KATEGORİLER

1 Mart 2018 Perşembe

BOLOGNA

08/02/2018 Perşembe


Sabah saat 05.30'a kurduğum alarmdan önce uyanıyoruz. Üç gün boyunca kaldığımız otelimize veda ediyoruz bugün. Eşyalarımızı toplayıp kahvaltımızı yaptıktan sonra Julia'nın tembihlediği üzere oda anahtarını mutfaktaki kutuya bırakıyoruz. Roma Termini istasyonu bize oldukça yakın olmasına rağmen tedbiri elden bırakmıyoruz. Bir kafede oturup Frecciarossa şirketine ait 08.30 treninin perona yanaşmasını bekliyoruz. Işıklı panoda peron numarası henüz ilan edilmemiş. Kalkış saatine on dakika kala belli oluyor trenin hangi platforma yanaşacağı. Panoda beklediğimiz bilgi belirir belirmez treni kaçırmamak için bir koşturmaca başlıyor. 2 saat sürecek yolculuğumuzda vagon ve koltuk numaralarımız önceden belirlenmiş. Koltuklarımıza oturduktan kısa bir süre sonra, tam saatinde hareket ediyor trenimiz. Yolculuk boyunca kah kitaplarımızı okuyoruz kah uyku ağır basıyor gözlerimizi kapatıyoruz. Arada bir gözüme takılan vagonlar arası geçişi sağlayan kapı üzerindeki ışıklı bilgilendirme panosunda hızımızın saatte 266 km'ye kadar çıktığını görüyorum. 


Bologna Merkez Tren İstasyonunda harika bir hava karşılıyor bizi. Roma ve Napoli'de üç gündür peşimizi bırakmayan yağmur nedeniyle tatilin tadı iyice kaçmış, sıkılmaya başlamıştık. Yürüyüş mesafesindeki otelimizi kolaylıkla buluyoruz. Check-in saatine daha epey zaman olduğu için eşyalarımızı otele bırakıp şehri keşfetmek üzere yeniden yola koyuluyoruz.

Bologna güneşi içimizi ısıtıyor. Yarım saatlik bir yürüyüşten sonra şehrin ünlü meydanı Piazza Maggiore'ye varıyoruz. Burada yapıların çoğunda kızıl renkli tuğlalar kullanılmış. Değişik bir hava veriyor bu şehre. Kızıl Şehir denilmesinin bir sebebi binaların rengi ise diğer bir sebebi de şehir halkının daha çok sol görüşe yakın olması. Aynı zamanda üniversiteleriyle ünlü bir yer burası. 1088 yılında kurulan Bologna Üniversitesinin öğrencileri arasında Dante, Erasmus ve Kopernik gibi isimler bulunuyor. Kendi açımızdan bakacak olursak bu şehrin en güzel tarafı gezilip görülecek yerlerin bir merkezde toplanması. İşte o yer Maggiore Meydanı.  

Meydana ulaşmadan tarihi yapılar karşılıyor bizi. Pisa kulesi kadar meşhur olmasa da İtalya'nın eğik ikiz kuleleri Piazza di Porta Ravegna meydanına yakın bir yerde. 96 metre yüksekliğindeki kuleler Asinelli ve Garisenda adıyla anılıyor. 12. YY Ortaçağ döneminden günümüze ulaşan kulelerin bariz bir şekilde eğik olduğuna şahit oluyoruz.

Neptün çeşmesi (Fontana del Nettuno) Maggiore Meydanının en güzel eserlerinden biri. Çeşmenin üzerinde tanrı Neptün'ün heykeli ve süslemeler yer alıyor. Dünyanın en büyük kiliselerinden biri olan Basilica di San Petronio'nun yapım tarihi 1390. Bu heybetli binanın içi daha da güzel. Dünyaca ünlü güneş saatini arıyor gözlerimiz. Bulamayınca kilisede görevli bir hanıma soruyorum güneş saatini nerede görebileceğimizi. Bizim normal bir saat aradığımızı sanıp gülümsüyor. Genç kadının verdiği bilgiye göre binanın üst tarafında yer alan pencerelerden giren güneş ışınları salonun mermer döşemesi üzerinde bir çizgi oluşturduğunda saatin tam on iki olduğu anlaşılıyormuş. 

İtalya'nın en önemli kiliselerinden biri kabul edilen Basilica di San Domenico şehrin kızıl rengine uyum sağlamış görünüyor. 1221 yılında yapımı tamamlanan kilisenin içinde Michelangelo'nun ilk dönem heykellerini görüyoruz. San Petronio bazilikasının karşısında bulunan Palazzo del Podesta, yani Podesto sarayı Rönesans döneminin unsurlarını yansıtıyor. Binanın giriş katındaki koridorlarda toprak heykelleri ve duvar resimlerini görüyoruz.  




Bologna, bolonez sosun mucidi olan bir şehir. Bu memlekette genellikle domuz eti kullandıkları için çok sevdiğim "spaghetti Bolognese" den uzak duruyoruz. Aklıma gençlik yıllarım geliyor bu domuz meselesini hatırlayınca. İtalyan şirket tarafından inşa edilen Karakaya Barajının hala unutamadığım o güzel restoranında neler yoktu ki. Ülkemizde daha adının bile duyulmadığı yıllarda İtalyan şeflerin o leziz lazanyalarını, tiramisularını yerdik. İncecik dilimler halinde kesilmiş jambonlar, sosisler servis tepsilerini süslerdi. Belki de İtalyan mutfağına olan hayranlığım o günlere dayalı. Günlerden bir gün açık büfe tarzında sergilenen sıcak soğuk envaitürlü yemekler arasında canımın çektiği bir sosis parçasını tabağıma almak üzere uzandığım sırada işgüzar bir Türk garsonun içinde domuz etinin bulunduğunu ikaz etmesinden sonra kesmiştim domuz eti yemeyi. Aslında pekala biliyordum önümüzde uzayan bankodaki iştah kabartıcı et mamullerinden hangilerinin domuzdan imal edildiğini. O zamana kadar bu konu rahatsız etmezdi beni. Yine de "Biliyorum." deyip bir sosis parçasını almıştım tabağıma ama lokmayı ağzıma atar atmaz adamın "Abi, onda domuz eti var." deyişi kulaklarımda çınlamaya başlamıştı. Sosis parçasını ağzımda çevirdikçe değişik kokular almaya başladım. Gözümün önünde hiç de sevimli gelmeye kara kara yabani domuzlar belirmeye başladı. Midem bulanıyordu. Hayır, bunu yutmam mümkün değildi. Hemen lokantadan dışarı çıktım ve o günden beri domuz etinden hep uzak durdum.

Neyse karnımız acıkınca tipik İtalyan restoranlardan birine gidelim dedik. Taş fırında güzel bir pizza istemişti canımız. Yoldan geçen düzgün giyimli bir adamı durdurdum. Tavsiye edeceği bir lokanta var mıydı? Bu sorunun cevabını yerli halktan öğrenmek yapılabileceklerin en iyisiydi. Adamcağız işini gücünü bıraktı, bize eşlik ederek güzel bir yer gösterdi, yetmezmiş gibi "Eğer açık değilse şuraya gidersiniz." diye başka bir adres daha önerdi. Ne var ki hangi restoranın kapısını çalsak aynı cevabı alıyorduk. "Servisimiz henüz başlamadı." İtalyanlar gerçekten keyiflerine düşkün bir millet. Dükkanlar, restoranlar oldukça geç açılıyor, erken kapanıyor. Sadece turistlere hizmet verenler, kahve, kurabiye, sandviç türü yiyecek satanlar istisna. Nihayet açık bir yer bulup karnımızı doyurduk. Bangladeş asıllı şef garsonla biraz sohbet ettik. On beş yıl oluyormuş buraya geleli. Kuzeye doğru çıkıldıkça hizmet sektöründe çalışan Afrikalıların yerini Uzakdoğulular almaya başlıyor. 

Gezeceğimiz yerler bitmemişti daha. Halk Sarayı adıyla bilinen Palazzo Comunale binası Maggiore meydanına bakıyor. 15. Yüzyıla ait görkemli bu yapı hali hazırda belediye binası olarak hizmet veriyor. Dünyanın en büyük katedrali olan Cathedrale di San Pietro'ya doğru ilerliyoruz. Bu göreceğimiz son yapıt. Eşimin ayak ağrıları başlamadan otele dönsek iyi olacak.

Otelde check-in ve check-out u birlikte yapmak istiyorum. Otel ücretini rezervasyon yaptırdığım sırada internet üzerinden ödediğim için sadece şehir vergisi alınıyor ilave olarak. Konaklama ücretine sabah kahvaltısı dahil olduğu halde sabah otelden erken ayrılacağımız için bundan faydalanmamız mümkün görünmüyor. Lobinin arkasına koyduğumuz valizlerimizle birlikte odamıza çıktığımızda eşim yüzünü ekşitiyor. Bu odayı beğenmediğinin bir işareti. Yatağın üzerindeki örtü temiz değilmiş, camlar silinmemiş, lavabolar oğulmamış... Hemen örtüyü kaldırıp bir kenara atıyor. Her zaman yanında taşıdığı temiz çarşaf seriliyor yatağın üzerine. Acaba nerede hata yaptım diye booking.com a bakıyorum. Bütün yorumlar otelin ne kadar temiz olduğundan bahsediyor. Hani bir Allah'ın kulu temizliği konusunda bir laf etse neyse. Eşim "Bu senin suçun değil, o beğenenler temizlikten anlamıyor." diyor. Evet aslında Uzak Doğuluların tarafından işletilen bir otelmiş bu. İlgi, alaka güzel ama temizlik anlayışımız ve zevklerimiz farklı. Ama nereden bilebilirdim ki İtalya'da Uzak Doğulu bir otel işletmesiyle karşılaşacağımı. Yine iyi ki Hintli değiller. Yoksa baharat kokusu bütün binayı sarabilirdi. O gece sabaha kadar huzursuz oluyor eşim ben yanında gamsız uyurken.  

Özetle kaldığımız oteli bir yana bırakırsak Bologna hoşumuza giden bir şehir olarak kalıyor aklımızda. Gezilecek, görülecek yerlerin aynı bölgede yer alması ve havanın güzel oluşunun payı büyük, şehrin güzelliğinin yanında. Yarın sabah Venedik yolculuğumuz başlıyor. Üstelik Venedik gezimiz Karnaval haftasına denk geliyor şansımıza.  

