Son yıllarda okuduğum kitaplar arasında beni en fazla sarsan incecik bir kitap Yaşamın Ucuna Yolculuk... Türünden konusuna, üslubundan yazarına kadar tamamen farklı bir eser. Sarsıcı; çünkü hâlâ etkisi altındayım, iki gündür hem kitap, hem de yazarı hakkında araştırıp yeni şeyler öğrenmeye çalışıyorum. Önce türünden bahsedeyim. Hikaye türü bazen "anlatı" yerine kullanılabilse de, Yaşamın Ucuna Yolculuk kitabına hikaye tanımını yakıştıramıyorum. Anlatının her zaman bir anlatıcısı olur. Tasvir edilen olay, duygu ve düşünceler, anlatıcının anlatım tarzına göre şekillenir. Tezer Özlü, bütün çıplaklığıyla ruhunu yazıya döktüğü kitabında, "anlatı" türünün en güzel örneklerinden birini vermekte.
"İnsanın başkalarına söyledikleri kendi duymak istedikleridir. Yazdıkları, okumak istedikleridir. Sevmesi, sevilmeyi istediği biçimdedir."
Tezer Özlü, adını çok duyduğum, kısacık ömründe çok az sayıda eser veren bir yazar. Genç yaşlarından itibaren yaşamı ve varoluşu sorgulayan, sürekli intihar eğiliminde, mevcut düzene baş kaldıran kişilik. Okurken kurgusal tek bir cümleye yer vermediği hissine kapıldığım, daha da ötesi, buna yürekten inandığım, yaşamın iki ucuna sıkışmış isyankar bir kadın. Yazar, Berlin'de yaşadığı dönemde kaleme aldığı Yaşamın Ucuna Yolculuk'ta, hayranlık besleyip etkilendiği Franz Kafka, İtalyan yazarlar Italo Svevo ve Cesare Pavese'in izini sürerken bir bakıma onların ruhuyla bütünleşiyor. Özellikle intihar ederek hayatına son veren Pavese'in sözlerinden yola çıkarak yaşamın anlamsızlığı ve tekdüzeliği karşısında ölümü tek çıkar yol gördüğünü farklı bir bakış açısıyla gözler önüne seriyor. Önce Kafka'nın mezarının ve doğduğu evin bulunduğu Prag'a, ardından Svevo'nun hayatını geçirdiği Triste'ye ve nihayet Pavese'in memleketi Torino'ya gidip onların yaşadığı evleri, sokakları geziyor, soludukları havayı teneffüs ediyor. Bir yandan diş ağrıları ve migrenden kurtulamadığı seyahatleri boyunca her gün farklı otellerde kalıyor, tesadüfen karşılaştığı kişilerde sevgiyi yakalasa da, kendisine yer bulamadığı yaşamın içerisinde, yalnızlık, öfke ve benlik arayışları yazarı daha önce birkaç kez deneyimlediği yaşamına kendi eliyle son verme fikrine adım adım yaklaştırıyor. Torino'da Pavese'in intihar ettiği Roma Otel'inin 305 numaralı odasında kalıyor ve onun hissettiklerini anlamaya çalışıyor.
"Yaşamımda elde edebildiğim bir tek başka boyut var: kimsenin sahip olamadığı bir boyut, cesaretleri yetmediği için sahip olamadıkları bir boyut, kendi kendilerine kıyamadıkları için, yaşam boyunca sürüklenip çıkamadıkları aklın boyutları. Deliliğin derin boyutunu tanıyorum diyorum. Akıl ve delilik arasındaki o ince çizgiyi. Önümde açılan puslu Akdeniz'in gökyüzüyle birleştiği ufuk çizgisi gibi. Denizin nerede bittiği, gökyüzünün nerede başladığının belirlenmediği sınır çizgisi gibi. Artık kimse çıkıp, bana bencil olduğumu söylemesin. Her "ben" bencildir, her "kır" kırsal olduğu gibi."
Yazar Tezer Özlü, üçüncü evliliğini aşık olduğu Hans Peter Marti adında kendisinden on yaş küçük İsviçre'li bir fotoğraf sanatçısı ile yapıyor. Ne yazık ki bu ilişki fazla sürmüyor, yazar, iki yıl sonra yakalandığı göğüs kanserine karşı büyük mücadele vermesine rağmen hayata tutunamıyor ve 43 yaşında Zürih'te hayatını kaybediyor.
İlk olarak "Bir İntiharın İzinde" adıyla Almanca basılan kitap, Almanya'da 1983 Marburg Yazın Ödülünü almış. Bundan bir yıl sonra "Yaşamın Ucuna Yolculuk" adıyla yazar tarafından yeniden kaleme alınmış.
Depresif bir zamanda okunmaması gereken bir kitap bu, tehlikeli... Bu durumda bir kişinin yazarın ruhuna girememesi, onunla aynı duyguları paylaşmaması mümkün değil. Sakin ve normal bir zamanda cümlelerin teker teker, sindirerek okunması gerek. O zaman düşünüyor, Özlü'ye hak veriyorsunuz.
Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimizin 85. Haftasına girmiş bulunuyoruz. Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini buradabulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu sevgili Kağıttan Dünyam belirledi. Konu benim için hayli zor. Çünkü olmayacak hayaller kurmakta zorlandığımı itiraf edeyim. Şu girizgâhı yaparken bile henüz hiçbir fikrimin olmadığını söyleyebilirim. Kağıttan Dünyam yazısında pek çok karakterden bahsetmiş, bütün ayrıntıları aklında tutmasını takdirle karşıladım. Bahsettiği filmler arasında Amelie, kurgu, karakter ve müziğiyle inanılmaz derecede beni etkileyen bir filmdi. Gelelim bu haftanın konusuna;
"Bir kitabın veya filmin içine dilediğiniz zaman girebileceğinizi düşünün. Kurguya yeni bir karakter olarak ekleneceksiniz. Hangi kurguya neden girmek ister ve girdiğiniz kurguda neler yapardınız?"
