KATEGORİLER

17 Temmuz 2021 Cumartesi

SON DANS BÖLÜM 41

Gözleri dolmuş, ayakları çözülmüş bitkin bir halde koltuğa bırakmıştı kendini. Ne gereği vardı şimdi böyle bir konuşmanın. Davet sahibi olarak daha önce defalarca yaptığı güzel konuşmaları hatırladı. Mutlaka araya bir espri sıkıştırır, yüzlerde oluşan hoş bir tebessümle birlikte konuşmasını tamamlardı. Bu kez tam aksine masanın keyfini kaçırmış, havaya kalkan kadehler dudaklara hafifçe değdirilip masaya yavaşça bırakılmıştı. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Millet işini gücünü bırakmış dert dinlemeye gelmişti sanki. Başını kaldırıp karşıya baktığında Esther’in nemli gözlerle onu izlediğini gördü. İçinde bir his onun kendisini en iyi anlayan kişi olduğunu söylüyordu. Keşke anlayabilseydi, belki az önce söylediklerini bir özür olarak kabul eder, onu affederdi.

Sessizliği bozan yine Martin oldu.

- Ey Millet, dedi. Aşağıda akan Tuna Nehrine iyi baktınız mı? Işıldayan gözleri masadakiler üzerinde dolaştı.

Herkes evet dercesine başını salladı ama içlerinde tek cevap veren Ayhan oldu. 

- O muhteşem manzara gözden kaçar mı hiç? Yarın ilk işimiz Jale'yle Tuna'nın kenarına inip romantizmin doruğuna çıkmak olacak. 

Hasan, gülümseyen Ayhan'a baktı.

- Ayhan haklı, dedi, Öyle etkileyici bir nehir ki, gelin gibi süzülüyor adeta.

Uzun zamandır sesi soluğu çıkmayan Cevdet Bey de içtenlikle katıldı onlara.

- Haklısınız, boşuna şiirlere konu olmamış Tuna Nehri. Martin'e bakıp muzipçe gülümsedi. İyi ama niye sordun bunu şimdi durup dururken? Yine bir şey çıkaracaksın sanki bunun altından. 

Martin, bu kez kendine henüz gelemeyen Kemal’e dönüp sorusunu bir kez daha tekrarladı.

- E patron, sen de gördün mü Tuna’yı?

- Evet, gördüm dedi, Kemal kısaca.

- Peki, ne renk akıyordu?

Birbirlerinin yüzlerine bakıp tahmin yürüttü herkes. Biri yeşil, diğeri gri, ötekisi kurşuni dedi.

Sıra Cevdet Bey’e geldi.

- Gökyüzünün karanlığı Tuna’nın suyuna vurmuş gibi duman renginde akıyordu. 

Selma, "Hatırlayamadım şimdi bak," deyip geçiştirirken Jale, "Aaa, kesinlikle yeşil akıyordu." dedi. Lilla cevap verecek gibi oldu ama Martin ona göz kırptı,

Kemal’in keyifsiz halini görünce ısrar etmedi Martin.

- Patron senin kafa dalgın, Tuna'yı görecek hal yok sende. 

Son olarak Esther’e döndü ve aynı soruyu Macar dilinde ona sordu. Birkaç kelimelik cevap aldı.

- Evet, arkadaşlar, yarın daha iyi bakarsınız dedi, gülerek. Daha sonra üzerine basa basa devam etti.

- Rivayet odur ki, Tuna Nehri sadece âşıklara mavi görünürmüş. Bu durumda aramızda tek âşık Prenses Nora dedi, gülerek. Sonra dönüp dediklerini Esther’e anlattı. Esther, Kemal’e bakıp gülümsedi.

Salonun diğer köşesinde piyano ve üç yaylı çalgıdan oluşan trio hazırlık çalışmalarına başladığında Timur ve Daniel neşeli çığlıklar atıp birbirlerini kovalıyorlardı.

Müziğin ve şarabın etkisiyle masa şenlenmeye başlamıştı. Garsonlar boşalan tabakların yerine yenilerini getiriyor, Martin yaptığı esprilerle herkesi kahkahalara boğuyordu. Orkestra Dmitri Şostakoviç’in Waltz No:2’sini çalmaya başlayınca Cevdet Bey, yerinden kalkıp eşini dansa kaldırdı. Onlardan ilham alan Hasan ve Ayhan eşleriyle birlikte piste fırlayıp müziğin sihrine kapıldılar. Selmin hayranlıkla izliyordu dans edenleri. Uzaktan onu gören Martin koştu yanına geldi. Elinden tuttuğu gibi çekti pistin ortasına. Bir anda hüzün dağılmış, neşeli ve sıcak bir ortam oluşmuştu.

Orkestra kısa bir mola verdiğinde yerlerine oturdular. Esther, Martin’e seslendi. Kulağına bir şeyler söyledi. Tamam dercesine başını sallayan Martin doğruca Kemal’in yanına gitti.

- Patron, bizim Prenses sana abayı yaktı galiba. Sürekli seni kesiyor, fark etmiyor musun? Şimdi de beni posta olarak yanına gönderdi.

Kemal merakla sordu.  

- Ne için?

- Orkestranın bir müzik parçası çalmasını istiyor ama adını sadece sen biliyormuşsun.

Kemal'in dudaklarından “Derniére Danse” sözleri döküldü. Bir süre sessiz kalıp düşüncelere daldı. Başını kaldırıp baktığında Esther'le göz göze geldiler.

Kemal kağıt peçetenin üzerine birşeyler karalayıp Martin'e uzattı. O da hemen piyanonun başında oturan adamın yanına gidip notu iletti. Piyanist kağıdı okuduktan sonra dudaklarını büküp kaşlarını kaldırdı, üzüntüsünü belli edercesine ellerini açarken istek şarkısının repertuarlarında olmadığını söyledi. Tam o esnada kemancılardan biri Martin'in yanına geldi, kağıda baktı. "Evet," dedi. "Ben biliyorum bu parçayı, hem de çok sevdiğim bir şarkıdır." dedi. Siyah çantasından çıkardığı notaları piyanonun başındaki adama uzattı.

Piyanonun tuşları vurmaya başladığı anda durdu zaman. Nefeslerin tutulduğu salonda bütün bakışlar Esther ve Kemal’in üzerinde kilitlenmişti. Müziğin etkisiyle büyülenmiş, birbirlerinden gözlerini alamıyorlardı. Sonra kemanın yüreğe dokunan ezgileri doldurdu salonu. Ağır ağır kalktı Kemal yerinden, karısının yanına gitti.

"Prenses" diyerek Esther’e uzattı elini. Esther, zarifçe kalktı masadan. İkisi de yükselen alkış seslerini duymuyorlardı, müziğin sihrinde kayboldular. Son Dans sanki yeni bir başlangıçtı.

Sarıldılar birbirlerine bir daha hiç ayrılmamacasına. Birlikte söylediler sözlerini şarkının, bitene kadar. Her şeyin bir sonu olduğu gibi şarkının da sonu gelmişti.

Dans  tout Paris, je m'abandonne – "Bırakıyorum kendimi, bütün Paris’te"

Et je m'envole, vole, vole, vole, vole "Ve uçuyorum yükseklere, uçuyorum"

Gerçekten adeta ayakları yerden kesilmiş, gökyüzüne yükseliyorlardı sanki. Müzik bitmiş, herkes merak içinde pür dikkat onları izliyordu. Tam o sırada Esther, Kemal'in kolları arasından sıyrılarak aniden yere yığıldı. Gözleri kapalı ve hareketsiz bir şekilde yatıyordu. Ne olduğunu anlamadan telaşla eğildi genç kadının üzerine Kemal, "Esther, Esther." diye feryat etmeye başladı. Bir anda herkes başlarına üşüştü. Cevdet Bey, "Ambulans çağırın." diye seslenirken eğilip Esther'in nabzına baktı. Çok şükür nefes de alıyordu. Birkaç dakika sonra gözlerini araladı Esther. Şaşkın bir vaziyette çevresindeki insan kalabalığına baktı. Endişe ve çaresizlik içinde gözlerini açmış, acemice bir şeyler yapmaya çabalayan Kemal’i gördü ilk önce. 