28 Şubat 2018 Çarşamba

ROMA II

07/02/2018 Çarşamba

Odamız temiz ve sessiz, yatağımız rahattı. Bu sayede başımı yastığa koyar koymaz dalmışım. Sabahleyin uyandığımda dünkü telefon çaldırma olayını hala kafamdan atamamıştım. Yapılacak bir şey yoktu. Dün karakoldaki polis saat dokuzda tekrar yanına gitmemi istemişti ama bunun boş yere zaman kaybı olacağını biliyordum. Caddeye bakan pencerenin perdesini çektim. Sonunda güneş göstermişti kendini. Bugünü tamamen Roma şehrine ayırmıştık. Dün akşam yanı başımızdaki marketten aldıklarımla kahvaltımızı yaptıktan sonra dışarı çıkıyoruz.

Via Cavour caddesi boyunca yüksek tavanlı tarihi binaların arasında bir buçuk kilometre kadar yürüdük. Şehrin en ünlü tarihi yapısı Collesium karşıladı bizi. Giriş kapısının önünde her zamankinden daha az kuyruk vardı. MS. 80 yılında yapımı tamamlanan ve dünyanın yedi harikasından biri olarak kabul edilen amfi tiyatro bir zamanlar gladyatörlerin kanlı gösterilerine sahne olmuş. Daha önce birkaç kez gördüğüm tarihi yapıyı bu kez eşimle birlikte görme mutluluğuna eriştim. Güneş yavaş yavaş bulutların arasında kaybolurken yine yağmur çiselemeye başladı. Collesium çevresi yeni gelen turist gruplarıyla kalabalıklaşırken gladyatör kılığındaki adamlar birlikte fotoğraf çektirilmesi karşılığında bahşiş kopartsınlar diye turistlere türlü şirinlikler yapıyorlar. 


Via dei Fori Imperiali caddesi ile ikiye ayrılan Antik Roma'nın ticaret, siyaset ve dini yaşam merkezi kabul edilen Roma Forumu oldukça geniş bir arkeolojik alan görünümünde. Tarihi anıtlar, taklar, bazilikalar ve heykeller arasında yolumuza devam ediyoruz. Venezia meydanına geldiğimizde karşımıza beyaz mermerden muhteşem bir yapı çıkıyor. Son derece etkileyici bir görünüme sahip Vittorio Emanuele II abidesinin önünde Roma'nın kurucusu sayılan Victor Emmanuel II'nin at üstündeki heykeli bütün ihtişamıyla bizi selamlıyor. Giriş kapısının önünde genç bir hanım güzel İngilizcesiyle kuralları hatırlatıyor.

Basamaklarda oturmak, sigara içmek, sakız çiğnemek yasak. Bembeyaz mermer basamakları tırmanıyoruz. Birkaç kat çıktıktan sonra binanın çevresini boylu boyunca dolaşan geniş teras harika bir manzara sunuyor bize. Süslü sütunlarda dinlenen martılar insanlara alışmışlar. Terasın arka cephesinde yer alan ücretli asansör çatıya çıkmak isteyenlere hizmet ediyor. 

Navigasyonu İtalyanca üç yol çeşmesi anlamına gelen ancak bizim daha çok aşk çeşmesi olarak adlandırdığımız Fontana di Trevi'ye ayarlıyoruz. Yağmurun başlaması üzerine ıslanmamak için Afrika kökenli sokak satıcılarından bir şemsiye daha alıyoruz. Aşk Çeşmesine ulaştığımızda eşimin uzun yürüyüşten dolayı şikayetleri başlıyor. Güzel bir pastanede Roma'nın meşhur "gelato" dondurmasının tadına bakıyoruz. Açık söylemek gerekirse oldukça hoşumuza gidiyor bu güzel mola. Daha görecek çok yerimiz olduğundan kalkmakta acele ediyoruz. İşte karşımızda Aşk Çeşmesi.

Havanın yağışlı olması bile ziyaretçileri etkilememiş görünüyor. Herkesin elinde kamera, selfi çubuğu fotoğraf çekiyor. Fontana di Trevi, nam-ı diğer aşk çeşmesi için bir rivayet ağızdan ağıza dolaşıyor. Deniz atlarının çektiği arabada bir Neptün heykelinin bulunduğu havuza arkanızı dönüp geriye doğru bozuk para atarsanız Roma'ya bir kez daha düşüyormuş yolunuz. Ben bunu denedim kesinlikle doğru. Eşim elindeki şemsiyeyi bıraktıktan sonra arkasını dönüp atıyor parayı havuza. Ben de aynısını yapıyorum. 



Bir sonraki durağımız meşhur İspanyol Merdivenleri. Yolumuz üzerinde kilise ve bazilikaları geziyoruz. Ahşap sıralarda biraz dinlenme imkanı veriyor bu dini yapılar. Yağmur çok şiddetli değil. Bazen hünerlerini sergileyen sokak çalgıcılarıyla karşılaşıyoruz. Hepsi tanınmış müzik eserlerini başarılı bir şekilde icra ediyorlar. Nihayet bir ristorante bulup hayalini kurduğum "risotto" yeme fırsatı geçiyor elime. Sürpriz bir şekilde eşim de yemek tercihini aynı yönde yapıyor. O mantarlısını tercih ederken benimki her zamanki gibi "di mare" oluyor. Porsiyonlar oldukça doyurucu. İspanyol Merdivenlerinin bulunduğu Piazza di Spagna'ya yani İspanya meydanına ulaştığımızda şehri bir günde gezmenin mümkün olmadığını anlıyoruz. Merdivenler üstteki Trinita dei Monti kilisesine ulaşım için yapılmış. Ne var ki kiliseyi görmek için onca basamağı çıkmak gözümüzde büyüyor.

Daha görülecek yığınla yer var önümüzde. Merdivenlerin hemen önünde heykelli bir süs havuzu "Fontana della Barcaccia" bulunuyor. Şu sıradan merdivenleri böylesine meşhur yapan başka ne olabilir diye düşünüyorum. Meydanın ve merdivenlerin bu kadar popüler olmasının diğer bir sebebi de belli sahneleri bu mekanda çekilen, Gregory Peck ve Audrey Hepburn'un oynadığı 1953 yılı yapımı "Roma Tatili" filmi olmalı.




Tarihi yapıların arasından meşhur Via dei Condotti caddesine geçiyoruz. Bu cadde dünyanın en ünlü markalarının bulunduğu bir cadde. Alışveriş yapmasak da vitrinlerine baka baka Vatikan'a doğru ilerliyoruz. 









Aziz Petrus Meydanı Vatikan'ın ünlü meydanı. Papanın halka hitap ettiği alan oldukça geniş. Uzunca bir kuyruk var. Çevredeki dükkanlarda Katolik dünyasının ilgisini çekebilecek hatıralık eşyalar satılıyor. Meydanda yer alan görkemli yapı Michelangelo ve Raphael gibi Rönesans ustalarının tasarladığı Aziz Petrus Bazilikası.







Diğer taraftan Sistine Şapeli'nin tavanında büyük usta Michelangelo'nun sanatını konuşturduğu dini temalı bir çok resim bulunduğunu biliyorduk bilmesine ama kendimizi daha fazla zorlamanın alemi yoktu. Zaten kapalı olan hava akşam karanlığı ile birleşti. Fotoğraflarımızı çekip otelimize doğru yola koyulduk. En yakın istasyondan metroya binip otelimize vardık. Yatağa girip Suat Derviş'in hayatının konu edildiği kitabı okumaya başlamadan evvel TV kanallarını karıştırdım. Bir önceki geceden aşina olduğum bir yarışma programı çıktı karşıma. "Guess My Age" adındaki show programı İtalyanca sunulmasına  rağmen olayı anlamamız hiç de zor değildi. İki yarışmacıya podyuma gelen muhtelif yaş ve mesleklerdeki insanların kaç yaşında olduğu soruluyor. Para ödüllü bu eğlence programının Avrupa'nın bazı ülkelerinde yayınlandığını öğrendim. Yakında bize de geleceğini tahmin ediyorum. Yarın sabah erkenden Bolonya yolculuğumuz başlayacak.  

26 Şubat 2018 Pazartesi

NAPOLİ

06/02/2018 Salı, Napoli

                                                                                                                                        
Dün gece baktığımız hava tahmin raporları yanılmamıştı. Roma ve Napoli'de havanın gök gürültülü sağanak yağışlı olduğu görünüyordu. Sabah henüz hava aydınlanmadan yağmur altında otelimize yakın mesafede bulunan Roma Termini tren istasyonuna doğru yola çıktık. Önceden biletlerimizi internet yoluyla aldığımız Intercity treninin hareket saati 06.26. Hareket saatine on dakika kalıncaya kadar peron numarası açıklanmıyor. Peron numarası belli olunca trenin yanaştığı platforma koştuk. Vagon numarası ve koltuk numaralarımız belliydi. Napoli deyince ilk akla gelen Vezüv yanardağı ile yaklaşık iki bin yıl önce bu yanardağın püskürttüğü lav ve zehirli gazlar nedeniyle tarihten silinen iki şehir, Pompei ve Herculenium. Elbette meşhur olanını, yani Pompei'yi görmekti niyetimiz. Napoli Centrale tren istasyonunun hemen altındaki Garibaldi istasyonundan kalkan banliyö treni ile sahil boyunca tatil kasabası Sorrento istikametinde gidecektik. Pompei Napoli'ye on beş dakikalık mesafede ama sadece orayı hakkını vererek gezebilmek için tam bir günün ayrılması gerektiği söyleniyordu. Geniş bir açık hava müzesi. Beklenmeyen felaket sonucu 16.000 kişinin hayatını kaybettiği, kimilerine göre lanetlendiği söylenen bu şehirde cesetlerin ve her türlü eşyanın yirmi metre kül katmanının altında bozulmadan korunduğundan bahsediliyordu. İki bin yıl bir ceset nasıl koruyabilir kendisini? Dinler açısından ibretlik bir olay, tanrının gazabı olarak dillendirilse de bu yönden çok fazla etkilendiğimi söyleyemem. Kül katmanları arasından ceset yığınlarını çıkarmak mümkün değildi elbette. O kadar zamanda organik bir yapıya sahip cesetlerden bir eser kalmayacağını düşündüm. Nitekim kül katmanları arasında cesetlerin yerlerinin sadece boşluk olarak kaldığını öğrendim. Yani cesetler taş oldu, taşlaştı diye bir şey yok. Avrupalı bir bilim adamının aklına gelmiş bu boşlukları çimento şerbeti enjekte ederek doldurmak. Bu işlemden sonra sertleşmiş küller temizlenip beton doldurulmuş insan cesetlerinin boşlukları kalıp gibi çıkartılmış (!) Bu suni, betonla doldurulmuş ceset boşluklarını merak eden 2.500.000 kişi en az 15 Euro giriş ücreti vererek her yıl akıyor buraya. Şahsen o paraya bir ristorante'ye gidip "spaghetti di mare" yemek daha cazip geldi bana.

