Edebiyat ve sinema birbirinden beslenen iki farklı sanat dalı. Geçmişten bugüne, söz konusu sanat dalları arasındaki geçiş yönü genellikle edebiyattan sinemaya doğru olmuştur. Türk ve Dünya Edebiyatından birçok ünlü eserin beyaz perdeye aktarıldığını biliyoruz. Bu yolu izleyen yönetmenlerin bir kısmı, ilham aldıkları edebi esere mümkün mertebe sadık kalmayı, bazıları ise bunun yerine, kendilerine daha özgür bir yol çizmeyi tercih etmişler. Diğer taraftan günümüzde sanat çevrelerinde sıkça tartışılan özgünlük ve temellük konusu üzerinde bir uzlaşmanın henüz sağlanamadığı bir gerçek. Romandan uyarlama filmlerin, romandaki tadı vermediği yönünde genel bir kanaat hakim olmasına karşın bu görüşün aksine, nadir de olsa, Doktor Jivago örneğinde olduğu bazı başarılı filmler de var.
Bilindiği üzere yazmak; okuduğunu, duyduğunu, gördüğünü kelimelerle ifade edebilmek, üstelik bu eylemin kolay ve doğru anlaşılabilmesi için dilbilgisi ve imlâ kurallarına uymak, anlatmak isteneni okurun hayalinde tüm detayıyla canlandırabilmek, yan bilgilerle okuru zenginleştirmek, kelime oyunlarıyla ve sanatsal öğeleri kullanarak kendine özgü bir üslûp yaratabilmek, okuru sıkmadan ona heyecanlı, keyifli anlar yaşatabilmek kolay işler değil. Tek bir film enstantanesindeki görüntüyü, konuşmaları ve sesleri, hissedilen duyguları aslına o sahnede görüldüğü şekilde değerlendirip yazıya dökmek de öyle. Edebiyat ve sinema sanatları arasındaki akış yönünün tam aksi istikamete, yani sinemadan edebiyata doğru çevrilmesinden söz ediyorum.
Dünya genelinde bazı filmlerin romanlaştırıldığını görüyoruz ama Türk edebiyatında nedense bu tarz bir çalışmanın izine pek rastlanmıyor. Bir filmi ya da bir film senaryosunu romana dönüştürmek ile edebi bir eseri senaryolaştırıp filme çekmek arasında bence hiçbir fark yok. Uyarlama neticesinde ortaya çıkan yeni eserler, kendi kuralları içinde değerlendirildiğinde, her iki durumda onların da özgün bir nitelik kazandıklarına şahit oluyoruz. Sanat türleri arasında bir nevi yer değiştirme olarak değerlendirilen Novelization (Romanlaştırma) işini sadece "uyarlama" sözcüğüne hapsetmek, onu basite alıp küçümsemek bence haksızlık olur. Nitekim modern edebiyat konularında uzmanlaşmış İngiliz edebiyat profesörü Julie Sanders, "Adaptation and Appropriation - Uyarlama ve Temellük" isimli eserinde uyarlamayı basit bir yer değiştirme olarak değil, bir türü başka bir türe dönüştürme, kendini yenileme eylemi olarak tanımlamıştır. Sanders, çalışmasında kendini yenileme eylemi sırasında yalnızca kopyalama işleminin yapılmadığını, özgünlüğün de işin içine dahil edildiğini vurgulayarak ele aldığı örnekleri uyarlama kavramı üzerinden tartışmıştır. Kanadalı yazar ve eleştirmen Linda Hutcheon ise, uyarlamayı "yaratıcı yorumlama süreci" ya da "yorumlayıcı yaratım" olarak niteler.
Bir film ve bir roman düşünün; her ikisinin konuları, olayları ve olayların geçtiği zamanları, mekan ve karakterleri birbirinin aynı olsun. Filmi izlerken hepimiz perdede ya da ekranda beliren aynı şeyleri görür, aynı sesleri işitiriz. Görüp işittiklerimiz belli ölçüde düşünmemizi, acaba şimdi ya da bundan sonra ne olacak diye merak etmemizi sağlarken hayal dünyamızı fazla harekete geçirmez. Sözgelimi bir film sahnesinde yaşlı adamın biri kapıyı çalıyor. Adamın yüz ifadesini, hareketlerini, saçının kelini ya da kelini saklamak için başına geçirdiği şapkanın şeklini, kılığını, kıyafetini, elinde baston ya da şemsiye taşıyıp taşımadığını, teninin rengini, çaldığı kapının ahşap mı metal mi olduğunu, kapının küçüklüğünü ya da büyüklüğünü, rengini ve boyalarının dökülüp dökülmediğini, kapının tokmağına mı vurduğunu yoksa zilini mi çaldığını, çıkan sesin alçak mı yüksek mi olduğunu, çıkan sesin neye benzediğini ve burada bahsedemediğim bunlara benzer yüzlerce detayı birkaç saniye içinde algılarız. Aynı sahneyi romanda ne kadar tasvir edebiliriz, birkaç saniyelik görüntüyü yansıtmak kaç sayfamızı alır? Yaşlı adamın nefesini, rüzgârın hışırtısını, çaldığı kapının tokmak sesini okurun zihnine tam olarak aktarmak hangi ölçüde mümkün? İşte roman yazmanın sihri burada başlıyor. Olayı anlatırken öyle yazmalısın ki okur, film sahnesinde gördüğü o adamı, kapıyı ve sesleri hayal edip gerçeğe en yakın şekliyle gözünde canlandırabilsin.
