KATEGORİLER

22 Mart 2023 Çarşamba

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 187

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusu sevgili Sade ve Derin / DeepTone'dan.

"Gittikçe daha çok sayıda insan ana ulaşım aracı olarak özel arabalarını görüyorlar. Özel araba merakı zam, kriz dinlemiyor. Özel arabalara fazla güvenmenin sakıncası olabilir mi? Sakınca varsa çözümü olabilir mi?"

İnsanların özel arabalarını ana ulaşım aracı olarak görmelerinin nedenini sadece bir tercih olarak görmüyorum. Bir yandan trafik keşmekeşine katlanırken diğer yandan park yeri aramakla ömrünü tüketen araba meraklısı küçük bir grup dışında ülkemizde araba kullanmak çoğu zaman bir zorunluluk olarak karşımıza çıkmaktadır. Elbette bu zamanda normal bir çalışan için araba sahibi olmak, hadi aracı bir şekilde aldı diyelim yakıtını ve diğer masraflarını karşılayabilmek neredeyse imkânsız hale gelmiştir. Bu, insanlar arasında adaletsiz bir durum yaratsa da daha fazla aracın trafiğe çıkmasına bir engel oluşturmaktadır. Avrupa ve Amerika'da gerek araba fiyatı, vergiler, yakıt giderleri halkın gelir seviyesine göre gayet makul olup isteyen hemen herkes araba sahibi olabilir. 

AB ülkelerinde ortalama her bin kişiye 560, ABD'de 797, ülkemizde her bin kişiye 160 otomobil düşüyormuş! Bu sayı 2002 yılında her bin kişi için sadece 69 imiş. Yani demem o ki, Allah muhafaza eğer araç sahibi olma gücümüz AB ülkeleri ya da ABD kadar olsaymış memleketin trafik sorununu hayal dahi edemiyorum.  

Medeniyet, gelişmişlik böyle bir şey işte. Adamlarda toplu taşıma sistemleri gelişmiş, nüfus bazında araç sayıları bizden dört beş kat fazla olmasına rağmen trafikte büyük sıkıntı yaşanmıyor. Yani orada insanlar özel araçlarını gerektiği yerde, gerektiği zaman kullanıyorlar. Cumhurbaşkanları bizimki gibi seksen araçlık konvoylarıyla trafiği aksatmıyor, yakıt israfı yapmıyor, çevreyi kirletmiyor.  Ne demiş Temmuz 2022'de pek muhterem cumhurbaşkanımız; memlekette araç sayısı yirmi yılda üç katına çıktı, "bir de ekonomik sıkıntıdan bahsediyorsunuz, yüzünüze dizinize dursun." 

Özel arabam var ama mümkün olduğunca kullanmamayı tercih ediyorum. Bunun birinci nedeni park sorunu. Gittiğiniz yerlerde araç park yeri bulamıyorsunuz genelde. Bulsanız da on dakikalık iş için verdiğin paraya acıyorsunuz. İkinci neden yakıt, bakım, sigorta, trafik cezaları, vergi masrafları. Eskiden o kadar koymazdı ama şimdi gelirin önemli bir kısmını aracınıza ayırmak zorundasınız. Ha çocuk büyütüyorsunuz, ha arabanız var, üç aşağı beş yukarı aynı masraf. 

Eğer işimi metro ve diğer toplu ulaşım araçlarını kullanarak görebiliyorsam ne âlâ. Sözgelimi oturduğumuz yere yakın tramvay hattı o kadar çok işimize yarıyor ki. Ancak bir yerden bir yere eşya taşımak zorunda kaldığımızda, ki bu son zamanlarda hayli fazla oluyor, o zaman özel aracımızı kullanıyoruz. Bazen iş yerleri ile ev arasında toplu taşıma hatları mevcut değil, işyerlerinin de servisleri olmayabiliyor, o zaman mecburen özel araçlarını kullanmak zorunda kalıyor insanlar. Bir de küçük çocukları olup onları ana okuluna, kreşe bırakmak zorunda kalanlar var tabii. 

İşin doğrusunu söylemek gerekirse hava kirliliği pek aklımıza gelmiyor. Özel araç kullanımını asgari düzeye indirmenin yollarını aramalıyız elbette. Bu hususta devletin raylı sistemlere, deniz taşımacılığına ve bunların alt yapısına önem vermesi gerekir.  Bir sonraki aşamada toplu taşıma ucuzlatılarak cazip hale getirilmelidir. Hatta şehir içi toplu taşıma ücretsiz bile olsa ülkeye maliyeti daha az olabilir. Başta Lüksemburg olmak üzere Avrupa'nın pek çok ülkesi trafik sorununa çözüm olarak şehir içi toplu taşımayı tamamen ücretsiz  hale getirmişler. 

16 Mart 2023 Perşembe

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 186

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusu sevgili Sade ve Derin / DeepTone'dan.

"Fosil yakıtlarda olan alternatiflerin keşfi ve gelişimi günümüzde en önemli global öncelik olmalı mı?"

Demokrasi başta olmak üzere hak ve adalet gibi temel sorunlarını halletmiş batılı ülkeler için fosil yakıtlara alternatif olacak enerji kaynaklarının araştırılması öncelikli bir iştir. Zira medeni kabul ettiğimiz gelişmiş ülkelerdeki toplum bilinci, gelecek nesillere iyi bir dünya bırakma olgunluğuna erişmiştir. 