Tren yolculuğu esnasında bu konuyu tartıştık eşimle. İki saat kadar süren yol boyunca kah tünellerden geçtik, kah sisli sahil yamaçlarını seyrettik. Yazın buraları çok daha güzel olmalıydı. Pompei'ye gitmek için kullanılacak banliyö trenlerinde çok hırsızlık oluyormuş. Güneye inildikçe insanların ekonomik ve kültür seviyesi düşüyor. Örneğin okuduğum bir blogta Napoli sokaklarının çöpten geçilmediği, balkon ve pencerelerden çamaşırların sarkıtıldığı anlatılıyordu. Çantamdan kitaplarımızı çıkarıp okumaya başladık Napoli'ye varıncaya dek.

İstasyondan dışarı çıkıp ara vermeksizin yağan sağanak altında yürümeye başladık. Özellikle zenci nüfusun yoğunlaştığı bir bölge burası. Bu yağmurun altında Pompei ne gezilirdi ya (!) Eşimin hava durumuna bakarak Pompei ısrarından vazgeçmesi hiç de zor olmadı. Şehrin turistik bölgesi Centro Storica denilen bölgenin ortasından geçen yaklaşık iki kilometre uzunluğundaki Spaccanapoli caddesi boyunca ilerledik. Yağmur altında bir taraftan şemsiyemizi tutarken diğer taraftan telefonumuzdan aldığımız kılavuzluk hizmeti, bilgi notlarımıza bakmamız canımızı sıkıyordu. Spaccanapoli isminde bir cadde göstermiyordu Navigasyon. Napoli'yi bölen anlamındaki bu sözcük birbirinin ardında uzanan Vicaria Vecchia, San Biagio dei Librai ve Benedetto Croce caddelerinden oluşuyormuş meğer. Bu üç caddenin kısaltılmış adıymış Spaccanapoli. Sık sık mola verip gideceğimiz yerleri sıraya sokmaya çalışıyorduk. Tarihi şehrin ara sokakları ilgi çekiciydi. Sadece balkonlarda değil sokak aralarında iki direk arasına asılan iç çamaşırlarını gösteriyordum eşime. Böylesine turistik bir şehre yakıştıramadık doğrusu bu manzaraları. Yağmur şiddetinden bir şey kaybetmiyordu. Bir kafeye girip mola verdik. Kurabiye büyüklüğünde bir kek için üç euro ödemek aptalca geldi. 
Sokak denebilecek dar caddeler arasında dükkanları gezdik. Biraz alışveriş yaptık. Centro Storico'ya oradan da Piazza del Plebiscito meydanına geçtik. Piazza kelimesi İtalyanca meydan demek. Pek çok yerde irili ufaklı birçok meydan var bu memlekette. Karnımız acıkınca ilk "spaghetti di mare" mi yemek üzere gözümüzün kestiği bir restorana girdik. Genel olarak liste ve fiyatlar kapı girişlerinde yazılı. Eşim pizza söyledi. Ben deniz mahsullü spagettimin yanında bir de yerel bira istedim. İtalyan mutfağına hayranım. Eşim benimle aynı fikirde olmadığını söylüyor. "Ne varmış yani, pizza, pasta dedikleri makarna ve unlu mamuller... Hepsi karbonhidrat." Gel gelelim Sophia Loren aynı fikirde değil bu konuda. Ünlü aktristin spagetti hakkında sözleri İtalya'da yemek yediğimiz restoranın duvarını süslüyor. "tutto quello che vedete lo devo agli spaghetti", yani "gördüğün her şeyi spagettiye borçluyum"   

Yolumuz üzerinde rastladığımız bazilika, kiliseleri geziyoruz. İlginç bulduklarımızın fotoğrafını çekiyoruz. Bunlar arasında en çok ilgimizi çeken devasa yapısıyla Napoli Katedrali yani diğer adıyla Basilica di Santa Maria Assunta oluyor.

Yine Napoli'nin meşhur caddelerinden Via San Gregorio Armeno üzerinde yer alan ve aynı adı taşıyan kilisede salı sabahları 09.30 - 10.30 saatlerinde "akan kan" mucizesine tanık olacağımıza dair gezi notları okumuştum. Kilisenin önüne geldiğimiz salı günü saat tam da 09.30'u gösteriyordu. Meryem'in sırt üstü uzanır vaziyette yatan İsa'nın üzerine eğilmiş bir heykeli yer alıyordu kilisenin bir köşesinde.



İsa'nın çarmıktan yeni indirilmiş hali olmalıydı bu. Zira el ve ayaklarının çarmıha çivilendiği yerlerindeki yara izleri belirgindi. Vücudunun üzerindeki kesiklerden kan renginde kırmızı boya akıtılmıştı. Muhtemelen hava şartları sebebiyle kilise görevlisi boya şişelerini yetiştirememiş olmalı ki şahsen biz akan kana maalesef şahit olmadık. Aslında niyetimiz ciddiydi, böyle bir mucizeyi görüp imana gelmemek mümkün müydü? 

Kiliselerden çıkıp sağanak yağmurla yeniden yüzleştik. Tek şemsiye hem eşimin hem de benim yarı bedenlerimizi yağmurdan ancak koruyabiliyordu. Su birikintileri arasında seke seke ilerlerken şansımıza söyleniyorduk. "Hadi yeter artık bu kadar, yoksa ikimiz de hasta olacağız." dediğinde eşim, dönüş tren saatine daha 3,5 saat vardı. Bu ahval ve şerait içinde bir an önce Roma'ya otelimize dönsek iyi olacaktı. Birbirine benzer dar sokaklar arasında ilerlerken yolumuz üzerinde olduğu halde görmeden geçtiğimiz bir yer kalmasın diye elimizde telefon, kendimize yön belirliyorduk. Yağmur altında yol uzadıkça uzuyordu. Telefonumu sık kullandığım için bu kez her zamanki gibi pantolonumun ön cebine koymak yerine paltomun cebine attım. Çantamdan bilgi notlarımı elime aldım. Acaba bilet saatini öne almak mümkün olacak mıydı? İstasyona 100 metrelik bir mesafe kalmıştı. Bilet satış yerinde uzunca bir kuyruğu görünce önünde kimse beklemeyen danışma yazılı bankoya yanaştık. Biletimizi öne almak istediğimizi söyledik. Orta yaşlı görevli adam "maalesef" dercesine başını sağa sola salladı, İngilizce "Biletiniz fırsat bileti, bu yüzden değişiklik yapamayız." dedi. Eline aldığı biletimizi geri vermemesi hala bir şansımız olduğunu düşündürüyordu. Sohbete başladık. Nereden geliyorsunuz? Ne yapıyorsunuz? gibi sorular soruyordu. Nihayet "Size bir şartla yardımcı olurum." dedi. "Neymiş bu şart?" diye sordum. Güzel İzmir'inizin sahilinden çekilmiş bir fotoğraf gönderirsen işinizi halledeceğim." dedi. Bana üzerinde e-mail adresi bulunan bir kartvizit uzattı. "Elbette gönderirim." dedim. Biletin üzerine yarım saat sonra kalkacak trenin numarasını yazdıktan sonra kaşeleyip imzaladı. Teşekkür edip yanından ayrılırken arkamdan sesleniyordu. "Bak fotoğraf göndermek zorunda değilsin, ama gönderirsen sevinirim."

İstasyonun içinde bir yer bulup beklemeye koyulduk. Bir ara cebimi yokladım, başımdan aşağı kaynar sular döküldü. "Telefonum sende mi?" Bazen elimde bilgi notları vs. olunca eşime veriyordum tutsun diye. Şaşırdı, biraz uzatarak "Hayıır." dedi. Cepleri, çantaların içini didik didik ettik, yok. "Eyvah, telefonu çaldırdık galiba." dedim can sıkıntısıyla. Tren saati iyice yaklaşmış, ben çaresizlik içinde ceplerimi yoklamaya devam ediyordum hala. Ne yapacağız şimdi? Trene bindik, Roma'ya varıncaya kadar başka bir şey yoktu aklımda. İki ay bile olmamıştı telefonu alalı. Roma'ya, otelimize döndük. Oda temizlenmiş, yeniden düzenlenmişti. Oysa üç günümüzü geçireceğimiz odamıza biz ayrılıncaya kadar kimsenin girmeyeceğini sanıyorduk. Eşimi otelde bırakıp dışarı fırladım. Birkaç yere gidip hani belki açıp bir cevap veren olur umuduyla telefonumun numarasını çevirmeyi denedim. Hiç kimse yardımcı olmadı. Eşimin telefonu yurt dışına açtırılmadığı için bir başka telefonla bunu halletmeliydim. Eğer düzgün birinin eline geçtiyse Napoli'ye dönüp almayı bile göze almıştım. Telefon bulsam bile bu yeterli olmayacaktı. İyimser bir ihtimal de olsa telefonumu biri açacak ancak İtalyanca konuşunca ben bir şey anlayamayacaktım. Birisi "Git, telefon şirketlerinden birini bul, sana yardımcı olsun." dedi. Ne yazık ki oradan da bir netice alamadım. "Parası neyse vereceğim yardımcı olun". desem de oralı olmadılar. "Yakınlarda bir polis karakolu var oraya git, derdini anlat." dedi telefoncu. Carabinieri dedikleri polis istasyonunu buldum. İçerisi biraz kalabalıktı. Sıra bana gelince polis memuruna durumu anlattım. Telefonumun seri numarasını sordular. Nereden bileyim ben şimdi seri numarasını. "Bilmiyorum." dedim. "O zaman rapor tutamayız." dediler. Nöbetçi polis bir yere telefonuyla mesaj çekti. Gelen cevabı bana göstererek, "Bak görüyorsun, seri numarası olmadan işlem yapamıyoruz." dedi.  "Ne yapmam lazım, telefonu unutayım mı şimdi? Yapılacak bir şey olmadığını söylüyorsunuz." Beklememi istedi biraz. Bir başkasının işiyle meşgul oldu bu arada. Sonra bana dönüp emniyet müdürlüğünün saat 20.00'ye kadar çalıştığını istersem oraya müracaat edebileceğimi söyledi. "Eğer sonuç alamazsan yarın saat 09.00 da yine buraya gel." dedi. Yaklaşık iki kilometrelik bir yoldu tarif edilen adres. "Sora sora Bağdat bulunur." hesabı kapanış saatinden önce vardım istenen adrese. Girişi zor buldum. Kocaman demir bir kapı kapalı durumdaydı. Kapının yanında bir zil ve megafon bulunuyordu. Zili çaldım. Karşıdaki ses mesainin bittiğini söyledi. "Ama beni diğer karakoldan gönderdiler ve saat sekize kadar çalıştığınızı söylediler." dedim. "Hayır kapalıyız bu saatte, yarın gelin." dedi yüzünü göremediğim adam. 

