KATEGORİLER

8 Şubat 2016 Pazartesi

08/02/2016 Pazartesi, Tire

Bugün nihayet ustalar gelip çalışmaya başladılar yaylada. İnat bu ya, bu sefer ben çıkmadım yanlarına. İşin doğrusu yine ümidim yoktu geleceklerinden. Akşama doğru aradım telefonla. Yarın Salı olmasına rağmen yine çalışacaklarmış. İyi dedim yarın görüşürüz madem. Sabahtan beri kafaya taktım bir öykü çıkarmayı. Henüz amatörün amatörüyüm, biliyorum. Yazdıklarımı henüz kendim beğenmiyorum, aynı büyük bestecilerin dünyaca ünlü eserlerini kendilerinin beğenmedikleri gibi. Tanrım, ne kadar da mütevazıyım.

Şu var ki, yazarken okumayı öğrendim. Şimdi okuduklarımı daha farklı algılıyorum. Takıntılarım var benim. Bir şeye alıştım mı hep ısrarla onunla devam ederim. Bir ara yedi sekiz kutu kola içerdim yaz kış. Ankara'da hep aynı lokantalara giderdik. Giydiğim ayakkabıya veda etmezdim altı delinmeden. Hep aynı yemeklerin aynı usulde pişirilmişlerini severdim. Ola ki bir alışkanlığım değişti, hemen ona dönerdim eskiyi unutup. En kötü alışkanlıklarımdan biri sigaraydı. Bıraktım onu, yerine kabak çekirdeğini koydum. Daha kötü bir alışkanlığım bilgisayar oyunu "spider solitaire" idi. İnanmayacaksınız ama otuz bini geçmişti oynadığım oyun daha önce oynayıp sildiğim yirmi bini saymazsam. Basit bir hesapla, bir oyun ortalama bir çeyrek saat dersek, elli bin oyun yani, on iki bin beş yüz saat, o da 521 gün yapar. Yoğun bir iş ortamından sonra kafamı dinlendiriyorum der, belki de kendimi avuturdum. Televizyonda haber veya tartışma programlarını izlerken eş zamanlı yaptığım tek işti, spider solitaire oynamak. İşte bu oyunun yerini aldı şimdi, okumak ve yazmak. Eskiden de okuyordum ama çok az zaman ayırıyordum okumaya. Zamanım yok diyenlere inanmıyorum. 521 günlük zamanı düşünüyorum. Kaç öykü yazılırdı, bu sürede kaç roman? Kaç kitap okunurdu? Ağlamak istiyorum.      

7 Şubat 2016 Pazar

07/02/2016 Pazar, Tire

Bizim ustalar soğuktan bayağı tırsmışlar sanki. Yine çalışmadılar bugün. Sabahları soğuk olsa da, güneşin yükselmesiyle birlikte ısınıyor hava. Gani Ustayı aradım bu sefer. Kablo kanalını kazmaya Çarşamba günü başlayacaklarmış. İşe henüz başlamamalarına gerekçe olarak, sabahleyin havaların soğuk olmasını gösterdi o da. Boş durmuyorlarmış, bana duvar taşı ve kayrak taşı hazırlığı yapıyorlarmış.

Teknik A servis ekibi telefon ettiğinde saat on biri geçiyordu. Hemen hazırlanıp yaylaya çıktım. Ustalar gelmediği için demir kapı kapalıydı. Kapı önü tam ana baba günü. Üç tane arabanın arasında kendime zor yer buldum. Yaylanın yollarını pusuya yatmış bir sürü avcı doldurmuş. Kapıdaki araçlar da zaten onlara aitmiş. Kapıyı açıp servis elemanlarını içeri aldım. Taş binaya doğru yürürken avcıların silahları birbiri ardına patlamaya başladı.