Gerçekten şimdiye kadar aklımın ucundan geçmeyen bir düşünce bu, bir filmin ya da bir kitabın içine girmek... Kişilerle empati kurmayı bilirim ama kurgusal kişilerle bunun nasıl yapıldığına dair hiçbir fikrim yok. Hem ben kitap ya da filmin içine dilediğim zaman girmeye kalksam acaba diğer karakterler buna ne derler? Yok, onlara söz düşmeyecekse kurguyu kökünden değiştirirdim muhtemelen. Öyle figüran roller bana göre değil. Madem böyle bir şans yakaladım hakkını vermem lâzım değil mi?
Kurguyu değiştirmek gibi kötü bir niyetim var madem, o zaman kitap ya da film tamamen başka bir mecraya akıp aslını kaybetmez mi, kontrolü elime geçirmiş olmaz mıyım? O vakit aynı kitap ya da filmden bahsedilebilir mi? Hayır, sanmıyorum, böyle bir durumda kendi kurgumun karakteri olurum. Yok bu iş bana göre değil. Kitaplar, filmler olduğu yerde dursun. İyisi mi ben kendi kurgumun içinde kalayım.
Bakın durum böyle olunca ufkumun açıldığını hissettim şimdi. Madem kurguyu belirlemek konusunda yetki verdim kendime, önce ülkenin kurgusunu değiştirmekle başlayım işe. Kurguyu değiştirmek ülkenin kaderini değiştirmektir. Darbeci bir general olmak isterdim bu kurgunun içinde. Bana demokrasiden bahsetmeyin sakın, demokrasi halkın iradesi olmaktan çıkalı çok oldu. Hem 1982 yılında yapılan halk oylamasında darbecilere % 91,37 evet oyunu veren aynı halk değil miydi? Gerekirse ben de bir referandum yapar kendimi demokrat bir general yaparım. Neyse konumuz bu değil.
Böyle bir rolü neden üstlenirim diye sorulmuş. İzah edeyim: İşler bildiğiniz gibi değil. Bütün bakanlıklar, yargıtay, danıştay ve yüksek mahkemeler, silahlı kuvvetler, emniyet teşkilatı tarikatların eline düşmüş. Amiral resmi kıyafetinin üzerine cübbeyi, kafasına sarığı geçirmiş, şeyhe tekmil veriyor. Uluslararası sözleşmeler tek kalemde feshediliyor, özgürlük diye bir şey kalmamış, yolsuzluklar almış başını gitmiş, yasama organı millet meclisi, sadece binadan ibaret, eğitim, adalet, eşitlik hak getire. Ülkenin yönetimi tamamen süper güçlerin kontrolüne geçmiş, dış politikada hata üstüne hata yapılıyor, bölgemizde sorunumuzun olmadığı devlet kalmamış, ekonomi çökmüş, insanlar çöpten karnını doyurmaya çalışıyor. Bir de üstüne pandemi gelmiş, bir yandan dalga geçer gibi lebaleb toplantılar yapılırken esnaf sıfırı tüketmiş durumda. Rusya, Ukrayna sınırına ha bire askeri yığınak yaparken ABD Karadeniz'e komşu ülkelerde ve Balkanlarda yeni üsler kurup tatbikatlar düzenliyor. Yakında savaş kaçınılmaz, bizim de bu pisliğe bulaştırılmamız an meselesi. Yoksa siz seçimle yönetimin değişebileceğini mi zannediyorsunuz? Bırakmazlar, iç savaş çıkar. ABD'de Trump'ın adamları seçimi kaybettiğini anlayınca nasıl meclisibastılarsa, bizde imamlar sela okuyarak halkı sokağa dökerler. Diyanet, cihat fetvası verir, eli satırlı güruh çıkar meydanlara, kan gövdeyi götürür. Süper güçlerin istediği de bu değil mi? Büyük Ortadoğu Projesi final sahnesini görmek istemiyorum.
Bu ahval ve şerait içinde ne mi yapardım? Darbeyle ülkenin yönetimini elime geçirir, bütün tarikatçı kadroları temizlerdim. Vatanını, milletini seven kadrolarla cumhuriyetin yüzüncü yılına kurtuluş savaşı ruhuyla girerdim. Garip mi geldi bu kurgum size? Demokrasiyle yönetildiğimizi mi sanıyorsunuz siz hâlâ?
Önemli Not: Muhterem Başkanım, arkadaşların oyununa geldim. Valla benim kötü bir niyetim yoktu, şaka yaptım yani, espri olsun diye. Nereden bileyim ciddiye alacağınızı. Yüce Rabbime and olsun ki, darbeyle falan işim olmaz benim. Silah değil yanımda çakı bile taşımam. Darbeye, darbeciler karşıyım. Allah sizi başımızdan eksik etmesin. Milletin iradesinin üzerinde hiçbir güç tanımıyorum. O bildiri yayınlayan darbeci amiraller var ya, onlara haddini bildirin, rütbelerini sökün, maaşlarını kesin, hücre hapsine atın, hatta aç susuz bırakın.
Karısının başına bir şey geleceği aklının ucundan bile geçmemişti. Esther adını duyar duymaz panik içinde koştu odasına. Masasının üzerinde sessize alıp bıraktığı cep
telefonuna uzandı. Toplantıya girdiği andan itibaren farklı numaralar tarafından defalarca aranmıştı. Hasan da o arayanlardan biriydi. Birbiri ardına tam beş kez deneyip cevap alamadığından olsa gerek, şirket telefonundan Nalân’a ulaşmayı başarmıştı sonunda. Ne yapacağını bilmez halde eli ayağına dolandı Kemal'in, kalbinin sıkıştığını hissetti. Titreyen parmaklarını zorlukla denk getirip bastı arama tuşunun üstüne. Telefonun ikinci kez çalmasına fırsat vermeden Hasan'ın keyifsiz sesi çınladı karşı taraftan.