- Kemal, ne oldu bana? Neresi burası?

Sarıldı karısına Kemal, gözyaşlarına boğulmuştu.

- Şükürler olsun. Bir şey olmadı hayatım, yanındayım, korkma sen.

Yavaşça kaldırdılar Esther'i yerinden. Rahat bir koltuğa oturttular.

- Ne yapıyorsunuz burada? diye sordu başında toplanan kalabalığa Esther. Hâlâ kendine gelememişti.

- Dönüşünü kutluyoruz dostlarımızla birlikte dedi, Kemal.

- Hadi sen anlat bakalım nerelerdeydin? diye sordu sevecen bir gülümsemeyle.

- Son olarak Cevdet Bey’in gönderdiği Hipnoterapi Merkezindeydim. Sonrasını hatırlamıyorum.

Jale ellerini çırparak,

-Yaşasın Esther Abla döndü nihayet! dedi.

Cevdet Bey, geldi yanlarına.

- Geçmiş olsun, Esther Hanım, aramıza hoş geldin, tedavin bitti dedi, gülümseyerek.

Eğlencenin sona ermesinin ardından odalarına çekildi konuklar. Bu geceyi karısıyla aynı odada geçireceği hiç aklına gelmemişti Kemal’in. Başka bir odaya yerleştirdiği eşyalarını toplayıp Esther’in yanına geri döndü. Sabaha kadar uyumadılar. Prenses Nora’nın hikâyesini anlattı Kemal. Esther gülerek dinledi onu.

- Yarın görmek istediğim yerler var burada. Götürür müsün beni? diye sordu Esther kocasına. 

Ertesi sabah Tuna mavi akıyordu iki aşık için. Masmavi nehrin kenarındaki şirin Szentendre kasabasına, yani Esther’in doğduğu yere götürmek üzere kapıda bekliyordu şoför onları. Nasıl olsa artık emindi kocasını kaybetmeyeceğinden. Tuna kıyısındaki küçük kafede oturup geçmişte yaşadığı her şeyi anlattı Kemal’e. Anne ve Babasının mezarlarını ziyaret ettiler. Dayısı deli gibi sevindi seneler sonra birden Esther'i karşısında görünce.

Öğleden sonra Budapeşte yoluna çıktılar. Tam da Arpad Köprüsü kavşağında durdurdu şoförü. Arabadan indiler. Hayatını karartan o kaza canlandı gözünde. Ama artık biliyordu ki yalnız değildi. Kemal’e sarıldı, acılarını paylaştı. Gözyaşları bir sel olmuş, yanağından süzülüyordu.

- Biliyor musun? Babam beni çok severdi ve ben hiç kimsenin beni onun kadar seveceğine inanmazdım. Onu kaybedince bir yarım onunla gitmişti.

Kemal sıkıca sarıldı karısına. Esther kollarının arasında bir kuş gibi titriyordu.

- Hep o anı yaşadım kâbuslarımda. Szentendre’de bıraktım her şeyimi, anılarımı. Dayımların oturduğu evin yanında bizim de iki katlı güzel bir evimiz vardı. Beyaz zambaklarla rengârenk çiçeklerin olduğu bahçemiz Tuna’ya bakıyordu. Kazadan sonra Budapeşte ve Berlin’de aylarca hastanede yattım. Hastaneden taburcu edildikten sonra eğitimimi Berlin’de tamamladım ve orada kaldım. Szentendre’yi bir daha görmek bana acılarımı hatırlatacaktı. Bu yüzden buraya bir daha hiç dönmemek üzere kesin kararımı verdim. Geçmişime bir sünger çekecektim.

Köprünün korkuluklarına yaslanarak Tuna Nehrini seyrettiler kol kola. Esther'in gözünden akan yaşları hafifçe sildi eliyle Kemal, diğer eliyle saçlarını okşarken.

- Ne yaparsak yapalım içimizden atamıyoruz bazı şeyleri. Kaçıp kurtulamıyoruz. Belki de yüzleşmek en iyisi. Bugün sen bunu yaptın. Babanın, annenin bize bakıp el salladıklarını düşün. Eminim ki senin acı çekmeni, üzülmeni istemezlerdi. Seni mutlu gördükleri zaman onlar da huzur bulacaklar dedi, Kemal. Son kez kazanın olduğu yere dönüp baktı Esther, buruk bir şekilde gülümsedi.

- Hoşça kal baba, hoşça kal anne!

Devam edecek



14 Temmuz 2021 Çarşamba

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 99

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimizin 99. Haftasına girmiş bulunuyoruz. Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu sevgili DeepTone / Sade ve Derin belirledi

"Magnum mu, damla sakızlı pastane dondurması mı?"

Eskiden sadece yaz mevsimine has bir gıda olan dondurma artık her mevsim tüketilebiliyor. Belki de bu yüzden eskisi kadar keyif aldığım bir tutku değil benim için. Haftanın sorusuna verilecek cevaplar kişiden kişiye değişebilir ama benim tercihim eskiden sokak satıcılarının sattığı gerçek sütten ve dövülerek yapılan dondurma. Evet, böğürtlenli, ahududulu, cevizli, tahinli, naneli vs. gibi onlarca çeşidi yoktu, sadece sade ve kakaoluydu ama işte o zamankiler harbi dondurmaydı. Çocukluk yıllarımda üç tekerlekli arabasıyla her gün belli saatte (genellikle öğle yemek vaktinden hemen sonra) sokağımızdan geçen beyaz önlüklü amcamızdan 25 ya da 50 kuruşa aldığımız bir külâh dondurmanın o süt tadı hâlâ damağımda.

Bildiğiniz üzere daha sonraki yıllarda cicili bicili ambalajları ve türlü kampanyalarıyla bir sürü firmanın çeşit çeşit dondurma türevleri yaşamımıza girdi. Pastane dondurması deyince aklıma Çeşme'deki Osman Efendi geliyor. Sakızlı dondurmayı sevenler onu denemeli. Bir de Tire'de şimdi ismi aklıma gelmeyen yaşlı bir amca var. Salebi bizzat kendi satın alıp ayıklıyor ve kurutup Kemeraltı'nda bir değirmende özel olarak öğütüyor. O da nefis bir dondurma. 

Magnum, cornetto ve diğer çubuğa sarılmış dondurma cinslerini sevemedim.  İllâ dondurma yemem gerekiyorsa kâsede kaşıkla yemeyi tercih ederim. Hangi cins olursa oldun, dondurmanın şeker oranı fazlaysa bu pek hoşuma gitmez. Ben burada hani süt tozuyla yapılıyor, zararlı katkı maddeleri ilave ediliyor konusuna girmeyeceğim. Çünkü dışarıdan aldığımız neredeyse her gıdada hormonu, katkısı ne ararsan var. Garip bir şekilde Algida'nın Keyif kâse dondurması içlerinde en fazla sevdiğim. Garip derken, kaliteli bir dondurma değil, krem şanti, kremanın dondurulmuşu gibi. Bir zamanlar bir oturuşta kâseyi tek başıma bitirirdim. Şimdi de yaparım aynısını tabii. Ama o kadar fazlası zararlı işte. Bu yüzden frene basıyorum. 

Yaz olsun kış olsun her zaman serinlememe yardımcı olan kötü bir alışkanlığım da Cola Light ya da Zero. Su içmeyi sevmediğim için bütün su ihtiyacımı yıllarca bu yaramaz içkiden karşılıyorum. Donmaya yakın buz gibi olacak elbette. Bir de öyle bardaktan falan değil. Tercihen teneke kutudan. Çünkü teneke soğuğu sıvıya daha iyi geçiriyor. Yaz kış iyice soğuk içerim. Zararlı olduğunu söylüyorlar, özellikle aspartam içeriği bakımından. Ben şimdilik bir zararını görmedim ama yüz yaşını görürsem bu teorinin yanlış olduğunu kendi çapımda ispat etmiş olacağım. 