Servis elemanları gelir gelmez hemen işe koyuldular. Albert Genau iyi bir seçim oldu gerçekten. Yetkili bayileri de işinin ehli ve konularına hakimler. Sadece makara değiştirme değil, bütün cam kanatlarının son kontrollerini yaptılar, kenar fitilleri sabitlediler. Yanlarında getirmiş oldukları, katlanan camların rüzgarda hareket etmesini önleyen aparatları monte ettiler.  İki saat kadar sürdü işlerini tamamlamaları. 

Yayladan ayrılırken Orhan Amcayı aramak geldi aklıma birden. Epey bir zaman geçmişti bir Pazar günü bahçesine olan daveti. Eşimi evden alıp saat ikide kapısının önünde buluştuk. Arabamıza binip saygıdeğer eşiyle birlikte önde giderlerken biz onları takip ettik. Orhan Amca'yı daha önce anlatmıştım. İlçe girişinde, küçük bir bahçe içindeki kulübeyi müze haline getirmiş adeta. Benim huzur evim diyor tek gözden oluşan bu minicik eve. Demekle kalmıyor, karton levhalara da yazmış "Huzur evime hoş geldiniz, ışık getirdiniz" diye. Zamanında kapısını aşındıran çok olmuş. Pek ziyaret edeni yok şimdilerde. Acı ama hayatın gerçeği bu. Ben de onu biraz mutlu etmek için gitmek istedim aslında.


Küçücük odanın içinde yirmi kadar irili ufaklı Atatürk büstü, belki ondan da fazla Atatürk resmi var. Öğretmenlik yıllarından kalan ve uzun yıllar Tire Şube Başkanlığını sürdürdüğü Türk Hava Kurumu faaliyetlerine ait resimler duvarlarını süslüyor. Sol taraftaki duvar üzerine astığı bir panoda hemen hemen hepsi artık yaşamını yitirmiş dönemin ilçe ileri gelenlerinin resimleri sergileniyor. Altında "Hayatımda İz Bırakanlar" yazıyor.

Karşı duvarda, İsmet İnönü'nün ilçeye ilk ziyareti esnasında çekilmiş siyah beyaz bir fotoğraf ilişiyor gözüme.

Gördüğümüz, gösterdiğimiz her resim bir anısını hatırlatıyor Orhan Amcaya. Ve başlıyor uzun uzun anlatmaya. Zaman zaman dalıyor gözleri uzaklara. Artık hatırlamakta zorluk çekiyorum diyor. Hava soğuk biraz. Odanın içindeki sobayı yakıyor ısınmamız için. Raflara dizilmiş bir sürü aksesuar görüyorum. Küçük heykelcikler, karbüratör kapağından yaptığı kalemlikler... Tam göremedim ama sanırım bir düğmeye basmasıyla birlikte bizden gizleyerek, iki kuş heykeli başlıyor şakımaya. Şaşırdığımızı görünce seviniyor çocuk gibi. Orhan Amcamızın oyuncakları bunlar.



Hiç sigara içmemiş ama rakıyı da elinden bırakmamış. "Doktor bana dudağına yaklaştırmayacaksın bu mereti dedi." diyor kocaman bir rakı şişesinin kapağını çevirirken. İnce uzun bir rakı bardağı uzatıyor bana. Ben de müptelası değilim siz içmiyorsanız, diyecek oluyorum. Ama o bardağımın yarısına kadar dolduruyor rakıyı. Arkasından eline turuncuya kaçan garip sert plastikten yapılmış bir bardak alıyor. Dibinden bağlanan ince bir boru, bardağın etrafında helezonvari dönerek üzerinde bir pipet ağızlığına dönüyor. Bardak kocaman. Yarısına kadar basıyor rakıyı. Üzerini suyla dolduruyorum.
"Bak" diyor, gülerek. "Dudaklarım bardağa değmiyor, doktorun dediğini yapıyorum." diyor göz kırparak. 


Soba odayı iyice ısıttı. Pideleri alüminyum kabının içinde sobanın üzerinde ısıtıyor. Tek mezemiz bu ancak sohbet güzel.

