KATEGORİLER

15 Şubat 2022 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 130

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm canlılığıyla devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. 14 Şubat'ın Sevgililer Günü olması sebebiyle, günün önemine binaen DeepTone/Sade ve Derin Ağaç Ev Sohbetleri'nde haftanın konusunu "aşk" tan yana seçmiş.

"Huzurlu aşk mı tercih edersiniz, yoksa gelgitli, inişli çıkışlı mı?"

İlâhi Deep, bu haftaki konu önerin bana yıllar önce tanıdığım muzip bir arkadaşımı hatırlattı. Ferdi Tayfur'un fırtına gibi estiği yıllarda milletin dilinden düşürmediği bir şarkı vardı. "Huzurum kalmadı fani dünyada, yapıştı canıma bir kara sevda" Delikanlılık çağımızda arkadaşlarla birlikte gezerken esnaf dükkanlarından, evlerin pencerelerinden acı acı gökyüzüne yükselirdi bu şarkının nağmeleri. Yine sıcak bir yaz günüydü, Ferdi Tayfur, ağlak sesiyle kulaklarımızda patlayıp "... huzurum kalmadı.." diye cıyaklamaya başlayınca arkadaşımız kendini daha fazla tutamamış, bir seyyar satıcı ağzıyla bas bas bağırmıştı ortaya. "...köfte var ciğer var." O günden sonra Ferdi Tayfur'un sesi kasetlerden sokaklara, caddelere fırlayıp "huzurum kalmadı" diye yeri göğü inlettiğinde bir gülme krizi eşliğinde hep bir ağızdan "köftemiz var, ciğerimiz var buyurun." demeye başlar olmuştuk.

Ferdi Tayfur o yanık, yürekleri parçalayan sesiyle aşkta huzur olmayacağını nasıl anlatabilirdi daha başka? Şu aşk konusuna yazılarımda defalarca değindim. Kendilerini aşkın kor ateşinde huzur bulduklarına inandıranlar sonunda sözüme geldiler. Aşk bir hastalıktır, aklınızı kullanın, kendinizi koruyun, yakalanmamaya bakın dedim mi, dedim. İlişkilerde aşk tek taraflıdır, yani taraflar birbirlerine asla aşık olmazlar, bir aşık bir de aşık olunan vardır dedim mi, dedim. O halde aşk da huzur nasıl bulabilirsiniz? İnsan hasta olunca huzurlu hisseder mi kendini hiç? Hem öyle bir hastalık ki bu aşk, hasta olduğunuzu asla kabul ettirmiyor size. İyiyim, ben iyiyim, sadece aşığım. Delilik resmen. Hiç delinin ben deliyim dediği duyulmuş mu ki?

Sonra aşk nasıl bir şey? Tercihe dayalı bir şey mi? Benimkisi az huzurlu olsun. Ya da duble huzurlu istiyorum, yanında bir de kola, zero, mümkünse soğuk ve teneke kutuda. Yok pipet, bardak gerekmez, ben doğrudan ağzımı dayayıp içmeyi tercih ederim. O tenekenin soğukluğu aşkımın ateşini söndürsün biraz.   

Şimdi aşkın gelgit olayına bir şey diyemeyeceğim. Aklıma nedense birden Silivri geldi. İnişli çıkışlı deyince bir şeyler söyleyebilirim bak. Dedim ya aşkta iki taraf var. Biri aşık kişi, bu zavallı vatandaş hep çıkar, yorulmak nedir bilmez, sırtına ne vurulsa durmaksızın çıkmaya devam eder, kan ter içinde kalsa da çıkar, gözleri görmez, kulakları duymaz, nereye çıktığını bilmese de çıkar hep. İkincisi aşık olunan kişi. Bu şanslı vatandaş ise iniştedir. Yokuş aşağı koyuvermiştir kendini. Bütün yükü çıkana yüklemiş, ıslık çala çala keyfini çıkarır inişin. İlki zirveyi bulacağım, mutlak mutluluğa ereceğim diye çabalarken inişte olan sahile vardığında çoktan unutmuştur çıkanı. Gemisine binip yeni aşklara yelken açmıştır çoktan.

Velhasıl sevgidir esas olan. Yunus Emre'nin "Sevelim sevilelim" sözünün 200 TL'lik banknotların üzerine yazılmış olması da ayrı bir ironi. 

Ha bir de değinmeden geçemeyeceğim. Eskiden oturduğumuz sitede eşimin bir WhatsApp grubu var. Herkes birbirine "Sevgililer Gününüz Kutlu Olsun" diye mesaj göndermiş! Hatta her cuma günü sabahın erken saatlerinde "Hayırlı Cumalar" diye mesaj yazmayı kaçırınca sıkıntıdan şekeri yükselen Alman Ulrike'miz de geri kalmamış bu kutlamaya. Görüyor musunuz halimi, Sevgililer Gününüzü kutlamazsam kendimi huzursuz hissedeceğim ben bak şimdi, hay Allah. Aman yarabbi hale bakın, algı tam gaz! 