Çaresizlik içinde oteli bulmaya çalışıyordum. Hatta o kadar karışık sokaklardan, meydanlardan geçince yolumu kaybettim. Uzakdoğulu bir gence adres sordum, "Şu karşıdan geçen tramvaya bin seni istediğin yere götürür." dedi. Yok ben yürümek istiyorum. Genç çocuk "Bilete gerek yok, bin git." dedi. Ben ısrar edince "O zaman tramvay raylarını takip et, seni götürür." dedi. Böylelikle oteli buldum. Yağmurlu Napoli sokaklarını arşınladıktan sonra bu spor fazla gelmişti ama ben cebimdeki telefonu nasıl çaldırdığımın muhasebesini yapıyordum kafamda hala. "Şimdiye kadar bir şey çaldırmadıysan o senin şanslı olduğunu gösterir." diyordu eşim. Belli ki bugün şanssız günümdü Kızımı aradık telefonla. Benim telefon numaramı çevirip aramasını söyledik. Dönüp "Çalıyor ama cevap veren yok." dedi. Bir müddet sonra telefon çalmaz olmuş. Belli ki sim kartını çıkarmış hırsız. Artık ümit kalmadı. Kızım servis sağlayıcı ve benim aramda konferans yapıp telefonun çalındığını ve hattı geçici olarak görüşmelere kapatmak istediğimizi söyledi. Yetkiliyle görüşüp hattı kapattık. Bunca olandan sonra kitap okumak ne mümkündü. Geç vakitlere kadar "Nasıl çaldırırım ben telefonumu?" deyip durdum kendi kendime. Odanın caddeye bakan penceresini araladım. Yağmur şiddetini iyice kaybetmişti ama Roma'nın yarın yine yağışlı olduğunu gösteriyordu hava tahmin raporları. 

19 Şubat 2018 Pazartesi

ROMA I

05/02/2018 Pazartesi,
İzmir, İstanbul, Roma

İtalya gezimizin tarihi yaklaşınca bir heyecan sardı beni. Aslında hemen her şeyi çok önceden planlamıştım. Bir ikisi dışında bütün otel rezervasyonları yapılmış, şehirler arası tren biletleri internet üzerinden alınmıştı. Havaalanından şehre transfer için otobüs biletlerine kadar...

Yola çıkmadan bir gün önce bilgisayarıma kaydettiğim bilet ve rezervasyon bilgileri ile gezeceğimiz yerler hakkında resimli kısa bilgi notlarının çıktılarını aldım. Yanımda nasıl olsa cep telefonum var deyip bunları yapmayabilirdim de. Yine de ne olur ne olmaz deyip işimi sağlama almak doğru olacaktı. Önceden hazırladığım üç sayfalık bilgi notu benim için en önemlisiydi. Zira uçak biletlerinin rezervasyon ve PNR numaraları, uçuş bilgileri, otellerin isimleri ve booking.com rezervasyon numaraları, tren biletlerinin tarih, saat ve yolculuk sürelerini belirten bilgileri tarih sırasına göre yazmıştım bu notlarıma. Tren ve otobüs biletlerinin çıktılarını alıp son kontrollerimi yaptım. Bu esnada Roma Fiumicino havaalanı ile şehir merkezi arası yolculuk en az bir saat süreceğinden dönüşte otobüs saatini en az bir saat öne almam gerektiğini fark ettim. Bunu düzeltmem gereken bir iş olarak not ettim.

Elimizdeki valizlerle sabah erkenden yola çıkmamız gerekiyordu. O saatlerde İzmir'de metro çalışmadığı için arabamızı Gaziemir metro istasyonunun yakınlarında bir sokağa bıraktık. Zira havaalanı otoparkını kullanmak oldukça tuzluya kaçacaktı. Şans eseri arabamızı park ederken hemen yanımızda yolcu indiren bir taksi gördük. Hemen o taksiye atlayıp Adnan Menderes Hava Limanına attık kendimizi. Hafiften yağmur çiseliyordu. Yaklaşık iki ay önce İstanbul'a en uygun bileti Sun Express şirketinden bulmuştum. Şubat ayının beşinci günü adı geçen şirketin yönünü İstanbul Sabiha Gökçen havaalanına çeviren uçağıyla  İtalya seyahatimiz başlamış oldu.

Bu arada eşimin ve benim cep telefonlarımıza gezimiz boyunca çok faydasını göreceğimiz "Here WeGo" adındaki navigasyon programını indirmişti kızım. Bu sayede göreceğiniz yerlerin adı ve adresi olduktan sonra haritaya hiç gereksiniminiz kalmıyor. Sadece internet olmaksızın kullanabilmek için hangi ülkede kullanacaksanız o ülkenin haritasını önceden indirmeniz gerekiyor.

Pek zaman bulacağımızı düşünmesem de yanımıza iki kitap aldık. En azından yolculuklarımız esnasında okuruz diye. Eşim her ikisini de okumaya başlamış. İki kitabı aynı anda okuyanlara hayranım. Bunlardan biri Osman Balcıgil'in kaleme aldığı "İpek Sabahlık" diğeri ise Susan Abulhawa'nın "Filistin Sabahları". "Hangisini istersen okuyabilirsin." demişti eşim. Tercihim "İpek Sabahlık" tan yana oldu. Bu kitap hakkında değerlendirmemi ayrı bir yazıda kaleme almayı düşünüyorum. Uzun bir ara verdiğim okuma alışkanlığıma yeniden kavuşmamın heyecanını da yaşıyordum bu seyahatle birlikte.

Açık söylemek gerekirse bu yazım tam anlamıyla bir gezi rehberi kıvamında olmayacak. Zira hazırlık döneminde gezeceğimiz, göreceğimiz yerlere ilişkin çok sayıda gezi bloğu okudum, vlog izledim ve internet üzerinde araştırma yaptım. Çok faydalandığım güzel ön bilgilerdi bunlar. Nereleri gezmeli, nerelerde yemeli, neler yapmalı türünden. Ben ise kendi yaşadıklarımı sohbet tarzında yazacağım.

İstanbul'dan Pegasus Havayolları uçağı Roma semalarında süzülürken saat farkından dolayı iki saat kazanmamızın keyfine varırken kaptan pilotumuz ne yazık ki havanın yağmurlu olduğunu anons ediyordu.  

Uçaktan inip pasaport kontrolünden geçtikten sonra valizlerimizi alıp Bus Shuttle otobüslerinin kalktığı yöne doğru ilerledik. Olası rötarları düşününce tedbir olsun diye otobüs biletini bir buçuk saat geç almıştım. Yetkili alışkın olduğu bu durumu normal karşıladı ama kalkmak üzere olanda yer kalmadığından dolayı yarım saat sonra kalkacak otobüse aldı bizi. Bir saat süren yolculuktan sonra Roma Termini tren istasyonunda indik. Kalacağımız otel bu noktaya sadece 200 metrelik bir mesafede. İstasyonun önünde bir sağa bir sola bakarken aklımıza "Here WeGo" geldi. Hemen cep telefonumuzu çıkardık. Otelin adını girdik. Başlat düğmesine basınca bizi gitmemiz gereken yönü gösterdi. XIX. yüz yıldan kalan tarihi binaların yer aldığı geniş Via Cavour caddesinde ilerlerken yağmur çiseliyordu. Telefon "Hedefinize ulaştınız." diye anons etmesine rağmen görünürde otelin adını yazan ne bir tabela ne de bir işaret vardı. Bulunduğumuz yerdeki bir restorana sorduk otelin nerede olduğunu. "Bilmiyoruz." cevabını alınca eşim panikledi. Yanımdaki bilgi notlarından adrese ve kapı numarasına baktım. Alt kattaki dükkanların kapılarında biri eski biri yeni olmak üzere ikişer numara vardı. Kocaman kapılı iş hanına benzer bir binanın önünde aradığımız numarayı bulduk. Kapının yanında yer alan zil etiketleri arasında otelin adı yazılıydı. Zile bastık, beklemeye koyulduk. Cevap alamayınca eşim söylenmeye başladı. "Nasıl bir otel burası böyle?" Roma'da eski evlerden bozma kat otellerinden biri olmalıydı. Zile tekrar bastık, kapı açılınca rahatladık. "Elimizdeki valizlerle birlikte asansörün üçüncü kat düğmesine bastık. Asansör üç kişilik olmasına rağmen küçücük kabinine valizlerimizle birlikte zor sığdık. Rastgele bastığımız üçüncü kat düğmesi sekiz numaralı dairenin katına denk gelmesi bir şanstı. Otelin kapısına gelmiştik ama kapıyı açan kimse olmadı. Yan tarafta elektronik bir şifre yardımıyla açılan kapıdan içeri girmek mümkün görünmüyordu. Eşim yine başladı söylenmeye. Kapının üzerine iliştirilmiş bir kağıt üzerinde Check-in yapmak için aranması gereken numara yazılıydı. Telefonumu değiştirdikten sonra yurt dışı görüşmelerine açmadığım geldi aklıma. Eşime kapıda beklemesini hemen bir çözüm bulacağımı söyledim. Kağıdın üzerindeki numaranın resmini çektim telefonuma. Hemen dışarı çıkıp alt kattaki restorandan telefonlarını kullanmak istedim. Bunu yapamayacaklarını söylediler. Hemen yanında doğulu olduğunu düşündüğüm bir pizzacıya girdim. Adam Bangladeşliymiş. Sabit bir telefon gösterdi. "Oradan arayabilirsin." dedi. Numarayı çevirdim. "Pronto" diyen bir hanımefendi çıktı karşıma. Durumu anlattım, kapıda beklediğimizi söyledim. "Hemen geliyorum" dedi isminin sonradan Julia olduğunu öğrendiğim kız. Eşimin yanına çıktım ve beklemeye başladık. Beş dakika geçmeden Julia geldi. Son derece kibar bir şekilde karşıladı düzgün İngilizcesiyle. Odamızı gösterdi, kapının şifresini, internet parolasını söyledi ve giriş holündeki mutfağı kullanabileceğimizden bahsetti. Roma'nın turistik yerlerini ve metro planını gösteren bir harita verdi. Otel paralarını ödediğimiz için sadece kişi başı günlük 3,5 Euro olan şehir vergisini ödedik, hemen faturamızı düzenleyip uzattı. Kendisine teşekkür ederken dönüşümüzde aynı otelde bir gün daha kalacağımızı söyledim. Odanın temizliğini görünce eşim yanmakta olan korun üzerine su dökülmüş gibi sakinleşti. Gerçekten bembeyaz çarşaf ve yastıklar, pırıl pırıl bir banyosu vardı odanın. Hemen telefonlarımıza şifreyi girdik. Gayet güzel bağlandık internete. Vakit henüz erken olmasına rağmen hava kapalıydı. İnceden yağmur serpiştiriyordu dışarıda. Klimayı çalıştırdık. Odanın içi ısındı. Buradan Roma deyince ilk akla gelen Colosseum'un bulunduğumuz yere mesafesi sadece 1.400 metre olmasına rağmen eşim oraya kadar yürüyemeyeceğini söyledi. Roma'da her ne kadar güzel bir metro sistemi olsa da yürüyerek gezilecek bir şehir. O kadar çok tarihi yapı var ki. Her durakta en az bir iki tanesini görebilirsiniz. Ertesi gün, sabah erkenden Napoli'ye gideceğimizi dikkate alıp bugün görülecek yerlerin bir kısmına gideceğimizi düşünmüştüm ben oysa. Ne var ki eşimin daha ilk günden ayak ağrısı çekmesini göze alamazdım.
Yanımızda götürdüğümüz şemsiyeyi açıp çıktık otelden dışarı. Bize en yakın yapı olan Basilica Papale di Santa Maria Maggiore bulunduğumuz yere sadece 200 metre mesafedeydi. Papa, Meryem'i görmüş rüyasında. Bir kilise inşa ettirmesini istemiş işaretleyeceği yerde. Yaz günü Esquilini tepesine bembeyaz kar yağınca "Tamam" demiş papa "İşte Meryem validemizin istediği yer burası." Bu bazilikanın işte böyle bir öyküsü varmış. Roma kiliselerden geçilmiyor. Hepsinden tarih ve sanat fışkırıyor. Pek çoğunda tanınmış heykeltıraş ve ressamların heykel ve tablolarına duvar ve tavan süslemelerine rastlamak mümkün. Her resim ve figürün ayrı bir anlamı var. Bunların tam anlamıyla hakkını verebilmek ve anlamak için özellikle Hristiyan dinini ve sanat tarihini bilmek gerek.  Oysa apayrı bir ihtisas konusu olan bu işe hiçbir zaman heves etmedik. Bazilika, kilise, şapel ve vaftizhanelerin içleri ayrı dış görünüşleri ayrı güzel. Bu tür yapıların yanı sıra Roma deyince akla meydanlar ve çeşme dedikleri heykellerle süslü havuzlar geliyor. Bizim yaptığımız bu devasa yapıları, içindeki heykel ve tabloları, süslemeleri hayranlıkla  seyretmekten başka bir şey değil. Kiliselerin bizim açımızdan bir başka faydası da yorulduğumuzda sıralarına oturup biraz dinlenmemiz ve bir sonraki durağımızı belirlememiz için imkan sağlamasıydı. Bugün ziyaret ettiğimiz ikinci bazilika Basilica di San Pietro in Vincoli oldu. Michelangelo'nun ünlü Musa heykelini burada görmek mümkün. Havanın yağışlı olması durumunu dikkate alarak diğer önemli yerleri sonra gezmek üzere otelimize dönmeye karar verdik. Sabah erkenden kalkmalı, Napoli trenini kaçırmamalıyız. Kahvaltılıklarımızı Türkiye'den götürdük. İki otel dışında oda ücretlerinde kahvaltıyı hariç tuttuk. Otellerde kahvaltı zaten en erken 07.30'da başlıyordu. Oysa bu saatler bizim tren hareket saatlerimize denk geliyordu. 