Fosil yakıtlar doğaya ve dolayısıyla insan yaşamına zarar vermesine rağmen niçin yoğun bir şekilde kullanılmaktadır? Bunun en önemli nedeni sektörden büyük paralar kazanan global şirketlerin bu pastayı başkasına kaptırmamak niyetidir. Elbette söz konusu sermaye şirketlerinin dünya siyaseti ile yakın ilişkide olması kendilerine zarar getirecek ulusal ya da uluslararası kararlar alınmasının büyük ölçüde önüne geçecektir. Fosil yakıtlara alternatif olabilecek yenilenebilir enerji kaynakları (hidroelektrik santraller, rüzgar ve güneş enerjisi vb.) ilk yatırım bedelleri yüksek olduğu için, yatırım teşvikleri verilmesine rağmen fosil yakıtların yerini almakta zorlanırlar. Nükleer enerji, bizim gibi eğitim seviyesi düşük dolayısıyla liyakatli kadroları iş başına getirme erdeminden uzak ülkeler için ciddi bir risktir. Nükleer santralin başına yandaş bir imamın getirilmesi durumunda, ki bu ülkemiz için hiç de şaşırtıcı değildir, güvenlikten söz edilemeyeceği aşikardır. 

Fosil yakıtlarının yerini alabilecek yeni enerji kaynaklarının keşfi ve geliştirilmesi bizim gibi az gelişmiş ülkelerde son derece zordur. Bu tür çalışmalar bizde lüks sınıfına girer. Zira önceliğimiz, adalet ve eğitim ve yoksullukla mücadele, gelirde adaletin sağlanması olmalıdır. Bu sorunları hallettikten sonra çevre bilinci ve yeni doğayla uyumlu yeni kaynakların keşfi ve geliştirilmesi hususunda dünyanın diğer ülkeleri seviyesine gelebiliriz.  

8 Mart 2023 Çarşamba

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 185

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusu sevgili Sade ve Derin / DeepTone'dan.

"Başka şehre, ülkeye iş, okul ve benzeri zorunluluklardan dolayı bir süreliğine giden insanlar sık sık ağır bir yuva özlemi duyarlar. Acaba bu neden olur ve bunu nasıl azaltırız?"

Memleket ve yuva hasretinin derecesi her kişi için farklıdır. Bazı insanlar evinden, memleketinden herhangi bir nedenle bulunduğu yerden uzaklaşmak, uzak şehir ve ülkelerde yaşamak zorunda kaldıklarında ortama kolayca adapte olurlarken bazıları bu duruma dayanmakta hayli zorlanır. Aklıma askerden dönen lise arkadaşımın ağabeyi geldi. Son derece neşeli ve kilolu bir gençken vatani hizmetini tamamladıktan sonra onu ilk gördüğümde gözlerime inanamamıştım. Tanıdığım o iri yarı, gösterişli genç, adeta sıçana dönmüş, yüzü küçülmüş, tanınmaz hale gelmişti. Bunun bir sebebi aile bireylerinin birbirine olan bağlılığı ve güven duygusu olmalı. Yeni ortamında ilk kez kendini yalnız ve çaresiz hissetmiş, belki o ana kadar deneyimlemediği için gururunu inciten hakaret ve şiddetle karşılaşmış, çıkarılan yemeklere alışamamıştı.

Liseyi bitirene kadar evimden ayrılmamıştım. Boykotlar nedeniyle uzayan ilk sömestre başlangıcı, 20 Aralık'a ertelenen üniversite eğitimi için ilk kez doğduğum şehirden uzağa, Ankara'ya doğru yola çıktığım günü unutamam. Yurtta yer bulamadığım için kötü bir otelin odasında, yalnız başına geçirdiğim o ilk yılbaşı gecesi garip duygular eşliğinde erkenden yatmıştım. Bu karışık duygular arasında özlem belki ilk sıralarda değildi. Daha ziyade yalnızlık ve koşullar ne olursa olsun başarma arzusuydu bu sanırım. Elbette koşullar çok farklıydı bugüne göre. Görüntülü haberleşme şöyle dursun en basitinden cep telefonları bile henüz ortaya çıkmamıştı. Evi aramak için danışmaya telefon yazdırır, birkaç saat sonra telefon bağlandığında anonsla aşağı çağrılırdık. Bu haberleşme aslında bir özlem, bir arama ihtiyacından daha çok iyi olduğumuzu bildirme sorumluluğuydu. Zira o dönemde üniversiteler sağ-sol çatışmalarının içinde pek çok şiddet olayına sahne oluyor, yurt genelinde, günde en az on on beş genç ateşli silahlarla vuruluyordu. 

Evet, buna özlem demem doğru olmaz. Annem güzel yemek yapardı ama üniversite kafeteryasında çıkan yemekler de çok güzeldi. Evde tencerede su kaynatıp yıkanırdık. Yurda geçtiğimde musluklardan sıcak su akar, duşun altında yıkanırdık. Yurtta çamaşır makinesi vardı, evimizde olmayan. Hoş, beyaz iç çamaşırlarım ilk yıkamada eşofmanlarımın mavi rengini almıştı ama olsun, o zamanlar renkli beyaz ayrımını bilmiyordum. Daha bunun gibi nice yeni şeyler öğrenmiştim. Tek hedefim vardı, okulu başarıyla bitirebilmek... Bunun için derslerime vermiştim kendimi. Bir de tek endişem anneannem. İzmir'den her ayrılışımda gözü yaşlı, bir daha görebilecek miyim seni diye söylenip sızlanırdı. Aradan yıllar geçti, mezuniyetimi, evlendiğimi ve çocuklarımı gördü. Vefat ettiğinde tam yüz yaşındaydı, ne de olsa Girit kanı taşıyordu.

Evet, bu benim ilk ayrılış hikâyem, yuvamı ve memleketimi fazla özlediğimi hatırlamıyorum. Çünkü kendimi bir an önce okulumu bitirmeye vermiştim. Muhtemelen ailem açısından özlem duygusu daha fazlaydı. Çünkü onların okullarını bitirmek gibi ulvi bir hedefleri yoktu ve inanıyorum ki gece gündüz, hep beni düşünüyorlardı. Tabii o dönemde şehir dışında üniversite öğrencisi okutmanın saldığı korku ve endişe bu duyguyu daha da arttırıyordu. Her şeye rağmen üniversite eğitiminin aile ve memleket toprakları dışında, farklı bir şehirde yapılmasının gençleri hayata daha iyi hazırladığını düşünürüm. Bu yüzden biraz özlem duygusuna katlanarak yeni ortamlara uyum sağlama becerisini geliştirmek gerekir.

