Gözleri dolmuş, ayakları çözülmüş bitkin bir halde koltuğa bırakmıştı kendini. Ne gereği vardı şimdi böyle bir konuşmanın. Davet sahibi olarak daha önce defalarca yaptığı güzel konuşmaları hatırladı. Mutlaka araya bir espri sıkıştırır, yüzlerde oluşan hoş bir tebessümle birlikte konuşmasını tamamlardı. Bu kez tam aksine masanın keyfini kaçırmış, havaya kalkan kadehler dudaklara hafifçe değdirilip masaya yavaşça bırakılmıştı. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Millet işini gücünü bırakmış dert dinlemeye gelmişti sanki. Başını kaldırıp karşıya baktığında Esther’in nemli gözlerle onu izlediğini gördü. İçinde bir his onun kendisini en iyi anlayan kişi olduğunu söylüyordu. Keşke anlayabilseydi, belki az önce söylediklerini bir özür olarak kabul eder, onu affederdi.
Sessizliği bozan yine Martin oldu.
- Ey Millet, dedi. Aşağıda akan Tuna Nehrine iyi baktınız mı? Işıldayan gözleri masadakiler üzerinde dolaştı.
Herkes evet dercesine başını salladı ama içlerinde tek cevap veren Ayhan oldu.
- O muhteşem manzara gözden kaçar mı hiç? Yarın ilk işimiz Jale'yle Tuna'nın kenarına inip romantizmin doruğuna çıkmak olacak.
Hasan, gülümseyen Ayhan'a baktı.
- Ayhan haklı, dedi, Öyle etkileyici bir nehir ki, gelin gibi süzülüyor adeta.
Uzun zamandır sesi soluğu çıkmayan Cevdet Bey de içtenlikle katıldı
onlara.
- Haklısınız, boşuna şiirlere konu olmamış Tuna Nehri. Martin'e bakıp muzipçe gülümsedi. İyi ama niye sordun bunu şimdi durup dururken? Yine bir şey çıkaracaksın sanki bunun altından.
Martin, bu kez kendine henüz gelemeyen Kemal’e dönüp sorusunu
bir kez daha tekrarladı.
- E patron, sen de gördün mü Tuna’yı?
- Evet, gördüm dedi, Kemal kısaca.
- Peki, ne renk akıyordu?
Birbirlerinin yüzlerine bakıp tahmin yürüttü herkes. Biri yeşil, diğeri gri, ötekisi kurşuni dedi.
Sıra Cevdet Bey’e geldi.
- Gökyüzünün karanlığı Tuna’nın suyuna vurmuş gibi duman
renginde akıyordu.
Selma, "Hatırlayamadım şimdi bak," deyip geçiştirirken Jale, "Aaa, kesinlikle yeşil akıyordu." dedi. Lilla cevap verecek gibi oldu ama Martin ona
göz kırptı,
Kemal’in keyifsiz halini görünce
ısrar etmedi Martin.
- Patron senin kafa dalgın, Tuna'yı görecek hal yok sende.
Son olarak Esther’e döndü ve aynı soruyu Macar dilinde ona sordu. Birkaç kelimelik cevap aldı.
- Evet, arkadaşlar, yarın daha iyi bakarsınız dedi, gülerek. Daha sonra üzerine basa basa devam etti.
- Rivayet odur ki, Tuna Nehri sadece âşıklara mavi görünürmüş. Bu durumda aramızda tek âşık Prenses Nora dedi, gülerek. Sonra dönüp dediklerini Esther’e anlattı. Esther, Kemal’e bakıp gülümsedi.
Salonun diğer köşesinde piyano ve üç yaylı çalgıdan oluşan trio hazırlık çalışmalarına başladığında Timur ve Daniel neşeli çığlıklar atıp birbirlerini kovalıyorlardı.
Müziğin ve şarabın etkisiyle masa şenlenmeye başlamıştı. Garsonlar boşalan tabakların yerine yenilerini getiriyor, Martin yaptığı esprilerle herkesi kahkahalara boğuyordu. Orkestra Dmitri Şostakoviç’in Waltz No:2’sini çalmaya başlayınca Cevdet Bey, yerinden kalkıp eşini dansa kaldırdı. Onlardan ilham alan Hasan ve Ayhan eşleriyle birlikte piste fırlayıp müziğin sihrine kapıldılar. Selmin hayranlıkla izliyordu dans edenleri. Uzaktan onu gören Martin koştu yanına geldi. Elinden tuttuğu gibi çekti pistin ortasına. Bir anda hüzün dağılmış, neşeli ve sıcak bir ortam oluşmuştu.