Otelin bulunduğu cadde üzerinde bir pizzacıda karnımızı doyurduktan sonra eşimi odaya bırakıp biraz market alışverişi yaptım ve bu her bulunduğumuz şehirde adet haline geldi. Market fiyatları restorana ya da kafelere göre daha uygun olsa bile Türkiye ile mukayese edildiğinde oldukça yüksek. Meyve fiyatları dört beş katına kadar çıkarken muz en ucuz olanı bu memleketin. Aşağı yukarı bizdeki fiyatlar seviyesindeydi. Yarım kiloluk meyveli yoğurt ve litrelik kolayı üç-üç buçuk Euro'ya alabiliyorduk. Yanımızda bolca üçgen eritme peyniri, zeytin, bisküvi ve atıştırmalıklar hayli işe yaradı. Odaya döndüğümde eşimle her gece müptelası olduğumuz TV2 de yayınlanan "Kelime Oyunu" nu buradan da izlemek çok hoşumuza gitti. Odamızda mevcut televizyonda bütün uydu kanalları İtalyanca yayın yaptığı için cep telefonumuz imdadımıza yetişti. Otele dönünce diğer bir etkinliğimiz kızımızla yaptığımız görüntülü whatsapp görüşmeleriydi. Zaman zaman Venüs'ü görmek de mümkün oluyordu bu sayede. Ardından yaptığımız sohbetin hem bir sonra gezeceğimiz yerler hakkında hem de okuduğumuz kitaplar üzerine oluyordu. Genellikle eşim bu sohbetlerin ardından uykuya teslim oluyor ben ise geç vakitlere kadar İpek Sabahlık romanını okuyordum. 

17 Şubat 2018 Cumartesi

YENİDEN MERHABA

Uzunca bir aradan sonra yeniden dönüyorum sözcüklerimin arasında kaybolmaya. Başlangıçta hiç önemsemiyor gibi görünsem de bir şeyi sonlandırmak onu başlatmaktan daha zormuş. Taş Ev'i kapatalı iki buçuk ay oldu. Su gibi geçti zaman. Kararımızın hemen ertesinde yapmıştık programımızı. Evet, güzel bir yurt dışı tatili iyi gelecekti. Eşimin ısrarla görmek istediği İtalya'ya gitmeye karar verdik. İtalya'dan sonra İspanya'ya geçmeyi aklımdan geçirdiysem de sonradan vazgeçtim. Zira daha önce defalarca gittiğim Roma ile sınırlı kalmayacaktı seyahatimiz bu kez. Kızım uygun bir Roma bileti ayarladı bize. Ondan sonraki hafta aheste bir şekilde tur programı üzerinde yoğunlaştım. 

Belki son gidişimiz olacaktı bu güzel ülkeye. Elimizden geldiğince görülmeye değer şehirlerini gezmek isabetli bir karar gibi göründü. İtalya haritasını açtım önüme. Roma'dan sonra sırasıyla Napoli, Bolonya, Venedik, Milano, Cenova, Pisa, Floransa şehirlerini ziyaret etmeyi planladım. Önce uçak ve tren biletlerini internet üzerinden almakla başladım. Kalacağımız otelleri booking.com dan araştırırken temizlik ve mümkün olduğu kadar tren istasyonlarına yakınlık değişmez kriterlerimdi. Zira şehirler arası yolculuklarımız hep hızlı trenlerle olacaktı. Milano'dan Cenova'ya geçerken Pisa kulesini görmeden yapamazdık. Eğik kulesinin yanı sıra Pisa'da gezilecek görülecek bir çok yer olduğunu öğrendim. İşte bu yüzden Pisa'dan Floransa'ya geçerken tren biletimizi oradan almak daha mantıklı geldi. Elimizdeki bavulları istasyonda emanete bırakabileceğimizi düşündüm. Pisa'dan sonra Floransa'ya ne kadar zamanımız kalacak bilemediğimden Floransa-Roma dönüş yolculuğumuzu nasıl yapacağımız konusunu da sonraya bıraktım. İlk üç gecenin birini Napoli'ye ayıracağımızı düşünürsek kalan bir buçuk gün Roma için yeterli olacak mıydı? Son günü yine Roma'ya ayırırsak Pisa ve Floransa şehirlerinin her ikisini bir günde gezebilir miydik? Bu soruların cevabını zamanı geldiğinde bulmak dışında gezimizin ana hatları belli olmuştu.

Tamı tamına on gün sürecek bu seyahatimiz Taş Ev'den sonraki yaşantımızı nasıl sürdüreceğimiz konusunda bir bekleme dönemine soktu bizi. Sadece seyahat değildi bu bekleyişimizin nedeni. Kızım uzman olduktan sonra yeniden zorunlu hizmete gidecekti. Bu arada o da bir arkadaşı ile birlikte Uzakdoğu gezisi planlamıştı. Yola çıkacağı günlerde bir şanssızlık olmuş, Bali'deki aktif yanardağ harekete geçmiş, lav ve kül püskürtmeye başlamıştı. Birkaç günlüğüne adanın hava alanı da trafiğe kapatılınca -bizim de ısrarımızla- tatil planını değiştirmek zorunda kaldı. Bali yerine Malezya'yı programına alırken göreceği ikinci ülke Tayland olarak kalmıştı. Tam da ülkemize döneceği gün belli olacaktı münhal kadrolar.

Kızımın tatil dönüşünde açıklanan yerlerin hepsi birbirinden beter görünüyordu. Hakkari Çukurca mı ararsın, Tunceli Ovacık mı yoksa Çemişgezek mi? İçlerinde en iyi yer Afyon Bayat ve Adana'nın Feke ilçe devlet hastaneleriydi. Eğer tayini doğuda, hele hele terörün kol gezdiği yerlerden birine çıksa biz de onu yalnız bırakmayacaktık elbette. Kötülerin arasından görece iyileri seçerek yaptı tercihlerini. Bir hafta sonra tayin yeri belli oldu. Adana'nın en uzak ilçelerinden biri olan Feke olmuştu yeni iş yeri. Havaların güzel gitmesini fırsat bilip Feke'yi görmeye gittik hep birlikte. Küçük bir ilçe ama insanları son derece sıcak ve konuksever. Anlaşılan içimiz rahat bir şekilde yanında olmasak da zorunlu hizmetini tek başına burada tamamlayabilecek. Köylere gitmesi durumu endişelendiriyor sadece beni. Zira köylerin rakımı yüksek ve yolları pek de emniyetli görünmedi gözüme.

Taş Ev'i kapattıktan sonra her akşam arayıp rezervasyon yaptırmak isteyenler eksik olmadı. Burası küçük bir yerleşim yeri olmasına karşılık bu aramaların halen sürmesi tuhaf. Bunun bir nedeni facebook sayfamızı hala kapatmamış olmam belki de. Taş Ev'i kapatmış olsak da facebook sayfasını kapatmak gelmedi içimden. Bu arada eşim ve ben bir türlü zaman bulamadığımız diş tedavilerine başladık. Haftanın yarısı İzmir'de geçmeye başlamıştı artık. İtalya seyahatine kadar bu böyle gitti ama daha işlerin yarısındayız sanırım.

