi gidelim.” dedim.


*Ozzie ve Harriet: Ozzie Nelson ve eşi Harriet, ABD radyo ve televizyonlarındaki popüler bir çift

**epinefrin: Kalp krizi ve acil alerjik durumlarda kullanılan bir ilaç.

***triyaj: Acil durumlarda tıbbi müdahale önceliklerini belirleme sistemi.

****brisket: Döş ile kolun altı arasında kalan az yağlı sığır eti

(Devam edecek)

ÇÖL ÇİÇEĞİ 8

Sahra çalısı dayanamadı, hemen paylaşmak istedi. Aşk acısının şiddetiyle terk-i diyar eylemiş Çöl Çiçeği'nden ayrı düşmüştü. Sadece o değil, Afrika dahil, bütün sevenleri ondan gelecek haberi bekliyorlardı. 2 Temmuz çok önemli bir gündü. Sahra Sulh Hukuk'ta ilk duruşma günü. 


Geç kalkacağını düşünüp öğle saatlerinde aradı Çöl Çiçeğini. Telefon uzun uzun çaldı, cevap veren olmadı. Hiç şaşırtmamıştı bu cevap vermeyişler Sahra Çalısını. Demek ki, daha çekeceği kederli günler vardı. Aklına mesaj atmak geldi. Mesaj kutusunun üzerinde son görünme saati 05.50 yazıyordu. Tamam dedi, kendi kendine. Belli ki geceyi gündüz etmiş yine.


Merak ediyordu bir yandan. Bir mesaj yazdı. "2 Temmuz ne oldu? DBE de merak ediyor." DBE'yi ayrı sever, yazılarında hep kendini bulurdu. Sahra Çalısı ümitlendi birden. Kendisine cevap vermese bile DBE'yi cevapsız bırakamazdı.


Yarım saat sonra mesaja cevap geldi.

"İçimdeki kangreni attım, beni zehirleyen suyumdan kurtuldum."

Mesajın sonuna bir de gülen surat emojisi eklemeyi unutmamıştı.

"Sevindim, rahatlamış görünüyorsun. Hayırlısı olsun, bunu kutlamak gerek" diye bir cevap verdi Sahra Çalısı.

Çöl Çiçeği, "Her şeyi anlatcağım, Çöl Çiçeği artık tamamen özgür." diye gönderdiği mesajın arkasından bir tane daha yolladı. 

"En kısa zamanda kutlayalım, bana bu zor günümde destek olanlar sayesinde huzura kavuştum." 


Sahra Çalısı habere çok sevinmişti ama yaraların sarılması zaman isterdi. Çöl Çiçeği henüz genç nasıl olsa, kısa zamanda toplar kendini, yeni bir aşka açar yelkenlerini, ona su mu yok diye düşündü. Önemli olan belirsizliğin ortadan kalkmasıydı. Şimdi önünde upuzun bir yol onu bekliyordu. Yaşadıklarını önemsiyor, değerli buluyordu Çöl Çiçeği. Oysa Sahra Çalısı, onun yaşadıklarından ders alacağını boş yere bekliyordu.   

NEDEN?

Koronavirüs kapımızı çaldığından beri, görünmez oldu Güner Teyze... Kim bilir ne alemdedir şimdi dört duvarın arasında. Oysa her gün geçerdi kapımızın önünden kocası Necati Amca'yla. Hayatlarının son demlerinde birlikte ağır ağır önünden geçtikleri her dükkânı selamlayarak, Güzelyalı parkına kadar yürürler, orada belledikleri ev yemekleri yapan küçük bir esnaf lokantasında karınlarını doyurduktan sonra parkın kanapelerinden birine oturur, dönmeden önce havanın serinlemesini beklerlerdi. Güner Teyze'nin selâmlaşması Necati Amca'nınkine benzemezdi. Necati Amca hal hatır sorarken o, işaret parmağını kaldırır, tek sözcükten ibaret, dünyanın en zor sorusunu sorardı. "Neden?"

Alzheimer hastalığının pençesine düşmüş Güner Teyze'nin işaret parmağını kaldırma sebebini de, o mefhum "Neden?" sorusunu da bilirdi caddenin bütün esnafı. Bilirdi bilmesine ama kimsecikler veremezdi cevabını. Genç yaştaki tek oğullarını trafik kazasında kaybetmişlerdi. İşaret parmağıyla "bir"i sembolize ediyordu. "Neden, neden bir çocuk yaptım?" 

Evlât acısı acıların en büyüğü. İki ya da daha fazla çocuğu olsaydı bir nebze merhem olur muydu yarasına, bilinmez. Nedeni bilinmeyen o kadar çok şey var ki...

"Neden", çoğu zaman geçmişe gizlemiştir kendini. Cevaplar her zaman geçmişte aranır. Sebebi bulamayınca bir yalnızlık hissi çöker insanın içine, çaresizlik...

"Neden" sorusunu ne kadar çok sorarsak o kadar insanız. Fakat en zor olanı kendine sorulanıdır. Çünkü bazen nedeni öğrenmek isyan ettirir, hayatına bile mal olur insanın.