14 Şubat 2022 Pazartesi

KÜÇÜK ŞEYLERİN TANRISI - ARUNDHATI ROY

Kitabın Adı: Küçük Şeylerin Tanrısı

Yazar: Arundhati ROY

Çeviren: İlknur ÖZDEMİR

Sayfa Sayısı: 362

Yayınevi: Can Yayınları 

Türü: Roman

Hemen başta söylemek isterim ki, Küçük Şeylerin Tanrısı son yıllarda okuduğum en güzel romanlardan biri oldu. Yazılması dört yıldan fazla süren ve ilk kez 1997 yılında yayımlanan eseriyle İngiltere'nin en prestijli edebiyat ödülü, Man Booker'ı, kazanan Hintli yazar, ikinci romanını, Mutlak Mutluluk Bakanlığı'nı tam yirmi yıl sonra çıkarmış. İnsan genel olarak herhangi bir kitabı okuyunca bazen kitaba bazen yazarına daha fazla yoğunlaşır. Bu kez her ikisinin arasında bocaladığımı fark ettim. Zira Arundhati Roy sıradan bir yazar değil. Asıl mesleği mimar olan Roy, dünyada ses getiren politik bir aktivist aynı zamanda. Özellikle Amerikan dış politikalarını, Hindistan'daki kast sistemini ağır bir dille eleştiren yazar, küreselleşme karşıtı görüşleriyle milliyetçi çevrelerden büyük baskı görmüş ülkesinde.

Roman 1960'lı yılların sonunda, Hindistan'ın güney eyaletlerinden birinde zengin bir ailenin kızı olan Ammu ile kast sisteminin en alt sınıfından bir işçi, Velutha arasındaki yasak aşkı konu ediyor. Genç kadının önceki evliliğinden doğan ikiz çocukları Estha ve Rahel'in gözlerinden anlatılan olaylar Hindistan'ın kültürüne ve tarihine ışık tutuyor. Eserde aynı zamanda ülkenin sosyo-kültürel durumu, inanç sistemi ve toplumun kadına bakış açısı cesur bir dille yansıtılıyor.  

Yazarın hümanist özelliği, ele alınan konuların yanında romanda en çok etkilendiğim husus şiirsel anlatım şekli ve kullanılan üslûp oldu. Kitabın başında yaşananları öğreniyoruz ama nasıl sorusunun cevabı romanın ilerleyen sayfalarında. Bu şekilde sonucu baştan bilmemize rağmen merak uyandırmasından ve sürükleyiciliğinden hiçbir şey kaybetmiyor eser. Betimlemeler ve kelime oyunları olağanüstü. Doğa ve roman kahramanlarının tasviri o kadar güzel yapılıyor ki, okuduğunuz her cümleyi gözünüzün önünde bir film şeridi gibi canlandırabiliyorsunuz. Film demişken, bu romanın filme aktarılması konusunda yapılan pek çok teklif yazar tarafından reddedilmiş. Çünkü, eserin filme çekilip tek bir kalıba oturtulması fikrine razı edememişler Arundhati Roy'u. Yazar, "her okur kendisi için gerekeni özgürce almalı kitabımdan" demiş. 

Arundhati Roy, çoğumuzun aklından geçirmediği, farklı gözlerle, farklı sözcüklerle bakıyor dünyaya. Okurken kitabın içinde kayboluyor, büyük keyif alıyor insan. Elbette trajik yanı ağır basan pek çok konuyu işliyor yazar. Aşk, istismar, şiddet, adaletsizlik, siyaset, yoksulluk gibi pek çok unsur romanın içine yerleştirilmiş. Fakat yeri geldiğinde masalsı, lirik anlatımıyla fethediyor gönülleri. Büyülü gerçekçiliği kendisi kabul etmese de yazarın tarzı bence buna oldukça yakın. 

İkizler, Rahel ve Estha film izlemek üzere ailecek gittikleri şehirde geceyi Sea Queen otelinde geçiriyorlar. Ufak kızın dayısı Chacko, Rahel yemeğini bitirdikten sonra zile basıyor.    

"... Oda servisini çağırmak için zili çaldı, yorgun bir görevli gelip tabaklarla tavuk kemiklerini topladı. Yemek kokularını da yakalamak istedi ama onlar kurtuldular ve gevşek, kahverengi otel perdelerinin arasına kaçıştılar..." S: 133

Roy, bu cümleyi unutmuyor ve yedi sayfa sonra aynı yere dönüyor. S: 140

"... Yemek kokuları, beklemekten yorulunca perdelerden ayrıldılar ve geceyi yemek kokulu denizde dans ederek geçirmek üzere Sea Queen'in pencerelerinden dışarı süzüldüler.

Saat ikiye on vardı..."

Yukarıda görüldüğü gibi yazar yemek kokusuna bile bir can, bir ruh katıyor ve eğlendirici üslûbuyla büyük keyif veriyor okura. Romanda kelime oyunu oldukça fazla. Bütün bunları  İngilizce aslından dilimize çevirmek kolay değil. Fakat çevirmen İlknur Özdemir yine de iyi iş çıkarmış, kendisini başarılı bulduğumu söylemeliyim. Hint kültürüne ait bazı sözcükler, bölgesel ağaç, yiyecek ve bitki isimleri yabancı okura sıcak gelmese de Küçük Şeylerin Tanrısı, kitapseverlere şiddetle tavsiye edeceğim bir roman. Yazarı bu kadar geç tanıdığıma üzülüyorum ancak adı, kaleme aldığı bu eseriyle, beynime kazınmış oldu şüphesiz.   