28 Şubat 2023 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 184

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusu sevgili Sade ve Derin / DeepTone'dan.

"Bazı insanlar, kadınların ve erkeklerin farklı doğal yetenekleri olduğunu ve bu nedenle farklı işler için uygun olduklarını düşünürler. Diğer bazı insanlar ise kadınların ve erkeklerin her tür işe eşit derecede uygun olduklarını düşünürler. Siz ne düşünüyorsunuz?"

Günümüz iş yaşamında kadın ve erkek arasında herhangi bir farkın bulunduğunu sanmıyorum. Geçmiş zamanda erkeğin bedenen kadına göre daha güçlü olması, dini ve kültürel sebeplerle kadın ve erkeklere farklı sorumluluklar yüklenmiştir. Teknolojik ve bilimsel gelişim sayesinde artık böyle bir ayrım ortadan kalkmıştır. Kadından inşaat ustası olur mu? Elbette olur. Eskiden harç karıştırmak için kürek kullanmaya gücü yetmeyen pek çok kadın bu tür ağır işlerin üstesinden gelemeyebilirdi. Günümüzde beton, santrallerde karıştırılıp pompalarla, vinçlerle taşınıyor. Kadınların santral ya da iş makinesi operatörü olamamaları için hiçbir neden görmüyorum.

Özellikle medeniyetten uzak toplumlar, kadınları, sadece ev işlerine hizmet etmek ve çocuk bakmakla sınırlandırmıştır. İslâm dini başta olmak üzere tek tanrılı bütün dinler kadınları erkeklerin hizmetinde, çocuk doğuran birer tarla olarak görmüş ve onları evlerine hapsetmiştir. Bu nedenle kadınlar, asırlar boyu, erkeklerin baskısı altında, düşünmelerine dahi fırsat verilmeksizin arzu ettikleri, ya da başarılı olabilecekleri işlerde çalışmaktan mahrum bir şekilde yaşamlarını sürdüre gelmişler. Geçmiş tarihimize baktığımızda antik çağlardan bu yana bütün filozofların neden erkekler arasından çıktığını anlayabiliyoruz.

Evet, kadınlar genel olarak erkeklere göre kas gücü bakımından zayıftır. Eğer yapılan iş kas gücüne dayanıyorsa erkeklerin bir adım öne geçeceği anlaşılabilir. Buna rağmen Karadeniz bölgesinde görev yaptığım sırada kadınların tarlada, bahçede en ağır şartlarda çalışırken erkeklerin köy kahvesinde sohbetle vakit geçirdiklerine şahit olmuştum. 

Genel olarak,  erkeklerin ya da kadınların, bazı mesleklerde, sayısal olarak öne çıktığını görüyoruz. Politikacıların ezici bir çoğunluğu, kamu ya da özel kurumlardaki yöneticilerin çoğu erkek iken, öğretmenlik, banka memurluğu gibi mesleklerde daha çok kadınların görev aldığı bilinen bir gerçek. İster politikacı, ister yönetici olsun kadınların en az erkekler kadar bu görevleri başarıyla yapabileceğine inanıyorum.

Diğer taraftan ülkenin ideolojik değişimine bağlı olarak bazı branşlarda kadın/erkek oranı değişiklik gösterebiliyor. Örneğin Türk Jinekoloji ve Obstetrik Derneği (TJOD) Yönetim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Cansun Demir'den aldığım bilgiye göre, eskiden 10 kadın doğum uzmanından 8-9'u erkek iken, bugün, siyasal İslam'ı benimseyen ve ülkeyi cumhuriyetçi çizgiden muhafazakârlığa sürükleyen iktidar döneminde 10 kadın doğum uzmanından 6-7'si kadındır. Kol gücü gerektiren ortopedi uzmanlığı kadınlar tarafından pek tercih edilmez. Türkiye'deki kadın ortopedi uzmanı sayısı yüzde ikinin altındadır. Bunu anlamak mümkün ancak ülkemizde toplam kadın ürolog (bevliye mütehassısı) sayısının sadece 8 olması ve bu branşta ülke genelinde tek öğretim üyemizin bulunması, muhafazakâr toplum yapımızın sonucudur.

Madem iş hayatında kas gücünün eskisi kadar önemli olmadığı makineleşme çağını yaşıyoruz, istisnai durumların dışında, bütün iş kollarında kadın ve erkeklere eşit sayıda yer verilmesi gerekir ki, bu aynı zamanda medeniyet seviyesinin de bir göstergesidir. Kadınların duygusal zekasının (EQ) erkeklerin ise mantıksal zekâsının (IQ) daha yüksek olduğuna dair söylenenlere katılmıyorum. Bu yüzden, üreme ve pisuar kullanımı dışında, cinsiyet farkına bakmaksızın her insanın her türlü işi aynı seviyede yapabileceğine inancım tamdır. Başarı oranındaki farklılıklar ise, cinsiyete dayalı değil, kişinin bireysel özelliklerinden dolayıdır.

20 Şubat 2023 Pazartesi

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 183

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusu benden.

Ülkemiz her felâkete uğradığında sebepleri ve sorumluları hakkında saatlerce, günlerce konuşur, dururuz. Bu konuda alınması hayati önem taşıyan hususları göz ardı ederken sorumlularını cezalandırmaktan yana tavır almayız. Olayın sıcaklığı geçer geçmez konuşulanların tümünü unutur ve günlük hayatımıza döneriz. Ta ki, yeni bir felâketle karşılaşana kadar... Özellikle son büyük depremde "liyakat" sözcüğü üzerinde sıkça duruldu. Bu nedenle "liyakat", haftanın konusunu belirlememde etkili oldu. 

"Yozlaşmanın en büyük sebeplerinden biri olan "liyakat" sorununun ülkemiz şartlarında çözümü mümkün mü? Gelişmişlik düzeyimizin artmasında liyakat tek başına yeterli midir? Özellikle kamuda liyakate esas kadrolara görev verilmesi için sizce neler yapılmalı?"