Cevaplanmamış her "neden" habis bir ur gibi çöker yüreklere. "Neden" bile diyemeyen çaresiz, "neden" dedirtmeyen gaddardır. Gaddar kişiye "neden" diye sorduğunda, umursamaz bir tavır içinde, "hiç, öyle işte" der.

Diğer taraftan "neden" faydalıdır, öğreticidir. Huzurunu kaçırsa bile gerçeğe köprü kurar. Sıkıcıdır aynı zamanda, her ruh haline uygun değildir.

Sebep-sonuç ilişkisinin anahtarıdır fakat her kilidi açan maymuncuk değil. Başa çıkılamayacağını anlayınca önemi kalmaz, kabullenirsin. 

"Neden", tükenmişliğin ve isyanın tek kelimelik soru cümlesidir. Bazen çoğalır birbiri ardına dizilir. Artık sözün bittiği yerdir. Son harfine gelince tersten okur yine başa dönersin.

Her şeyin bir nedeni vardır demiş Gottfried, hiçbir şey nedensiz değil, hiçbir şey nedensiz gerçekleşmez.

Aristoteles de çıkamamış işin içinden, 

"Nedeni olmayan neden Tanrı'dır" demiş.

Mutluluğun yolu "neden" e her zaman cevap aramayı bırakmak belki de, kabullenmek, teslim olmak. Ne garip bir çelişki, mutlu olmak için insanlığımızdan vazgeçmek!

İki güvercin, devrilen bir kaptan kediler için bırakılmış mamayı yiyorlar. İkisine de yeter, kendilerine ait olmayan bu ganimet. Fakat biri diğerinin mamaya her uzanışında ense köküne gagasıyla bir darbe indiriyor. Fenalık, sadece insanlara mı mahsus? "Neden" paylaşmayı bilmez canlılar?



2 Temmuz 2020 Perşembe

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 59/4


Ölüm hücrelerinde, diğerlerine benzemeyen, Irene Johnson adında bir gardiyan vardı. Ondan daha önce bahsetmiştim - adımı doğru şekilde telaffuz edebilen tek gardiyan oydu - ama onun neden özel biri olduğunu anlatmamıştım. 

Avukatlarımın beni ziyaret ettiği günlerde bazen, Bayan Johnson' ın diğer mahkûmların aile bireylerini şefkatle kucakladığını görürdüm. Ona kimsenin patavatsızlık ettiğini duymamıştım. Oysa mahkûmlar, Johnson'ın haricinde diğer bütün gardiyanları tepelemenin hayalini kurarlardı. Sargent’la aralarındaki özel dostluk dikkatimi çekiyordu. Etrafta başka gardiyan olmadığı zamanlarda, Sargent'a ilk adıyla sesleniyordu. Bir keresinde,


“Gardiyan Johnson'la liseli âşıklar gibisiniz.” dedim. Sargent lafıma fena bozulmuştu.

“Bunun şakasını bile yapma, Innocente. Bayan Johnson, Jeanne d'Arc gibi biri.  dedi. Gözümün içine bakarak anlatmaya devam etti.

“Benim gözümde onun nasıl biri olduğunu bilmek ister misin? Hani kız kardeşine hayran olursun ama onunla yatmak istemezsin ya, işte onun gibi bir şey. Anlıyor musun?

Ne demek istediğini tam olarak anlamıştım. Beni fena halde utandırmıştı. Haklıydı, Bayan Johnson herkese karşı merhametliydi. Onun gibi birinin nasıl burada çalıştığına aklım ermiyordu. O zaman Sargent'a,


“Haklısın, bahse girerim, Irene Johnson gerçek bir Azize.” demiştim.

Bana ondan başkası yardım edemezdi.

Sosyal medyayı kullanan çoğu insanı bulmak kolaydı. Aynı yolu takip ederek Johnson'a da ulaşabilirdim. Cadde üzerinde, ucuz bir restoran zincirinin karşısında, sıradan bir apartman dairesinde oturuyordu. Restoran günde yirmi dört saat açıktı ve Johnson'ın her gün öğleden sonra saat üç otuzda, oradan iki fincan kahveyle birlikte bir parça pasta aldığını öğrenmiştim. Sabah vardiyasına geçmiş olmalıydı. Oraya saat üçte varmış, kapıyı gören bir masaya yerleşmiştim. Yanıma gelen garsona bir tane BLT* sipariş ettim. Bayan Johnson, içeri girdiğinde beni fark etmemişti. Hesap pusulasını alıp ödeme yapmak için kasaya doğru ilerledim. Yanından geçerken yanlışlıkla elimden anahtarlarımı düşürüyormuş gibi yaptım. Başımı kaldırdığım anda göz göze gelmiştik. 

"Aman Tanrım, bay Zhettah bu sizsiniz, inanmıyorum." dedi. 

Onu bir anda karşımda bulmuş ve şoka uğramış göründüm. Oturmam için rica etti.

Şimdi bir senaryo uydurmalıydım: Güya hapishanede geçirdiğim günler hakkında bir kitap yazıyordum ve araştırma yapmak için şehre inmiştim. Ona zamanımı nasıl geçirdiğimi anlattım. Ayrıca bazı gardiyanlarla konuşmayı düşündüğümü söyledim.