8 Şubat 2022 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 129

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm canlılığıyla devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusu yine DeepTone/Sade ve Derin den. Sevgili Deep, artık yaşamımızın bir parçası haline gelen AVM'leri masaya yatırmış bu kez. Tartışacağımız konu şöyle:

"Evinizin yakınına büyük bir AVM inşa edileceğini duydunuz. Bu hoşunuza gider mi?"

Buna benzer bir haber, eminim ki pek çok kadının hoşuna gidecektir. Zira gözlemlediğim kadarıyla kadınların çoğu saatlerce AVM gezmekten, alışveriş yapmaktan kendilerini alamaz. Bense hayatım boyunca alışveriş için saatlerini veren biri olmadım. Neye ihtiyacım varsa ona odaklanır, en fazla birkaç yerden fiyat sorduktan sonra gerekeni alır çıkarım. Ankara'da bulunduğumuz dönemde AVM'ler benim için gerçekten bir kâbustu. Eşim hemcinsleri gibi dükkânları teker teker gezer, ilgisini çeken bir ürün gördüğünde ihtiyacı olup olmadığını düşünür ve ona göre karar verip satın alırdı. Yani AVM'de herhangi bir dükkâna girdiğinde illâ bir şey alması şart değildi. Fiyatları takip eder, o sırada ihtiyacı olmayıp daha sonra kullanacağına inandığı herhangi bir ürünün fiyatını uygun bulduğu anda asla kaçırmazdı. Eşimle birlikte çıktığımız alışverişlerde, özellikle yolumuz AVM gibi kapalı mekânlara denk geldiğinde tansiyonum düşer, hava almak için kendimi hemen dışarı atardım. 

AVM deyince İKEA ilk sırayı kimselere kaptırmaz benim gözümde. Zira adı geçen firmanın geniş hacimli mağazalarında, sergiledikleri bütün ürünlerin önünden geçirtmek için müşteriyi mağaza içinde dolandırıp dururlar. Oklarla gösterilen çıkış yönüne doğru yollar git git bitmez, geriye döneyim sıkıldım deseniz, buna asla imkân yoktur. Labirentte çıkışını arayan bir fare misali döne dolaşa ilerlediğim bitmez tükenmez yollarda bayılacak dereceye geldiğimi hatırlıyorum. Bir keresinde avazım çıktığı kadar "yeteer" diye bağırmaktan zor alıkoymuştum kendimi. O gün bugündür İKEA mağazalarına bir daha adımımı atmadım.

Evimize yakın sayılacak bir yerde güzel bir pazar kurulurdu. Pandemiden birkaç yıl önce pazaryerini kapatıp biraz daha uzak bir yere taşıdılar. Yerine ne yaptılar dersiniz. Koca bir AVM, İstinye Park. Geçenlerde bir gün merak edip eşimle birlikte gittik. Aslında tanıdığımız birine hediyelik eşya da almak istiyorduk, bahaneyle burnumuzun dibindeki dev AVM'yi de ziyaret edelim demiştik. Çarşıdaki dükkânların çoğu dolmuş. Ne çok kalabalıktı ne de çok tenha, orta karar bir yoğunluk yani. Fiyatlar hayli yüksek, e kolay değil, dükkân sahipleri ödedikleri yüksek kira giderlerini bir şekilde müşteriye paylaştırmak zorunda. Aynı yerde AVM inşa etmek yerine, içinde kafelerin, sinema salonlarının, tiyatroların, parkların olduğu güzel bir açık hava çarşısı yapsalardı keşke. Bak hoşuma giderdi o zaman. Devleti yönetenler rantı yüksek bu tür yerleri sata sata bitiremediler. Halka hizmet için bir şeyler yapılabilse, dükkânlar kurayla esnafa uygun fiyatla kiralansa, esnaf da ürünlerini fahiş fiyatla satmasa daha iyi olmaz mı? Hayır, bu ülkede olmaz, o rant illâ ki paylaşılacak. Ensesi kalın biri çıkacak, birilerini araya sokup bürokratik rüşvet işlerini hallettikten sonra orayı uygun fiyatla satın alacak, şehrin en güzel, en merkezi yerine AVM'sini diktikten sonra, gelsin paralar... Aslında farkında olmadan başında tüy bitmemiş yetimin hakkını yiyoruz. 

Çağa ayak uydurmalıyız tabii, ama bir yere kadar. Kapitalist sistemin tuzağına düşmekten kaçınmalıyız aynı zamanda. Bırakalım zenginleri AVM'lerde zevk-i sefa sürsünler. Bize millet bahçeleri yeter! Çoluk çocuk çimenlerin üzerinde ailecek yuvarlanıp hayat pahalığını unutabiliriz belki. Varsın AVM müdavimleri dert etsin ekonomiyi kendilerine. 

