Bu ziyaret, iki eski dostun birbirine kavuşmasıydı. Bana tanıdığım mahkûmların
neler yaptıklarından bahsetti. Ona neler okuduğunu sordum. O da bana, kuzeni Charice'den
hala haber alamadığını anlattı. Reinhardt'ı, nerede yaşadığımı sordu. Ona bütün
gezdiğim yerlerden -Austin'dekiler hariç- söz ettim. Okuması için yanımda getirdiğim "Haham
Hikâyeleri" kitabını verdim.
“Tanıdıklarım arasında okumayı en çok seven kişi
olduğun için, sana bunu getirdim. Ayrıca, kitabı sende bırakabilmem için gereken izni
aldım.” dedim.
Ona kitabın asıl adının “Pirkei Avot” olduğunu söyledim.
“Bana onun ne anlama geldiğini de söyler misin?”
diye sordu.
“Babaların Etiği anlamına geliyor, Talmud’taki etik öykülerin derlemesi” dedim.
“Vay canına, Inocente. Nasıl desem bilmem ki, ben senin kafası karışık bir Musevi
olduğunu düşünüyordum.” dedi.
“Bu, annemi defalarca okurken gördüğüm tek
kitaptı. Evimin mutfağında buldum. Onun hâlâ bende olduğunu bilmiyordum. Evrende,
her zaman bir bilgelik kırıntısının saklı olduğunu anlatıyor.” dedim.
Sargent gülümsedi. O sözlerin gerçekte kime ait olduğunun
bilinmediğini söyledi. Yıllar önce, yine bana aynı şeylerden bahsetmişti.
“Her kiliseden bazı akıllı o. çocukları çıkar, anlıyor musun? Onların mucize dedikleri hokus pokusları görmezden gelmeli ve kendini sadece aklına yatan zırvalıklarına odaklamalısın. Bak sana işin
doğrusunu anlatayım, din, tanrıya ve onun mucizelerine inanmayı gerektirir.”
"Şimdi, karşımda oturan, tanıdığım, akıllı bir adam, bana bir zamanlar bunları öğretmişti.”
dedim.
“Tanıdığın akıllı adamın ne demek istediğini tam olarak anladığını
sanmıyorum.” dedi.
Eliyle ağzını sildi, ona verdiğim kitaba bakarken,
“Beni düşündüğün için teşekkür ederim, Inocente. Sana bunu bütün samimiyetimle söylüyorum.” dedi.
Ona, annemin akşam yemeklerinde babama ve bana epigramları okuduğunu ve anında
İspanyolcaya çevirdiğini anlattım. Babamın favorisi, Ben Zoma adındaki bir hahamın -zengin
kişi, sahip olduklarından mutlu olan kişidir.- sözüydü. Bu sözü çok sevmişti,
çünkü o, hiçbir şeye sahip olmadığı halde, mutlu olduğunu düşünüyordu.
Sargent, “Bu kadar aptalca bir sözü
söyleyebilmenin tek nedeni, Inocente, onun bir çocuğunun olmamasıdır.” dedi.
“Belki de.” dedim. “Kitabı sana bırakıyorum çünkü
onu benden daha iyi anlayacağını biliyorum.”
Ölüm hücresine nakledilmeden önce, birkaç gün
arayla suçsuz oldukları anlaşılmış Lucas ve Antonio adında iki adam vardı.
Onları haberlerde izlemiştim. Sargent'a hahamların, kutsal kitabın bir bölümünde,
-güçlü insan, duygularına hâkim olan insandır.-
dediklerinden bahsettim ve ona adamları tanıyıp tanımadığını sordum.
"Evet, onları tanıyorum." dedi.
"Evet, onları tanıyorum." dedi.
“Peki, onları öfkelerinden alıkoyan ne?” diye sordum.
“Öfkelenmediklerini nereden biliyorsun? Bu iş,
yüzündeki gülümsemeye bağlı olarak kardeşinin içinde ne fırtınalar koptuğunu tahmin
etmene benzemez. Hahamların bazı saçma sapan sözleri mantıklı olsa da, bu, söyledikleri
her şeyin doğru olduğu anlamına gelmez. Senin öfkeyi küçümsediğini sanıyorum.
Eğer daha fazla insan sinirlenirse daha iyi bir dünya olur ve bu, patronların
endişelenmeleri için ciddi bir durum yaratır." dedi.
Ayrıca serbest bırakıldığını bildiğim iki mahkûm daha vardı. Özgürlüklerini kazandıktan aylar sonra her ikisi de farklı trafik
kazalarında yaşamlarını yitirmişlerdi. Sargent'a,
“Sence Toney ile Guerra’nın başına gelenler birer
rastlantı mı?" diye sordum.
“Evet,” dedi. “Bu bir gerçek. Farklı bir şey
söyleyen herkesin aklından zoru vardır. Kardeşlerimiz, pilav pişirmeyi
unuttuklarından dolayı kaza geçirmediler ya da kendilerini öldürmediler. Buraya
gelene kadar zaten şans onların yüzüne gülmemişti. Ne fark ederdi ki, zaten burada
ölüme götürüleceklerdi, bunun yerine çıkıp dışarıda öldüler?” dedi.