“Yerinde olsam umudumu fazla yüksek tutmazdım Bay Zhettah. Çoğu gardiyan tenezzül edip eski mahkûmlarla görüşmek istemez, görevleri esnasında yanlış bir şey yapmayanlar da dâhil buna.” dedi.


Aslında ondan istediğim tek şey, kişinin hayatını elinde tutma sorumluluğu ve baskısıyla nasıl başa çıktığını bana anlatmasıydı.

“Gerçekten gardiyanlar hep böyle mi düşünürler?” diye sordum.

“Onların hepsi kötü değil, evlat. Bu işi sadece evlerine ekmek götürmek için yapıyorlar. Ve ne yazık ki şehrimizde yeterince iş imkânı yok.” dedi.


“Eğer haddimi aştığımı düşünürseniz lütfen kusuruma bakmayın Bayan Johnson ama anlaşılıyor ki bu konularda sizin de bilmediğiniz şeyler var.” dedim. Bana güldü.


“Babam vaizdi. Sanırım bu yüzden, oradaki adamların bir gün mutlaka Tanrı katında  bağışlanabileceğini biliyordum. Benim yaptığım sadece bu gerçeği anlamaya çalışmaktan ibaret.” dedi.


Tam olarak neyi öğrenmeye çalıştığımı tam olarak bilmiyordum fakat beklediğim kesinlikle böyle bir şey değildi. Moss ve Stream'i bağışlamak kesinlikle benim gündemimde değildi. 

"Karşılaştığımıza sevindim." dedim. Hesabımı öderken çaktırmadan onunkini de dâhil ettim, sonra eve uçtum.


O akşam iki hindili sandviçi ve bir de İsviçre sandviçi yapıp onları 6. kata indirdim. Gözetleme deliğinden baktım, mahkûmlarımın büyük bir dikkatle televizyona odaklandığını görünce şaşırmıştım.

CNN, dedektiflerin, Yargıç Moss'a ait olduğu söylenen el çantasında bulunan cep telefonundan müstehcen mesajlar ortaya çıktığını bildiriyordu. Telefonla sadece tek bir numaranın arandığı ve aynı numaraya mesaj gönderildiği tespit edilmişti. Austin Emniyet Müdürlüğünden ismini vermeyen bir yetkili, aranan telefon numarasının Yargıç Stream’e ait olduğunu, bununla birlikte araştırmaların henüz tamamlanmadığını belirtmişti. Eyalet polisinden bir başka haber kaynağı, telefonun New York'ta bir bodega'dan** satın alındığının tespit edildiğini açıklamıştı. Diğer taraftan son bir yıldır Moss'un New York’a adım atmadığını dikkate alan dedektiflerin kafasında bazı soru işaretlerinin oluştuğu belirtiliyordu. Moss’un kocası ekranda bitkin görünüyordu, kalabalığın arasından arabasına doğru kendine yol açmaya çabalarken, itiş kakış içinde kalmış bir gazeteciye, eşiyle birbirlerine kesinlikle sadık kaldıklarını söylüyordu.

Telefonun satın alındığı yere kadar iz sürecekleri aklıma gelmemişti. Bunu yapabilmenin mümkün olup olmadığını dahi bilmiyordum. Boynumdan aşağı terler boşaldığını ve kalbimin sıkışmaya başladığını hissettim. Durumum yüzüme yansımış olmalı ki Stream,

“Bütün pislikler gibi sonunda sen de çuvalladın şimdi” dedi.

Moss, “Harvey***  yorgun görünüyor.” dedi.

“İnsanlar artık her şeyi internetten satın alıyor. Telefon satın almanın milyonlarca yolu var ve onu satın alan tek kişi ben değilim. Beni bulma olasılıkları çok düşük bir ihtimal olduğu için son derece rahatım.” dedim.


Öyle dedim, dedim ama hiç de öyle hissetmiyordum. Her küçük hata, berbat bir memleket şarkısının kulakları yırtan nağmeleridir. Dedektiflerin bu küçük ipucunu takip etmeleri halinde nelerin olacağını düşünmek dahi istemiyordum. Muhtemelen bu onları hiçbir yere götürmeyecekti. Ama yine de endişelenmiştim. Nabzımın kulaklarımda attığını duyabiliyordum.


Fakat yapacağım son şey mahkûmlarımın korktuğumu görmelerine izin vermekti. Bu onlara bir can simidi fırlatmak demekti. Onlara umut vermek istemiyordum. Bu olmayacaktı. Tek kullanımlık tıraş bıçağımı, tuvalet musluğunda yıkadığım günlerimi hatırladım.


“Hepinize sandviç getirdim. Hindiyi kızarttım, ekmeği de kendim yaptım. Pestonun domates ve fesleğeni bizim seradan. Beğeneceğinizi umuyorum. Yarın sizi kontrole geldiğimde şehirden istediğiniz herhangi bir şey olup olmadığını bana bildirebilirsiniz.” dedim.