Taş Ev'in faaliyetlerini sonlandırma kararımızdan sonra bir ayı aşkın bir zaman içinde her gün yaylaya çıktım. Zira Venüs'ü Fifi'yi ve tavukları beslemek zorundaydım. Yaylada sevgili dostlarımla en az iki saat geçiriyordum. Venüs'ü bu süre zarfında serbest bırakıp ayrılmadan önce yeniden bağlıyordum. Bunun nedeni onun tavuklara olan düşkünlüğüydü. Nihayet tavuklara bir talip çıktı ve hepsini elden çıkardım. Aynı günün akşamı kızım yurt dışına çıkacaktı. Telefonla görüştük. Her zaman olduğu gibi Venüs'ü sordu. Tayini nereye çıkarsa çıksın onu yanına alacağını söyledi. Tavukları gönderdiğimize göre bahçede tehlikenin kalmadığını ve Venüs'ü artık bağlamama gerek bulunmadığını söyledim. Her seferinde serbest bırak diyen kızım nasıl olduysa bu kez bağlamamı istiyordu. Buna rağmen o akşam serbest bıraktım Venüs'ü. Ertesi günü yaylaya rutin ziyaretimi yapmak üzere bahçe kapısından içeri girdim. Ortada ne Venüs ne de Fifi görünüyordu. Yanında Fifi olduktan sonra gözüm arkada kalmazdı. O kadar seslenmeme aramama rağmen ortaya çıkmadılar. Neyse, özgürlüğün tadını çıkarıyorlar, yarın dönerler acıkınca dedim kendi kendime. İkinci gün Fifi beni karşıladı ama Venüs hala yoktu. İki köy arasında her gördüğüme sordum, bağırdım çağırdım ama nafile çabalardı bunlar. Kızıma ne derim ben şimdi? Her gün yukarı çık saatlerce bağır, bağır yok. Fifi'yle birlikte yol boyu Venüs'ü aradık günlerce. Aradan bir hafta geçmesine rağmen hiç bir ize rastlamadık. Kızım Uzak Doğu seyahatinden döner dönmez Venüs'ü sordu ilk olarak. Venüs'ün bir haftadır kayıp olduğunu söylerken ona sahip çıkamamanın ezikliğini hissettim. Hem de bağlamamı istediği halde ben onu dinlememiştim. İzmir'den yola çıkıp atladı geldi. Sağanak yağmur altında "Venüs" diye bağıra bağıra akşamı ettik yine yok. Artık ümidi kesmeye başlamıştık. Ya yabani hayvanlara yem oldu, ya da çaldılar. Yoksa o kadar zaman geri dönmez miydi? Nereden bulurdu yiyeceği, hiç mi acıkmadı onca zamandır? Yolunu mu kaybetti de dönemedi? Bütün bu olasılıklar arasında en iyisi çalınmış olmasıydı. "Çalanlar ona iyi baksalar bari." diye düşünmeye başladık. Kızım göz yaşlarına boğuluyordu. Buruk bir şekilde eli boş döndü İzmir'e.

Aradan sadece bir gün geçmişti. Ben her gün yaylaya çıkmaya devam ediyor, hem Fifi'yi besliyor hem de Venüs'ü aramaya devam ediyordum. Boynundaki tasmasında adı ve telefon numaram yazılı olduğundan iyi insanlar mutlaka arayacaklardı. Eve yine bir gelişme olmadan döndüm. Şimdiye kadar aranmadığıma göre vahşi hayvanlara yem olmasından endişe etmeye başladığım sırada telefonum çaldı. Arayan Kaplan köyünde yaşayanlardan biri. "Gel, şu köpeğini al köyde tavuk bırakmayacak." diye bağırıyordu. Hemen tutup bağlamalarını, sakın ola kaçırmamalarını söyledim. Venüs'ün bulunması mucize gibi bir şeydi. Hemen fırlayıp bir solukta çıktım yaylanın virajlı yokuşlarını. Köye varır varmaz onu demir bir kapıya iple bağladıklarını gördüm. Köylü kadınlardan biri, bizimkinin ağzından tavuğunu kurtarsın diye ellerinin kan içinde kalmasına aldırmamış görünüyordu. Venüs beni görünce sevinci görülmeye değerdi gerçekten. Üzerime sıçrayıp durdu. Üzerindeki çamura aldırmadan ben de sarıldım kucakladım. Gözlerimle görmeden kızıma müjdeyi vermeyecektim. Arabamın arkasına attığım gibi doğru bahçeye götürdüm. Facebook hayvan dostları grubuna kayıp ilanı vermiştik. Kızımı aradım. "Bak aklıma ne geldi. Venüs'ü bulana bir ödül koysak nasıl olur?" O da mantıklı bulunca bu önerimi, devam ettim. "Mesela ne olabilir bu?" deyince "Bin lira olabilir." diye cevapladı sorumu. "Peki, o zaman." dedim. "Hazırla bin lirayı, Venüs'ü buldum."

Çığlık çığlığa kapattı telefonu. "Hemen geliyorum." Ne yağmura, ne akşamın karanlığına aldırdı ve çıktı yola. Yaylaya çıktık onun arabasıyla. Benim üçüncü çıkışım oluyordu bu. Venüs'le uzun uzun hasret giderdikten sonra onu alıp evine doğru yola çıktı aynı günün akşamında.

İtalya seyahatiyle ilgili detayları daha sonraki yazılarımda paylaşacağım.

2 Aralık 2017 Cumartesi

YENİ BİR SAYFA

01/12/2017 Cuma, Tire

Restaurant faslını bitirip uzun bir aradan sonra şehirdeki evimizin geniş yatağına hasretle attık kendimizi. Sabah erken kalkma derdi yoktu nasıl olsa... O da ne? Rahat batmış olmalı. Sabah sırt ağrıları içinde uyuşmuş bir şekilde kalkıyorum yataktan. Eşim benden daha kötü durumda. Bel ağrısı tutmuş kıpırdayamıyor. Hiç beklemediğimiz bu durum karşısında şaşkınız. "Taş Ev'deki uyduruk çek yatı mı getirsek?" Uzun zamandır bel ağrısından şikayet etmiyordu eşim. İnsanoğlunun rahata alışması da zaman alıyor demek.

İki gündür sürekli yağmur yağıyor. Fırıncı Hatice Hanım'ın bozuk para olmadığı için bir dahaki sefer verirsin dediği bir lira borcum geliyor aklıma. Salı pazarını unutup arabamla Derekahve üzerinden pazara açılan sokağa dalıyorum. Yoğun yağışa rağmen brandalarla korunan pazarcı tezgahları arasından geçmem mümkün değil. Park edip fırına kadar sağanak altında yürümek de işime gelmiyor. Yarın veririm artık. Toptancıdan ilk kez "Acelem var, bulaşık deterjanının parasını sonra veririm." diyerek almıştım. Gidip borcumu ödüyorum. Yağmur şiddetini arttırıyor. Cadde ve sokaklar dereye dönmüş. Yollarda biriken sulardan oluşan kocaman gölcüklerin arasından kendimi şehrin tek kapalı otoparkına atıyorum. 

Muhasebeciye uğrayıp kapatma işlerine başlamasını istiyorum. Cuma günü vergi dairesine gideriz birlikte diyor. Gelecek mayıs ayına kadar ufak tefek borçlar çıkacakmış. Hatır için aldığım bir sürü banka kartını kapattıracağım. Sadece bir paramatik ve bir adet kredi kartı neyime yetmez ki? Arabanın elektrik arızası için servise bırakmaya zaman bulamıyordum. Şimdi tam sırası. Yanına uğradığım Aziz Usta "Perşembe günü sabah getir bakalım." diyor.

Tavuklara ve köpeklere bakmak için her gün gitmek zorunda olduğum yayladan eve mütemadiyen eşya taşıyorum. Salondan yağmuru, sis çökmüş şehri seyrediyorum. Neyimiz varsa yukarı taşımışız. Sanırım her şeyin yerine oturması bir ayı bulacak. 

Her gün rezervasyon telefonları gelmeye devam ediyor. Özür dileyerek durumu anlatırken önce içime hüzün çöküyor, ardından eşimin cumartesi sabahki hali gözümün önüne gelince rahatlıyorum. Sağlığımızı kaybetmeden verdiğimiz kararın ne kadar doğru olduğunu düşünüyorum.

Evde hummalı bir temizlik başlıyor. Aylarca uzak kaldığımız evimize yeniden alışmaya çalışıyoruz. Ankara'dan gelip bundan sonraki hayatımızı geçirmeyi hayal ettiğimiz bu şehir şimdi daha farklı görünüyor gözüme. Gölet manzarasını seyrederken yaptığımız keyifli sabah kahvaltıları eski güzelliğini çoktan kaybetmiş. Karşımızdaki yeşil alana yan taraftaki inşaattan çıkan hafriyat toprağı dökülmüş. Hemen yanındaki okul binasının önüne yeni bir bina inşa ediliyor. Son derece kaba ve çirkin bir yapı. Üç sene önce aynı alanda oynayan çocukların cıvıl cıvıl seslerini duyar, caddenin karşı tarafında otlayan atları seyrederdik eşimle birlikte.

Çarşamba günü temizlikçi kadın geliyor. Kapıdan içeri girer girmez eşime, "Senin herif uyuyor mu?" diye soruyor. Eşimin ağzı açık kalıyor. Gözünü seveyim Ankara. Neler duyacağız, neler yaşayacağız daha burada? Önüne hazırlanan kahvaltıya nazlanarak oturuyor. "Ben kahvaltımı yapıp giderim işe." diyor. Çayını içerken limon istemeyi ihmal etmiyor bir yandan. Ev zaten üç dört gündür temizlenmiş eşim tarafından. Kadın salonda temizliğe başlıyor. Biz de eşimle birlikte mutfak dolaplarını boşaltıp dip temel temizliğe girişiyoruz. Dolaplardan çıkan pastacılık malzemeleri bir kez daha şaşırtıyor beni. "Bu kadar malzemeyle bir pastacılık malzemeleri dükkanı açabiliriz." diye takılıyorum eşime. "Ne yapayım, bu benim hobim, yine değişik bir şey görsem alırım." diyor. "Kimi ayakkabıya, giyime düşkün, kimi takıya, benim takıntım da bu."   

Kullanma süresini doldurmuş ürünlerle atılacak bir sürü eşya çıkıyor. Bazılarında kararsız eşim hani belki lazım olur diye. Temizlikçi kadın araya giriyor, "At kız onları ne yapacaksın?" Canım, hayatım sokma şu kadını bu eve bir daha. Bak ben senin camlarını siler, balkonlarını yıkarım, hatta halılarını bile silerim. 