7 Şubat 2022 Pazartesi

SON - AYŞE KULİN

 

Kitabın Adı: SON

Yazar: Ayşe KULİN

Sayfa Sayısı: 301

Yayınevi: Everest Yayınları 

Türü: Roman

Beni hayli yoran Mario Levi'nin kitabından sonra kolay okunabileceğini düşünerek özellikle seçmiştim Ayşe Kulin'in bu romanını. Mamafih yedi bölümlük serinin sonuncusu olan "Son" adlı romanı beklentimin üzerinde basit bulduğumu söylemek zorundayım. Aynı karakterlerin yer aldığı serinin daha önce yayımlanmış kitaplarını okumamak bir eksiklik hissi uyandırmıyor. Ayşe Kulin'in bu eseri hakkında yapılan olumsuz eleştirilerin pek çoğuna katılıyorum. Her şeyden önce yazım dili itibarıyla usta bir yazar tarafından kaleme alındığına inanmakta zorlandım. Bazı olumsuz eleştirilere rağmen romana ilişkin tek olumlu tarafın seçilen konu ve kurgu olduğunu düşünüyorum. Evet, kurguda bazı mantık hataları, uyumsuzluklar var lâkin üzerinde biraz mesai harcanabilse bütün bunların düzeltilmesi mümkün. Aceleye getirilmiş, edebi yönden hiçbir özelliği olmayan, artık ne yazsam gider havasına kapılmış ünlü bir yazardan üstünkörü yazılmış bir kitap...

Yakın geçmişin sosyo-ekonomik ortamı içinde fikri yapısından dolayı işini terk ederek Uzakdoğu'da çalışmaya karar veren genç bir mimar çıkıyor önce sahneye. Eşi ilk zamanlar kocasının bu kararına karşı çıkıyor. Adam Şangay'da göreve başladıktan kısa bir süre sonra Urla yakınlarındaki bir koyda yalnız başına yüzen genç kadın, bir balıkçı motorunun çarpması sonucu ilk anda kaza mı cinayet mi olduğuna karar verilemeyen bir şekilde yaşamını yitiriyor. Ölen genç kadının tesadüfen tanışıp on aylık çocuğunu kumsalda yanına bıraktığı genç kadın olayın tek görgü tanığı. Romana dahil olan bu genç kadın Uluslararası bir örgüte yaptığı iş müracaatının sonucunu bekleyen bir doktor ve onun da ilginç bir hikâyesi var. Genç mimar cenaze töreninden sonra küçük çocuğunu da yanına alıp Çin'in Şangay kentine dönmek üzere yola çıkıyor. Adamın uçakta şans eseri yanına oturan kişi eşinin ölümünden kısa süre önce tanıştığı ve olayın tek görgü tanığı olan kadın doktordan başkası değil. Genç kadın daha önce yaşadığı farklı bir olay sebebiyle birileri tarafından canına kastedilmek istendiğini düşünüyor. Bu yüzden yıllar öncesinden kendisine gönül veren ve asıl hedefin genç doktor olduğunu düşünen becerikli bir polis komiseri sayesinde yurt dışına kaçırıldığını görüyoruz. Çok geçmeden deniz kazasına ilişkin düğüm sürpriz bir şekilde çözülüyor. Kadın doktor yaşamı boyunca baskı altında tutulmasından şikâyet eden ve bundan sonra başına buyruk bir hayat sürmek isteyen bir tip. Genç kadının mimarla uçakta başlayan ilişkisi küçük çocuk sayesinde birlikte aynı evi paylaşacak dereceye kadar ilerliyor. Birkaç ay sonra eşini kazada kaybeden mimar, kendisine yakın bulduğu genç kadına aşık oluyor. Kaza nedeninin ortaya çıkmasına kadar ücret karşılığı kısa bir süre çocuğun bakımını üstlenen kadın doktorun plânı başka. Genç kadın artık kimseye bağlanmamak hususunda kesin kararlı. Bu yüzden önce kendisine ilân-ı aşk eden polis komiserine, daha sonra genç mimara kapıları kapatıp yaşamına özgür bir şekilde devam etmeyi tercih ediyor.  

Halen yaşamakta olduğumuz sosyal baskılar, ekonomik sıkıntılar, adaletsizlik gibi kavramlar romanın içine mesaj şeklinde serpiştirilmiş. Ancak yazar bunu yaparken hiç maharetli değil. Kendisiyle aynı görüşleri paylaşmış olmama karşın yazarın bu tür saptamaları romana yapmacıklıkla iliştirilmiş hissi uyandırıyor. Diğer taraftan iki yerde roman kahramanlarından birine yazarın daha önce yazdığı romanlarından birini okutturması son derece basit, kendi reklâmını yapması bakımından hayli itici geldi bana. Sanırım Orhan Pamuk da bir romanında aynı yolu izlemişti. Ayrıca yazarın "Benim Adım Kırmızı" romanındaki gibi olayları ayrı bölümler halinde karakterlerin ağzından anlatmış olması Orhan Pamuk'un etkisi altında kaldığı izlenimini doğuruyor. 

Kitap baştan sona kadar betimlemelerden ve duygulardan yoksun bir şekilde ilerliyor. Adeta resimsiz bir cep fotoromanı okuyorsunuz. Romanın kahramanlarından Hakan'ın eşini kaybetmesinden birkaç gün sonra on aylık çocuğunu yanına alıp Çin'e seyahat etmekte iken tanıştığı genç kadınla uçakta yaptığı sohbet insanı dumura uğratacak cinsten. Eşinin cenazesinden değil de, adam sanki bir yakının düğününden dönüyor, üstelik tesadüf eseri karşılaştığı bir kadına aşık olacak kadar ileri götürüyor işi. Ya kadına ne demeli, uçakta tanıştığı ve sadece bir kez görüştüğü adamın evinde kalmaya başlıyor çocuğu Ada'yı bahane ederek. Evet işler bu şekilde cereyan edebilir belki ama konu yeterince işlenmemiş, ham kalmış. Kolay okunan bir kitap, hatta merak da uyandırmıyor değil. Bununla birlikte Ayşe Kulin'e yakıştıramadığım yüzeysel bir dile sahip. Buna rağmen şaşırtıcı bir şekilde yüzbinlerce baskı yapılmış. Halkımız düşünmeye hacet bırakmayan, bir şey öğrenmeden, sadece vakit geçirmek için okuyabileceği, popüler kültüre uygun, hap gibi kitaplardan çok hoşlanıyor belli ki. Eğer okunacak başka kitabınız kalmadıysa size de şiddetle tavsiye ederim!       