*BLT: Pastırmalı sandviç

**Bodega: İspanyolca içinde muhtelif şeyler satılan küçük dükkan.

***Harvey: Aynı adlı James Stewart filminde büyük tavşan, Sinatra'nın Rat Pack grubu tarafından 60'larda aptal veya saf bir şekilde davranan erkek ya da kadınlara verilen ad

(Devam edecek)

BOHÇACI GELDİ HANIIIIIM!

"Bohçacı geldi hanııım, bohçacı. İnce dantel masa örtülerim var, kenarı oyalı tülbentlerim, rengârenk çarşaflarım, çeyizliklerim vaaar..."

Başında kenarları boncuk ve iğne oyasıyla bezenmiş, çingene pembesi yemenisi, kalçasının heybetini açığa vuran belden büzmeli şalvarıyla koyu esmer tenli kadınlar sırtlarına yüklendikleri kocaman beyaz bohçalarıyla her gün geçerdi kapıların önünden. Kızlarına çeyiz düzme telaşında olan anneler, nineler bu sesi duyar duymaz kapıya fırlarlar, satıcıyla sohbete başlarlardı.

"Yeni bir şeyler getirdin mi? Aç bakalım bohçanı, neler varmış bir görelim."

Süt gibi akça pakça, büyük bir bez çarşafa sarılmış eşyaların altında iki büklüm, kan ter içinde kalan bohçacılar, sırtlarındaki yükten bir an için kurtulmanın sevincini yaşayamadan duraksarlar,

"Hanııım, yerler kir içinde, müsaaden olursa içeri avluna geçelim, orada göstereyim sizlere cicilerimi"  derlerdi.

Alışveriş bittikten sonra, bazen ev sahipleri bohçacıya içecek soğuk bir şeyler ikram eder, yorgunluğunu üzerinden atmış görünen bohçacı, koyu renkli, çiçek desenli şalvarının cebinden çıkardığı içi kuru bakla dolu keseyi etrafını saran genç, ihtiyar kadınlara doğru sallarken şen bir kahkaha patlatır,

"Bakayım mı şimdi sizin falcıklarınıza" derdi.

Eskiden böyleydi sokak satıcıları. Hem alan memnun olurdu aldığından hem de satan sattığından. Şimdi öyle mi ya! Onları sokağın başında görsen, kapıları kapatır, sırtını dönersin.

***

İki genç kız yüzlerine sahte gülümseme maskesi takmış dükkâna girer. Dükkân sahibi müşteri sandığı kişileri güler yüzle karşılar, ilgilenir. Kızlar verecekleri rahatsızlığın etkisiyle telâşa kapılırlar birden. Daha kıdemlisi,

"Yok, yok lütfen rahatsız olmayın. Acaba hangi GSM operatörünü kullanıyorsunuz, öğrenebilir miyim?" diye bir soru yöneltir.

"Anket mi yapıyorsunuz?" diye karşı bir soruyla cevap verir dükkân sahibi. Gülümseyen yüzler birden ciddiyete bürünür.

"Hayır, biz Turkcell'den geliyoruz, size önereceğimiz, hoşunuza gidecek, ekonomik bir paketimiz var. Beş dakikanızı bize ayırabilirseniz size paketimiz hakkında bilgi vermek isteriz."

"Teşekkür ederim, ilgilenmiyorum."

"Ama bizi bir dinleseydiniz..."

Bu tür ısrarlardan bıkmış dükkân sahibi, üzerine basarak fakat bu kez teşekkür etmeden kesin kararını üstüne basa basa bir kez daha bildirir muhatabına,

"İlgilenmiyorum."

Gülümseyen yüzler, karşılıklı olarak buharlaşmıştır birden.

***

Bizim mahalle aşırı derecede hayvanseverdir. Bu kadar sokak hayvanını başka hiçbir yerde görmedim. Genellikle yaşını başını almış teyzeler kedilerle, köpeklerle sohbet eder.

"Ah benim güzel sarmanım, sana bu domuzlar hiç mi mama bırakmamışlar"

Domuz diye bahsettiği aslında insan değil diğer kedilerdir. Bu insanlar hayvanlara gösterdikleri anlayışı çoğu kez insanlara göstermezler. Caddeden karşıya geçerken üzerine doğru gelen araba durur, sürücü ona yol verir. Ne var ki, hızlı gelişi kedilerin annesini ürkütmüştür.

"Allah'ın cezası, ezecek misin beni, kör müsün?"

Teyze, karşı tarafa geçer, araba da yoluna devam eder ama teyzenin siniri geçmemiştir. Söylenmeye devam eder,

"İnsanlık kalmadı, hayvan herif, üstüme üstüme sürdü arabasını"

Hayvanseveri bol olur da satıcısı olmaz mı? Süper mini şortlu çıtı pıtı bir kız, elindeki beş altı plastik mama kabıyla yan dükkâna dalar.

"Beyefendi, hayırlı işler. Kediler için mama kabı almak istemez misiniz?"

"Hayır, teşekkür ederim"

"Yoksa hayvanları sevmiyor musunuz?"