Liyakat ilkesi belli bir göreve atanacak kişilerde, yeterlik ve yeteneklerinin temel alınmasını gerektirir. Ülkemizde liyakat yerine sadakate önem verilmesi yozlaşmanın başlıca sebebi olmuştur. Toplumun bilinçli olarak cahil bırakılması nedeniyle mevcut demokratik sistemimizin liyakat sorununa çözüm bulacağına inanmıyorum. Liyakatin esas alındığı "meritokrasi" sisteminin, yani ülke idaresinin yetkin ve yetenekli kişilere verilmesinin, ülkemizdeki demokrasi anlayışına kıyasla daha iyi olmasına karşılık sorunun adil biçimde ve evrensel etik kuralları dahilinde çözümlenmesi esas alınmalıdır. Bu bağlamda liyakatin yanı sıra fırsat eşitliği ve adaletin tesisi ideal yönetim tarzında aranılan ölçülerdir. Ülkemizde uygulanan sözde demokrasi sistemiyle liyakat sorununun çözümü mümkün değil bana göre. Tek çözüm rejimin yıkılıp sistemin kökten değiştirilmesidir. 

Özel sektörde yönetimin liyakatsiz kişilere devri şirketlerin zarar edip kapanmasıyla sonuçlanır. Oysa devletlerin siyaset ve bürokraside yetersiz, yeteneksiz kişilerin eline bırakılması çoğu zaman devletin sonunu getirmez ama vatandaşların türlü acılar ve sıkıntılar çekmesine, küçük bir yandaş topluluğu zenginleşirken halkın büyük çoğunluğunun yoksulluk içinde kıvranmasına sebep olur. Bu bakımdan halkın refahı için kamu sektöründe liyakat çok daha büyük önem arz eder. Ülkede fırsat eşitliği ve adalet sağlanmaksızın liyakat tek başına yeterli olmaz. Söz gelimi parası olanlar iyi okullarda eğitim görüp iyi birer meslek sahibi, başarılı bir iş adamı ya da kamuda yetkin bir yönetici, bürokrat, sanayici olurken aynı yeteneklere hatta daha üstün yeteneklere sahip başkaları yoksulluk nedeniyle eğitim yapamıyor, din, mezhep, ırk ve bölgesel ayrımcılık nedeniyle ayrımcılığa uğruyorsa toplumda huzur sağlanamaz.

Ne yapmak lâzım? Öncelikle kreşler ve ana okulları dahil üniversite seviyesine kadar tüm özel okullar ve eğitim kurumları özelleştirilmelidir. Yetkin öğretmenler tarafından bilimsel eğitim verilecek okullarda öğrencileri yaşamları boyunca başarılı kılacak her türlü donanım, barınma ihtiyacı, ve eğitim gereçleri ücretsiz olarak devlet tarafından temin edilmelidir. Bu kurumları bitiren gençler ülkenin ihtiyacı olan mesleki branşlara yönlendirilmeli, üniversite eğitimleri için başarılı olanlara karşılıksız eğitim bursları verilmelidir. Böylelikle eşitlik büyük ölçüde sağlanabilir. Bu noktada bir örnek vereyim. Cumhurbaşkanının damadı, iyi eğitim görmüş ve yetenekli bir genç. İHA'lar, SİHA'larla ülke savunmasına katkıda bulunduğu ve ülkeye belli ölçüde döviz kazandırdığı söyleniyor. Eğer sözü edilen kişi sıradan bir vatandaş olsaydı, acaba ne kadar başarılı olur, ülkeye ne kadar faydası dokunurdu? İktidarla bağı olmayan ve en az onun kadar hatta ondan daha zeki gençler ülkeden kaçıp kendilerini kurtarma telâşındalar. Eski başbakanlardan birinin oğlu, görünüş itibarıyla pek de zeki görünmüyor. Ancak daha önce ulaştırma bakanlığı yapan babası sayesinde kullandığı kamu bankası kredileriyle gemi filosu satın almış, yine iktidarın nimetlerinden yararlanıp gemilerini yürütmeyi bilmiştir. Dolayısıyla liyakatin yanında fırsat eşitliği ve adalet, ülkenin refaha ulaşabilmesi için vazgeçilmez kriterlerdir.

Kamuda görevli personelin performans değerlendirilmesi yapılmalı, başarılarına göre ödüllendirilmeli, görevini suistimal eden ya da suça karışan kişileri cezalandırıp bir daha benzer görevlere getirmemeli. Eşit iş eşit maaş düzeninden vazgeçilerek işinde başarı gösterenlere cazip koşullar sunarak özendirilmelidir. Siyaset ile bürokrasi kesinlikle birbirinden ayrılmalıdır. İktidara gelen her parti kamuda başarılı yöneticileri ücra köşelere sürerek ya da türlü oyunlarla istifaya zorlamak suretiyle yerlerine yeterliklerine bakmaksızın kendi yandaşlarını oturtmamalıdır. 

Liyakate sahip olan herkes ahlâklı mıdır? Ahlâk göreceli bir kavram olduğu için namus kavramından bahsetmiyorum. Başkalarına zarar vermediği ölçüde herkesin namus anlayışı kendine. Ben burada evrensel ahlâktan söz ediyorum. Yani, görevini kaytarmadan doğru dürüst yapan, yalan söylemeyen, hatalarını başkalarının üzerine atmayan, başkalarının sırtından yükselmeye çalışmayan, haklıyı haksızı, doğruyu yanlışı ayırt etmesini bilen, çalışkan insanların sahip olduğu güzel ahlâktan. Adam işinin ehlidir, liyakat sahibidir fakat devleti zarara uğratıp rüşvet alır, rüşvet verir. Bu tür düşük ahlâk sahipleri ivedilikle kamu görevinden uzaklaştırılmalıdır. 