Anılarında önemli bir yer işgal ettiğini düşündüğümüz yaylayı, Kaplan'daki kule denilen taş evi gösterelim istiyoruz. "Hadi görelim bakalım." diyor. Kalkıp arabaya biniyoruz. Yaylanın virajlı yolları eşini rahatsız ediyor. Bahçe kapısına vardığımızda avcıların hala iş başında, av peşinde olduğunu görüyoruz. Demir kapının kilidini açıyorum. Yerler toprak, toprak yağmur nedeniyle yumuşak. Arabayla girsek de içeri, acaba geri çıkabilecek miyiz? Kapıda bıraksak arabayı iki yaşlı insan taş eve kadar yürüyebilecekler mi? Kapıyı sonuna kadar açıp arabaya biniyor, şansımı deniyorum. Toprak üzerinde biraz yalpalayınca endişeleniyorum biraz. Taş evin önüne gelip içeri giriyoruz. Üst kata çıkıp Tire manzarasını gösteriyoruz misafirlerimize. Eminiz ki, çok anıları var buralarda. Ne rakılar içilmiş, ne sohbetler edilmiştir ama... Hatırlamıyor... Tek laf etmiyor eskilerden! Sanki yaylaya değil, sanki kuleye değil de, bir alışveriş merkezine gelmişiz, ne alacağız buradan der gibi bakıyor yüzümüze. Sadece ileriyi işaret ederek, "Bayındır mı orası?" diyor. "Evet, Bayındır orası " diyorum. Aşağıdaki muhteşem yer de Tire. "Sen de beni iyice bunak zannettin!" diyor, kızarak. "Tire'yi bilmez miyim?" "Bilirsin Orhan Amca, bilmez misin hiç?" diyorum, utanarak.



Arazi moduna alıyorum arabayı. Korktuğum gibi olmuyor. Patinaj bile yapmadan çıkıyoruz bahçe dışına. Bütün kapıları kilitleyip dönüyoruz. Kulübeye geldiğimizde bakıyoruz ki, soba söndü sönecek. Tekrar alevlendiriyor birkaç odun parçasıyla. Eski bir transistörlü radyodan dökülen sanat müziği eşliğindeki rakı, pide faslı bitti artık.





Bir sürü eski kaset var yandaki sehpanın üzerinde, teyp arızalı olduğu için çalınamayan. Elektrik de yok evde, elektrik olmadığı için buzdolabı da, televizyon da yok. Tam kafa dinlenecek yer. Raflara dizili, kendisinin yazdığı, ya da derlediği, cebinden ödediği parayla bastırıp ücretsiz dağıttığı birçok kitap gösteriyor bize. "Eskiden bayramlarda..." diyor, "Eskiden bayramlarda, boydan boya bayraklarla dolardı çarşı". Bir resim gösteriyor. Hak veriyoruz ona, her dükkandan adeta fışkırırcasına çıkan onca bayrağı görünce.






Bahçeye çıkıyoruz. Ortada büyük bir kayısı ağacı var. "Bu ağacın meyvesi, hiçbir yerde yok" diyor. Birkaç metre ileride bir dut ağacını gösteriyor bize. Salkım şeklinde meyve veren değişik bir dutmuş bu. Ufacık bahçenin köşesinde bir ağaç daha var. Hünnapmış. Faydaları çokmuş. Adını duymuştum, ama hiç yememiştim yanılmıyorsam. Başka ağaç yok, hepsi bu kadar. Ağaçların arasında sıra sıra dizilmiş soğan ve kara lahanalar. Necati adında bir akrabası ilgileniyormuş bahçeyle. Adamcağız haklı diyorum Necati gibi gençten birine ihtiyacı var bu bahçe işleri için, bahçe ne kadar küçük olsa da işi büyük olur, bilirim. "Necati öldü geçen hafta" diyor. Ya, vah vah üzülüyoruz. Kaç yaşındaydı acaba? Genç birini beklerken Necati'nin tam seksen bir yaşında olduğunu öğreniyoruz.