Hoppala! Adam zıvanadan çıkar, sana ne benim hayvan sevgimden diye geçirir aklından. Sinirlenir ama belli etmez. Sen hayvan sevgisini kullanarak ticaret yapmaya kalkacaksın, bu yetmezmiş gibi terbiyesizce kalkıp böyle bir soru soracaksın. Düşünür, taşınır ve cevabı patlatır.

"Hayır, sevmiyorum." der. Satıcı kızla göz göze gelirler. Kızın dönüp gideceğini sanan dükkân sahibi büyük yanılgı içindedir oysa. Kız, şımarık bir üslûpla,

"Ben de insanları sevmiyorum" der. Lâfın altında kalmak taşın altında kalmaya benzemez ama adamcağızda söyleyecek söz tükenmiştir. Arkasından bağırır,

"Ben de seni sevmiyorum"

Yoldan geçen kız elele tutuştuğu sevgilisinin kulağına fısıldar,

"Biz de böyle olmayacağız dimi, aşkuum" der."

Dünya çok değişti, çook.







MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 58/4


Geceyi Oklahoma, Norman'da bir motelde geçirdim ve Texas Tech beyzbol takımının uzatma devresinde maçı kaybettiği maçı izledim. Ücretsiz Wi-Fi'ı olan barda bir bira içtim ve Teksas Savcılar Derneğinin tartışma platformuna giriş yaptım. Reinhardt bu gruplarda anonim görünerek kendimi nasıl gizleyeceğimi bana öğretmişti, ama yine de çok dikkat ediyordum ve yargıçlar hakkında yapılan dedikoduları sadece kamuya açık yerlerdeki bilgisayarlardan takip etmeye çalışıyordum.

Moss'un eşyalarının bulunmasıyla ilgili haberden bahseden yüzden fazla mesaj vardı. Sohbete yargıçlardan bir kısmı, meşru müdafaa hakkının önde gelen savunucularından biri olan Stream'in, Florida konferansında konuşma yapmasına şaşırmadığını belirtirken, katılımcıların çoğu, programında yer almadığı ve konuyla ilgili uzmanlığı bulunmadığı halde Moss'un, Florida yasalarıyla ilgili bir toplantıya katılma sebebini anlayamadıklarını söylüyorlardı. Mesajların sonuna doğru Rio Grande Valley'den bir savcı, “İlişkilerini sadece mesleki açıdan değerlendirmek doğru olmayabilir. <gülen surat>” diye yazmıştı, yoruma verilen cevaplarda genel olarak elleriyle yüzünü kapatan ve gülen yüz emojileri vardı. Bir başka savcı cevabında, “Öyle olduğunu sanmıyorum.” diye yazmıştı. Taraflar, yargıçların aşk yaşadıklarına inananlar ve inanmayanlar olar yerlerini almıştı. Yine bir savcı, mesajında, “Bu konuda ben, yanlış bir şey görmüyorum.” diye yazmıştı.


Tarayıcıyı kapatıp geçmişi sildim. Ertesi gün, aynı olay, haftada bir yayınlanan bağımsız bir dergi muhabirinin ilgisini çekmişti. Adliye çalışanlarının, Moss ve Stream arasındaki uygunsuz ilişki söylentilerini deli saçması olarak değerlendirdiğini, tam aksine, Moss’un kocasıyla birlikte mutlu bir evlilik sürdürdüklerini yazdı. Her iki hâkimin adliye çalışanları da ikisini hiçbir zaman bir arada görmediklerini vurgulamışlardı.


Bu arada, sahil koruma, kurtarma çalışmalarının resmen sona erdiğini, bundan sonra arama çalışmalarına devam edileceğini açıkladı. Çarpma etkisinden kurtulmuş olsalar bile, geçen süre içinde hâkimlerin, susuzluğa ve havasızlığa yenik düşecekleri ifade ediliyordu. Diğer taraftan yetkililer, cesetlerin bulunması konusunda hala umutlu olduklarını söylerken Moss’a ait olduğu düşünülen mavi renkli, deri bir ceketin, enkazın bulunduğu yerden otuz beş km uzakta yüzerken bulunduğunu bildirdiler. NTSB'den* bir yetkili, kazanın etkisiyle kanatlardan birinin kırıldığını ve uçağın yakıtının bitip bitmediğinin belirlemesinin imkânsız hale geldiğini söyledi. Yetkililer, nedeni belirsiz olarak tanımladıkları kazaya ilişkin dosyanın kapandığını ifade ettiler.

Sonraki hafta boyunca her sabah saat sekizde aşağı, mâhkumların yanina indim fakat hücrelerine açılan ana kapıyı açmadım. Gözetleme deliğinden Stream'in şınav çektiğini, bazen de sabit bisiklette pedal çevirdiğini izledim. Moss, genellikle, plastik bir bardağa koyduğu kahvesini yudumlarken, sandalyesine oturmuş, kitap okuyordu. Onları ziyaret ettiğim günlerden birinde, Moss, hücreler arasındaki perdeyi kapattı ve duş almak için soyunmaya başlamıştı. Gözümü kapıdan ayırıp yukarı çıktım.