1 Şubat 2022 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 128

Sevgili 
DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm canlılığıyla devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusu da Sevgili DeepTone/Sade ve Derin den. Soru kısa ve öz. İşte tartışmamız istenen haftanın konusu:

"Geçmişi öğrenmek, şimdi yaşayan bizler için önemli midir?"

Soruyu okur okumaz başka bir soru canlanıyor zihnimde. Hangi "geçmiş"? Öyle ya hangi geçmişimiz gerçeği yansıtıyor. İnsan türünün ortaya çıkışına dair ana tartışma konularından biri, belki de ilk akla geleni, geçmişimizle ilgili. Ben ve benim gibi düşünenler diyoruz ki, atalarımız "maymun" türünden evrimleşerek gelmişler bugüne. Toplumun önemli bir kısmı ise bu bilimsel gerçeği kendilerine hakaret kabul ederek inançları gereği bedenlerinin kuru çamurdan şekillendirildiğini iddia etmekte. Hangisi "gerçek"? En temel konularda geçmişin gerçekliğinin izini sürüyoruz. Bu yüzden tarih adı altında bize öğretilenler, geçmişe ait bilgilerin gerçekliği, ezelden beri tartışılagelmiş. Geçmişi öğrenirken gerçeği öğrenemiyoruz. Her toplumun, her inancın, geçmişe dair birbirinden farklı bir duruşu var. Siyaset kurumu, geçmişte yaşadığımız olayları ve milli tarihimizi belirleyen tek kaynak. 

Gerçek tarihin izini sürebildiğimiz takdirde, ki bu bana göre sadece bireysel bir iş, neyin nasıl olduğunu öğrenir, geçmişten ders alma imkânına kavuşabiliriz. Bilimsel tarihi bundan ayrı tutuyorum. Zaman zaman aklıma şu soru düşer; dünyanın başına büyük bir felâket gelse ve bütün bilgi birikimi yok olsa acaba ne kadar süre içinde bugün sahip olduğumuz teknolojiye ulaşabiliriz? Elbette böyle bir şey mümkün değil. Bilgiler birbirine eklenerek, gelişerek, yanlışları elenerek nesiller boyunca aktarılmakta. Özellikle bilgisayarın keşfiyle birlikte bilgilerin işlenmesi ve korunması çok daha basit hale geldiği için bilimde gerçek olmayan geçmişten bahsetmek yersiz.

Geçmişin ne önemi var? Yaşadığımız dünyanın bizlere dayattığı bir kavram belki bu. "Tarihini bilmeyen bir millet yok olmaya mahkumdur." Evet, bu söz Mustafa Kemal Atatürk'ün. Tarihe baktığımızda Osmanlı İmparatorluğu'nun nasıl çöktüğünü, yeni Türkiye Cumhuriyeti'nin bir yıldız gibi nasıl parladığını görürüz. Atatürk, otoriter devlet ve ümmet anlayışını terk edip demokratik, lâik bir devlet kurmaya çalışırken dönemin şartları gereği halkın ulus bilincini harekete geçirmek istemiş olabilir bu ve buna benzer sözleriyle. Fakat bugün işlerin tam aksi istikamette seyrettiğini görüyoruz. Yani tarihten ders alan yok ne yazık ki. Çünkü tarih, yöneticilerin elinde istendiği gibi eğilip bükülebilen bir şey. Geçmiş döneme ait gerçeklere ulaşmak büyük çaba gerektirir. Bununla birlikte vatandaşın sorgulama gücü, akıl sahibi olması da lâzım. Dünya genelinde bu konularda alt sıralarda yer alıyoruz. Beceriksiz ve sadece kendi çıkarlarını düşünen yöneticiler toplumun geçmişten ders almasını, sorgulamasını, düşünmesini engellemek amacıyla halkı oyalamakla meşgul.  Atatürk "Türk  Milleti çalışkandır, Türk Milleti zekidir." derken amacı savaştan perişan hale gelen halkına sadece moral aşılamaktı. Oysa diğer milletlerden ne üstünlüğümüz, ne de aşağı kalan özelliğimiz var. Geçmişe önem atfetmek istiyorsak sadece milli tarihimizden, okullarda okutulan kitaplardan, gazete ve dergilerden değil, diğer ülkelerin kaynaklarından da yararlanmalı ve okuduklarımızı kendi akıl süzgecimizden geçirmek durumundayız. Aksi halde gözlerimizin önüne sürülen tarih sadece gururumuzu okşayacak, yanlış olmasa bile en azından eksik kalacaktır.    