Her devlet kurumunun başında atamaları yapan, memurların özlük haklarını düzenleyen en fazla iki yılda bir değişen, özerk yapıya sahip komisyonlar kurulmalı, böylelikle siyaset devletin bürokrasisinden uzak tutulmalıdır. Elbette bağımsız yargı bu komisyonları denetlemelidir. Bu şekilde eğitim mensupları, hukuk ve sağlık personeli ve diğer bütün devlet kurumları siyasi iktidarın baskısından kurtarılmalı, sadece milletin refahı için ülkede güzel bir geleceğin tesisi için çalışmalıdır.

Bakıldığında mevcut yasalarımızda fazla bir eksik bulamazsınız. Sorun uygulamada karşımıza çıkıyor. İki hafta önce büyük bir deprem felaketi yaşadık. Göstermelik birkaç müteahhit yakalayıp tutukladılar. Onları da delil yetersizliğinden salıvereceklerinden adım kadar eminim. İmar aflarıyla kaçak yapılara ruhsat veren, rant için tarım arazilerini, yapıya uygun olmayan alanları imara açan siyasiler, uygun zemin etüdü yapmayan, yapılan yetersiz zemin etüdüne onay veren, zemine göre uygun temel plânı hazırlamayan proje müellifleri, inşaat projesini hazırlayan, projeyi onaylayan belediye fen işleri mensupları, yapı denetim şirketleri, uygulamadan mesul şantiye şefleri, hazır beton tesisleri, kum çakıl ocakları, standart dışı üretim yapan yapı malzemesi üreticileri ve teker teker sayamadığım diğer sorumlulara hesap soran yok. Daha korkuncu artık bu işleyiş hepimize normal geliyor, böylelikle şansına yaşıyoruz. Bu durum asla kader değildir. Çözümü vardır fakat bu çözümün demokratik yollardan geleceğini hiç sanmıyorum. Ülke elimizden kayacak bu gidişle. Ya Mustafa Kemal Atatürk gibi cesur bir lider çıkıp masaya yumruğunu vuracak ve yukarıda anlattığım sistemi hayata geçirecek ya da ağlamaya devam edeceğiz.

14 Şubat 2023 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 182

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bildiğiniz üzere 6 Şubat günü, sabaha karşı tüm ülkemizi acıya boğan büyük bir deprem felâketi yaşadık. Bu nedenle yaklaşık 3,5 yıl kesintisiz bir şekilde devam eden Ağaç Ev Sohbetlerine geçen hafta ara vermiştik. Acımız hâlâ taze. Yaşadığımız bu felâket nedeniyle sevgili Uçun Kuşlar / Makbule Abalı bu haftanın konusunu gündeme ilişkin belirlemiş. 

"Büyük deprem sonrası çocuk ve gençlerimizin Eğitim ve Öğretimleri konusunda ne gibi önlemler alınmalı, sorunlar nasıl giderilmeli?"

Yaklaşık yüz yıllık cumhuriyet tarihimizin en büyük doğal afetini yaşıyoruz. Hayatını kaybedenlere ne diyeceğimi bilmiyorum ama yaralı olarak kurtulanlara acil şifalar diliyor yakınlarını, işini, evini kaybeden ve maddi zarara uğrayan vatandaşlarımızı teselli edecek hiçbir söz bulamıyorum. 

Bu vesileyle ve mesleğimle ilgili olması sebebiyle yaşadığımız felâkete ilişkin birkaç hususa değinmek isterim. Ülkemiz, herkesin bildiği gibi depreme duyarlı bir coğrafyada yer almakta. Bu ne ilk ne de son olacak. Fakat başımıza gelen her felâketi en ağır şekilde yaşamak kaderimiz değil. Bir mühendis olarak her binayı, bulunduğu yerin olası en büyük depremi sonucunda hasar görebilecek fakat içinde yaşayan hiçbir canlıya zarar vermeksizin ayakta kalacak şekilde dizayn ederiz. En büyük talihsizliğimiz 7,8 büyüklüğündeki depremden sadece 9 saat gibi kısa bir zaman diliminden sonra 7,6 büyüklüğünde ikinci bir depremin meydana gelmesi. Dünyada şimdiye kadar görülmemiş böyle bir durum, iki büyük depremin bu kadar kısa aralıkla meydana gelebileceği ihtimali dikkate alınmaz. İlk depremden sonra hasarlı binalara girilmesi artçı sarsıntılar olabileceğinden dolayı sakıncalıdır. Lâkin binasında hasarı fark etmeyip ikinci depreme yakalananlar için yapılacak bir şey olmadığı gibi bundan birilerini sorumlu tutmak pek doğru değil. Hangi binalar ilk depremde hangileri ikinci depremde yıkıldı, bunu tespit etmek ne kadar mümkün, bilemiyorum. Ayrıca ilk depremin insanların en tatlı uykularında, sabaha karşı saat 04.17 de olması da ayrı bir şanssızlık. Fakat yine de söz konusu depremlerde meydana gelen büyük zayiatın büyük hataların bir sonucu olduğunu söylemek zorundayım.