Izgaraya benzer bir alet gösteriyor bize, kendi yaratıcılığının ürünü. Üzerine de kocaman harflere yazmış özelliklerini. İçine kömür doldurup yakıldığında, ne baca istiyor ne de yellemek. Her iki yanına birer açılır kapanır tel ızgara sarkıtılmış. Ön yüzü piştikten sonra arka yüzü çevrilecek. Üzerinde dört sıra da şiş yeri var. Oldukça pratik ve yaratıcı. On tane yaptırmış sanayide bir arkadaşına. Kendine kalan sonuncusuymuş bu. Çok ilginç ve pratik görünüyor. 








Birlikte çıkıyoruz bir pazar günü,  Orhan Amcamızın "Huzur Evi"nden, huzur içinde.           

06/02/2016 Cumartesi, Tire

Havalar yine soğudu. Dağların tepesine kar yağmış. Ağırdan aldım, yaylaya çıkışım öğleden sonraya sarktı. Bahçe kapısına vardığımda park halinde bir araçla karşılaştım. Yanlarında durunca arabanın camını indirdi şoför mahallinde oturmayanı. Bir şey sormasam da, kuş beklediklerini söyleme ihtiyacı hissetti bir tanesi. Etraf beyaz örtüyle iyice kaplanmış buralarda. Gece yağan kar bölük pörçük olsa da beş on santim kalınlığa ulaşmış. Böyle havalarda avcılara gün doğuyor demek ki. 

Demir kapı kapalı. Ustalar gelmediler mi yoksa? Arabadan inip bahçe kapısına yürüyorum. Kilidi açıyor, rayın üzerinde sola doğru yürütüyorum demir kapıyı. Bahçe içinde ilk kez kar görüyorum. Ustaların olumsuz hava şartlarından dolayı gelmemiş olmalı.

Taş eve doğru ilerliyorum. Yerler nemli, yağmurdan dolayı toprak yumuşamış ama çamur değil. Binaya gelince kapıyı anahtarla açıp içeri giriyorum. Mutfağa yine epey su girmiş kapıya vuran yağmur serpintilerinden. Üst kata çıkıyorum. Burası daha iyi. Terasa açılan kapıdan biraz su almış içeri. Kapının camından terasa bakıyorum önce. Su birikintisi görülmüyor. Yine de kapının kilidini açıp dışarı çıkıyorum. Terasta dolanırken orta sertlikte esen bir rüzgar üşütüyor. Yine de çok fazla soğuk yok. Köşede, giderin üzerindeki süzgeçte biriken birkaç çöpü alıp aşağı atıyor, kapıyı kapattıktan sonra salona geçiyorum. Şehir güzel görünüyor buradan. Bulutlar arkaya, dağ tarafına çekilerek şehrin üzerini terk etmiş. Bu yüzden güneşli bir manzara karşımdaki.

Kapıları kapatıp bahçeden dışarı çıkıyorum. Avcılar hala kapıda bekliyor. Aracın plakasından yabancı olmadıklarına kanaat getiriyorum. Neden gelmediklerini bir de kendisinden öğrenmek için Yakup Ustaya telefon ediyorum. Tahmin ettiğim gibi sabah çok soğuk olduğu için gelmemişler. Yarın gelip gelmeyeceklerini soruyorum. Yarın sabahki hava durumuna göre karar vereceklerini söylüyor.

Bugün iki konuya takıldı kafam. Öğleden önceki takıntım, bilinen filozofların tamamına yakınının neden erkek olmasıydı. Akşama doğru da, ünlü bestecilerin ezici çoğunluğunun da erkek olması konusuna kafa yordum. Bununla ilgili bir araştırma yapılıp biraz daha detaya inmek mümkün ama şimdilik yüzeysel geçmek istiyorum.

Olympe de Gouges (1748-1793)
Öncelikle felsefeyi ele alalım. Felsefe, düşünce bilimi demek. Düşünür deriz Öz Türkçede filozofa.