Evet, önemli olan, geçmişi doğru bir şekilde öğrenmek. Bu sayede hatalarımızı görebilir, kendimizi geleceğe hazırlayabiliriz. Atatürk'ün hayatıyla ilgili hafızama kazınan ilk şey nedir diye soracak olursanız, çocukken dayısının evinde eline aldığı değnekle tarlada kargaları kovalaması derim. Buradan hareketle tarihten ders almaya çalışalım. Ne yapmamız gerektiğini biliyoruz. Yurdumuzu her türlü dertten, belâdan, terörden, Fetö Hoca Efendiden,  pahalılıktan, dış güçlerden kurtarmak istiyorsak eğer, çocukluğunda, dayısının tarlasında, elindeki değnekle karga kovalayan yöneticileri ülkemizin başına getirmek zorundayız.

31 Ocak 2022 Pazartesi

İSTANBUL BİR MASALDI - MARIO LEVİ

Kitabın Adı: İSTANBUL BİR MASALDI

Yazar: Mario LEVİ

Sayfa Sayısı: 741

Yayınevi: Remzi Kitabevi 

Türü: Roman

"İstanbul Bir Masaldı" yazarın okuduğum ilk kitabı. Uzun bir süredir elime yapışan bu roman sevgili DeepTone'un tabiriyle tam da "tuğla" gibi. Yazar Levi, aile kökeni Sefarad Yahudilerine dayanan, İstanbul aşığı bir insan. Romanın konusu da Yahudi bir ailenin 1920-1980 yılları arasındaki yaşamından bahsediyor zaten. Hem geldikleri yere hem de yaşam mücadelesi verdikleri bu vatana her daim kendilerini yabancı hissetmiş insanlar, alt kimlikleri ne olursa olsun bu toprakların birer rengi, kültür mozaiğimizin birer parçası olarak gördüğüm azınlıklar oldum olası ilgimi çekmiştir. İşte tam da bu yüzden büyük bir heyecanla başladığım ancak beni fazlasıyla yoran bu romanı okuma serüvenim sona erdiğinden dolayı kendimi son derece mutlu hissediyorum.

Kitabın yorucu olduğunu söyleyen sadece ben değilim elbette. Birçok kişi romanı tamamlayamadan teslim bayrağını çekmiş öğrendiğim kadarıyla. Bunun nedeni yazarın kullandığı yer yer ağırlaşan bir dil, uzun cümle ve paragrafların yanı sıra karakter sayısının çok fazla olması. Romanın bir anlatıcısı var. Muhtemelen aileden biri... Sayfalar ilerledikçe anlatıcının kim olduğunu keşfetme çabalarım boşa çıktı. Öyle bir anlatıcı ki, bütün karakterlerle ilişkisi var ve onların adeta içlerine girip duygu ve düşüncelerini, hayallerini okuyor. Şimdi size aşağıda tadımlık bir bölüm vereyim, ne anlatmak istediğim çıksın ortaya.

"O gecenin o kadar 'özel', 'sıcak' ve 'dışa kapalı' yaşanmasında, hayatımın, çok büyük bir olasılıkla da hayatımızın en unutulmaz gecelerinden biri olarak bir yerlere kazınmasında, o anlara, birbirimizden ayrı kaldığımız o iki yıl içinde, gizliden gizliye, biraz da ayırdına varmaksızın hazırlanmamızın büyük bir etkisi vardı hiç kuşku yok ki. Bir geceye, gerçek anlamda yaşayabileceğinize, paylaşabileceğinize, doğurabileceğinize inandığınız bir geceye, bir yerlerde biraz da sizin için durduğunu, ayakta kalmaya çalıştığını bildiğiniz iki insanla uzaktan uzağa da olsa hazırlanmak...Sınırları her zaman zorlanamayacak, ölümle ilintili bir duyguyu gizliyordu sanki bu bekleyiş. Bekleyiş sanki bir kez daha kendi bekleyişinizdi. Bekleyiş bir kez daha, isteseniz de, istemeseniz de karşı karşıya kaldığınız dünyanın sizden esirgediklerinin, hiç kimseye anlatamadığınız kâbuslarınızın, ya da o kâbuslardaki sessiz, içinizde kalan çığlığınızın izlerini taşıyordu. O bekleyiş, o gecelerde, o yatakta, o uykuyu arayışınızdı, o güneşten, o sabahlarda kaçmak isteyişinizdi. Bir hikâyede yitirdiğiniz bir insanı yeniden arayışınız, aramayı göze alışınız demekti biraz da...." (S.437)

Roman boyunca o kadar çok zamir kullanmış ki, okurken insanın başı dönüyor. Yukarıda alıntıladığım uzun bir paragrafın küçük bir bölümü sadece. Bazı cümlelerin sonuna gelinceye kadar başını unutuyorsunuz. Bir sürü karakter, bir sürü olay birbirinin içine geçmiş. Kısacası okunması zor bir roman. Bazı bölümlerde konuya daha kolay girilebiliyor fakat genellikle pek çok yeri, aklınızda bir şey kalmamacasına okuyup geçmek durumunda kalıyor ve akıştan kopuyorsunuz. Öyle ki üç dört sayfa sonra yorulup bıraktığım günler oldu. Kitabı elime aldığımda en çok kırk sayfa ilerleyebildim. 