O an, yaptıklarımın doğru olup olmadığı konusunda ilk kez endişe duymuştum.

Bir sabah Stream,

"Sana verdiğimiz idam kararında iyi bir nedenimiz olduğunu söylemek istiyorum." dedi.

"Neymiş?" diye sordum.

"Buraya ilk geldiğimizde, seni, önce jürinin suçlu buldugunu söylemiştim. Sen de bizden idamını istemek için haklı bir gerekçe bulmamızı istemiştin. İşte, şimdi bunu söylemeye hazırım." dedi.


“Hadi söyle bakalım, John.” dedim.

“DNA testi isteyen duruşma hâkimiyle aynı görüşte olmadığımızdan dolayı bizi eleştiriyorsun. Ancak o zamana kadar, zaten uzun süredir hapishanedeydin. O ana kadar kaç yıl hapis yattın bilmiyorum, bunu senin bildiğinden de emin değilim. Yargıç Moss ve ben farklı bir karara imza atmış olsak bile, daha öncesi için mevcut bilgiler dâhilinde, yapabileceğimiz bir şey yoktu.” dedi.


“Ne yani, cezanızın fazla olduğunu mu söylüyorsun?” diye sordum.

“Tamamen öyle.” dedi.

“Yani, birkaç bin dolar çalana bir milyon dolar para cezası kesmek fazla. Öyle mi?” dedim.

“Evet, bu ceza orantısız.” dedi.

Yere oturdum. Onları alıp buraya getirdiğimden beri ilk kez karşılarında oturmuştum. Moss, egzersiz bisikletindeydi ancak pedal çevirmeyi kesmişti. Stream, ellerini demir parmaklıklara yapıştırdı.


“Liseden sonra aşçılık okuluna gittim, hukuk fakültesine ise hiç gitmedim.” dedim.

Moss, “Leonard'ın söylediklerini anlayabilmek için hukuk fakültesinden diploma almak gerektiğini düşünmüyorum. Bu son derece basit ve ahlaki bir mesele.” dedi.

“O zaman beni iyi dinleyin." dedim. "Babamı yanında çalıştıran adamlar, sanırım psikopat kişiliklere sahiplerdi.  Bir gün, ambarlarına girmeye çalışan kamyon şoförünün, Federal Polis tarafından sızdırılmış bir casus olduğunu fark ettiler. Onu derhal öldürdüler elbette ama hatırladığım tek şey bundan ibaret değil. O zaman sadece dokuz yaşındaydım. Başını kestiler ve cesedini semt trafo merkezinin arkasına attılar. Düşünün, yerde adamın kesik başı ve başında siperliği yan yatmış bir beyzbol şapkası!”

Moss, eliyle ağzını kapadı. Stream dişlerini sıkıyordu. Çene kaslarının titrediğini görebiliyordum. Lafı nereye getireceğimi tahmin ettiğini biliyordum.

“Hukuk fakültesinde bu cezanın karşılığı için “caydırıcılık” sözcüğünün kullanıldığını düşünüyorum.” dedim.

Ertesi akşam yanıma ev yapımı lazanya, sarımsaklı ekmek ve bir şişe Chianti* alıp 6. kata indim. Niyetim, mahkûmiyet sürelerini ne kadar indirmem gerektiği konusunda onların düşüncelerini almaktı. Ama soru sormama fırsat bulamadım. Kapıyı açar açmaz, Stream,

“Odama yeni bir arkadaş mı gelecek?" diye sordu.

Orijinal planımda üç kişiyi hapsetmek vardı: Stream, Moss ve DNA testine karşı çıkan bölge savcısı. Bu yüzden Stream’in hücresine iki kişilik bir ranza koymuştum. Ancak araştırmalarım sırasında, bölge savcısının eşinin ölüm ilanını okumuştum. Kırk iki yaşında beyin kanamasından ölmüş ve geride eşini üç küçük çocukla dul bırakmıştı.


Stream'e “Bölge Savcısı’nın ortaokula giden ikiz erkek ve bir de kız çocukları var. Yani, yalnız kalmaya devam etmek durumundasın.” dedim.

Moss, “Merhamet ve acımasızlık duygularını birleştirmiş olman bana göre büyük tutarsızlık.” dedi.

Odada havanın birden değiştiğini hissettim. Moss, bana tutarsız dediğinde, Britanny ile birlikte olduğum geceye geri döndüm. Daha önce böyle bir şey hiç başıma gelmemişti. İkimiz yataktaydık. TV açıktı, ekranda siyah beyaz bir film gösteriliyordu. Britanny’nin omzunun üzerinden ekrana bakmıştım. Lucas Gleason şamdanı alıp inceliyor, ellerinde çeviriyordu. Aniden ekranda Tieresse belirdi. Başına sardığı havlu yere düştü. Gleason ona vuruyordu. TV’nin sesi tamamen kaybolmuştu fakat eşimin çığlıklarını aklımdan çıkaramıyordum. Bana yardım edin diye feryat ediyordu.

Stream,sanki aklımı okumuş gibiydi.


“Eğer karını hunharca katleden adam, idama mahkûm edilseydi, onun son dakika itirazları sana ne kadar sevimli gelirdi?” diye sordu.