Kadınlar arasında erkeklere göre neredeyse yok denecek sayıda "düşünür" çıkması, kadınların düşüncesizliğinden değil elbette. Milat öncesine kadar tarihsel süreç incelendiğinde, düşünme imkanı bulan bazı kadınlardan söz edilir. Bu kadın filozoflar, ya filozof eşleridir, ya genelev işletmek ve fahişelik yapmakla suçlanmışlardır, ya da mistik kulvarda rahibelik yolunu seçmiştirler. Ne yazık ki  bu cesur kadınların çoğunun sonu ölüm olmuştur. Rönesans öncesinde birazcık aklını kullanmaya kalkan kadınlar, cadı ve fahişe ilan edilip ya hunharca yakılmış ya da taşlanarak öldürülmüşler. Sonraları kadın düşünürlerden bir kısmı feminizm üzerine yoğunlaşmışlar. Aydınlanma dönemine örnek verebileceğimiz Fransız kadın filozof Olympe de Gouges (1748-1793), ilk kez kadının özgür doğup erkeklerle eşit olduğunu söylemiş ve bu düşüncelerinden dolayı giyotinle idam edilmiştir.  20. Yüzyıl düşünürlerinden Madam Simone de Beauvoir'ın adını anmadan geçmek olmaz. Rum asıllı Türk vatandaşı 1936 doğumlu İonna Kuçuradi, yaşamını sürdüren kadın düşünürlerimizden olup Dünya Felsefe Federasyonları Başkanlığına seçilen ilk Türk ve ilk kadın düşünür olması bakımından kayda değerdir.

Konumuza dönecek olursak, yukarıda çok azından bahsettiğim kadın filozoflar erkeklerle aynı şartlara sahip olamamışlardır. Yaşamları pahasına düşüncelerini ortaya koyan bu değerli insanlar,  görünmez bir el tarafından gözlerden ırak tutulmakta hala. Kanaatim odur ki, erkek egemen toplumda dini faktörlerin kadını düşünmekten alıkoyan etkisi yadsınamaz. "Kadından filozof olmaz." fikrinin temelinde neden kadın peygamberin olmadığı aranmalıdır. Sadece İslamiyet değil hemen bütün dinlerde kadına biçilen rol onun düşünmesini gerektirmez. Bir Roma kadının mezar taşında şöyle yazıyor:
"Casta fuit, domum servait, lanam fecit." yani "Kocasına sadıktı, eve hizmet eder, yün eğirirdi." İşte tarih boyunca kadına biçilen görevdir bunlar. Evinin kadını, kocasının kölesi.

Neden kadın besteci yok? Bir Shubert, bir Mozart ya da bir Beethoven. Bunun sebebi de erkek egemen toplum mu? Üzerinde uzun uzadıya durulması gereken diğer bir konu da bu bence.  

6 Şubat 2016 Cumartesi

O bir Anne: 19.Kitap Çekilişimin sonucu ve 20. kitap hediyesi

O bir Anne: 19.Kitap Çekilişimin sonucu ve 20. kitap hediyesi: Bu aralar hayat hızlandı sanki bana... işlerin yoğunluğu başka bir şey yapmama engel oldu çoğunlukla... Hobi etkinliğimi bile henüz tamamlay...

İŞİ OLACAĞINA BIRAK

Öyle anlar vardır ki, artık bütün çareler tükenmiştir. Bırakırız artık çaresiz didinmeleri. "İş olacağına varır." deriz. Olacakları işin akışına bırakır, bekleriz kaderin bizi savuracağı köşeyi. Böyle bir duygu yaşadınız mı siz hiç? Ben yaşadım. Hem de on yaşındayken...