10 Temmuz 2021 Cumartesi

SON DANS BÖLÜM 40

Seyahat başlayana kadar geçen bir hafta boyunca Esther'in yanına hiçbir gün eli boş gelmedi Martin. Getirdiği çiçekler, ufak hediyeler arasında Macar dilinde yazılmış kitaplar fazlasıyla hora geçmiş Esther’in çok hoşuna gitmişti. Hafta sonu karısı Lilla ve küçük oğlu Daniel’i de yanına alarak birlikte güzel vakit geçirdiler.

Hiçbir ortak geçmişi bulunmayan bu iki insanın konuşacak onca şeyi nereden bulduklarını merak ediyordu, Kemal. Bir köşede sessizce otururken onların masanın başına geçip bazen saatler süren samimi sohbetlerinden tedirgin oluyor, bu esnada arada bir yüzüne bakıp gülümsemelerinden sanki kendisini çekiştiriyorlar izlenimine kapılıyordu. Her fırsatta Martin’e ne konuştuklarını sormak, öğrenmek istiyordu ama alacağı cevabın konuştuklarıyla ilgisi olmayacağını düşünüyordu. Kendisiyle yine dalga geçecek, ya "Patron merak etme, Prenses Nora'ya hediye etmeyi düşündüğün muhteşem şatodan bahsediyorum."  diyecek, ya da "Prenses Nora'nın çok sevdiği güveçte pancarlı ördek ciğerinin tarifini veriyorum." deyip saçma sapan bir şeyler söyleyecek ama asla gerçekte ne konuştuklarını öğrenemeyecekti.

Bilgisayarın karşısına ilk kez geçtiklerinde ekranda beliren resimler, videolar Esther'i ürkütmüş, bir ara çığlık çığlığa kaçmaya kalkmıştı. Martin, onu zorlukla ikna etmiş, dünyayı ayağına getiren bu sihirli cihazın kendisine zarar vermeyeceğini anlatmıştı. Martin’in bir hafta boyunca bütün yapmak istediği Esther’i er ya da geç yüzleşeceği modern yaşama alıştırmaktı. Bilgisayar ekranından gösterdiği kalabalık caddeler, Esther'e tuhaf gelen kılık, kıyafetler, şehir hayatı, hızlı trenler, kuş gibi havada süzülen uçaklar, denizleri süsleyen devasa yolcu gemileri genç kadını hayretler içinde bırakmıştı. Heyecanla sorduğu çocuksu sorulara cevap yetiştiren Martin’in halini gören Kemal, otelde ilk karşılaşmalarında kaba bir şaka olarak nitelediği, "Şimdi siz bana Prenses Nora’nın dadılığını teklif ediyorsunuz, öyle mi?" sorusunun hiç de yersiz olmadığını düşünmeye başlamıştı.

Martin gelene kadar odasından dışarı çıkmıyordu Esther, kahvaltı için salona çağrıldığında ise daima prenses kostümü içinde gösteriyordu kendini. Evin yeni düzenine alışmaya çalışan Selmin, hanımına karşı duyduğu tedirginlik ve korkuyu üzerinden atmış görünüyordu. Esther’le birlikte Martin ve Kemal kahvaltı masasındaki yerlerini aldığında Selmin çay servisine başlıyor, daha sonra, önce Esther’in kaldığı yatak odasını, ardından Kemal’in yattığı misafir odasını derleyip topluyordu.

Bir öğlen yemeği sonrası salonun pencere tarafındaki koltuğa yerleşen Esther, Martin’in getirdiği kitaplardan birini açıp okumaya başladı. Gevezelikte birinciliği kimseye kaptırmayan Martin ise eline bir gazete almış, nasıl olduysa Esther’i ilk kez kendi haline bırakmıştı. Kemal Martin’in yanına yaklaştı ve elini adamın omzuna atarak dostça gülümsedi.

- Seninle hiç ciddi bir şey konuşamayacak mıyız? diye sordu yumuşak bir ses tonuyla.

- Benden bunu bekleme Patron dedi, Martin. Bak dostum, dünyada hiçbir şeyi ciddiye almamak lâzım. Her zaman eğlenerek hayatın tadını çıkarmaya bakmalı insan. Ciddiyet körlüğe yol açan bir hastalıktır.

- Ne alakası var körlükle şimdi? diye sordu Kemal.

- Ciddiyet insanı belli bir konuya yoğunlaştırır. Onun dışında her şeyi unutursun, sadece görme yeteneğini değil bütün duyu organlarını kaybedersin. Ciddiye almaya değen tek şey nedir biliyor musun? Biraz bekledikten sonra kendi sorusunu kendi cevapladı Martin. Elbette yaşamın ta kendisi. Yaşamdan başka hiçbir şeyi ciddiye almamalısın.

- Dur, dur. Kafam karıştı şimdi. Sen yaşamı ciddiye alıyor musun, almıyor musun?

Martin her zamanki neşeli haline dönüp bir kahkaha patlattı ve devam etti.

- Kimine göre ciddiye alınması gereken aşktır. Aşkın da envai türlüsü var tabii. Kimi işine aşıktır, kimi eşine… İşte bu tür bağımlılıklar kör eder gözlerini adamın. Paraya, giyimine kuşamına, arabasına, yatına, köpeğine aşık olanları saymıyorum bile. Bu dünyadan ümidi kestiysen bak o başka. O zaman Mevlâna, Yunus Emre örneğinde olduğu gibi manevi aşkla kör edebilirsin gözlerini. Bu yolu hiç denemedim Patron. Ama ben yaşamı bütünüyle ciddiye alırım, onu asla parçalamam.

Martin’in sözleri Kemal’in üniversite yıllarında ezberlediği Nazım Hikmet’in "Yaşama dair" şiirini getirmişti aklına, mırıldanmaya başladı hafızasından hâlâ silinmeyen dizeleri,

Yaşamak şakaya gelmez, büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın

Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,

Yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin.

Hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,

Ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,

Yaşamak, yani ağır bastığından.

Esther okumaya ara verdi, gözlerini kucağına düşürdüğü kitaptan ayırmadan konuşulanları sanki dinler gibiydi. Martin, Kemal’in atladığı dizelerle devam etti.

Bir sincap gibi mesela,

Yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,

Yani, bütün işin gücün yaşamak olacak.

Kemal, yıllar önce ezberlediği bu dizelerde şairin ne demek istediğini şimdi daha iyi anlıyordu.

***

Martin’lerle birlikte havaalanına gitmek üzere yola çıktıklarında arka koltukta Lilla’yla Selmin’in arasına almışlardı Esther’i. İlk kez karşılaşacağı insan kalabalığına ve caddelerin yoğun araç trafiğine nasıl tepki vereceği merak konusuydu.

Martin’in haftanın her günü Esther’e bilgisayardan gösterdiği resimler, filmler epey işe yaramış, korktukları kadar büyük bir aksilik çıkmamıştı. Yol boyunca zaman zaman panikleyip küçük çığlıklar atmış, gözlerini açıp şaşkın bir şekilde etrafına bakınmış, dudaklarını titretip bir şeyler mırıldanmıştı sadece. Sürekli onunla konuşup meşgul olmasını sağlayan Martin’in yanı sıra, türlü şirinlikler yapan küçük Daniel de Esther’in sakinleşmesinde önemli bir rol üstlenmişti. İçlerinde en tedirgini, Selmin’di kuşkusuz. Sol tarafındaki kapıya iyice yapışmış, çökmüş omuzlarından sarkan ellerini dizlerinin üzerinde kavuşturmuş halde ürkek bakışlarla çaktırmadan hanımı izlemekle meşguldü yol boyunca.

Arabayı çok katlı otoparka bıraktıktan sonra bekleme salonuna doğru ilerlerken bütün gözlerin üzerine çevrilmesi Esther'i rahatsız ediyordu. Martin onun göz kamaştıran kıyafetiyle bütünleşen endamının meraklı gözleri mıknatıs gibi üzerine çekeceğini tahmin etmişti aslında. Bu yüzden kendisi de abartılı bir şövalye kıyafeti giymiş, bunu da yeterli bulmayınca karısı Lilla’dan da nedime kıyafeti giymesini rica etmişti. Hatta üç yaşındaki Daniel’i bile küçük bir şövalye kılığına sokarak Esther’in üzerinde toplanan dikkatleri dağıtacağını düşünüyordu. Onun bütün bu iyi niyetli çabaları yine de sonuç vermemiş, Esther’e gösterilen ilgiyi zerre kadar azaltmamıştı.