- Abi, yengemin durumu iyi değil sanırım, hemen yola çıksan iyi olur.
- Hasan, ne oldu yengene, çabuk söyle, kaza falan mı geçirdi?
- Hayır abi, kaza falan yok Allah’a şükür ama yanında olmamız gerekiyormuş. Ben de yola çıktım, varmak üzereyim.
- Ya, delirtme beni, nerede yengen, evde mi, düştü mü, ne oldu?
- Ben de bilmiyorum ne olduğunu. Az önce özel bir klinikte olduklarını söyledi Selma bana. Arayıp sana haber vermemi istedi, şu anda yengemin yanındaymış kendisi. Bulundukları yerin konumunu attı, ben de hemen sana gönderdim. Abi, ne olur soru sormayı bırak ve bir an önce yola çık, Esther'in başına ne geldiğini inan ki bilmiyorum, gidince göreceğiz bakalım.
- Ne işi var klinikte? Uff, niye bana haber vermedi? Allah'ım, yoksa bir şey mi yaptı kendine? Birşeyler olacağını sezmiştim zaten. Hemen geliyorum, benden önce varıp bir şeyler öğrenebilirsen ara mutlaka.
Telefonu kapatmasıyla odadan dışarı çıkması bir oldu Kemal'in. Sekreterin odasında kardeşinin gönderdiği konuma baktı. WhatsApp'ta yazan adrese ulaşmak için en az yarım saatlik yolu vardı. Nalan'ın beti benzi atmıştı, çaresizlik içinde yüzünü buruştururken sağ elinin tersiyle diğer elinin avucunu dövüyordu. Kemal, tam kapıdan çıkarken Ümit'le burun buruna geldi.
- Kemal Bey, çok telaşlı görünüyorsunuz, kötü bir haber aldınız sanırım.
Kemal, Ümit'in yanından sıyrılıp asansöre doğru koşarken arkasına dönüp seslendi.
- Hiçbir şey bilmiyorum, Ümit. Sen toplantıya dön, Feridun Bey'e acilen çıkmam gerektiğini söylersin.
- Durun, durun. Bu halde araba kullanamazsınız, ben de geleyim ya da şoför bıraksın sizi.
- Lüzumu yok, sen dediğimi yap, toplantıya dön hemen.
Ümit asansör hareket edene kadar Kemal'i izledikten sonra hızlı adımlarla Nalan'ın yanına gitti. Tombul sekreter hâlâ yerinde duramıyor odasında dönüp duruyordu. Onun bu halini gören Ümit, bir şeyler öğrenirim umuduyla sordu.
- Ne olmuş, Nalan? Kemal Bey'i hiç bu halde görmemiştim.
- Ne olduğunu bilmiyorum ama eşini hastaneye kaldırmışlar sanırım.
- Neden ki, kaza falan mı geçirmiş?
- Hayır, kaza geçirmemiş. Dedim ya, nedenini ben de bilmiyorum.
- Sen aşağıya telefon et, şoför hemen arabanın yanına gitsin, Kemal Bey araba kullanacak durumda değil. Ben toplantıya dönüyorum. Önemli bir haber alırsan mutlaka bildir bize.
- Peki, efendim, dedi Nalân Ümit'in peşinden.
***
Esther'i alıp götürdükten sonra aradan bir saatten fazla bir zaman geçmesine rağmen arkadaşından haber alamayan Selma, sonunda dayanamayıp bekleme odasından dışarı çıkmıştı. Birşeyler öğrenmek umuduyla danışma masasındaki görevli kızın yanına yaklaşırken giriş holündeki olağanüstü durumu fark etti. Kliniğin genelinde belirgin bir hareketlilik göze çarpıyordu. Beyaz önlüklü sağlık personeli panik içinde bir kapıdan diğerine koşarken ardı ardına verilen talimatlar, koridorun duvarlarına çarparak ufalanıyor, uğultu haline gelip Selma'nın kulağına çarpıyordu. Birden fikrini değiştirip danışmaya arkasını döndü ve kalabalığın yoğunlaştığı koridorun sonundaki kapıya yöneldi. Kapının önü içeride neler olduğunu anlamaya çalışan meraklı insanlarla dolmuştu. Güçlükle kalabalığın arasından sıyrılıp kapı aralığından içeri doğru baktığında Cevdet Bey’le göz göze geldi. Doktor Selma'yı fark eder etmez hemen dışarı çıktı ve genç kadının yanına geldi. Üzüntüsü ve çaresizliği yüzünden okunan doktorun sesi titriyordu.
- Kontrolümüz dışında bir şeyler oluyor, dedi Doktor. Bütün çabalarımıza rağmen trans
durumundan çıkaramıyoruz arkadaşınızı, bugüne kadar karşılaşmadığımız bir durum!
Duydukları karşısında eli ayağı kesilmiş, başı dönmeye başlamıştı Selma'nın. Bunun bir rüya olmasını ne kadar çok isterdi. Genç kadın bayılmak üzereyken koluna giren Doktor onu koridora açılan odalarından birine sokarak masanın karşısındaki koltuğa oturmasını sağladı. Sehpanın üzerinden limon kolonyasını aldı, avucuna döktüğü açık sarı sıvıyı Selma'nın yüzüne serpti, bileklerini ovmaya başlayınca genç kadın biraz kendine gelir gibi oldu, hafifçe araladı gözlerini. Titrek bir sesle,
- Bir an önce Kemal'e, yani Esther'in eşine haber vermemiz lâzım, dedi.