Adına tarla dediğimiz, pirinaların dağ gibi yığıldığı geniş alanın bir köşesindeki bir barakada başladı maceram. Barakanın altı eski bisikletlerle dolu. Bir arkadaşımla birlikte buradan birer bisiklet kiralıyoruz saati elli kuruşa, ailelerimizden habersiz. Uçarcasına sürüyoruz bisikletlerimizi rüzgara karşı. Freni yok bu bisikletlerin. Pedalı ters yönde çevirmek gerek yavaşlayıp durabilmek için. Oturduğumuz sokağın başına geliyoruz. Kısa, ama çocuk gözümüze uzun bir yokuşun tam tepesindeyiz. Bisikletle yokuş aşağı ilerlemeye başlıyoruz. Çaresiz gözlerle arkadaşımı arıyorum, göremiyorum onu. Belli ki o kurtarmış kendini.  Pedalı tersine çevirmeye çalışıyorum, gücüm yetmiyor. Hızım artıyor, durmak için daralıyor zamanım. Artık pedalı değil ters çevirmek, ayağımı bile dokunamıyorum. Pervane olmuş pedallar adeta, açıyorum ayaklarımı iki tarafa. Yokuşun tam altını uzun bir sokak kesiyor. Sokağa son süratle iniyorum. Bu hızla sokağa girdiğimde ya bir araba geçerse, ya bir çocuk çıkarsa karşıma! Bisikletim benden almış kontrolü kendi eline. İşte çaresiz anlarımdan biri bu. İş olacağına varacak. Öyle de oluyor. Sokaktan tam o sırada bir araba geçmiyor. Her hangi bir canlı da yok önüme çıkan. Yokuşun karşısındaki evin kapısına bindiriyorum, olanca hızımla. Bisikletim tam üç parçaya ayrılıyor. Olacağı demek buymuş, diyorum.

Beatles; tüm zamanların efsane grubu. Parçaları hala zevkle dinleniyor. Bu ünlü grubun en ünlü parçalarından biridir "Let it be", yani "İşi olacağına bırak" Çeviri zor iş. İyi çeviri, çeviri kokmamalı. Kelimeler aynı olmasa da anlatmak istediği verilmeli yazılanın. Şarkının daha önce yapılan çevirilerini beğenmeyip kendime göre bir de ben çevirdim.

When I find myself in times of trouble - Başımı belaya soktuğum zaman,
Mother Mary comes to me - Meryem Ana yardımıma koşar,
Speaking words of wisdom - Yol gösterici sözlerle bana, 
Let it be - "İşi olacağına bırak" der.
And in my hour of darkness - En sıkıntılı zamanlarımda,
She is standing right in front of me - Yanımda bulurum onu,
Speaking words of wisdom - Yol gösterici sözlerle bana,
Let it be - "İşi olacağına bırak" der.

Let it be, let it be - İşi olacağına bırak,  İşi olacağına,
Let it be, let it be - Bırak işi olacağına,
Whisper words of wisdom -Yol gösterici sözlerle fısıldar benim kulağıma,
Let it be - "İşi olacağına bırak" der.
And when the broken hearted people - Kalbi kırık insanlar,
Living in the world agree - Ahenk içinde yaşarken,
There will be an answer - Onlara iyi bir cevaptır bu,
Let it be - "İşi olacağına bırak"
For though they may be parted there is - Her şeye rağmen ayrı düşenlerin,
Still a chance that they will see - Bir şansları daha olacak,
There will be an answer - Onların aradıkları bir cevap olacak bu,
Let it be - "İşi olacağına bırak"
Let it be, let it be - İşi olacağına bırak,  İşi olacağına,
Let it be, let it be - Bırak işi olacağına,
Yeah, there will be an answer - Evet, budur karşılığı,
Let it be - "İşi olacağına bırak"
Let it be, let it beİşi olacağına bırak,  İşi olacağına,
Let it be, let it be - Bırak işi olacağına,
Whisper words of wisdom - Yol gösterici sözlerle fısıldar kulağıma,
Let it be - "İşi olacağına bırak" der.
Let it be, let it be - İşi olacağına bırak,  İşi olacağına,  
Let it be, let it be - Bırak işi olacağına,
Whisper words of wisdom - Yol gösterici sözlerle fısıldar kulağıma, 
Let it be - "İşi olacağına bırak" der.
And when the night is cloudy - Geceleri bulutlar çöktüğünde,
There is still a light that shines on me - Hala beni aydınlatan bir ışık varsa eğer, 
Shine until tomorrow - Varsın yarına kadar ışıldasın,
Let it be - "İşi olacağına bırak"
I wake up to the sound of music - Müziğin sesine uyandığımda,
Mother Mary comes to me - Meryem Ana bulur beni,
Speaking words of wisdom - Yol gösterici sözlerle bana,  
Let it be - "İşi olacağına bırak" der. 