Budapeşte Havalimanı çıkış kapısında işletmenin gönderdiği beyaz minibüsün şoförü karşıladı kafileyi. Güneşin gri bulutların arkasına saklandığı sıkıcı bir havada çıktılar yola. Havanın sıkıcılığı Martin’i etkilememiş görünüyordu, yaptığı espriler ve komikliklerle gruba neşe saçmaya devam ediyordu. Şoförün yanındaki koltuktan arkaya çevirdi başını.

- Sayın Misafirlerimiz, şu anda Prenses Nora’nın ülkesine doğru yol almaktayız. Kendisi sizleri topraklarında ağırlamaktan onur duymakta Sonra Esther’e dönüp onun anladığı dilden bir şeyler söyledi. Esther, gülümseyip saygıyla başını hafifçe öne eğene kadar hiç biri Martin'in az önce söylediklerini aynen tercüme ettiğine ihtimal vermemişti. Hepsi birden sevinçle bağırıp alkış tuttular.

Taş kemerli demir kapıdan bahçeye girdiklerinde gördükleri manzara hayli büyüleyiciydi. Golf sahasını andıran çimlerle yeşillendirilmiş bakımlı geniş bir bahçe içinde bütün ihtişamı ile kendini gösteren şato, hareketli gri bulutların oluşturduğu fonla daha da gizemli bir hal almış, yeni misafirlerini rüyalarında görebilecekleri bir âleme sürüklemişti. Sabahın erken saatlerinde yağan yağmurla birlikte toprağın havaya saldığı tazelik ve huzur hissettiren kokuyu içlerine çektiler. Bulundukları tepenin yamacında nazlı kıvrımlarla süzülen Tuna Nehrinden gözlerini alamıyorlardı. Görevliler eşyaları odalara taşırken kendilerine ikram edilen şarabı keyifle yudumladılar.

Kenarı işlemeli krem renkli bir örtünün serildiği beyaz çiçek ve mumlarla süslenmiş oval yemek masasında Esther’in tam karşısına oturmanın heyecanını yaşayan Kemal, özel misafirlerine usulen bir "Hoş geldiniz" konuşması yapmayı geçiriyordu aklından. Özellikle Cevdet Bey ve bugün tanıştığı eşi için bu nezaket gereğiydi. Görevliler şarap servisini tamamlandıktan sonra konuşmasını yapmak üzere ayağa kalktı.

- Sevgili Dostlarım, Bu zor günlerimde beni yalnız bırakmadığınız için sizlere müteşekkirim. İnsanın canı pahasına değer verdiği bazı şeyleri fark edebilmesi için bazen onları kaybetmesi gerekiyormuş demek. Ben bunu geç de olsa öğrendim. Umarım sevgili karım bir an önce bulunduğu yerden çıkıp yeniden aramıza döner. Şunu bilmenizi isterim ki, o zaman gelinceye kadar kendimi asla affetmeyeceğim. Elindeki şarap kadehini havaya kaldırdı. Prenses Nora'nın şerefine!

Devam edecek



6 Temmuz 2021 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 98

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimizin 98. Haftasına girmiş bulunuyoruz. Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu sevgili DeepTone / Sade ve Derin belirledi

"Sokak arasında yapılan düğünlerden rahatsız olmuyor musunuz?"

Sokak arasında hâlâ düğün dernek yapılıyor mu, doğrusu bilmiyorum. Ama çocukken bu tür kutlamalara sıklıkla rastlanırdı. Özellikle sünnet düğünlerini ve kına gecelerini hatırlıyorum. Düğün evinin bulunduğu evin iki tarafındaki sokak parçası branda çekilerek kapatılır ve geçici bir salon meydana getirilirdi. Davetli sayısına göre ahşap sandalyeler kiralanır, roman vatandaşlardan oluşan orkestra genellikle evin duvarının önünde yerini alır, ortada bırakılan boş alan dans etmek ya da göbek atıp oynamak isteyen  davetliler için pist görevini görürdü. Sokak sakinlerinin tamamı doğal olarak davetli sayılırdı. Bu tür düğünler sebebiyle herhangi bir kişinin rahatsız olduğunu hiç duymadım. Son derede doğal bir olaydı bu tür etkinlikler eskiden. Düğünün yapıldığı gün aynı sokakta bir komşunun vefat etmesi, düğün sahibinin en büyük şanssızlığı, korkulu rüyasıydı. O zaman sokakta çalgı çengi çalınmaz, son anda bir kahve ya da düğün salonu kiralanır, düğün oraya taşınır, cenaze evine saygı gösterilirdi. Her zaman söylendiği gibi eskiden komşular arasında yardımlaşma, sevgi ve saygı vardı.

Bir süre sonra bu tür düğünler kışın kapalı salonlara yaz mevsiminde açık bahçelere  taşındı. Bir ara oteller düğünlere ev sahipliği yaptı, şimdilerde ise kır düğünleri moda. Bazen bu tür yerler meskûn bölgelere yakın olabiliyor. Her gün yüksek sesle düğün gürültüsü çekmek hoş olmayabilir. Bu konuda fazla hassasiyeti olan biri değilim. Örneğin bazıları araç sesinden dolayı cadde üzerinde oturmayı tercih etmez. Ama biz ailecek genellikle cadde üzerinde oturur, trafiğin sesinden rahatsız olmayız, belli bir süre sonra insan duymuyor bu sesleri. 

Düğün olayından fazla hoşlanmadığım halde bu tür aktiviteleri seven kişilerin vur patlasın çal oynasın tarzı eğlenmeleri beni rahatsız etmiyor. Fakat hasta ve küçük çocukları düşünerek bu tür eğlence mekânlarının meskûn mahallerden uzak olmasında yarar var elbette. Madem lâf sesten ve gürültüden açıldı;  bir yandan çevre rahatsız oluyor gerekçesiyle yazlık yerlerde bile gece saat on ikiden sonra müzik yayını yapılmasına yasak getirirken diğer yandan sabahın köründen başlayarak ezan ve sela ses düzeylerini ideolojik olarak yasal sınırların üzerine çıkaran siyaset kurumuna, ondan yüz bulan Diyanet İşleri Başkanlığı yetkililerine ve ona bağlı bilcümle yalaka  müezzin, imam, müftü ve diğer din adamlarına saygılarımı sunmadan yazımı sonlandırmış olmayayım yeri gelmişken

5 Temmuz 2021 Pazartesi

SON DANS BÖLÜM 39

Zilin sesini duyduğunda bütün korkularından arınmış içine bir ferahlık gelmişti Selmin’in. Sabah gelir gelmez çayı koymuş kahvaltıyı hazırlamıştı ama Esther’in odasına girmeye bir türlü cesaret edemiyordu. Göz deliğinden bakmaya bile gerek duymaksızın hemen açtı kapıyı. Adını unuttuğu komik adamın gelmesi inanılmaz ölçüde rahatlatmıştı kendisini. Yoksa söylediği hiçbir şeyi anlamayan hanımıyla nasıl anlaşacaktı. Ya o tuhaf bakışlarına ne demeli. Sabah eve geldiğinden beri hanımının her an odasından çıkıp boğazına sarılacağını düşünüyor, tedirgin oluyordu. Bir anda Martin'le göz göze geldi.

- Merhaba Fıstık!

Elinde büyükçe bir paketle içeri daldı Martin. Selmin, gözlerini açıp bu adam da Esther’i hiç aratmıyor diye geçirdi aklından. Şimdiye kadar kimse kendisiyle bu kadar laubali tavırlar içinde olmamıştı. Kemal’in bu manyağı ciddiye almaması yönünde söylediklerini hatırlayıp kendini rahatlatmaya çalıştı. Doğruca salona geçen Martin, Selmin'in şaşkın bakışları altında rahat tavırları ve el kol hareketleriyle neşeli bir şekilde adeta dans ediyordu.

- E, nasıl bakalım prensesimiz?

- Siz gittiğinizden beri odasından çıkmadı efendim.