Bu soruya verilebilecek cevapların yanlış anlaşılmaması için ne yapmak gerektiğini bilememiştim.

Kendimi güçlükle merdivenlerin tepesine attım. Boynumdan aşağı ter boşalıyordu ve nefes alamıyordum. Aslında işin bu noktaya gelmesinin sebebini biliyordum. Hapishane hayatının stresi ilham perisini uyandırıyordu. Cevabını veremeyeceğim tek şey buydu. Nasıl yapabilirdim? Sargent'ın Gandhi ve açlık grevleri hakkında bana söylediklerini hatırladım. Bu stresle başa çıkmamın ya da onları serbest bırakmamın bir yolunu bulmam gerekiyordu ve bunu kimseye soramayacağımı gayet iyi biliyordum.


*NTSB: Ulusal Ulaşım Güvenliği Dairesi

**Chianti: İtalyan şarabı

1 Temmuz 2020 Çarşamba

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 57/4


Her birine, on beş ay boyunca birbirlerinden aldıkları bütün e-postaları ve mesajları gösteren sayfaları verdim. Stream gözünü benden ayırmadı ama Moss başını öne eğdi ve kağıttakileri okurken titremeye başladı.

“Yetkililer evlerinizi arayıp bilgisayarlarınıza baktıklarında, sadece birbirinizle iletişim kurmak amacıyla kullandığınız gizli e-posta hesaplarınızın olduğunu görecekler. Ayrıca, kendi aranızda konuşmak ve mesajlaşmak için kullandığınız cep telefonlarınızı da ortaya çıkaracaklar. Böylece olayın bütün sırrı çözülecek: Gizlice buluşan iki sevgili trajik bir uçak kazasında hayatlarını kaybetti. Yoksa size John ve Jane yerine David* ve Bathsheba** mı deseydim.” dedim.


Stream, “Bütün bunları yaptığına inanamıyorum!” dedi.

Moss, “Nasıl bu kadar zalim olabiliyorsun, uğursuz herifin tekiymişsin sen!” dedi.


“Hayır,” dedim. “Ben öyle düşünmüyorum. Hiçbir şey umurumda değil. Size göre yaptıklarımın anlamı olmayabilir ama benim açımdan bütün bunların anlaşılır bir sebebi var.” dedim.

Onlara verdiğim sayfalardaki ataşları çıkardığımdan emin olmalıydım. Kağıtların arasını iyice kontrol ettikten sonra arkamda kendilerine tehlike yaratacak hiçbir şey bırakmamak için bir kez daha sağıma soluma bakındım.


“Birkaç gün sizden ayrı kalacağım. Geri döndüğümde, az önce size takdim ettiğim belgeler üzerinde detaylı olarak tartışabiliriz. İkinizden biri, masum bir adamın idamını istemek için elinde geçerli bir neden olduğunu söyleyip beni ikna ettiği zaman gitmenize izin vereceğim. Aksi takdirde, size tavsiyem, yeni yuvanızın tadını çıkarmanız.” dedim.


Stream, arkamdan bağırdı. “Bizi bırakıp nereye gidiyorsun? Sana bir şey olursa, burada kısılıp kalacağız.” dedi.

Kapıda durdum. Başımı geriye çevirdim, gülümseyerek,

“Sanırım, sağlığım için bana dua etmeniz gerekecek.” dedim.


Teksas Eyalet Mahkemesinden iki hâkimin içinde bulunduğu küçük uçağın düşmesi haberi, olayın gerçekleştiği gün, ulusal haber bültenlerine yansıyan birkaç cümle dışında, hiç kimsenin ilgisini çekmemişti. Teksas'ta yayınlanan gazetelerin çoğu, Austin merkez muhabirlerine her işi yaptırıyordu. Onlardan biri, Moss'un yanında çalışan personele, olay günü konferansta olacağını söylediğini iddia etmiş ve Yargıç Moss’un ofis sekreterinden aldığı bilgiye dayanarak oturup bir senaryo yazmıştı. Aynı senaryoya göre, Moss'un kocasına konferansta olacağına dair bir mesaj yolladığı doğrulanmış oluyordu.

Teksas eyalet polisi basın irtibat bürosu, Yargıç Stream’in Key West'teki otelin web sitesinden, bir adet süit oda rezervasyonu yaptığını ve iki gecelik ücretini peşin olarak ödediğini, ayrıca bir uçak bileti rezervasyonunu da iptal ettirdiğini doğruladı. SUV aracı, uçağının bulunduğu havaalanında park halinde bulunmuştu. Haberde, polisin parmak izi tespiti yapıp yapmadığı konusuna değinilmiyordu. Esasen her şey bu kadar açıkken bunu yapmaları için ortada hiçbir neden yoktu. Ayrıca lâteks eldiven giydiğim için parmak izimi zaten bulamazlardı. Müfettişler Moss'un konferansa katılmayı planladığını ya da Florida'ya gitmek için hazırlık yaptığını gösteren hiçbir kanıt bulamamışlar ve soruşturmanın devam ettiğini belirtmişlerdi.