Doktor öne eğdi başını. Mecburen kabul etmek zorunda kalmıştı kadının bu isteğini. Selma, siyah çantasından telefonunu çıkardı, Hasan'ı arayıp ona hiç vakit geçirmeden Kemal’in kliniğe gelmesi gerektiğini söyledi.
Bir süre sonra sakinleşmişti Selma. Endişeli gözlerle doktora baktı.
- Ne olacak şimdi, ya kendine gelmezse...
- Gelin benimle, dedi Cevdet Bey. Selma'nın elinden tutarak oturduğu koltuktan kalkmasına yardımcı oldu. Koluyla kalabalığı yarıp onu Esther’in bulunduğu odaya götürdü. Şifreli üç tıklamanın ardından kapalı kapı açıldı. Hipnozu yöneten Prof.
Dr. Kenan Saygın, yüzünü asmış, çaresizlik içinde Esther’in uzandığı yatağın yanına dikilmiş, sessizce bekliyordu. Gözlerinin feri kaybolmuştu. Selma’yı fark edince gözlerini kaçırdı ve bakışını yere çevirip konuşmaya başladı.
- Arkadaşınızı iki kez uyandırdık, her seferinde avazı çıktığı
kadar bağırmaya başladı. Ne kadar sakinleştirmeye çalıştıysak başarılı olamadık. Gözlerini
sonuna kadar açıp el kol hareketleri yapıyor, bir şeyler anlatmak istiyor, ağzından anlamsız sesler çıkarıyordu. Sanki bir şeyden korkuyormuş gibiydi, gözleri
dönmüş halde bağırırken kendini odadan dışarı atmaya çalışınca hemen hemşireyi
ve personeli çağırdık, onlara da bağırıp aynı tuhaf hareketleri yapmaya başladı. Baktık ki kendine ve çevresine zarar verecek, personelin yardımıyla zor kullanarak yatağına yatırdık, daha sonra yorulduğundan olsa gerek yavaşça gözlerini kapadı. Birkaç dakika sonra uyanıp yine aynı
şekilde çığlık atmaya başladı. Kollarını bağladığımızdan ayağa kalkamadı bu sefer. Bir süre sonra tekrar uykuya daldı. Şu
anda kan değerleri normal görünüyor ama hastayı trans halinden henüz çıkaramadık maalesef...
Selma'nın gözü kararmaya başlamıştı yeniden, bir sis bulutunun ardında beyaz önlüklü bir sürü insan cereyana tutulmuşçasına titriyordu önünde adeta. Başı dönüyor,
dizlerinin bağı çözülüyordu. Ayakta kalabilmek için büyük çaba gösteriyordu. Cevdet Bey, hemşireye seslendi. Kollarının altına girdikleri kadını yere düşmeden yakalayıp çuval gibi sürüklediler ve duvarın dibindeki koltuğa
oturttular.
- Selma Hanım, iyi misiniz? diyerek peş peşe durumunu soran Cevdet Bey, rengi bembeyaz kesilen kadının bileğine bastırdığı baş parmağıyla kalp ritmini kontrol ediyordu.
Bir süre sonra rengi yerine geldi Selma'nın, ağır ağır gözleri aralandı. Korktuğu başına
gelmişti. Kemal neredeyse gelmek üzere, diye geçirdi aklından. Ne diyecekti şimdi ona. Bir an önce sakinleşip aklını başına toplaması gerekiyordu.
- Bir şeyler yapmamız lazım, bu durumu nasıl açıklarız Kemal Bey’e der demez kendini tutamayıp ağlamaya başladı.
Kenan Bey, kapıda bekleyen genç doktora seslenip hemen ambulansın hazırlanmasını isterken Selma'nın telefonu çaldı. Hasan, kliniğe geldiğini söylerken, bulundukları yeri soruyordu. Ağlamaklı bir şekilde "Bekle, geliyorum" deyip kapattı telefonu. Yatağına bağlı bir şekilde hareketsiz yatan Esther’e bir kez daha bakıp
odadan çıktı dışarı.
Hasan, endişe içinde danışmanın önünde kıvranıp duruyordu. Selma'nın geldiğini fark etmedi bile. Yanı başında biten sese çevirdi kafasını. Karısı heyecanla bir şeyler anlatmaya çalışıyordu.
- Sorma Hasan, bak başımıza neler geldi, dedi Selma, gözyaşlarına
boğuldu. Neye uğradığını şaşıran adam, gözlerini açıp karısını omuzlarından kavradı.
- Ne işiniz var burada? diye çıkıştı, hesap sorarcasına. Selma ne
diyeceğini bilemedi bir an. Gerçekten de Esther'e uyup niye böyle gizli kapaklı işlere kalkışmıştı. Bu işte bir bit yeniği olduğu baştan belliydi.
- Çok kötü şeyler oldu, çok kötü, dedi. Hıçkırıklarını tutamıyordu.
- Yaa, meraktan çatlatacaksın, şunu bana baştan anlatsana,
ne işiniz var bu klinikte?
- Esther, dedi. Uzun zamandır rahatsızmış, sürekli kâbuslar,
hayâller görüyormuş.
- Eee? dedi, Hasan, sabırsızlıkla.
- Ama bu rahatsızlığını herkesten gizlemiş şimdiye kadar. Doktor onu buradaki bir hipnoterapi uzmanına yönlendirmiş. Benden
kendisine eşlik etmemi rica etmişti, ben de onu kıramadım. Allah kahretsin, niye karşı çıkamadım, nasıl kabul ettim bunu ben.
Hasan meraktan çatlamak üzereydi.
- Sonra, sonra ne oldu, anlat hadi.
- Hipnozdan sonra tam olarak uyanamamış diyor doktorlar, iki kez gözlerini
açmış ama tuhaf çığlıklar atıp çırpınmaya başlamış. Ama en önemlisi...
- Neymiş daha önemli olan? diye sordu, Hasan.