5 Şubat 2016 Cuma

05/02/2016 Cumartesi, Tire

Yağmura uyandık bu sabah. Bu kez meteoroloji yanıltmadı. Çalışma havası değil bu. Yaylaya çıkmadım bu yüzden. Hastaneye gittim eşimle. O, fizik tedavi seanslarına devam ederken ben de numune verdim. Haftaya Çarşamba yine kızımın hastanesindeyiz. Sabahına randevu almış benim için. İstersen gitme. Ne kadar bir şeyim yok desem de kurtuluş yok. İçimiz rahat etsinmiş. Etsin bakalım. İlaçlı tomografi mi ne, bir şeylere sokacakmış bu sefer. Şekerim çıkmadı ya. Ona seviniyorum. Lakin bu rahatlık bana kilo aldırıyor. Şeker hastaları uzun yaşar dememişler boşuna.

Elif Şafak'ın ikinci kitabı "Mahrem"i aldım elime bu aralar. Masal havasında yazmış. Okurken kendimi çocukmuş gibi hissediyorum. Akşam geç vakte kalırsa okumam, hemen uykum geliyor. Uykum gelmeden okuduğum tek yer var ama söylenmez burada şimdi. Kitaba dair daha fazla ayrıntıya girmek istemiyorum. Nasıl olsa bittiğinde kitap köşemde anlatacağım. Her şey bir tarafa Elif Şafak tam bir laf cambazı. Bu yönünü takdir ediyorum kadının.

Bugün küçük pazarı kuruluyor Tire'nin. Epey tartıştıktan sonra gitmemeye karar verdik. Yağmurun devam etmesi en büyük cayma nedenimiz oldu. İştahımızı Salı Pazarına sakladık artık.

Albert Genau'cular aradı. Pazar günü gelip cam vitrinin eksik kalan bir parçasını takacaklarmış. Yarın hava yine açacak sanırım. Kablo kanalına bir an önce başlasalar bari.

GÖZLERİMLE İŞİTTİĞİMİ, SİZ KULAKLARINIZLA GÖRECEKSİNİZ

Yağmurlu bir günde evde yapılacak en güzel şeylerden birisi de klasik müzik dinlemek. Eşimin bilgisayarından tanıdık bir ses, avının kokusunu almış bir kurt gibi sessizce kendine doğru çekti beni.
- "Nedir bu çaldığın?" diye sordum. 
- "Ay Işığı Sonatı, Beethoven'in", dedi. Bir yandan da kitabını okuyordu.

Kadınlar böyledir işte. Pek çok işi eş zamanlı götürebilirler. Ben ise tam aksine, yalnız bir işe yoğunlaşmalıyım. O kadar ki, onun kitap okuması bile benim dikkatimi dağıtmaya yetti. Elinden aldım kitabı. Hayret, itiraz etmedi. Ve birlikte dinledik bu şaheseri.