Diğer taraftan cümle yapıları son derece güçlü. Edebi niteliği yüksek bir kitap. Nitekim roman 1999 yılında Yunus Nadi Roman Ödülünü kazanmış. Muhtelif yayınevleri tarafından basılan kitap bazı baskılarında 920 sayfayı bulmakta. Belki hakkı da en az o kadar olmalı. Zira sayfalar boyunca, paragraf arası bile vermeksizin sıkış tepiş satırların içinde boğuluyorsunuz. 

Mario Levi hakkında biraz bilgi sahibi oldum bu arada. Bazıları yazarı ve kitaplarını tanımak için "İstanbul Bir Masaldı" romanından başlamak gerektiğini söylüyor. Yazar ve romanla ilgili yazılıp çizilenler hakkında kitabı bitirdikten sonra epey bir araştırma imkânı buldum. Yazar, TRT 2 de "Muhayyelat" adında üç bölümlük bir program yapmış. İstanbul'u anlattığı belgeselin üç bölümünü de Youtube'dan severek izledim. Şiir Akademisi websitesinde Denizcan Karapınar'ın yazarla yaptığı "ŞU" söyleşi romana ilişkin güzel ipuçları veriyor. Ayrıca, ismini burada zikredemeyeceğim Rize'deki bir üniversitede, Neşat SAMAT tarafından hazırlanan "Mario Levi'nin Roman ve Hikayeleri Üzerine Bir İnceleme" adını taşıyan yüksek lisans tezinde "İstanbul Bir Masaldı romanında aile, Jülyet'lerin evinde, Madam Estreya'nın cenaze töreni sonrasında geleneksel yemekte bir araya gelir." cümlesiyle başlayan olay örgüsü detaylı bir şekilde anlatılmakta. Bunu okuyunca pek çok karakter ve olayın hafızamda yer etmediğini fark ettim. Söz konusu makaleden önceden haberim olsaydı benim için güzel bir rehber olabilirdi aslında. İlgilenen bu güzel çalışmayı "ŞURADA" bulabilir. 

Bütün zorluğuna rağmen okumaktan pişmanlık duymadığım bir roman oldu "İstanbul Bir Masaldı". Öyle ki, bazen yeni baştan okusam mı dediğim olmuyor değil. Fakat yine de, en azından uzun bir süre, göze alamam bunu. Yazar romanı altı yedi yılda yazmış. Belki basit bir anlatımla daha anlaşılır hale getirilebilir ve böylelikle sayfa sayısı bu kadar şişirilmeyebilirdi. Ancak aynı tadı verir miydi, bilemem. Romanın içine tam olarak giremememin sebebi yazarın üslûbundan ziyade kendi yetersizliğimden olabilir belki de. Zira kullandığı cümleler beni zorlasa da dile hakimiyeti ve anlatma kabiliyetine şapka çıkartıyorum. Tavsiye eder miyim? Kendine güvenen okusun tabii.     

25 Ocak 2022 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 127

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm canlılığıyla sürüyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Soğukların kendini iyice hissettirdiği bu günlerde haftanın konusu "kar". Konuyu öneren Sevgili DeepTone/Sade ve Derin her zaman olduğu gibi eğlenceli bir üslûp kullanmış yazısında. İşte haftanın soruları:

"Kar ile ilgili anılarınız var mı? Veya ilginç anılarınız? Ya da ilk kar anınız?"

Olmaz mı? Lâkin üniversiteye başladığım yıla kadar kar görmedim desem yeridir. Çocukluğumu yaşadığım şehrin soğuk kış günlerinde bazen seyrek kar taneleri kelebek misali havada uçuşmaya başladığında biz de onlarla birlikte sevinçten havaya uçar, mahalleliyle hep bir ağızdan "kar yağıyooo." diyerek bağrışırdık. Gel gelelim o beyaz sevimli taneler yere değer değmez ardında hafif bir ıslaklık bırakıp kaybolur, böylelikle bizim kar topu oynama, kardan adam yapma hayallerimiz suya düşerdi. 

Ankara'ya ilk gelişimden bir iki hafta sonra karla tanıştım. Yerde otuz santim kar birikmişti. Her taraf bembeyaz örtüyle kaplanmış, üniversite kampusundaki çam ağaçları birer gelin gibi bezenmişti. Manzara muhteşemdi. Kaldırımda yürürken ayağımdaki botların altında ezilen kardan çıkan gacır gucur seslere bayılıyordum. Ne yazık ki bu keyifli anlar fazla uzun sürmemişti. Ertesi gün karlar erimeye başlayınca caddeler çamur deryasına dönüyor, kaldırımlar tamamen buzla kaplanıyordu. Ömrü boyunca kar görmeyenler için kar üstünde yürümek hiç kolay değil. Onlardan biri olarak ben buz üzerinde artistik hareketlerle düşüp kalkarken yanımda istiflerini bozmadan yürüyen insanların sakin bir şekilde yollarına devam etmelerine oldum olası anlam veremezdim. Zamanla işin inceliklerini kaptım tabii. Hangi ayakkabıyı giymeli, nerelere basmalı, heyecan yapmadan nasıl yürünmeli teker teker öğrendim.