- Hanımefendi! Bizi dün tanıştırmayı unuttular mı yoksa? Adım Efendim değil, Martin. Sürekli yaptığı şirinlikler Selmin'i ilk zamanki kadar huylandırmıyordu ama yine de bu tuhaf adama alıştığı söylenemezdi.

- Peki, Martin Bey, benim adım da Fıstık değil, Selmin.

- Hayır Martin Bey de değil, sadece Martin. Ama ben sana Fıstık demeye devam edeceğim. Selmin de neymiş, dilim dönmüyor ona.

Esther Hanım’ın kahvaltısını odasına götürmem sizce uygun olur mu şimdi?

- Esther Hanım mı, o da kim?

- Prenses Nora demek istemiştim dedi, Selmin gülümseyerek.

- Ha evet, sen kahvaltıyı salona hazırla, üç kişilik servis aç, hep birlikte yeriz.

- Yok yok, ikiniz için hazırlarım, ben kahvaltımı mutfakta yaparım diye karşılık verdi, Selmin. Şimdiye kadar hanımıyla birlikte aynı masaya oturmadığını ve asla böyle bir saygısızlık yapmayacağını düşündü. Selmin'in içinden geçenleri sezen Martin birden ciddileşti. Üstüne gidip talimat verircesine karşılık verdi.

- Ne diyorsam onu yapın lütfen. Prenses buna üzülür sonra. Yine eski doğal haline dönüp Selmin’e göz kırptı. Esther Hanım geldiğinde siz yine mutfakta yaparsınız kahvaltınızı!

- Kemal Bey yok mu? diye sordu Martin.

Selmin salondaki masaya beyaz bir örtü sererken başını kaldırıp cevap verdi.

- Sanırım işe gitti. Prenses Nora’ya bakmamı ister misiniz?

Geldiğinden beri yatak odasından en ufak bir ses duymadığı için hanımını merak ediyordu. Aklına içerdeki pencere geldi. Birden hanımının pencereyi açıp oradan kendini boşluğa bıraktığı korkunç bir sahne canlandı gözünde. Daha ne olduğunu anlamadan sekizinci kattan yere çakılması ne kadar acı bir son olurdu.

- Önce masa hazırlansın, daha sonra kahvaltı için haber verirsin diyerek cevap verdi Martin. Koltuğun üzerine bıraktığı paketi gösterdi. Ama sen şunu Prenses’in odasına bırak istersen, bu arada ben de sana yardım edeyim.

Martin mutfaktan aldığı servis tabaklarını taşımaya başladığında Selmin, heyecanla içinde ne olduğunu bilmediği paketi alıp yatak odasına doğru yürüdü. Kapıyı hafifçe tıklatıp içeri girdi. Hanımını yatağında huzurlu bir şekilde uyur vaziyette görünce rahat bir nefes aldı. Paketi sessizce masanın üzerine bıraktığı anda Esther’in gözlerini açtığını fark etti. Pencereyi kontrol ettikten sonra az önceki kuruntularının ne kadar yersiz olduğunu düşündü. Yeniden eline aldığı paketi yatağında doğrulmakta olan Esther’in ayak ucuna bıraktı ve hiçbir şey demeden arkasını dönüp kapıya yöneldi. Donuk gözlerle pakete bakan hanımından tedirgin olmuştu. Korku içinde odanın kapısını çekip salona attı kendini.

***

Arabasına bindiği anda Kemal’in ilk gözüne takılan torpidonun üzerindeki derin çizik oldu. Esther'i düşündü. Kim bilir ne durumdaydı şimdi. Galibi belli olmayan bir savaşın içinden çıkmış gibiydi. Az önce işini kaybetmişti ama giderayak lâf yemediği için teselli ediyordu kendini. İzin isteyeceğini tahmin edebilseydi Ümit’e sarf ettiği kaba sözlerin çok daha fazlasını çekinmeden ona da söylerdi Feridun Bey. İşini kaybetmiş olması umurunda değildi artık. Sırtından büyük bir yük kalkmış, hafiflemiş hissediyordu kendini. Hatta bu duruma içten içe seviniyordu bile. Eşinin gerçek rahatsızlığını gizleyip önemsiz bir hastalığı var diyerek işten ayrılacağını söylemek göründüğü kadar kolay değildi. Belki de işini bırakmak için geçerli bir sebep bulamadığı için Feridun Bey’e yeniden teslim olacaktı. İzin konusunda ısrarcı olması işini kolaylaştırmış, amacına ulaşmasına vesile olmuştu. Bundan sonra gerisini Feridun Bey düşünsün artık dedi içinden. Aklından Cevdet Bey’e uğramak geçiyordu fakat son anda bundan vazgeçti. Şimdi bir an önce eve dönüp Esther’i görmek istiyordu sadece.

Cevdet Beyin numarasını tuşladı. Esther’in dün gece odasından çıkıp yanına geldiğini ve “Son Dans” şarkısını dinlerken hıçkırarak ağladığını, daha sonra tekrar odasına döndüğünü anlatacaktı. Ayrıca Doktor'a tatil projesinden bahsedecek, onu eşiyle birlikte yanlarında görmekten ne kadar mutlu olacağını söyleyecekti.

Konuşmanın bitiminde Esther’in odasından çıkıp yanına gelmesini iyiye yoran Doktor, yaptığı davet için Kemal’e teşekkür ettikten sonra eşiyle konuşması ve randevularını ayarlaması için Kemal'den biraz zaman istedi.

 ***

Yatak odasının kapısını hafifçe tıklattı Selmin. Kapalı kapının önünde bir süre bekledi. Tam kolu çevirip içeri girmeyi düşünüyordu ki, Martin’in getirdiği paketin içinden çıkan kıyafetleri giyen Esther kapıyı açıp nazlı adımlarla çıktı dışarı. Kenarları siyah işlemeli uzun lacivert kostümü ile birlikte topuz yaptığı siyah saçlarını toplayan hennini* üzerinden omuzlarına dökülen beyaz ipek şal genç kadına çok yakışmıştı. Salona girdiğinde Martin’in Esther’i her gördüğünde yaptığı gibi "Matmazel" deyip önünde diz çökmesinden sonra zarifçe kendisine uzanan eli öpme seremonisini ilgiyle izleyen Selmin hemen sıvışıp mutfağın yolunu tuttu. Esther’e nazik bir şekilde yemek masasında kendisi için hazırlanan yeri gösterdi Martin, rahat oturabilmesi için sandalyesini çektikten sonra tam karşısındaki sandalyeye geçti. Selmin, çay servisini henüz tamamlamıştı ki, kapının zili duyuldu.

- Geldim Kemal Bey, diyerek hemen koştu kapıya Selmin. Kapının önünde bekleyen Selma ve Jale’den başkası değildi. Hanımının arkadaşlarını bir anda karşısında görünce çok şaşırmıştı.

- Affedersiniz Kemal Bey geldi sandım, içeri buyurun efendim.

İki kadın salona girdiklerinde masada prenses kıyafetleriyle kahvaltıya oturmuş Esther ile onun karşısında Martin’i görünce birbirlerinin yüzüne anlamsızca bakıp ne diyeceklerini bilemediler.

Martin, neşe içinde ellerini havaya kaldırdı.

- Buyurun, sizler de buyurun bayanlar! Prenses Nora’mızın masası şenlensin diye bağırdı. Salonun girişinde ayakta kalan Selmin’e seslendi.

- Hadi, iki tabak kap sen de gel Fıstık dedi gülerek. Hanımının arkadaşları önünde Martin’in ona hitap şeklinden utanan Selmin kızararak mutfağa geçti. Esther’in sağına Jale, soluna da Selma oturdu. Esther belli belirsiz başını sallayıp selamladı yeni gelen misafirleri. Halinden oldukça memnun görünmesine karşılık Esther'in güzel mavi gözlerindeki şişlik ve kızarıklık, bir kez daha dikkatinden kaçmadı Selma’nın.