Deprem vukuunda binalarda meydana gelen yapısal hasarların en az yüzde yetmişinin zeminden kaynaklandığını düşünüyorum. Kayalık zeminlere yapılan binalar depremde en az hasar görür. Ancak irili ufaklı faylarla örülü ülke topraklarında mutlaka dağların tepelerine bina yapmak zorunda mıyız? Hayır, prensip olarak her türlü zemine depreme dayanıklı bina yapmak mümkün. Elbette bina temelinin oturacağı zeminin güçlendirilmesi ve uygun temel sisteminin seçilmesi koşuluyla. Depremlerde binalarda meydana gelen çökme ve yıkılmaların kanaatimce yüzde otuzluk kısmı ise proje tasarımı ve statik hesaplar (% 5), uygulama ve işçilik hataları (% 10), standartlara uymayan kalitede yapı malzemesi kullanımı ve eksik malzeme kullanımıyla (% 15) ilgilidir. Ülkemizde inşaat yönetmelikleri güncel haliyle neredeyse kusursuz hale getirilmiştir. Peki, bunca yıkımın, can kaybının, yaralanmanın ve maddi kayıpların sorumlusu kim? Bütün bu felâketin sorumlusu olarak devleti görüyorum. Siyasi karar sahipleri (rant uğruna çarpık yapılaşma, imar afları vs.) bakanlıklar ve belediyeler yaşadığımız felâketin sorumlularıdır. Devlet yetkilileri, makam ve kişisel menfaatler uğruna en asli görevleri olan denetleme işini yapmıyorlar maalesef. Peki, devletin elinde binaların denetimini yapabilecek yeterliğe ve liyakate sahip eleman var mı? Bu da ayrı bir sorun. Üniversitelerimiz hangi kalitede mühendis yetiştiriyor? Devlet kadrolarında çalışan her mühendis proje kontrol ve onayı konusunda yeterli mi, saha ve uygulama denetlemelerini yapabilecek düzeyde eğitim görmüş mü?

Neyse, konumuza dönelim. Üzülerek söylemek zorundayım, adaletin olmadığı ve hiçbir resmi kurumun görevini yapmadığı bir ülkede çocuk ve gençlerin eğitim ve öğretim sorununun çözülebileceğine inanmıyorum. Zaten mevcut durum kötüydü, bir de büyük deprem felâketi çocuk ve gençlerimize bir darbe daha vurdu. Eğer vicdanlı bir yönetim gelirse sorunun çözümü elbette mümkün. Mevcut iktidar bütün okulları imam yetiştiren kurumlar haline getirirken, bütün resmi kurumların başına birer imam atadı. Devlet okullarında eğitim kalitesi düştükçe özel okulların sayısı arttı. Bu durum vatandaşlar arasında büyük bir fırsat eşitsizliği yaratmakta. Liyakatli öğretmenleri görevlendirerek eğitimin kalitesi yükseltilmeli ve okullar tamamen ücretsiz hale getirilmelidir. Öğrencilerin barınma ihtiyaçları karşılanmalıdır. Devletin plânlama yapıp hangi meslek grubuna ne kadar ihtiyacı olduğu tespit edilmeli üniversite ve teknik liselerde ona göre kontenjanlar açılmalıdır. Bugün olduğu gibi üniversite mezunu kasiyerler, pazarcılar ya da diplomalı işsiz gençler ülkemizi doldurmamalı üniversite mezunu etiketi taşımasına rağmen hiçbir mesleki bilgiye sahip olmayan vasıfsız kişiler yalakalık yaptıkları için devletin en önemli makamlarına getirilmemelidir.     

Diyanetin bütçesi iyice küçültülüp oraya aktarılan kaynaklar eğitime harcanmalıdır. Diyanette sadece dinin siyasete ve ticarete karışmasını önleyecek denetleme elemanları görevlendirilmeli, bunun dışında imam ve müezzinler dahil camilerin tüm giderleri camiye giden cemaatler tarafından karşılanmalıdır. Cemaat ve tarikatların kontrolündeki bütün yurt, kurs ve okullara, dershanelere devlet el koymalıdır. Böylelikle bütün çocuklarımıza ve gençlere kaynak sağlanırken bilimsel eğitimin yolu açılmalıdır.

Madem deprem nedeniyle oluşan kayıpların baş sorumlusu devlet, depremde ailesini kaybeden ya da yoksul düşmeleri nedeniyle eğitim olanağı kalmayan tüm çocukların birer meslek sahibi olana dek tüm ihtiyaçları devlet tarafından karşılanmalıdır. 

Elbette en az yirmi yıl sürecek bir proje bu. Ne mevcut iktidarın ne de gelecek iktidarların yukarıda saydığım hamleleri yapacağına dair en ufak bir inancım yok. Ama son bir dileğim olacak. Denetleme görevini yerine getirmedikleri ve oy uğruna verdikleri siyasi kararlar neticesinde depremin bu denli büyük zararla sonuçlanmasına sebep olan bütün sorumlu siyasetçi, bürokrat ve memurların mal varlıklarına el konulup en ağır cezalara çarptırılmalarını bir vatandaş olarak istiyorum. 

5 Şubat 2023 Pazar

BÖYLE BUYURDU ZERDÜŞT - FRIEDRICH NIETZSCHE

Kitabın Adı: Böyle Buyurdu Zerdüşt

Yazar: Friedrich NIETZSCHE 

Sayfa Sayısı: 306

Yayınevi: Tutku Yayınevi

Editör: Füsun Dikmen  

Türü: Felsefi Roman

Friedrich Nietzsche (1844-1900) ve ünlü kitabı "Böyle Buyurdu Zerdüşt" hakkında bilgilerim sınırlıydı. Yıllar önce mezun olduğum lisenin başarılı öğrencilere kitap hediye etme geleneği kapsamında benim payıma düşen kitaptı Böyle Buyurdu Zerdüşt, fakat o zamanlar, henüz kitap okuma alışkanlığım olmadığı için kapağını dahi kaldırmamıştım. Doğrusunu söylemek gerekirse, henüz tam olarak karakterimin şekillenmediği lise yıllarında okusaydım Nietzsche'yi anlayamazdım, anlayabilseydim bile yine o an sahip olduğum fikirler nedeniyle tepkim farklı olurdu muhtemelen. 

Felsefeye uzak kişilerin bu tarz bir kitabı okumakta zorlandıklarını ve büyük bir olasılıkla tamamlamadan bir kenara bıraktıklarını yorumlarda okudum. Diğer taraftan yazarın sıra dışı yaşam öyküsü, düşünce tarzı ve diğer eserleri hakkında birçok inceleme, yorum yazısı okuyup videolarını izledim. Aslında kitabı okuyalı üç haftadan fazla bir zaman geçmesine karşın yazar ve kitap hakkında yeni şeyler öğrenmek ve merakımı gidermek hususunda araştırma hevesim hâlâ azalmış değil. Daha önce hayata bakış açıma en yakın bulduğum Arthur Schopenhauer'den sonra Nietzsche'nin düşüncelerini de benimsemiş olmam hiç de şaşırtıcı değil. Zira Schopenhauer, Nietzsche'yi derinden etkileyen bir düşünür.