Meslek hayatıma başladıktan sonra ne karakışlar, ne karlar gördüm, hepsi teker teker gözlerimin önünde beliriyor. Karda yürümekle işlerin bitmediğini anladım zamanla. Karda, buz üstünde araba kullanmak çok daha büyük çaba, beceri gerektiriyor. Karakışın hüküm sürdüğü Karakaya'da, Düzce-Akçakoca, Kayseri-Ankara yollarında az sınav vermedim. Bazı bölgelerde heyelân tehlikesi ve yoğun sis nedeniyle tehlike katmerleşiyordu. Bir gece arkadaşlarla eğlenmek için Karakaya Baraj şantiyesindeki lojmanımızdan yola çıkıp İtalyan kampına gitmeye karar verdik. Yollar buz tutmuştu, arazide en azından elli-altmış santim kalınlığında kar vardı. Sisten burnumuzun ucunu göremiyorduk. O gün arabayı arkadaşım kullanıyordu. Ben arabadan inip geri geri gidiyor, ona "gel, gel" diye seslenip yol göstermeye çalışıyordum. Bir ara sis hafifler gibi oldu, durduğum yeri farkına varır varmaz gözlerim fal taşı gibi açıldı. Bulunduğum yerden birkaç adım ilerisi uçurumdu. Ne yapacağımı bilemedim. Biraz daha gel desem ben önde araba arkada metrelerce aşağı uçabilirdik. Sırtımdan aşağı soğuk terlerin boşaldığını hatırlıyorum. 

Arabayla sis içinde ilerlerken defalarca yolun dışına çıkmışımdır. Zamanla sisli ve buzlu yollarda araba kullanmaya alıştım. Hatta bu konuda uzmanlaştım diyebilirim. Unutamadığım Kayseri-Ankara yolculuğum var bir de. Şantiyeden tek başıma Ankara'daki evimize dönüyordum. Yollar berbat, tipi nedeniyle kapandı kapanacak... Altımdaki Renault Station arabayı kaydırmadan rampa aşağı inmek ayrı, kaymadan rampa yukarı tırmanmak ayrı dert. Yüzlerce araç kayıp sağa sola yatmış durumda. Bir benzin istasyonunda durup yolun açılmasını beklemek geçiyor aklımdan ama şeytan dürtüyor devam et bir şey olmaz diye. Yokuş aşağı bir kamyon ağır ağır üzerime doğru kayıyor, yanından kıl payı sıyrılmayı başarıyorum. Gençlik işte, kanın delicesine kaynadığı çağlar. Bir yandan yolda kalırım korkusu, diğer yandan macera tutkusu. İyi ki zamanında fullemişim depoyu diyerek teselli ediyorum kendimi, bu depo beni Ankara'ya kadar götürür. Bir sürü özel araç, kamyon, tır yol boyunca dizilmişler. Bildiğim tek şey eğer durursam, daha arabayı kaldırmamın imkânı yok. İkinci vitese takıp sabit hızla, hiç istifimi bozmadan, hedefime varacağıma dair kör bir inancın peşine takılıp ilerliyorum. Zaman zaman önümdeki araç hızımı kesiyor, onu sollamazsam oracıkta kalacağımı biliyorum. Gözümü karartıp solluyor, karşı taraftan gelenlerin arasından güç belâ sıyrılıyorum. O günü unutamam gerçekten. Ve bu mücadelenin sonunda, muhtemelen o saatlerde Ankara'ya ulaşan tek araç olarak ipi göğüslüyorum. Yol biraz rahatlıyor, bir akaryakıt istasyonunda mola veriyorum. Silecekler donmuş, arabanın altı yere kadar karla kaplanıp buz tutmuş. Lastiklerle çamurluk arasında en çok bir santim mesafe kalmış. Buz tutan çamurluğa değdikçe çıkan sinir bozucu tekerlek seslerini yol boyunca dinlemişim. O gün şanslıydım şanslı olmasına ama yine de kendimle gurur duyduğum, macera yüklü nadir günlerden birini yaşamıştım. 

Genç bir şantiye şefiyken çalıştığım Kdz. Ereğli o yıl, en soğuk kışlarından birini yaşıyordu. Şantiye şehir merkezine yirmi km mesafede. Kar, Subaşı beldesinde yolu kapatmış, şantiye ile bütün irtibatımız kesilmişti. Tabii o zamanlar henüz cep telefonu neyin yok. Sabit telefon karlı havalarda zaten çalışmıyor. Tabii siz bilmezsiniz o günleri, göz alabildiğince uzanan tüp kuyruklarını! Şimdi keyfiniz gıcır hepinizin. Neden sonra şantiyeden haber alabildik. İş makineleriyle yolu açıp şantiyede kalanlara ekmek gönderebildik. O kış Kdz. Ereğli'de en az bir ay yerden buz kalkmamıştı. Ama buz da buzluktan çıkmıştı hani. Evet, görünüşte resmen buz, sadece çamurdan rengi değişmiş biraz. Fakat ilginç bir şekilde arabanın lastikleri o buzun üzerinde kaymıyordu işte!. Buz dejenere olmuştu! 

Karı ve denizi uzaktan izlemesini daha çok severim. Çileli bir iş, soğukta yollarda kalmak, tehlikeli de aynı zamanda. İlk kar yağdığında tadını çıkarmak gerek, eriyip her taraf çamur olduktan sonra eğer işiniz yoksa evden dışarı çıkmamak lâzım, desem yine olmayacak. Bu sefer mecburen doğalgaz yakacaksınız ısınmak için. Ancak fazla ısınmak da yakıyor insanı, faturalar malumunuz. Öyle ya da böyle, bu kışı geçirelim gerisi kolay.