 ***

Üzerinden büyük bir yük kalkmıştı. Esther iyileştikten sonra kendine zaman ayırabileceği bir iş nasıl olsa bulurdu. Garaj kapısını açmak için uzaktan kumandanın tuşuna basarken onca yolu nasıl geldiği, hangi caddelerden, sokaklardan geçtiği zihninden silinmişti. Aklında kalan son görüntü Feridun Bey’in arkasını dönüp masasına doğru yürümesiydi. Sanki görünmez bir el onu almış, arabasına koyup garajın önüne getirmişti. Torpidonun üstündeki derin çiziği görünce bu kez Martin geldi aklına. Bu saate kadar eve çoktan gelmiş olmalıydı.

Salona girdiğinde gördüğü manzara karşısında küçük dilini yutacaktı. Başındaki hennin ve büyüleyici lacivert kostümüyle gerçek bir prensesten farkı olmayan Esther, arkadaşlarıyla birlikte salonda kahvaltı ediyordu. Martin'in icadı olmalıydı bu yine. Şaşkın gözlerle etrafına bakıp gülümsedi.

- Merhaba, hepiniz hoş geldiniz dedi masadakilere.

Martin Kemal'i görünce masadan fırlayıp yanına geldi.

- Patron, bak iyi adam lâfın üstüne gelir. Kaynanan seviyormuş seni, hadi geç sen de otur şöyle. Mutfağa doğru seslendi. Fıstık, bir servis daha getir, büyük patron geldi.

- Şimdi, neler yumurtlayacaksın bakalım dedi, Kemal. O da Martin’le nasıl konuşulması gerektiğini öğrenmişti sonunda.

- Biliyor musun patron, Prenses Nora hep senden bahsediyor bana. Kim bu kibar beyefendi diye sorup duruyor durmadan.

Esther’in üzerindeki bakışlarını kaçırmadı Kemal,

- Peki sen ne cevap verdin ona? 

Bir kahkaha patlattı Martin, salondaki herkes büyük bir sessizlik içinde onun ne diyeceğini bekliyordu.

- Prens Kemal dedim, Osmanlı Hanedan’ından. Hepsi birlikte gülmeye başladılar. Esther de bir kahkaha kopartarak katıldı onlara.

- Peki nereden buldu bu kıyafetleri? 

- Evden getirdim, kıyafet balosu için eşim Lilla almıştı bir zamanlar. Ha, o da çok selâm söyledi sizlere. Şaşırdın değil mi?

- Evet, ama benim sürprizim daha çok şaşırtacak sizi dedi, Kemal gülerek.

Martin duraksadı,

- Patron, hadi söyle de meraklandırma bizi.

- Hemen pasaportlarınızı hazırlayın, eşlerinizle birlikte bir haftalığına Macaristan’a gidiyoruz. Peşin peşin söyleyeyim, kimse mızıkçılık yapmasın yerleriniz ayırtıldı.

Martin Esther’in yanına gidip hemen müjdeyi verdi. Selma Hasan’ı, Jale de Ayhan’ı aradı. Kemal kapının önünde sessizliğini koruyan Selmin’in yanına gitti.

- Sen de bizimle geliyorsun tamam mı dedi. Hiç beklemediği bu davet Selmin’in de çok hoşuna gitmişti.

* Hennin: Orta Çağ sonlarında Avrupa'da kadın soylular tarafından giyilen koni, çan kulesi veya kesik koni şeklindeki başlık.  

Devam edecek



1 Temmuz 2021 Perşembe

SON DANS BÖLÜM 38

En iyisi kaçıp kurtulmaktı buralardan, en azından bir süreliğine. Bilgisayarının başına geçip internet sayfalarını karıştırırken gözüne taştan bir şato ilişti. Tam aradığı gibi, şehir dışında, yemyeşil çimle kaplı geniş bahçesi, sekiz yatak odası olan, arkadaş grupları ya da aile fertleriyle baş başa güzel vakit geçirmek için düşünülmüş şirin bir tatil köşesiydi. Binaya bitişik Ortaçağdakilere benzeyen üzeri konik şapkalı silindirik kuleler, yapıya olağanüstü bir ihtişam veriyordu. İç mekân resimlerine baktı dikkatlice. Süslemeli tavandan sarkan göz kamaştırıcı avizelerle bezenmiş büyük salonu dolduran geniş yemek masası ile oturma gruplarının yanında davetkâr bir şömine ve ona bitişik duvarın üstünde ise yağlı boya bir prenses portresi. Bu sıkıntılı dönemde kendisini yalnız bırakmayan dostlarıyla birlikte, işi gücü unutup şehrin karmaşasından bir hafta olsun uzaklaşabilmek, Esther’e de iyi gelecekti şüphesiz. Yer durumuna baktı, evet müsait görünüyordu. Hiç zaman kaybetmeden, Feridun Bey’den bile izin almaya tenezzül etmeden yaptı rezervasyonu. Eşleriyle birlikte Doktor, Martin, Hasan, Ayhan'ı, bir de emektar Selmin Hanım’ı eklemişti listeye. Kendisi, karısı ve çocuklar dâhil toplam on üç kişi olduklarını hesapladı. Esther ile aynı odayı paylaşamayacağı aklına gelince içi biraz burkuldu ama doktorun dediği gibi sabretmesi gerektiğini düşündü. Bu durumda sekiz odanın neredeyse tamamı doluyordu. Kendisinin asla kabul etmeyeceği böyle bir oldu bittiyi, Cevdet Bey dışında diğerlerinin reddetmeyeceğinden neredeyse emindi. Bu müthiş sürprizi bir an önce duyurmak için sabırsızlanıyordu. Belki Cevdet Bey'i bile ikna edebilirdi ancak ilk önce Feridun Bey'le konuşması gerekiyordu.

Yatmadan önce Esther’in açık bıraktığı sayfanın hâlâ aynı şekilde durduğunu görünce şaşırdı. Oysa dün sayfayı kapatmış olduğundan emindi. Demek ki yanlış hatırlıyordu. Indila’nın etkileyici sesiyle bir kez daha büyülenmek, dün gece yaptığı gibi şarkının sözlerinde Esther’i keşfetmek için kuvvetli bir istek duydu içinde. Kulaklığı aradı, bıraktığı yerden kaldırmış bir yerlere koymuş olmalıydı Selmin. Bu sefer kendini tutmak, defalarca dinlememek konusunda kesin kararlıydı. Son Dans’ı son kez dinlemek daha doğrusu içinde hissetmek için play düğmesine bastı.

Yüreğine bir ok gibi saplanan etkileyici melodinin ardından Indila dokunaklı sesiyle şarkıya başladı. Sözler salonun duvarlarından sekip içine işliyordu. Dün gece defalarca dinlediği şarkının Fransızca sözlerinin ne anlama geldiğini ezberlemişti neredeyse.

Oh ma douce souffrance- "Ah benim uysal kederim"

….

- Ahh Indila,

Pour oublier ma peine immense – "Büyük acımı unutmak için,"

Je veux m'enfuir, que tout recommence – "Kaçmak istiyorum, her şey yeniden başlasın diye"

Tam bu esnada yatak odasının kapısı aralandı ve Esther beyaz geceliğiyle salona girdi. Masada oturan Kemal’in farkına varmadan, belki de onu görmezden gelip ayaklarını sürüyerek geçti oturdu karşı koltuğa. Gözyaşlarını içine akıtan Kemal, şaşkın gözlerle takip ediyordu karısını. Şarkının sona ermesiyle birlikte kendisini tutamayıp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladığını görünce kalkıp yanına gitti. Ne diyeceğini, nasıl davranması gerektiğini bilmiyordu. Güzel karısının bu halini görünce yüreği parçalandı. Uzattı ellerini karısına doğru. Yanağından inci tanelerinin süzüldüğü bir çift mavi göz üzerine çevrildi. Elleri havada, donmuş bir halde Esther'in yanı başında kalakaldı. İçinden onu kucaklamak, af dilemek, yalvarmak geçtiği halde ona daha fazla yaklaşmaktan çekiniyordu. Hiçbir şey söylemeden yaşlı gözlerle sessizce kalktı yerinden Esther, odasına geri dönüp kapattı kapıyı. Kemal arkasından izlerken onu, adeta bir heykel gibi çakılıp kalmıştı olduğu yerde. Şarkıyı bir kez daha dinleyim dese Esther’in yine odasından çıkıp geleceğinden kuşkusu yoktu ama onu yeniden ağlatmak istemedi.   