Moss ve Stream'den ayrıldıktan sonra küçük bir iş için Teksas’a uçtum. Taksiyle Olvido’nun ofisine giderken yerel bir gazete almak için sürücüden durmasını rica ettim. Üçüncü sayfada, bir haber ajansı en son gelişmeyi bildiriyordu:

Galveston'un yaklaşık 320 km güneyinde, Port Aransas'ta seyreden bir karides teknesi kaptanı, Stream'in uçağının düşmesinden 8 gün sonra, içinde uçağın dümen kısmından bir parça ve pahalı deri bir çantanın da olduğu bazı kalıntılar bulmuştu. Balıkçı, Teksas Polisi müfettişlerine teslim edilmek üzere çantayı yerel polise vermişti. Görevliler, çantayı açıp baktıklarında, bir sürü faturanın yanı sıra, içinde on üç dolar bulunan bir cüzdan, iki kredi kartı, ehliyet, Yargıç Moss’un kimlik kartı ve iki su geçirmez cep telefonu bulmuşlardı. İsminin açıklanmasını istemeyen bir yetkili, gazetecilere, Moss’un kocasının, karısının ikinci bir cep telefonu taşıdığından haberi olmadığını söylemişti.


Papaza gelinceye kadar okuduğum haberlerden büyük keyif almıştım ama onun adını okuduktan sonra bir suçluluk duygusu içimi kaplamıştı.

Tam o esnada Sargent'ın, iki kapı ötemdeki hücrede kalan Demerest adlı, zekâ özürlü, efemine bir mahkûmun, gardiyanlardan biri tarafından tecavüze uğraması üzerine bana söylediklerini hatırladım. Demerest, önce hayır hayır diye bağırmış, daha sonra ağlamaya başlamıştı. Sargent, sanki aklımdan geçenleri okumuştu ve bana şunları söylemişti:


“Dinle beni Inocente. Budistler, gerçeğin anlamını, insanların acılarını dindirebilmemiz için her şeyin elimizde olmadığını söyleyerek anlatır.” dedi.


“Bunu biliyorum,” dedim, “Eğer o sadist gardiyanın yanında olabilseydim,  onun Demerest’e zarar vermesini engelleyebilirdim en azından.” 

Sargent “Doğru, ama bunu, onun yanında olabilseydin yapabilirdin işte. Demek ki, kâinatın sahibi, senin orada olmadığın bir zamana göre kararını vermiş." dedi.


“Bundan çıkarmam gereken bir ders mi var?” diye sordum.

Bana cevap vermemişti. O gece Sargent'ın yüzbaşıya bir şeyler fısıldadığını duymuştum. Ertesi gün Demerest'e tecavüz eden gardiyan kovulmuştu. Sargent'ın bu işte parmağı olduğu konuşuluyordu. Ona bunun doğru olup olmadığını sordum. Gülümseyerek,

“Evet, senin duyduklarını ben de duydum.” dedi.

“Hı, hımm. Bunu anlamıştım zaten.” dedim.

Galveston’daki yeni ofislerine girdiğimde, Olvido, Luther ve Laura toplantı salonunda oturmuş, pizza yiyorlardı. Laura beni görür görmez bana çak yaptı ve bana sarılırken kemiklerimin çatırdadığını hissettim.

“Güzel bir ofisiniz varmış. Şimdi siz burada ensesi kalınları mı savunuyorsunuz?” diye sordum.

Luther gülümsedi. Laura “Ah, keşke!” dedi.

Ne yaptığımı sordular. Bütün gezdiğim yerleri anlattım. Onlara anlatmadıklarımın dışında söylediğim her şey doğruydu. Orada bir saatten fazla kaldım.

Gitmeden önce Olvido'ya benim için bir şey yapmasını rica ettim. Kendisine içinde birkaç sayfalık not içeren bir zarf verdim. Yer altı silosu giriş kapağının GPS koordinatlarını yazdım. Ayrıca, binanın bir taslağını çizdim, kalın bir ok 6. katı gösteriyordu. Okun altına kapının tuş kilidi şifresini yazdım. Neleri ve nasıl yaptığımı bütün ayrıntılarıyla anlattım. En alta günün tarihini yazdım ve planıma benden başka kimsenin dâhil olmadığını ve kimsenin bu konuda herhangi bir bilgiye sahip olmadığını belirten bir not ekledim. Altına adımı yazdım ve imzaladım.


“Bunu kasanıza koymanızı ve benden bir hafta haber alamadığınızda açmanızı aksi takdirde açmadan muhafaza etmenizi istiyorum." dedim.

Olvido, “Başını belaya mı soktun Rafael?" diye sordu.

“Hayır, sadece tedbirli olmak zorundayım. Dediğimi yapacak mısın?” dedim.

“Tabii ki yapacağım.” dedi.


*David: Hz. Davut
**BathshebaBatşeba,  Hz. Davut'un eşi ve Hz. Süleyman'ın annesi. Eski Ahit'e göre Hz. Davut, yıkanırken gördüğü evli bir kadın olan Batşeba'ya aşık oluyor.

(Devam edecek)