Orkestra kısa bir mola verdiğinde yerlerine oturdular. Esther,
Martin’e seslendi. Kulağına bir şeyler söyledi. Tamam dercesine başını sallayan
Martin doğruca Kemal’in yanına gitti.
- Patron, bizim Prenses sana abayı yaktı galiba. Sürekli seni
kesiyor, fark etmiyor musun? Şimdi de beni posta olarak yanına gönderdi.
Kemal merakla sordu.
- Ne için?
- Orkestranın bir müzik parçası çalmasını istiyor ama adını sadece
sen biliyormuşsun.
Kemal'in dudaklarından “Derniére Danse” sözleri döküldü. Bir süre sessiz kalıp düşüncelere daldı. Başını kaldırıp baktığında Esther'le göz göze geldiler.
Kemal kağıt peçetenin üzerine birşeyler karalayıp Martin'e uzattı. O da hemen piyanonun başında oturan adamın yanına gidip notu iletti. Piyanist kağıdı okuduktan sonra dudaklarını büküp kaşlarını kaldırdı, üzüntüsünü belli edercesine ellerini açarken istek şarkısının repertuarlarında olmadığını söyledi. Tam o esnada kemancılardan biri Martin'in yanına geldi, kağıda baktı. "Evet," dedi. "Ben biliyorum bu parçayı, hem de çok sevdiğim bir şarkıdır." dedi. Siyah çantasından çıkardığı notaları piyanonun başındaki adama uzattı.
Piyanonun tuşları vurmaya başladığı anda durdu zaman. Nefeslerin tutulduğu salonda bütün bakışlar Esther ve Kemal’in üzerinde kilitlenmişti. Müziğin etkisiyle büyülenmiş, birbirlerinden gözlerini alamıyorlardı.
Sonra kemanın yüreğe dokunan ezgileri doldurdu salonu. Ağır ağır kalktı Kemal
yerinden, karısının yanına gitti.
"Prenses" diyerek Esther’e uzattı elini. Esther, zarifçe kalktı masadan. İkisi de yükselen alkış seslerini duymuyorlardı, müziğin sihrinde kayboldular. Son Dans sanki yeni bir başlangıçtı.
Sarıldılar birbirlerine bir daha hiç ayrılmamacasına. Birlikte
söylediler sözlerini şarkının, bitene kadar. Her şeyin bir sonu olduğu gibi
şarkının da sonu gelmişti.
Dans tout Paris, je m'abandonne – "Bırakıyorum kendimi, bütün Paris’te"
Et je m'envole, vole, vole, vole, vole "Ve uçuyorum yükseklere, uçuyorum"
Gerçekten adeta ayakları yerden kesilmiş, gökyüzüne yükseliyorlardı sanki. Müzik bitmiş, herkes merak içinde pür dikkat onları izliyordu. Tam o sırada Esther, Kemal'in kolları arasından sıyrılarak aniden yere yığıldı. Gözleri kapalı ve hareketsiz bir şekilde yatıyordu. Ne olduğunu anlamadan telaşla eğildi genç kadının üzerine Kemal, "Esther, Esther." diye feryat etmeye başladı. Bir anda herkes başlarına üşüştü. Cevdet Bey, "Ambulans çağırın." diye seslenirken eğilip Esther'in nabzına baktı. Çok şükür nefes de alıyordu. Birkaç dakika sonra gözlerini araladı Esther. Şaşkın bir vaziyette çevresindeki insan kalabalığına baktı. Endişe ve çaresizlik içinde gözlerini açmış, acemice bir şeyler yapmaya çabalayan Kemal’i gördü ilk önce.
- Kemal, ne oldu bana? Neresi burası?
Sarıldı karısına Kemal, gözyaşlarına boğulmuştu.
- Şükürler olsun. Bir şey olmadı hayatım, yanındayım, korkma sen.