 ***

Feridun Bey’in ofisine doğru yaklaşırken Ümit’ten almıştı haberi. "Gelmeyeceğinizi bilseydim daha iyi hazırlanırdım toplantıya." demişti telefonda.

Beş kişilik Reynolds heyetini gönderdikten hemen sonra Feridun Bey’in öfkeyle "Hepinizi koyacağım kapının önüne." deyip söylene söylene şirketten ayrıldığını öğrendiğinde Kemal’in sinirleri iyice gerilmişti. İçindeki heyecanı bastırmakta zorlanarak sekreterin önündeki koltuklardan birine oturdu.

"Hoş geldiniz Kemal Bey," dedi Yasemin gülümseyerek. Ayağa kalkıp elini sıktıktan sonra Feridun Bey’in kapısına yöneldi. "Geldiğinizi haber vereyim."

Az sonra dışarı çıktı. İçeri girdiği zamanki neşesi kaybolmuştu.

- Biraz bekleteceğim sizi, Kemal Bey, bu arada içecek bir şey söyleyeyim size.

Bekletme işini üzerine alarak kendisine gizli bir üstünlük sağlama çabalarını ukalaca bulmuştu sekreterin. Bal gibi Feridun Bey söylemişti beklesin diye. Dünkü toplantıya gelmemesine bozulduğu için kapısında bekleterek aklı sıra ondan intikam alıyordu.

- Hayır, bir şey istemiyorum.

Huzursuzluğunu gizleyemiyor, bir an önce ne olacaksa olmasını istiyordu. Eskiden içeride bir başkası olsa bile rahatlıkla kimseye sormadan odasına dalabiliyordu patronun. Ama şimdi bunu yapabilecek cesareti bulamıyordu kendinde. Yasemin'e sıkıntısını, bekletilmekten hoşlanmadığını hissettirecek bir tavır içinde sordu.

- İçeride kimse var mı? 

- Hayır, efendim.

Verdiği cevabı kısa bulmuş, zoraki bir izahat vermek durumunda kalmıştı Yasemin. Eliyle kulağına işaret edip sesini alçalttı.

- Telefon görüşmesi yapıyor.

Sekreterin bu açıklamasını hiç inandırıcı bulmadı.  Yalan söylediğini adı gibi bilmesine rağmen sesini çıkarmadı. Sekreter sıfatını küçümseyip kendilerini yönetici asistanı diye tanıtan bu süslü tazeleri iyi tanırdı. Bu takım çoğu zaman hizmet ettikleri insandan daha üstün görürler kendilerini. Kimlerle ne zaman görüşüleceğini, kimlerin kabul edilip edilmeyeceğini emir aldıkları kişiden daha iyi bilirlerdi. Dilediklerini dost ya da düşman yapmak onların elindeydi. İşin dışında aile ilişkilerine bulaşmaktan kendilerini alamazlar, canları isterse hizmet ettiği yönetici eşlerini, kocaları adına sürpriz hediyelerle onurlandırır, özel günlerinde evlerine çiçek gönderirler, aralarını yaparlardı. Patroniçeler onlarla her koşulda iyi geçinmek zorundaydılar.  Hele bir ukalalık yapmaya görsünler, kocalarına bütün cazibelerini gösterip onları kıskançlık krizine sokmaları işten değildi. Bu yüzden kendi sekreteri Nalân’a hep mesafeli yaklaşmış, onun yönetici asistanı sıfatını kullanmasını engellemişti.

Ensesini ancak kapatan kısa kesimli siyah saçları, renkli gözleriyle değme mankenlere taş çıkartıyordu. Parlak koyu gri renkli gömleğinin altına beyaz bir pantolon giymiş kulaklarından sarkan altın sarısı halka küpelerine uyumlu bir kolye takmıştı. İlk kez bu kadar dikkatli bakıyordu otuz yaşlarındaki genç kadına.

Aradan on dakika geçmiş ama içerden bir ses çıkmamıştı. Kendini yönetici asistanı olarak tanıtan ve işinin gerektiği gibi davranan Yasemin, önündeki bilgisayarla meşgul olmayı bırakıp kalktı yerinden. Elindeki ince dosyayı göğsüne dayayıp salına salına Feridun Bey’in bulunduğu odanın kapısının önünde birkaç saniye duraksadı. İçerdeki havayı bir tazı gibi kokladıktan sonra kolu çevirip içeri girdi. Kapıyı çalmaya gerek bile duymaması şaşırtmıştı Kemal’i. Birkaç dakika sonra odadan sessizce çıkıp Kemal'in yüzüne bile bakmadan dönüp masasına oturdu. Hiçbir neden yokken kalkıp Feridun Bey’in odasına girmesine anlam veremedi Kemal. Bir an sekreterin bu hareketiyle kendine nispet yaptığını dahi düşündü. Öyle ya, kendisi patronun gönlünün olmasını beklerken, o kırıta kırıta çat kapı girebiliyordu patronun odasına. En azından telefon görüşmesinin bittiğini, birazdan onu içeri alacağını söyleyebilirdi. Sekreterin bu ilgisizliği iyice canını sıkmaya başlamış, Feridun Bey’den yiyeceği lâfları bile unutturmuştu. Artık buradan çıkıp kurtulmaktan başka hiçbir şey düşünmüyordu. Güçlükle duyulan telefonun bip sesiyle ahizeyi kulağına götüren Yasemin nihayet başını kaldırıp zoraki bir gülümsemeyle,

- Feridun Bey, sizi bekliyor efendim, dedi.

Ayağa kalkıp kendine çeki düzen verdi, kravatını düzeltti. Sağ elini yumruk yaptıktan sonra ileri çıkardığı orta parmağıyla kapıyı tıklatırken Yasemin'e heyecanını gizlemeye çalıştı.

Geniş makam odasının en uzak köşesinde, fazla büyük olmayan masanın arkasından ayağa kalkan Feridun Bey, ortada büyük bir sehpanın bulunduğu açık sarı renkte deri kaplı dört koltuğu işaret etti.

- Geç şöyle otur. dedi.

Yüzündeki yorgunluğun dışında ne öfke, ne neşe, ne de hislerini ele verecek başka bir ifade vardı. Karşılıklı oturur oturmaz kapı açıldı, sekreter ne almak istediklerini sordu. Birer çay söylediler.

Feridun Bey, "Evet," diyerek konuşmaya başladığında nefesini tutmuş onun ağzından çıkacak sitem, tehdit, hakaret sözcüklerini bekliyordu,  Kemal.

- Esther Hanım nasıl? diye sordu. Hiç beklemediği bu soru karşısında şaşırmıştı Kemal.

- Daha iyi, Feridun Bey, sağ olun.

- Aman, aman her şeyin başı sağlık.

Nezaketinden mi yoksa az sonra sarf edeceği kötü sözlere altlık olsun diye mi söylemişti bunları Feridun Bey, anlayamadı. Konuya patronundan önce girerse gergin ortamın biraz yumuşayacağını düşündü.

- Dünkü toplantı için sizden özür dilemeye geldim. Bunu derken yüzünün kızardığını hissetti.

Beklediğinin aksine ne hazırlanması için ona gönderdiği klasörden bahsetti, ne de arayıp gelemeyeceğini bildirmemesinden. Telefonlarına cevap vermediğini bile yüzüne vurmadı Feridun Bey.

- Boş ver şimdi, olan oldu artık, dedi. Yapacak bir şey yok. Ama gelmiş olsaydın eminim temsilciliği kaptırmazdık. Şu senin Ümit ne tür makineler imal ettiklerini sordu adamlara. Kardeşim onca yazışma yapmışsın, makinelerin teknik özelliklerini sorgulamışsın, belgelerinden referanslarına kadar araştırmışsın, sonra kalkıp ne tür makineler imal ediyorsunuz diye saçma sapan bir soru sorabilir mi insan? İnan bana adamlar şoka girip acaba doğru yere mi geldik diye birbirlerinin yüzüne baktılar. O an yer yarılsaydı da içine girseydim dedim. Yahu adam bir kere olsun açıp bakar, bu heriflerle neler konuşulmuş, ne yapmaya gelmişler, hani bilmiyorsa da açıp sorar. Sadece o da değil, toplantıya katılan bir Allah’ın kulu Reynolds adını duymamış, sorsan adamların çiklet sattığını söyleyecekler. Bu kadar ciddiyetsizlik, bu kadar kepazelik olur mu yahu? Adamların yerinde ben de olsam gider doğru dürüst bir firmaya verirdim temsilciliği. Yani senin anlayacağın Kemal’ciğim, sen olmasan var ya, batar bu şirket batar. Bak bir gün gelmedin, gör işte halimizi.