Akşam saatlerinde kadın evden çıkar çıkmaz eşim kontrole başlıyor. Büyük banyodaki çamaşır makinesinin üstü silinmiş, alt yarısına bez değmemiş. Yatak odasının dolaplarına el sürülmemiş. Ankara'da temizliğe gelen kadınlar geliyor aklımıza. Evi temizlerken altı aydır koyduğumuz yeri bulamadığımız 4.500 dolar parayı tesadüfen bulup teslim etmişti biri. Başında durmaya hiç gerek yoktu onların. Anahtarı verip parasını masaya bırakırdık. Döndüğümüzde mis gibi tertemiz bir ev karşılardı bizi.

TV haberlerinde Bali'de bir yanardağın faaliyete geçtiği söyleniyor. Eşimle birlikte canımız sıkılıyor bu habere. Geç vakit olduğu için kızımı arayamam. Bütün uçuşlarını konaklama yerlerini ayarladığını biliyorum. Sabah ilk işim onu aramak.

"Her an, her yerde bir şeyler olabilir." diyor kızım telefonda. Dünya yansa umurunda değil. Air Asia ve Katar Hava Yolları Bali Havaalanının kapatılması nedeniyle uçuşlarını iptal edince tutuşuyor bizimki. Rezervasyon değişiklikleri, yeni rotalar. Bali yerine yeni bir destinasyon buluyor kendine hemen. Kuala Lumpur, Malezya'nın başkenti. Bali'deki bütün konaklamaları iptal edip Kuala Lumpur'da yeni yerler ayarlıyor. Katar Havayollarına (daha yakın mesafe olmasına rağmen) bir fark ödeyip rotayı değiştiriyor. Air Asia'dan hala dönüş yok. Bali-Singapur uçuşu yerine Kuala Lumpur-Singapur olarak değiştirilmesi gerekiyor uçuşun.  

Bugün perşembe, ne çabuk geçiyor zaman. Uyanır uyanmaz saate bakıyorum 08.56'yı gösteriyor. "Eyvah, geç kaldım." Aceleyle çıkıyorum evden arabayı saat 09.00'da teslim edecektim servise. Eve yürüyerek dönmenin iyi bir spor olacağını düşünürken servisteki elemanlardan biri arabamla gideceğim yere bırakmayı teklif ediyor. Eve erken dönünce eşim şaşırıyor. Kahvaltımızı yapıyoruz birlikte. Öğleden sonra servisten arayıp arabamın hazır olduğunu söylüyorlar. Sabah yapamadığım yürüyüşü yapmam için iyi bir fırsat. Hava kapalı ama yağmur yok. Servisten arabamı alıyor, yaylaya çıkıyorum. Bahçe kapısından içeri girer girmez Fifi'nin sevinci görülmeye değer. Etrafımda fır dönüyor. Arabanın kapısını açar açmaz üzerime sıçrıyor. Onun başını okşuyor, seviyorum. Venüs çıldırıyor kıskançlıktan. Önce tavukları besleyip yumurtalarını topluyorum. Sıra Fifi ile Venüs'e geliyor. Çok sevdikleri Arnavut ciğeri var bugünkü menülerinde.

Akşam eve döner dönmez TV nin karşısındaki koltuğuma kuruluyorum. Reza Zarrab'ın itiraflarını, kime ne kadar rüşvet verdiğini, Kılıçdaroğlu'nun ifşaatlarını izlemeye koyuluyorum. Tam bir şeyler yazmaya karar vermişken kızım arıyor. Katar Havayollarından gereken değişikliği yaptırmış ama Asia Air'den dönüş olmadığı için panikte. Onun adına havayolu şirketi destek hattından online chat üzerinden konuşmak, durumu anlatmak istiyorum. Bali'deki Agung yanardağının harekete geçmesi yolcuların bütün uçuş planlarını değiştirdiği için havayolu şirketleri olağanüstü yoğunluk yaşıyorlar. Büyük bir kuyruk var. Tam 84 kişi var önümde. Oldukça ağır ilerliyor. Gecenin üçünde sıra geliyor bana. Dağ fare doğuruyor. Yetkili kişi durumu anladığını ve ilgili birimi en kısa zamanda bize dönmesi için uyaracağını söylüyor. Şu en kısa zaman lafını oldum olası sevmem. Soruyorum karşımdaki kişiye. "En kısa zaman" diye bir zaman birimi tanımı yok, nedir bu en kısa zaman. "Sizi ve içinde bulunduğunuz durumu anlıyorum ama elimizden geleni yapıyoruz." diyor. Teşekkür edip konuşmayı kesiyorum.

Cuma sabahı muhasebeye uğrayıp kapanış işlemleri ile ilgili birkaç imza atıyor, kullanılmayan faturaları teslim ediyorum. Pazartesi günü Vergi Dairesinden kontrole geleceklermiş. Stok durumlarına bakacaklar sanırım. Bankalara gidiyorum sırasıyla. Elimde biriken hatır için kabul ettiğim bir sürü kredi kartını iptal ettiriyorum. Oldum olası ne kredi kartını ne de taksitli alışverişi severim. Yaylaya çıkarken telefonum çalıyor. Karşımdaki düzgün bir dille konuşan hanımefendi ne zaman açılacağımızı soruyor. Saate bakıyorum, 11.10'u gösteriyor. Arkadaşlarıyla Ödemiş'ten çıkıp gelmişler öğlen yemeğine. Durumu anlatıyorum. Arkadaşlarının tavsiyesiyle ilk kez geldiklerini ve yeri çok beğendiklerini söylüyor, böyle güzel bir yerin kapanmasına üzüldüğünü söylüyor.

Kaplan Köyünün üzerindeki yola bugün yine greyder sokmuşlar. Kenar hendekleri ve otlar temizlenince yol platformu genişlemiş, çukurlar doldurulmuş. Sanki kapatmamızı beklemişler. Küfür gibi geliyor bu yaptıkları.

Bahçe kapısından içeri giriyorum. Avluyu rüzgar süpürmüş tek bir çöp dahi görünmüyor. Bütün yapraklar tuvaletlerin olduğu bölümde toplanmış. Hayvan dostlarımıza olan görevlerimi yerine getirdikten sonra geri dönüyorum eve. Eşimle uzun uzun sohbet ediyoruz. Ne zamandır hasret kalmıştık bir birimize. O kendi yapacağı, ben kendi yapacağım işlerden başka bir şey düşünmüyorduk. Oysa birbirimize daha çok zaman ayırmak değil miydi niyetimiz? Fikren olağan üstü uyumlu bir çift olmamız huylarımızın aynı olmasını gerektirmiyor. Eşimdeki mükemmeliyetçilik, acelecilik bende yok o kadar. Bana göre pek de güzel özellikler değil bunlar. Mesela edebiyat öğretmeni olması yüzünden yazarlığa cesaret edemiyor. Oysa iyi bir öğretmen ve dil bilgisi son derece kuvvetli.

Rezervasyon telefonları geldikçe "İyi ki bu kararı vermişiz, yoksa bir arada olsak da birlikte olamayacaktık." diyorum. İlerleyen saatlerde bir telefon daha. Arayan gençten biri. "İyi akşamlar, Taş Ev mi?" diye soruyor. "Evet, buyurun." diyorum merakla. Karşımdaki devam ediyor. "Canlı müzik var mı?" Gülüyorum eşime. Cansızını buldu da cansızını arıyor.       

27 Kasım 2017 Pazartesi

FİNAL

25-26/11/2017 Cumartesi, Pazar Kaplan, Tire


Yaşam bir devinimdir. Yaşadığımız süre içinde devamlı durum değiştiririz. Devinim döngüye dönüştüğünde yeni arayışlara gereksinim duyarız. Çoğu zaman bir şeyler kazanırken kaybettiklerimizin farkına varamayız. Yoğun iş hayatı kör eder insanı. Bugün hayatımızda önemli bir gün. Kaystros Taş Ev Restaurant'ı açarken "Bir tarihin sonu ve bir diğerinin başlangıcı..." demiştik. Eskilerin "Kule" dedikleri bir taş ev vardı, geçmiş nesillerin birçok anılarına şahitlik eden. Kısa bir süre de olsa bizler gibi ağırladığımız misafirler de orada birer anı, birer iz bıraktılar. Ve bir sabah vakti, ani bir kararla diğer bir başlangıca son noktayı koyduk.

Ne başlarken büyük umutlar taşıdık ne de kapatırken hüzün çöktü içimize. Hizmet sektörü zordur dediler. Hangi iş kolaydı ki yaşamak için. Akıl verenler çok oldu. "Burada konaklama olsa ne güzel olur." diyenler mi ararsınız, av etleri bulundurmamızı önerenler mi yoksa manzara tarafına teras isteyenler mi? 

Çok para kazanmak değildi amacımız. Paraya ihtiyacımız yoktu bu işi yapmak için. Ama güzel şeyler hayal ettik. Hayallerimizin çoğunu gerçekleştirdik de. Keyif yeri olsun dedik Taş Ev. Hem keyif alalım, hem de keyif yapmaya gelsin misafirlerimiz. Bahçemizde tavuk besledik, yaşamımız boyunca yemediğimiz kadar taze ve organik yumurta yedik, misafirlerimize ikram ettik. Taş Ev sayesinde köpekleri daha çok sevdik. Fifi ve Venüs bizlere gerçek sevgiyi, dostluğu gösterdi.

Cuma günü öğretmenler günüydü. Kalabalık bir grup. Bahçe arabalarla dolu... Biz dahil hiç kimse bu gecenin  bir son olacağından habersiz. Birkaç boş masa kalmış ama sadece gruba yetecek durumdayız. Rezervasyonsuz gelenleri kabul etmeyince eşim bana karşı çıkıyor. Dönüp tekrar kabul edeceğimizi söylüyor, geri çeviriyorum. Salondaki son boş masanın misafirleri de yerini alınca hummalı bir çalışma başlıyor. Şömine soba tüm azametiyle salonu ısıtıyor. Herkes halinden hoşnut. Bütün masalara yetişiyoruz. İlave elemanların yanı sıra kızım da bize yardımcı oluyor. Gece çabuk bitiyor ancak çıkan bulaşıkların yıkanması ve ortalığın temizlenmesi gece yarısını buluyor. Eskiden saat 22.00 deyince uykuya dalan eşim oldukça yorgun görünüyor. Vitrinin önünde borcam tepsilere bakıyoruz. Neredeyse bir şey kalmamış. Yarın hafta sonu, bütün mezeler yeniden yapılacak, pazar günü için kahvaltı hazırlığı, börekler, kekler...