“Hatırlarsan bana, bazı insanların gelecekleri için plân
yaptığını, bazılarının ise yapmadığını söylemiştin. Belki bu adamların ölmesinin
nedeni karşılarına aniden yapamayacakları bir işin çıkıp çevrelerinde bunu nasıl
yapacaklarını gösterecek bir kimsenin bulunmamasıydı. Her neyse, benim içimden geçen
bir şey bu işte. Babam hiçbir şeye sahip olmamasına rağmen her zaman mutluydu. Bense
harcayabileceğimden daha fazlasına sahibim ama geçmişteki bazı şeylerin eksikliğini
hissediyorum.” dedim.
“Evet, seni anlıyorum.” dedi. “Zavallı kadın!”
“Hayır, demek istediğim tam olarak o değil. Onun
yasını tutmakla çok zaman geçirdim ama yine de benim için değişen bir şey yok.” dedim.
Sargent, “Inocente,
dışarı çıktığından bu yana geçen zaman diliminden daha uzun bir süre hapiste çile çektin. Parmaklıklar arkasında bir
yıl geçiren kardeşlerin var ve burada onların geri kalan hayatları berbat
olacak, anlıyor musun beni? Serbest kalışının henüz altıncı ayında benimle bunları konuşuyorsun. Senin gibi
biri için hayli zor bir durum, kabul
ediyorum. Ancak bu durumu aşman senin için imkânsız demiyorum.” dedi.
Ben "Evet, altı ay geçti" diyene kadar birkaç dakika boyunca
sessizce oturduk ve sonra biraz daha konuşmaksızın bekledik. Sonunda ona bir şey daha sordum.
“SPU’nun* davasında içeri alınan adamı
hatırlıyor musun?
Sargent, “Elbette hatırlıyorum. Nelson birader. Ne
olmuş ona?" diye sordu.
“Burada geçirdiğim zamanlardan bahseden bir kitap
yazıyorum ve onun öyküsünü anlatmak istemiştim ancak detayları hatırlayamadım.”
dedim.
Yalan söylediğim için kendimi kötü hissetmiştim. “Hey,
uçak kazasında kaybolan o iki yargıcı hatırlıyor musun? Şimdi var ya ben onları
rehin tutuyorum.” diyebilseydim benim için daha kolay olurdu.
Sargent bana Nelson'ı anlattı.
“Dört yıldır ölüm hücresindeydi ve temyiz
başvurusu reddedilmişti. Avukatları görevlerini üstünkörü yaptıkları için Nelson
çaresizdi, bu yüzden Ağır Ceza Mahkemesinin üç üyesine, masum olduğunu ısrarla dile
getiren birer mektup yazıp idamına izin vermeleri durumunda birer katil olacaklarını
ve bu yüzden Tanrı'ya hesap vermeleri gerekeceğini hatırlattı. Moss kendisinin tehdit edildiğini öne sürüp hapiste yatan kişilerin işlediği suçları
araştıran Özel Savcılık Birimi ile temasa geçti.” dedi.
“Nasıl yani, mektup yazmak suç mu?” diye sordum.
Sargent, “Suç değil. Fakat olay şu ki, hücresine
gelip ona birkaç soru sormuşlar ve hâkimlerin ev adreslerini ve çocuklarının
isimlerini nereden bulduklarını öğrenmek istemişler. İlginçtir, Nelson'ın
bununla hiçbir ilgisi yoktu. Sanırım, Letonyalı dilberlerden biri, neredeyse her
gün ona yazıyor ve mektubuyla birlikte kendisinin ve lanet olası kızının porno resimlerini gönderiyormuş. Tabii, eğer bu saçmalığa inanıyorsan, en azından McKenzie'nin bana söylediği buydu. Duyduğuma göre, kadın, sonuçlanan davalarla ilgili internetten bir
sürü çıktı almış ve buradan hâkimlerin nerede oturduklarına dair bilgiler edinmiş.
Nelson birader bunuları okuyamamıştı bile. SPU işleri yine bilinen yollarla
halletmişti. Adamı önce seviye 3’e çıkardılar, karısını ve çocuklarını tehdit ettiler,
ona kimin yardım ettiğini açıklamadığı takdirde başının iyice belaya gireceğini
söylediler.” dedi.
“Sonra?” dedim.
“Sonrası yok." dedi. Ağzını açıp hiçbir şey diyemedi. "Kardeşimiz iki ay sonra idam edildi.”
“İlçede iletişim kurmasına izin verilmeyen
kişilere para karşılığında mektup gönderen bir gardiyan biliyorum.” dedim.
“Sargent, “Evet.” dedi.
Sormak istemiyordu, bunu anlıyordum, ama yerli
yersiz konuşmalarımdan bir şeyler sakladığımı tahmin edebiliyordu.
“Sakladığım hiçbir şey yok, dostum. Dediğim gibi,
sadece bir kitap yazmayı düşünüyorum.” dedim.
*SPU: Özel Savcılık Birimi
(Devam edecek)
*SPU: Özel Savcılık Birimi
(Devam edecek)