Feridun Bey’in yumuşak tonda başlayan konuşması gittikçe sertleşiyor, öfkesi artıyordu. Ancak sonradan söyledikleri Kemal’in içine su serpti. Öyle ya onun gibisini nereden bulacaklardı. Bir taraftan Feridun Bey'in kendisi hakkında söyledikleri gururunu okşarken diğer taraftan enayi yerine koyuyordu kendini. Bu işin orta yolu olmadığını biliyordu; ya işi bu denli ciddiye almayacak, kendine ve ailesine zaman ayıracak buna karşılık patronun ağır laflarını sineye çekmek zorunda kalacak, ya da it gibi çalışıp yaşadığını unutacak, bunlara karşılık ayda yılda bir patronundan iki güzel lâf işitecekti.

Esther’in durumunu bahane edip patrondan izin istemenin zamanı değildi. Aslında bunun "bahane" olmadığını gayet iyi biliyordu. Her zaman olduğu gibi yine patron gözüyle bakmıştı olaya. Hep böyle yapardı zaten. Bu yüzden işten başka bir şey düşmüyordu aklına.

Feridun Bey’e bakarsan, karısı hastaneden çıkıp eve döndüğüne göre Kemal de artık işinin başına geçebilirdi. Ama durum hiç de onun düşündüğü kadar basit değildi.

Sekreter çayları bırakıp dışarı çıktıktan sonra, söylemekte zorlandığı fakat illâ söylemek zorunda olduğu izin meselesini açmak istedi.

- Feridun Bey, dedi. Ben sizden izin isteyecektim. Büyük bir suç işlemiş gibi bakışlarını kaçırırken Feridun Bey’in öfkeyle karışık söylediği "Sen olmasan batar bu şirket" sözleri çınlıyordu kulaklarında. Bir bakıma meydan okurcasına "Ben yokum, şirket batarsa batsın." demekti bu. Kendisinden beklenmeyen bu umursamaz tavrından yine kendi rahatsız olmuştu.

- Esther’in durumu iyi değil, yanında olmak zorundayım.

Feridun Bey’in hoşuna gitmedi bu haber,

- Neyi var, kötü bir hastalık mı? diye sordu, merakla gözlerinin içine bakarken. Esther'in kansere ya da ölümcül bir hastalığa yakalandığını düşünüyordu. Kemal ise daha fazla açık etmek istemiyordu karısının durumunu. Kestirme yollu cevap vermeyi yeğledi.

- Hayır, o kadar kötü değil çok şükür, dedi. Başka bir şey söylemeden sessiz kaldı. Feridun Bey, ciddileşti birden,

- Kemal, dedi, net bir ses tonuyla. Şu sıralar izin kullanman çok zor. Bunu aklından çıkar. Arada gider karınla ilgilenirsin, onun dışında başka bir şey kabul edemem. Ümit’le falan yürümez bu işler, biliyorsun.

Çok fazla şaşırmamıştı patronunun bu tavrına. İşten başka her şey teferruattı onun için. Ama gelirken hazırlamıştı kendini.

- Gitmek zorundayım Feridun Bey, biliyorum sizi zor durumda bırakacağım ama gitmek zorundayım.

- Kesin kararını vermişsin anlaşılan. O zaman, sen bilirsin deyip kalktı ayağa. Bunun ne anlama geldiğini biliyordu, Kemal. Dönüp masasına yürüyen Feridun Bey’in arkasından o da kalktı. Elini sıkmaya lüzum kalmadığını düşündü, kapıya yöneldi. Söylenen söylenmiş, yapılması gereken yapılmıştı…

Devam edecek



30 Haziran 2021 Çarşamba

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 97

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimizin 97. Haftasına girmiş bulunuyoruz. Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu sevgili DeepTone / Sade ve Derin belirledi

"Hayatta en çok neye veya nelere önem verirsiniz?"

Sorunun öncelikle kişisel düşüncelerimizi öğrenmek amacıyla sorulduğunu sanıyorum. Aksi takdirde yazılacak çok şey var bu konuda. Hayatta en çok önem verdiğim şeyi soracak olursanız benim aklıma ilk gelen sözcük "dürüstlük". Bu sözcüğe farklı anlamlar yüklenip kullanımı geniş bir alana yayılmış. Dürüstlük ahlâki ya da etik bir değerdir demekten kaçınıyorum bu yüzden. Benim esas anlatmaya çalıştığım dürüstlük, dar anlamıyla "iki yüzlü olmamak" şeklinde karşılığını buluyor. Zira doğruluk, iyilik, ahlâki ilke ve toplumsal değerlere bağlılık, erdem gibi tanımlar kişinin fikrine ve özellikle kişinin içinde bulunduğu sosyal ve kültürel şartlara bağlı olarak değişiklik göstermekte. Dolayısıyla "içi dışı bir olmak" deyimi dürüstlüğü hangi manada algıladığım hususuna açıklık getirecektir. Diğer taraftan dürüstlüğün bile yeri geldiğinde işe yaramayacağını, gerçekleri yüzüne vurduğumuz için karşımızdaki insanı kırabileceğini biliyorum. Riyâkarlık, iki yüzlülük, yüzüne gülüp arkasından iş çevirmek, yalan söylemek, kendini olduğundan farklı göstermek en sevmediğim davranışlar. Bunların hepsini kapsayan siyaset kurumundan nefret etmemin bir nedeni de bu olabilir.  

İkinci olarak düşünme, akıl yürütme, sorgulama vazgeçemeyeceğim olgular. Pozisyonu ne olursa olsun, sorgusuz sualsiz birinin peşinden yürümeyi, onun fikirlerini savunmayı, yalakalık yapmayı kendime yediremem. Farklı fikirlerden yararlanmayı ve aldığım bilgileri akıl süzgecimden geçirip karar vermeyi önemserim. Okumayı, sanatsal faaliyetleri, bilgi ve görgümü arttıracak her şeyi ve doğruya ulaşmak için tartışma ortamlarını severim.

Sevmenin ve sevilmenin birer sonuç olduğunu düşünüyorum. Yukarıda bahsettiğim konularda bana yakın düşünceye sahip olanları severim, onlarda beni sever zaten. Bu kategorideki insanlara saygı duyarım. Toplumda herkesin saygıyı hak etmediğini düşünüyorum. Örneğin yalancı, hırsız, düzenbaz birine saygı göstermem. Diğer taraftan aşkı ve sevgiyi  önemsiyorum demekle bir yere varılamayacağına inanıyorum. İnsanların sevgisini kazanabilmek için kişiliğimden taviz vermek suretiyle onlara kendimi şirin göstermem, yalakalık yapmam. 

Adalet ve fırsat eşitliğine, başkasına zarar vermemek koşuluyla sınırsız özgürlüğe büyük önem veriyorum ama bunlara sahip olmak sadece benim elimde değil. Bu konularda ülkemizin durumu beni kahretmekte.

Sağlık, belki de en önemlisi ama elimizde olmayan bir şey. Sağlığa önem vermemiz, karşılaşabileceğimiz rahatsızlıkların cüzi bir kısmına faydası olabilir. Ne olur, her yıl check-up yaptırırsın, erken teşhis falan. Dişlerini fırçalarsan daha az çürür. Hepsi bu işte. Bir pandemi geldi, sağlığına önem verenlerle vermeyenler arasında fark kalmadı. Hatta sağlığına önem veren kişiler daha fazla zarar gördü. Sağlık konusu bence piyango, kime ne zaman vuracağı belli değil. 

Huzur? Önemli tabii. Ama bu hayatta huzura da huzursuzluğa da kapılar açık. Huzursuz olduğumuzda sabretmek, huzurluysak tadına varmak tek çare.