- Esther’in bu rahatsızlığından haberi
yok Kemal'in. Uzun zamandır tedavi gördüğünden, ilaç kullandığından ve buraya geleceğinden ona hiç bahsetmemiş. Esther, beni de sıkı sıkıya tembihledi, kimseye
söylemeyeyim diye. Off, Allah'ım şimdi ne diyeceğim ben Kemal'e?
Selma, bildiklerini kocasına anlattıktan sonra biraz
rahatlar gibi olmuştu. İçindeki zehrin bir kısmını akıtmıştı sanki ancak bunu Kemal'eanlatmanın zorluğunu az çok tahmin edebiliyordu.
- Hay Allah, nasıl yapar bunu yengem? diye söylendi Hasan. Nasıl ağabeyimden saklar hastalığını? Şaşkınlığını bir türlü atamıyordu üstünden. İnanamıyorum, kocasından habersiz… Doktorlar, klinikler… Ağabeyimin
nasıl haberi olmaz bunlardan? Off, off, ah be Esther, ne yaptın sen...
Bu kez elime geçen kitap ilgi alanıma fazla girmeyen gerilim tarzı bir roman. Farklı türden kitaplar okumaktan hoşlandığım bir dönemdeyim sanırım. Açık söylemek gerekirse kitabın ilk sayfalarını çevirmeye başladığımda beni nasıl etkileyeceğini merak ediyordum. 1969 Almanya doğumlu yazar, muhabir olarak başladığı meslek hayatını yaklaşık yirmi yıl boyunca çalıştığı bir rehabilitasyon kliniğinde teknisyen olarak sürdürmüş.
Romanın konusu şöyle: Dr. Ellen özel bir psikiyatri kliniğinde çalışan başarılı bir psikiyatrist. Erkek arkadaşı Chris ve iş arkadaşı Mark aynı klinikte psikiyatrist olarak çalışıyor. Ellen'in sevgilisi Chris bir erkek arkadaşıyla birlikte üç haftalığına Avustralya'ya tatile çıkarken ona ilgilenmesi için şiddet gören bir kadınla ilgili zor bir vaka bırakır. Ellen, sonradan izini kaybettiren bu kadının ve ona şiddet uygulayan Kara Adam'ın peşine düşer. Genç kadının, yaşadığı bazı olayların gerçek olup olmadığına ilişkin hem kendisi hem de çevresi kuşku içindedir.
Gerilim-macera türünde yazılan kitabın kurgusu sağlam ve sürükleyici. Özellikle bu türün meraklıları romanı çok sevecektir. Gerilim, polisiye ve macera romanlarının tipik bir özelliği olarak yazarın odak aldığı kişiler üzerinde kasten şüpheler doğurarak okuru ters köşeye yatırması olayı Psikiyatrist romanında zirveye ulaşıyor. Kitabı okurken kafama yatmayan husus, psikiyatristin adeta bir detektif gibi gizemli bir şekilde ortadan yok olan hastasının peşine düşmesiydi. Romanın ilerleyen bölümlerinde hiç beklenmedik bir durumla karşılaşıyor okur ve ondan sonra olaylar farklı birer anlam kazanıyor.
Çeviri hakkında bir şey söylemekte zorlanıyorum. Yazar ya da çevirinin tarz ve üslûbundan yararlanmak istediğim için okuduğum kitaplarda yazım şeklini ve yarattığı kulak dolgunluğunu önemserim. Bu açıdan baktığımda bazı sözcük ve terimlerin yanlış seçildiğini düşünüyorum. O cümlelerden biri şöyle . "Arı kovanından geliyora benzeyen bir vızıldama." (s.257) Kitabın çeviri olduğunu buram buram hissettiğim bölümlerin yanı sıra son derece takdir ettiğim oturaklı cümlelerle de karşılaştım romanı okurken. Yine de kötü bir çeviri olduğunu söylemek büyük haksızlık olur kanaatindeyim.
Daha fazla detaya girersem romanın büyüsü bozulacağı hissine kapılıyorum. Fakat romanın düğüm noktasına ilişkin bütün emarelerin başlangıçta bilinçli bir şekilde ortadan kaldırılması merak seviyesini yükseltmeye yarasa da bana fazla zorlama geldiğini söyleyebilirim. Romanlarda bu tür kurguyu yazarın kurnazlığı olarak değerlendiriyor ve bu yüzden ister istemez aldatılmışlık hissine kapılıyorum. Psikiyatrist her ne kadar sürükleyici, kolay okunur bir kitap olsa da köpük gibi hafızalardan silinebilecek bir roman. Okuduğum kitaplardan her zaman yeni bir şeyler öğrenme arzumu yeterince tatmin etmeyen Psikiyatrist, bu türe merakı olmayanlar için sadece boş vakitlerini doldurmaya yarayacak bir kitap.
Şarap kırmızısı suratı ve patlıcan burnuyla insanda gülme hissi uyandıran komik bir tipi vardı Kenan Bey'in. Küçük gözleri, kepçe kulaklarına tam bir tezat oluşturuyordu. Doktor olduğunu gösteren tek işaret üzerindeki beyaz önlüktü. Önlüğünü çıkarsa karşısına çıkan herkes onun bir palyaço olduğuna bahse girebilirdi. Kırık bir ses tonuyla "Hoş geldiniz." diyerek selamladı
genç kadınları.
Cevdet Bey, eliyle Esther’i işaret ederek,
- Bu zarif hanımefendi size sözünü ettiğim Esther ve onun
yakın arkadaşı... Doktorun adını hatırlamadığını fark eden Selmaçekingen tavırlarla Kenan Bey'e uzattı elini.
- Selma, diye tamamladı Cevdet Bey'in cümlesini.
- Peki, hanımlar, çaylarınızı bitirdiğinize göre bir an önce başlayalım
isterseniz, dedi Kenan Bey.