Yavaşça kaldırdılar Esther'i yerinden. Rahat bir koltuğa oturttular.
- Ne yapıyorsunuz burada? diye sordu başında toplanan
kalabalığa Esther. Hâlâ kendine gelememişti.
- Dönüşünü kutluyoruz dostlarımızla birlikte dedi, Kemal.
- Hadi sen anlat bakalım nerelerdeydin? diye sordu sevecen bir gülümsemeyle.
- Son olarak Cevdet Bey’in gönderdiği Hipnoterapi Merkezindeydim. Sonrasını hatırlamıyorum.
Jale ellerini çırparak,
-Yaşasın Esther Abla döndü nihayet! dedi.
Cevdet Bey, geldi yanlarına.
- Geçmiş olsun, Esther Hanım, aramıza hoş geldin, tedavin bitti dedi, gülümseyerek.
Eğlencenin sona ermesinin ardından odalarına çekildi konuklar. Bu geceyi karısıyla aynı odada geçireceği hiç aklına gelmemişti Kemal’in. Başka bir odaya yerleştirdiği eşyalarını toplayıp Esther’in yanına geri döndü. Sabaha kadar uyumadılar. Prenses Nora’nın hikâyesini anlattı Kemal. Esther gülerek dinledi onu.
- Yarın görmek istediğim yerler var burada. Götürür müsün beni? diye sordu Esther kocasına.
Ertesi sabah Tuna mavi akıyordu iki aşık için. Masmavi nehrin kenarındaki şirin Szentendre kasabasına, yani Esther’in doğduğu yere götürmek üzere kapıda bekliyordu şoför onları. Nasıl olsa artık emindi kocasını kaybetmeyeceğinden. Tuna kıyısındaki küçük kafede oturup geçmişte yaşadığı her şeyi anlattı Kemal’e. Anne ve Babasının mezarlarını ziyaret ettiler. Dayısı deli gibi sevindi seneler sonra birden Esther'i karşısında görünce.
Öğleden sonra Budapeşte yoluna çıktılar. Tam da Arpad Köprüsü
kavşağında durdurdu şoförü. Arabadan indiler. Hayatını karartan o kaza canlandı
gözünde. Ama artık biliyordu ki yalnız değildi. Kemal’e sarıldı, acılarını
paylaştı. Gözyaşları bir sel olmuş, yanağından süzülüyordu.
- Biliyor musun? Babam beni çok severdi ve ben hiç
kimsenin beni onun kadar seveceğine inanmazdım. Onu kaybedince bir yarım
onunla gitmişti.
Kemal sıkıca sarıldı karısına. Esther kollarının arasında bir kuş gibi titriyordu.
- Hep o anı yaşadım kâbuslarımda. Szentendre’de bıraktım
her şeyimi, anılarımı. Dayımların oturduğu evin yanında bizim de iki katlı güzel bir
evimiz vardı. Beyaz zambaklarla rengârenk çiçeklerin olduğu bahçemiz Tuna’ya
bakıyordu. Kazadan sonra Budapeşte ve Berlin’de aylarca hastanede yattım.
Hastaneden taburcu edildikten sonra eğitimimi Berlin’de tamamladım ve orada
kaldım. Szentendre’yi bir daha görmek bana acılarımı hatırlatacaktı. Bu yüzden buraya bir daha hiç dönmemek üzere kesin kararımı verdim. Geçmişime bir sünger çekecektim.
Köprünün korkuluklarına yaslanarak Tuna Nehrini seyrettiler kol kola. Esther'in gözünden akan yaşları hafifçe sildi eliyle Kemal, diğer eliyle saçlarını okşarken.
- Ne yaparsak yapalım içimizden atamıyoruz bazı
şeyleri. Kaçıp kurtulamıyoruz. Belki de yüzleşmek en iyisi. Bugün sen bunu
yaptın. Babanın, annenin bize bakıp el salladıklarını düşün. Eminim ki senin acı
çekmeni, üzülmeni istemezlerdi. Seni mutlu gördükleri zaman onlar da huzur
bulacaklar dedi, Kemal. Son kez kazanın olduğu yere dönüp baktı Esther, buruk bir şekilde gülümsedi.
- Hoşça kal baba, hoşça kal anne!
Devam edecek