Okuduğum kitap bana hediye edilen kitap değil. Kitaplığımızda gözüme ilişen pek çok kitaptan biriydi. Bugüne dek pek çok çevirisi yapılmış. İlk çeviriler İngilizce dilinden daha sonrakiler ise kitabın orijinal dili olan Almancadan. Tutku Yayınevi tarafından basılan kitabın dilimize kimin tarafından çevrildiği belli değil. Böyle bir durum ilk kez başıma geliyor. Sadece editörün ismi var! Belli ki farklı birçok çeviriden bir derleme yapılmış. Özellikle İş Bankası Yayınları çevirisi önerilse de benim okuduğum kitap da bir miktar yazım hataları dışında fena değildi. 

1844 yılında Almanya'nın Leibzig şehri yakınlarındaki bir kasabada doğan Friedrich Wilhelm Nietzsche Protestan bir papazın oğlu. Ailenin daha sonra iki yaşında hayatını kaybedecek bir oğulları ve bir de kız çocukları oluyor. Yazar, beş yaşına geldiğinde babası ölüyor ve bundan sonra annesi, anneannesi, evli olmayan iki teyzesi ve kız kardeşi ile birlikte aynı evi paylaşmaya başlıyorlar. Beş kadının arasında tek erkek olması kadınlara bakış açısını nasıl etkiledi bilinmez fakat kadın cinsi hakkında akıl hocası Schopenhauer gibi aşağılayıcı sözler sarf etmesi hayli tuhafıma gidiyor. Bazı eleştirmenler onun kadın düşmanı olmadığını kadına ilişkin sözlerinde başka anlamların gizli olduğunu söylemekte. Nietzsche'yi anlamak kolay değil, yaşadığı dönemde de hiç anlaşılamamış zaten. Kendisini anlayabilmek için en az yüz yıl geçmesi gerektiğini söyleyen yazar, Böyle Buyurdu Zerdüşt kitabında yaşadığı dönemin kulaklarına göre ağız olmadığını ifade ediyor. Nitekim, onun anlaşılması ve daha sonra modern felsefesinin en büyük filozofu olarak kabul görmesi yirminci yüzyılın ikinci yarısına rastlar. 

Nietzsche'yi tanımadan, eserlerini okumadan önce blog yazılarımda, yaptığım yorumlarda gelenek, görenek ve adetlerle aramın iyi olmadığını, inanca ve milli duygulara dayalı kutsalların sömürü aracı olarak kullanılmasından başka insanlara hiçbir fayda sağlamadığını, bizzat onları köle haline getirdiğini defalarca dile getirdim. Bu yüzden yazarın aşağıdaki cümlelerini sempatiyle karşıladım.

"Gelenek nedir? Bize yararlı olan şeyleri emrettiğinden dolayı değil, bize emrettiğinden dolayı, itaat ettiğimiz yüksek bir otoritedir. Ahlâklılık yeni ve daha değerli yeteneklerin ortaya çıkmasına karşı direnir, aptallaştırır. Cahil bir toplum özgür bırakılıp kendisine seçim hakkı verilse dahi hiçbir zaman özgür bir seçim yapamaz. Sadece seçim yaptığını zanneder. Cahil toplumla seçim yapmak, okuma yazma bilmeyen adama hangi kitabı okuyacağını sormak kadar ahmaklıktır. Böyle bir seçimle iktidara gelenler, düzenledikleri tiyatro ile halkın egemenliğini çalan zalim ve madrabaz hainlerdir."

Nietzsche, babası gibi papaz olmak üzere gittiği üniversitenin teoloji bölümünde eğitim görmekteyken kilisenin Hristiyanlık öğretilerini ve tanrı inancını sorgulamaya başlar. Tanrı ve yaşamın amacı üzerine kendisini tatmin edecek bir cevap bulamayınca ailesinin tepkisine rağmen dini eğitimini terk ederek filoloji konusuna eğilir.

"Her şeyi bilen ve her şeye kadir olan bir tanrı, amacının yarattıkları tarafından anlaşılmamasına çalışan bir tanrı... Bu tanrı iyiliklerin tanrısı olabilir mi? Sanki insanlığın selameti için bir sakıncası yokmuş gibi sayısız şüphe ve tereddütü binlerce yıl yaşatıp sürdüren tanrı! Buna karşın onun hakkında yanılmanın korkunç sonuçlarını belirsiz bir şekilde vaat etmiyor mu? O insanlığın, nasıl da hakikat uğruna acı çektiğini görebilseydi gaddar bir tanrı olmaz mıydı? Ama belki de bir iyilikler tanrısıdır ve kendini daha açık ifade edemiyordur. Arzularımız o kadar şiddetlidir ki, bazen birbirimizi parçalamak isteriz. Ama topluluk duygusu bizi durdurur.