Selma, Esther’e baktı. Kenan Bey'i gözü hiç tutmamıştı. Esther'e fikrini söylemek, onu uyarmak istiyordu ama bunudoktorun yanında yapamayacağını biliyordu.
- Ben hazırım, dedi Esther. Kalp atışları hızlanırken Selma, arkadaşının sakinliğine anlam veremiyor, onu endişe içinde izliyordu.
- Esther Hanım, dedi Kenan Bey, genç kadına gözlerini dikerek. O
zaman, buyurun odama geçelim. Selma Hanım, siz burada bekleyebilirsiniz, arzu ederseniz televizyonu kullanabilirsiniz, kumanda karşı duvarda asılı. Başka bir isteğiniz olursa
danışmadaki görevliler size yardımcı olacaklar, diyerek odanın kapısını açtı ve geçmesi için Esther’e yol verdi.
Selma, Kenan Bey'e nezaketenteşekkür ettikten sonra merakına yenik düşüp seslendi
arkalarından.
- Affedersiniz Doktor Bey, seans tahminen ne kadar sürer?
Kenan Bey, gözlerini kısarak gülümsedi. Selma’ya dönüp,
- Bu biraz da arkadaşınıza bağlı hanımefendi, umarım fazla sürmez, dedi.
Cevdet Bey'e son kez yalvarırcasına baktı Selma. Cevdet Bey, yüzündeki tebessümle "Merak etme, işler yolunda" dercesine elini yumruk yapıp baş parmağını Selma'ya doğru yukarı kaldırdıktan sonra diğerlerinin peşine takıldı. Selma, odada televizyon, duvardaki tablo ve yalnızlığıyla baş başa kalmıştı.
***
Toplantı boyunca rahatsız edilmemeleri hususunda sıkı sıkıya tembih edilmesine rağmen, ısrarla çalıyordu toplantı salonundaki kırmızı telefon. Ümit Bey sessizce yerinden kalktı, evrak dolabının üzerindeki cihazın yanına gidip ahizeyi kulağına dayadı, kısık sesle "Toplantıdayız." dedikten sonra karşı taraftakine konuşma
fırsatı vermeden yüzüne kapattı telefonu. Nalân, toplantıyı bölmenin nelere mal olacağını gayet iyi biliyordu elbette. Feridun Bey'in katıldığı koordinasyon toplantıları, bütün personel için tam manasıyla bir kâbustu. Sabahın erken saatlerinden itibaren salonunun hazırlanması ve her türlü ihtiyacın karşılanması Nalan'ın sorumluluğundaydı. Her zaman olduğu gibi toplantının başlamasına saatler varken, temizliği
denetleyerek işebaşlamış, ışıkların yanıp yanmadığını teker teker kontrol etmişti. Kontroller sırasında herhangi bir
arıza tespit etmesi halinde derhal teknisyene haber verir, toplantıdan önce bütün eksikliklerin giderilmesini sağlardı.
Yirmi kişilik beyaz örtü serilmiş oval masanın etrafında, katılımcıların her birinin önüne gelecek şekilde ince bir bloknot, birer kalem
ve birer su bardağı olurdu. Nalan, büyük bir titizlikle toplantıya katılacak müdürlerin uzanma mesafesinde olacak şekilde kuru pasta
tabaklarının sayısını ayarlar, kapının hemen yanındaki beyaz renkli yazı tahtasının
alt tarafındaki kutucukta renkli keçe kalemleriyle silgiyi eksik etmezdi.
Ayda bir kez yapılan ve zaman zaman Feridun Beyin başkanlık ettiği koordinasyon toplantılarına kısım şefleri, bölge müdürleri, şirketin mali ve hukuk müşavirleri
katılırdı. Bu toplantılarda şirketin aylık ve yıllık performansı
değerlendirilir, yeni stratejiler belirlenir, gerekli olan revizyonlar yapılır,
karşılaşılan sorunlar masaya yatırılırdı. Bugünkü toplantıya Feridun Beyin
katılması, sadece toplantıya katılan müdürleri değil başta Nalân olmak üzere
ofisteki bütün çalışanları iyiden iyiye germişti.
Uzun boylu, iri gövdeli, ağarmış saçları ve kocaman
pabuçlarıyla bastığı yeri titreten altmış yaşlarında dev gibi bir adamdı Feridun Bey.
Metal çerçeveye tutturulmuş kalın camdan gözlükleri, açık mavi gözlerini olduğundan iri gösteriyor, onu
daha korkunç hale getiriyordu. Kocaman göbeğini toplaması için kemer yeterli gelmediği, gömleğini
pantolonun içine sokmakta zorlandığı için daima bir çift askı kullanırdı. Sahibi olduğu diğer
şirketleri tek merkezden yönettiği ayrı bir ofisinin olması hem Kemal hem de
çalışma arkadaşları için büyük bir şanstı. Feridun Bey, koordinasyon toplantıları dışında ayda bir kez uğrardı Kemal’in ofisine, o da habersiz olurdu genellikle.
Kemal’in gönderdiği aylık ilerleme raporlarının son sayfasındaki gelir
gider hanesine bakardı sadece. Kemal’in sonradan keşfettiği tuhaf bir özelliği vardı Feridun Bey'in. Önüne aldığı raporun sayfalarından birini rastgele açar, orada yazılı bilgilerden yola çıkarak bir soru hazırlardı. Fakat nasıl yapıyorsa, onca sayfanın arasından en can alıcı noktaları eliyle koymuşçasına bulup çıkarırdı. Bazen toplantı sırasında bazen de toplantıdan birkaç gün sonra müdürlerden
birini, çoğu kez de Kemal’i, telefonla arayıp o bulduğu tek konu üzerinde iyice sıkıştırırdı. Bu huyunu bildiği için Kemal,
raporda yer alan bütün konuları en ince ayrıntısına kadar inceleyip bilgi sahibi olmak zorundaydı.