Romanlaştırma konusunda detaylı çalışmaları bulunan Randall D. Larson, "Films into Books" adlı eserinde üç çeşit romanlaştırma yönteminden söz eder. Bunlardan ilki daha önce roman olarak yayımlanan eserin sinemaya ya da dizi filme, oradan da yeniden romana uyarlanması şeklindedir. Film senaryosundaki diyalogların üzerinde herhangi bir değişiklik yapılmaksızın olduğu gibi alınıp düz metin haline getirilmesini ikinci yöntem olarak sınıflandıran Larson, üçüncü yönteme film ve dizi senaryolarının karakter, mekân ya da konseptini temel alan özgün romanları dahil eder. Bu romanlaştırma türünde yazar, senaryoyu olduğu gibi romana aktarmak yerine film ya da dizi senaryosundaki temel öğeleri dikkate alır ve buna senaryodaki karakterleri ekleyerek yeni bir kurgu oluşturur. Larson, sinema romanlarının senaryo yazarları tarafından değil, genellikle başka yazarlar tarafından kaleme alındıkları için romanlaştırılmış kitapları, yaratıcılık barındıran özgün eserler olarak değerlendirmiştir.
Son Dans adıyla daha önce blogumda yayımladığım roman, benim romanlaştırma türünde yaptığım ilk denemeydi. Örneklerinden farklı olarak senaryodan değil, filmin kendisinden yola çıktım. Yazım sürecim boyunca filmde yer almayan yeni karakterler, yeni olaylar, yeni mekanlar eklemek, bazılarını da çıkarmak suretiyle romanın seyrinde epey değişiklik yapmıştım. Aradan epey zaman geçti, not almadığımdan uyarlamasını yaptığım filmin adını dahi unuttum. Yanlış hatırlamıyorsam filmin yapımcısı Meksikalı ya da Güney Amerika ülkelerinden birindendi.
Son yıllarda gişe yapması düşünülen bazı yüksek bütçeli filmlerin çekimine başlamadan evvel senaryolarının romanlaştırıldığını görüyoruz. Tanınmış yazarlara sipariş edilen bu tür romanların geniş kitlelere ulaşması, sonradan vizyona girecek aynı adı taşıyacak filmin izleyicisini arttırır. Bu durumda film şirketleri senaristin yanı sıra romanlaştırma işini yapan yazara da telif ücreti öderler. Bazen Yıldız Savaşları filmini romanlaştıran Amerikalı yazar Alan Dean Foster örneğinde olduğu gibi telif ücreti ödenip ödenmeyeceği ya da kime ve ne kadar ödeneceği gibi konular tartışma yaratırken, roman yazarı, film yapımcısı, yönetmen ve senaryo yazarı birbirine girip mahkemelik olurlar.
İzmir Ekonomi Üniversitesi Arş. Gör. Özge Altıntaş, ASOBİD'in (Amasya Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi) Nisan 2020 tarihli çeviribilim özel sayısına yazdığı makalede Türk edebiyat tarihinde çeviri eylemi olarak romanlaştırılan ilk eserin 1944 yılında Canavar Frankenstein adıyla yayımlandığından bahsetmektedir. Frankenstein dışında ülkemizde romanlaştırma konusunda yapılan herhangi bir çalışmaya pek rastlamadım.
Eğer, sabırla yazımı buraya kadar okumayı başarabildiyseniz size bir haberim var. Yeni bir romana başlıyorum. Haftada bir yayımlamayı plânladığım çalışmam, yine bir novelization, romanlaştırma türünde. Bu kez güzel bir Yunan filmiyle çıkıyorum yola. Bundan tam yüz yıl önce Ege adalarında, Anadolu'da, Balkanlar'da ve Rusya'nın Karadeniz kıyılarında yaşayan kadınların trajedisi romanımın ana temasını oluşturuyor. Birinci Dünya Savaşından sonraki yıllarda çalışan nüfusun azalması, yaşanan açlık, kıtlık ve insanların zor kullanılarak yerlerinden edilmesi, okyanusun öte yanında, fırsatlar ve özgürlükler ülkesi olarak yıldızı parlayan Yeni Dünya'ya büyük bir göç başlattı. Önce erkekler şansını denedi. Örneğin Harput'tan yaklaşık 70.000 Türk'ün bu kervana katıldığı söyleniyor. Dilini, kültürünü, örfünü ve adetini bilmediği yabancı topraklarda bu insanlardan pek azı yalnızlığa tahammül edip gurbet ellere uyum sağlayabilmiş. Önemli bir kısmı Kurtuluş Savaşına katılmak üzere geri dönerken bazıları ise orada kalıp milli mücadeleye parasal yönden destek vermiş. 1920'li yılların başında geçim sıkıntısı çeken anneler, evlenme çağına gelen kızlarını, kendilerini kurtarıp birer koca edinmeleri ve biraz da ailelerine destek olmaları için Amerika'ya göndermeye başlıyor. Dini ve kültürel nedenlerin yanı sıra savaşta ibrenin lehimize dönmesi, Atatürk'ün önderliğinde ülke koşullarının düzeleceğine dair yeni umutların belirmesinden dolayı bu talihsiz kızların arasında Türkler yok. Vekalet nikâhı, posta yoluyla sipariş edilen genç kızlar, zorlu bir deniz yolculuğu, gemide dönen entrikalar, kurulan dostluklar ve orada doğan bir aşk hikayesi romanın temel konuları. "Çalıntı Öpücükler" Stamatis Spanoudakis'in muhteşem müzikleriyle pek yakında...