Kitap, Nietzsche'nin bütün felsefesini aforizmalarla, mecaz ve metaforlarla, kelime oyunlarıyla ortaya koyduğu dev bir eser. Rönesans'la başlayan, kilise inanç ve otoritesinin yıkılıp bilimsel ilerlemelerle tanrı inancının zayıfladığı bu dönemde insan kendini yalnız, korumasız ve adeta bir boşlukta hissetmektedir. Zerdüşt, Tanrı'nın öldüğü fikrini insanlara inandırmakta zorlanmaktadır. Aslında kendisi de varoluşun ve tanrısız bir yaşamın amacını sorgulamaya başlamıştır. Bu nedenle dağdaki bir mağaraya on yıl kapanarak tefekküre dalar ve gördüğü bir rüyada aydınlandığını fark eder. Öğrendiklerini halkın arasına karışarak aktarmaya başlar. İnsanlar Zerdüşt'e tepki gösterince tekrar mağarasına döner. Birkaç yıl sonra şehirde aradığını bulma umuduyla tekrar yola koyulur. Karşılaştığı bazı insan ve varlıklarla kısa bir sohbetten sonra onları mağarasına davet eder. Zerdüşt'ün aradığı kişi "üst insan" dır. Altında uçurum olan, hayvanla üst insan arasında gerilmiş bir ipin üstünde düşmemek için mücadele eden varlıklar olarak kabul eder normal insanları. Üst insan, toplumun bütün gelenek ve ahlâkını, yönetim otoritesini, inançlarını kabul etmeyen sadece iradesiyle hareket edip düşünen bir varış noktasıdır, Zerdüşt'e göre. Bu nedenle, hayatı ve güçlülük iradesini evcilleştiren bir ahlâkın hasta ettiği ve hasta edilmiş bir canlı olarak kendi kendisinin sonunu hazırlayan insan, aşılması gereken, aşılmak zorunda olan bir varlıktır. Kendi iradesiyle yeni fikirler ortaya koyan insanları överken, sürü psikolojisiyle hareket eden ve kendine ait bir düşüncesi olmayan insanları köle ahlâkını benimseyen hayvan statüsüne indirir. Zerdüşt, şöyle der.

"Ben size üst insanı öğretiyorum, insan aşılması gereken bir şeydir. Onu aşmak için ne yaptınız? Şimdiye değin bütün canlılar kendilerinden üstün bir şey yarattılar. Ve siz bu büyük akışta geri çekilen sular gibi olmak ve insanı aşmak yerine hayvana geri dönmek mi istiyorsunuz? Maymun insan için nedir? Bir kahkaha ya da acı veren bir utanç, işte insan da üst insan için böyle olmalıdır: Bir kahkaha ve acı veren bir utanç!"

Nietzsche, toplumun bütün değer yargılarını masaya yatırır. Yaşamın değersizleştirilmesinden ve onun yerine öte dünyanın konularak nihilizme giden yolun açılmasından, başta kilise olmak üzere dinleri sorumlu tutar. Merhamet (acıma duygusu) bile insanın gelişmesinin önünde bir engeldir. Nietzsche, merhametin yaşam üzerindeki yozlaştırıcı etkisine dikkat çekerken onun yaşamın bozuk kalıntılarını, nasibi kıtları ayakta tuttuğundan ve böylece yaşamın kendisine karamsar, sorunlu bir görünüm verdiğini iddia eder. 

Nietzsche'nin Güç İstenci, Bengi Dönüş ve Amor Fati (kaderini kabul et) gibi kavramları çoğu zaman anlaşılamamış ya da yanlış anlaşılmıştır. Arthur Schopenhauer'ün yaşam, kötülüklerle doludur inancına göre aslında daha orta yoldan bir düşünce içindedir yazar. Amor Fati ile üst insan olma mücadelesi arasında bir çelişki varmış gibi görünse de Nietzsche'nin kader anlayışı bir kabulleniş değil, tam tersine acılarla mücadele edilmesi gerektiğini ve acıların insanın kendini geliştirebilmesi için bir vasıta olduğunu ifade eder.

Yazar ve kitap hakkında yazılacak daha çok şey var. Nietzsche dünyanın en genç profesörü olarak henüz 24 yaşındayken davet edildiği üniversiteden fikirlerinin anlaşılmaması, insanların kendisine tepki göstermesi ve ilgi duymamalarından ötürü ayrılmak zorunda kalır. Fikren uyuştuğu Salome adında başına buyruk bir kadına aşık olur ve evlilik teklifinde bulunur. Ancak ret cevabı alınca yıkılır, çevresinden kopar ve kendisini yalnızlığın kollarında bulur. Bir yandan da hastalıklarla boğuşmaktadır. İsviçre ve İtalya gibi ülkelerde inzivaya çekilerek son derece üretken bir yazar olarak hayatına devam ederken eserleri rağbet görmez, pek çoğunu bastıramaz bile. On yıl kadar sonra ruhsal bakımdan ağırlaşır ve bir akıl hastanesine yatırılır. Bir süre sonra da kız kardeşi yanına alır ve ölene kadar bakımını üstlenir. Elizabeth adındaki bu kadın Hitler yanlısıdır. Ağabeyinin yayınlanmamış kitaplarında Nazi ideolojisini destekleyen bazı eklemeler ve düzeltmeler yaparak basılmasını sağlar. Üst insan fikri Nazilerin sevdiği bir konu olduğu için büyük rağbet görür. Oysa Nietzsche kız kardeşinin bu yaptığını öğrense kahrından ölürdü. Zira Nietzsche, üst insan derken ırkçı bir yaklaşımda bulunmamış, tam aksine Hitler Almanya'sı gibi otokrat yönetimleri en sert şekilde eleştirmiştir. 

Böyle Buyurdu Zerdüşt, kitabını tamamen anladım, bütün metaforları çözdüm diyemem. Sözgelimi "Bengi Dönüş" konusunda yazar zamanın çember şeklinde başı ve sonu sınırsız düz bir çizgi olduğundan bahsetmektedir. Çemberden kasıt, yaşam boyunca yaşadıklarımızın mütemadiyen tekrarlandığını, her günümüzün, her anımızın bire bir, her acımızın, sevincimizin aynı şekilde değişmeden tekrarlanacağıdır. Bu görüş bir ölçüde reenkarnasyonu hatırlattı bana ama alâkası olmadığını düşündüm sonra. Fakat yine de Böyle Buyurdu Zerdüşt, bir başucu kitabı, yanımda bulunduracağım ve fikirleri üzerinde epey tartışma imkânı bulacağım bir kitap oldu. Biraz felsefeyle ilgileniyor ve yaşamı sorguluma cesaretine sahipseniz Nietzsche'nin düşünce ve hayaller dünyasına siz de hoş geldiniz.