Deveye hendek atlatmak Feridun Bey’i memnun etmenin yanında çocuk oyuncağıydı. Her şey yolunda görünse bile eleştirecek bir konusu mutlaka olurdu Feridun Bey'in. İşte
bu yüzden onun başkanlık ettiği toplantıda sinirler iyice gerilmişti yine.
Nalân, telefonla Kemal'e ulaşmanın imkânsızlığını anlamıştı, bütün cesaretini toplayıp
toplantıyı bölmekten başka çaresi kalmadığını düşünmeye başladı. Üstüne çeki düzen
verdikten sonra toplantının yapıldığı salonunun kapısına geldi. Feridun Bey'in gür sesi dışarıya taşıyordu, belli ki müdürlerden birini fırçalamakla meşguldü. Derin bir nefes aldıktan sonra her şeyi göze alıp kapı kolunu çevirdi.
Bir anda salona büyük bir sessizlik çöktü, bütün başlar, senkronize bir şekilde kapıyı çalma tenezzülünde bile bulunmadan içeri giren sekretere çevrildi. Nalân’ın yüzü kırmızıya döndü,
kalbi küt küt atmaya başladı. Beyaz yazı tahtasına bir şeyler yazmakta olan muhasebe
müdürünün eli havada donup kalmıştı. Feridun Bey’in ateş saçan mavi gözleri gözlüğünün
önüne fırlamıştı adeta.
- Çok özür dilerim, toplantıyı böldüm ama Kemal Bey’e
ileteceğim çok önemli bir notum var, dedi Nalan kekeleyerek.
Feridun Bey’in bulunduğu toplantıyı bölmenin çok sağlam
bir gerekçesi olmalıydı. Kemal’in kafasında en kötü ihtimaller birbiri ardına sıralandı. Annesi
ya da babasının ölüm haberi miydi bu önemli not?
İlk şoku atlatan Nalân, doğruca Kemal’in yanına yürüdü. Kemal, merak içinde çoktan ayağa fırlamıştı.
- Ne var? dedi, fısıltıya benzer bir sesle.
- Kemal Bey, dışarıda konuşsak daha iyi, dedi Nalân.
Kemal, Feridun Bey'den göz temasıyla sessizce müsaade alıp Nalan'ın peşine takıldı, toplantı salonundan apar topar dışarı çıkıp arkasından kapıyı çekip kapattı. Koridorda ilerlerken her zaman sakinliğiyle tanınan Nalân büyük bir telâş içinde yerinde duramıyordu,
- Kemal Bey, Hasan Bey telefonunuzu bekliyor, çok önemli
olduğunu söyledi. Israrla önemli bir toplantıda olduğunuzu söyledim ama ne yap, ne yap onunla görüşmemi sağla, dedi bana. Suçüstü yakalanmışçasına ezilip büzülürken sıkıntı içinde ellerini kavuşturdu. Konuşmakta zorlanıyordu. Yerden alamadığı gözlerini güçlükle Kemal'e yükseltti, sanırım Esther Hanım’la ilgili, dedi.
Okuduğum üçüncü Hasan Ali Toptaş Romanı. Daha önce okuduğum "Gölgesizler" ve "Bin Hüzünlü Haz" romanlarına kıyasla anlaşılması daha kolay ve herkesin rahatlıkla okuyabileceği sürükleyici bir eser. Yazarın bu romanında da alıştığımız kelime oyunları ve aforizmalar mevcut fakat soyut ve fantastik öğelere nispeten daha az yer vermiş. Romanın olay örgüsü ve kurgusu, kişi ve yer betimlemeleri mükemmel. Beni biraz rahatsız eden tek yönü ise (farklı bir üslûp denemek istemesinden olsa gerek) gereksiz yere bol miktarda zamir kullanması.
"İşte o vakit (ben) afalladım haliyle, gördüklerim hayal değil, bu at resmen kanlı canlı, dedim kendi kendime." Buna benzer cümlelerde gereksiz gördüğüm zamirleri kaldırdığımda kulağıma çok daha hoş bir tat bıraktığını fark ediyorum okurken.
Eserde çoğuna ilk kez rastladığım, çok sayıda halk ağzından sözcükler kullanılmış: Çokuşmak (üst üste yığılmak, üşüşmek), göynümek (yanacak derecede ısınmak, kumaşın ateş karşısında hafifçe sararması), hembembe sekmek (boş boş gezmek) gibi.
Hoşuma giden bir husus, olayın geçtiği Ankara'da ve seyahat güzergâhlarında bazı sokakların, kasaba ve köylerin bildiğim yerler olmasıydı. Yazar, adeta hayatını anlatıyor kitabında. Bu kanıya varmamın sebebi kahramanın bir yazar ve onun ailesinin de yazarın memleketi olan Denizli'de yaşıyor olması. Ancak Toptaş, sorulduğunda bunun otobiyografik bir roman olmadığını söylemiş.
Baba oğul arasındaki ilişkiyi sade ve destansı bir dille anlatıyor yazar romanında. Yıllarca uzun yol şoförlüğü yapan Aziz, trafik kazası sonucunda ayağını kaybeder. Eryaman'da oturan evli ve Ayperi adındaki küçük bir kızı olan kahramanımız, babasının bitmek bilmeyen rahatsızlığı boyunca Ankara-Denizli arasında mekik dokumaktadır. Romanın başkahramanı aynı zamanda anlatıcı konumundaki yazar, babası dışında, annesinin, Denizli'nin Çal ilçesinde yaşayan yakın akrabalarının karakter tasvirlerini ustalıkla aktarıyor okura. Baba sevgisi ve aile bağlarını öne çıkaran kitap, insanı adeta olayların içine çekiyor. Gönül rahatlığıyla tavsiye edebileceğim bir eser.
"Babalar, alınlarımıza yazılmış yalnızlıklardır."