Cumartesi sabahı. Eşim erkenden kalkmış, işlere koyulmuş. Uykusuz, bezgin görünüyor. Endişeleniyorum durumuna.  "Gel bugün kapatalım." "Olur mu hiç?" diye cevap veriyor. "Senin sağlığın daha önemli." diyorum. Elemanı almak üzere şehre iniyorum. Niyetim bir an önce dönüp eşimi yalnız bırakmamak. Eleman yok yerinde. Beş dakika sonra arıyorum telefonla. "Yoldayım, hemen geliyorum." diyor. Tam on beş dakika sonra varıyor yanıma. Zaten sinirlerimiz iyice gerilmiş. Söyleniyorum ona biraz. Yaylaya dönünce ısrar ediyorum eşime. "Kapatalım bugün." Eşim, "Her şey hazırlandıktan sonra mı?" Durumunu iyi görmüyorum. "Mangalı, yakmayacağız, hiçbir şeye elimi sürmeyeceğim." diyorum. "Bugün kapatırsak, bir daha açmayız." diyor tehdit edercesine. "Tamam, diyorum, "Senin sağlığının üzerine hiç bir şeyin önemi yok." Vitrin tamamen mezelerle donatılmış. Hafta içinden her türlü et ürünü hazırlanmış. Ve biz o önemli kararı veriyoruz. Emine Hanım, şaşkın. Bu kararımızda geç kalmasının  ne kadar payı olduğunu düşünüyor kendince, suskun. Kızım sevinçli, gözlerinin içi gülüyor. 

Emine Hanım temizliği büyük ölçüde tamamlamış, bulaşıkları yıkamış, soğutucuların camlarını siliyor. "Madem karar verdik, bu ince temizlik niye?" diye soruyorum. Eşim, "Ne olursa olsun, temizliğin ne zararı var?" diye cevap veriyor bana. Akşam saatlerine kadar verdiğimiz ani kararın sarhoşluğunu yaşıyoruz. "Venüs, Fifi, kara kızlar ne olacak?" "Venüs'ü ben alırım." diyor kızım. "Belli bir süre her gün gidip geliriz zaten." diyorum. Rezervasyon telefonları durmak bilmiyor. "Sağlık nedenleriyle bugün kapalıyız." Bugün? Tamamen kapattık demeye dilim varmıyor. "Geçmiş olsun." deyip kapatıyorlar kibarca. Karar verdikten hemen sonra gidip demir bahçe kapısını kilitlediğim için kapıdan dönenlerden haberimiz yok. Bir an önce çıkıp bir yerlere gitmek istiyoruz. "Nereye gidelim?"

Kuşadası'ndan gına geldi. "Şirince?" diye bir fikir ortaya atıyor kızım. "Şirince'de ne varmış?" Geçen sene Söke'de güzel bir balıkçı lokantasına gitmiştik, eşimle kızımın hoşlanacağı alışveriş merkezleri de var orada. Yola çıkıyoruz. Selçuk üzerinden otobana çıkıyoruz. 70 km'lik yol çabuk bitiyor. Hepimizde büyük bir rahatlık, ama en büyüğü eşimin yüzünden okunuyor. Görmemişler gibi yiyebileceğimiz balığın iki katı kadar balık sipariş ediyoruz. Yanında mezeler, kalamar, midye dolması. Kutluyoruz özgürlüğümüzü adeta. Yeniden doğmuş gibiyiz. Oradan çıkıp alışveriş merkezine giriyoruz. Bir sürü dükkan. Ne kadar çok yemişiz? Asitli bir içecek lazım sindirebilmek için. Büyük bir Kipa mağazasına dalıyoruz. Geç vakitlere kadar oyalanıyoruz çarşıda. Evimize dönüyoruz. Bu sefer şehirdeki evimize. Facebook sayfalarımızda Taş Ev'in faaliyetlerine son verdiğimizi duyuruyorum. 

Pazar sabahı kahvaltı rezervasyonu yaptırmak üzere arayanlara Taş Ev'i kapattığımızı söylüyorum. Kızım Uzak Doğu gezisinin planlarını anlatıyor. Bir ara Julia Roberts'in "Eat, pry, love" isimli filmini seyretmeye koyuluyoruz. Film, konusu gideceği ülkelerden biri olan Bali'de geçtiği için kızım tarafından özellikle seçilmiş. Gün boyu rezervasyon telefonları gelmeye devam ediyor. Akşama doğru yaylaya çıkıyoruz birlikte. Bugünün misafiri de ev sahibi de bizleriz. Salonun en güzel masasını bu kez kendimize tahsis ediyorum. Mangalı yakıyor, ızgaraları hazırlıyorum. Eşimi ve kızımı ilk kez rakı içerken görüyorum. Manzara harika. "Hep ne kadar keyifli derlerdi burası, anlamazdım. Şimdi ilk kez bu keyfin farkına varıyorum." diyor eşim. Ziyafet soframızın fotoğrafını çekmekten ziyade şehrin gece manzarasını seyretmek geçiyor gönlümden. İphone kullanmaya alışkın olan ben kızımın bana yeni aldığı Samsung telefondan acemice ilk fotoğraf karesini çekiyorum.

Otuz yaşında genç bir şantiye şefi iken DSİ Bölge Müdürlerinden biri, "Sen hiç masanın bu tarafına geçtin mi?" diye sormuştu. Bu şekilde taşıdığı sorumluluğa dikkat çekiyordu aklı sıra. Restoran işletmeciliğinde masanın diğer tarafına geçtik biz ailece. Yorucu, eğlendirici, zaman zaman yıpratıcı günlerimiz oldu. Yirmi yıl üst düzey yöneticilik yapan ben, yeri geldi garsonluk, hatta bulaşıkçılık yaptım. Sosyal bir deney olarak gördüm yaşadıklarımı. Pek çoğu garipsedi bu durumu. Ama ben yaptığım her işten zevk aldım. Çok şey öğrendim, her şeyden önemlisi yazacak çok malzemem oldu. 

Güzel insanlar tanıdık Taş Ev sayesinde. Çok keyifliydi onları ağırlamak... Birisi vardı ki, her rezervasyon yaptırdığında tatlı bir telaş kaplardı içimizi. Alçak gönüllü, kibar bir insan. Dışarıdan gelen misafirlerini gönül rahatlığıyla bize getiren meslektaşım ve zarif eşleri. İlk açıldığımızdan  bu yana kar, buz dinlemeden bizi hiç yalnız bırakmayan başka bir hanımefendi. Kararımızı öğrendikten sonra göz yaşlarını tutamayan harika insan. Ne güzeldi sizleri ağırlamak.

Bundan sonra ne yapacağız?

Her şeyden önce biraz dinleneceğiz. İşletmeyi kapatma işlemlerine başlamam lazım. Taş Ev'i kiraya vermek gibi bir düşüncemiz yok ama devren satmayı düşünüyoruz. Eğer bu gerçekleşirse Ankara'ya dönmek kuvvetli bir ihtimal. En az on yıl daha mühendislik mesleğimi yapacak kadar kendimi dinç hissediyorum. Oğlum Taş Ev'i kapatma fikrine en çok sevinenlerden. Tanzanya'da bir projeye harıl harıl müdür arıyorlarmış. Eşime hadi desem benimle gelecek. Tek korkum işkolik yanım. Artık, okumaya, yazmaya, gezmeye, konsere, tiyatroya gitmeye daha çok zaman ayırmak istiyorum. 

Kızımızı uğurladıktan sonra İzmir'deki evine varır varmaz ilk işi bize Roma'ya bilet ayarlamak olmuş. Telefon edip bilgi veriyor. Roma'yı işim icabı defalarca gördüm. Eşimle ilk kez birlikte gideceğiz Şubat'ın beşinde. Oradan Venedik ve Napoli'ye arkasından Barselona'ya geçebiliriz. Seyahate çıkmadan önce kızımın mecburi hizmeti için gideceği yerde onu yerleştirmek üzere yanında olmak istiyoruz.

Hayallerimizin çoğunu gerçekleştirdik Taş Ev'de demiştim yazımın başında. Evet, büyük yatırım yaptık bu işe. Daha fazla da yapılabilirdi belki. Ne yazık ki, bölgenin en nezih mekanını yaratmamıza rağmen yaklaşık bir buçuk senedir 1.200 metrelik yolumuzun tamiri yapılmadı, yol kenarındaki drenaj hendekleri açılmadı, büyük tehlike arz eden menfez başları onarılmadı. Her yağış sonrası daha da kötüleşen yol şartlarında araç kullanmak insanları korkutmaya devam ediyor. Oysa Kaplan biraz el atılsa Şirince'den daha fazla ilgi görebilecek turistik bir yer. Eğer yolumuz yapılsaydı, on beş dönümlük bahçemize güzel bir peyzaj yapmayı, on tane bungalow tarzı konaklama imkanı yaratmayı, araç park yerlerini düzenlemeyi düşünüyordum. Bölgeden kalifiye, işini seven, düzgün eleman bulmanın neredeyse imkansız olduğunu anladım. Aslında dışarıdan kalifiye personel temin edip beyaz masa örtüleri üzerinde servislerin açıldığı, papyon kravatlı beyaz gömlekli garsonların hizmet ettiği, kısacası mutfağından servisine kadar "Fine dining" denilen birinci sınıf bir işletmeydi hedefim. Ne var ki, bir süreç meselesiydi bu. Kanaatimce Taş Ev'in faaliyetlerine son vermesi her şeyden önce Tire için bir kayıp oldu. Zira misafir potansiyelimiz daha ziyade Ödemiş, Bayındır, Torbalı, Kuşadası, İzmir ve Aydın'dan gelenlerden oluşuyordu. Bu durum şehre dışarıdan daha fazla para girişi demekti. Sebzesinden mandıra ve et ürünlerine kadar her şey bölge pazarları ve şehir esnafından karşılanıyordu.

Mutlu anların adresi oldu Taş Ev. Mütevazı masa süslemeleriyle pek çok genç, evlilik tekliflerini burada yaptı. Evlilik yıl dönümleri, doğum günleri için tek adresti. Şehir sakinlerinin dışarıdan gelen misafirlerini ağırlayacak en güzel mekan olma özelliğini son güne kadar korudu. OSB'de faaliyet gösteren iş adamlarının, yöneticilerin, şehrin gürültüsünden uzak doğa içinde bir yer arayan insanların aklına ilk gelen yerdi. Tam bir aile yeriydi. Akşamcıların yeri olmadı, olamazdı. Yeri geldi dört hanımefendi yalnız başlarına rahat ve huzur içinde, gönüllerince sohbet ettiler. Ne bir taşkınlık, ne bir kavgaya şahitlik etti Taş Ev bu sürede. Ne mutlu bize ki tarih içinde bizim de küçük bir imzamız oldu.