"Zaten o yıllarda burnumuzun ucunda gezinen bir mazot kokusuydu babam. kulağımızda çınlayan uzak bir motor sesiydi ve az evvel dediğim gibi, gitti mi gelmek bilmezdi bir türlü."
Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimizin 84. Haftasına girmiş bulunuyoruz.
Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini buradabulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu sevgili Sessiz Gemi/Kavanozdaki Beyin belirledi. Konu hayli mutluluk verici görünüyor, pek çok arkadaşın eğlenceli yazılar yazarak haftalık sohbetimize katılacaklarına inanıyorum. Fakat benim açımdan durum biraz farklı. Öyle sanıyorum ki, yazacaklarım pek keyif verici olmayacak. İfade tarzım bazılarına sarkastik gelebilir. Amacım kimseyi incitmek değil ancak hayallerimi sansürlemek de istemiyorum. İşte bu haftanın konusu:
"Şu an, hemen şimdi bir hayal kursanız bu nasıl bir şey olurdu? Hadi bize bir hayal dünyası, bir ütopya yaratın."
Sadece şu an değil, uzun zamandır kurduğum ve muhtemelen ölene kadar kurmaya devam edeceğim bir hayalim var. Evet, bu bir ütopya, gerçekleşmesi hem insanın elinde hem de imkansız bir hayal, bir ütopya benim için, başkalarının distopya olarak değerlendirmesinde bir mahzur yok elbette. Ne zaman ülkeme dair olumsuz bir haber duysam, bu hayal gelip yapışır yakama.
Ursula K. Leguin'in Mülksüzler adlı bilim kurgu romanında bir gezegen olan Annares Odo'daki hayatı anımsatan fakat ondan tamamen farklı ütopik bir dünya hayali benimkisi. Özetle, bütün kutsal değerlerin ortadan kalktığı, özgürlük ve eşitliğin gerçek manasıyla yerini bulduğu ve insanın değerinin sadece erdem terazisinde tartılıp ona göre kıymet verildiği bir düzen hayal ediyorum.
Kutsal, sadece dinsel bir olgu olmayıp aynı zamanda kötü emellerle topluma dayatılan yüce, yüksek, temiz, derin bir saygı uyandıran veya uyandırması gereken, bozulmaması, dokunulmaması, karşı çıkılmaması icap eden bir varlık, bir şey veya bir yer olarak tanımlanmaktadır. Kutsallık bireysel değil toplumsal bir kavramdır. Bu yönüyle bireysel özgürlüğü kısıtlar, eşitliği ortadan kaldırır ve daha da önemlisi şiddetin temel nedenlerinden biridir.
Kutsal olarak nitelendirilen varlık, eşya ve yerlerin her toplumda ve her bireyde aynı karşılığı bulduğu söylenemez. Tanrı, kitap, millet, şehit, toprak, bayrak, baş örtüsü, Atatürk, vatan, Kudüs, anne, namus, aile, şeref aklıma gelen kutsallardan sadece bir bölümü. Kutsallık yüklenen varlıkların hiçbiri her zaman iyidir, iyilik yapar denilemez. İnanç sahipleri hayır ve şerrin Tanrı'dan geldiğine inanırlar. Atatürk'ün kusursuz bir insan olduğunu iddia etmek, fikirlerinden ziyade şahsına kutsiyet vermek, ona karşı yapılan en büyük hatadır.
Kutsal olarak nitelendirilen varlıkları yok saymıyorum. Sadece toplumun bir kısmının diğeri üzerinde baskı unsuru olmaması gerektiğini düşünüyor, öyle bir dünya hayal ediyorum. Birkaç örnek vereyim:
Bugün dünyada yüzlerce din ve her dinin kutsal kabul ettiği yaratıcı ve inanç öğeleri var. Hasbelkader Türkiye'de doğmak çoğunluğun İslam inancına tabii kılınmasına neden olmuş. Bir başkası Yahudiliğin, bir diğeri Hristiyanlığın hüküm sürdüğü topraklarda doğmuş olabilir. Ya da kimisi satanist, ateist, deist olabilir. Herkes kendi tercihini kutsal kabul eder, diğerlerini sapkınlık olarak nitelerse azınlık baskı altında kalır, özgürlüğü kısıtlanır, eşitsizlik hakim olur, hatta şiddet görür. Haçlı seferleri ve inanç değerleri üzerine yapılan bütün savaşların nedeni dinin kutsallarıdır.
Kadının namusu, erkeğin şerefiyle kutsandığı toplumumuzda eşitsizlik, ayrımcılık, baskı ve şiddet almış başını gitmektedir. Cinsiyet farklarına ve cinsel tercihlerine bakılmaksızın bütün insanlar birey olarak aynı haklara sahip olmalıdır.
Vatan, millet uğruna şehadetle kutsanan ana kuzuları ülke yöneticilerinin politik hatalarından dolayı, küresel sermayenin çıkarına canlarını verirken ölüm sessizliğindeyiz. Onların anne babalarının çektiği ıstırap kimsenin umurunda değil. Bu utanmaz yöneticiler, kalkıp bir de "ne mutlu oğlun şehadet makamına erdi, peygambere komşu oldu" derken kendi çocuklarını ateşin yanına yaklaştırmıyorlar.
Bayrağımız namusumuz deyip ona kutsallık yükleyen hainler bayrağın arkasına sığınıp vatan topraklarını menfaatleri uğruna peşkeş çekiyorlar.
Atatürk'ü dilinden düşürmeyen sözde devrimciler düzenin birer parçası oldular.
İşte budur benim hayalim, bütün kutsal değerlerin toplum üzerinde tesis ettiği baskının ortadan kalktığı eşitliğin, özgürlüğün ve adaletin hüküm sürdüğü bir dünya. İnsanın fıtratı gereği erişilmesi zor bir ütopya. Bana göre hayali bile güzel.