Ludwig Van Beethoven (1770-1827); benim şu anki yaşımda noktalamış hayat serüvenini. Sıkıntılı, çalkantılı bir hayat sürmüş bu kısa ömründe. İntihar etmeyi düşünmüş bir kez. Babasından ve sağlık problemlerinden çok çekmiş. Hatırladığım ilk klasik müzik ezgilerinden biriydi onun 9. Senfonisi, lise çağlarında. Harika bir müzik öğretmenimiz vardı. Derslerinde bize ünlü bestecilerin plaklarını dinletirdi. "Neşeye Övgü" adıyla ünlenen 9. Senfoni için uyarlanan sözleri de ilk ondan öğrenmiştik.
"Mutlu olun ey insanlar, bunu ister Tanrımız" Bu büyük eseri bestelediği sıralarda, işitme duyusunu tamamen kaybetmiş birinden bahsediyorum. Buna rağmen çevresine mutluluk dağıtan birinden. Avrupa Birliği'nin Milli Marşı seçilen eserin sahibi, büyük besteci Beethoven, "Gözlerimle işittiğimi, siz kulaklarınızla göreceksiniz" diyerek notalar üzerindeki hakimiyetini haykırıyor adeta. Orkestranın bastığı her notayı gözleriyle takip eder, sağırlığına rağmen çıkan sesleri zihninden dinlediği söylenir.  

Size asıl bahsetmek istediğim, onun işitme kaybının başladığı yıl olan 1801'de tamamladığı, 14 Numaralı Do Diyez Minör Sonat, yani nam-ı diğer Ay Işığı Sonatı. Her eserin bir doğum hikayesi vardır. Ben de bu güzel eseri ortaya çıkaran olayı merak ettim. Çok farklı rivayetler var aslında. Üç bölümden oluşan Ay Işığı Sonatında ilk bölümde romantik, ikinci bölümde dramatik, üçüncü ve son bölümünde ise neşeli bir hava seziliyor. Esere yakıştırılan öykü ne ise, onu hayal ediyorsunuz dinlerken. Dinledikçe daha derinlere dalıyorsunuz. Hikayeler üzerine yapılan değerlendirmelerden birisi benim çok hoşuma gitti: Eserin gerçek hikayesinin ne olduğu önemli değil, önemli olan hangisini ona yakıştırmış olduğunuzdur. Bana göre, Ay Işığı Sonatı, daha birçok hikayelere ilham kaynağı olacaktır. Okuduklarım arasında besteciye benim en çok yakıştırdığım hikaye şöyle;

Viyana sokaklarında bir arkadaşı ile birlikte dolaşırken üst katlardan harika bir piyano sesi gelmektedir. Beethoven sese kulak verir ve arkadaşına bunu çalan her kimse mutlaka onu görmek istediğini söyler. Müziğin geldiği evin kapısına vururlar. Az sonra bir kadın açar kapıyı. Kulağa gelen seslerin yukarıda piyano çalan kızına ait olduğunu söyleyip iki arkadaşı içeri davet eder. Beethoven genç kızı görür görmez güzelliğine çarpılır. Ne var ki, kızın gözlerinin görmediğini anlamakta gecikmez. Değişik duygulara kapılır birden. Aniden doğan romantik havaya acıma duyguları karışır birden. Onu mutlu etmek için ne yapabilirim diye düşünmeye başlar, işin içinden çıkamaz.

Genç kız, henüz 16 yaşındaki Kontes Giulietta Giucciardi'den başkası değildir. Çaldığı müziği bitirdiğinde gelen misafirleri tanımak ister. Gelen kişiler kendisine övgüler düzünce çok duygulanır. Beethoven, sonunda dayanamayıp kıza sorar.
- "Sizi mutlu edecek ne yapabilirim?
Kız başını yukarı doğru kaldırıp ellerini kavuştururken der ki,
- "Ben hiç ay ışığı görmedim. Bana onu anlatabilir misiniz?

Giulietta'ya tutkulu bir aşkla bağlanan Beethoven, piyanonun başına geçerek hemen "Ay Işığı Sonatı"nı besteler. Ne yazık ki bu büyük aşktan karşılık bulamaz besteci. Ona ithaf ettiği bu güzel eseri geri çevirir Kontes Giulietta.

Hikaye hazin bir sonla bitse de bundan şahane bir sonuç çıkıyor. Müzik aletleri arasında en sevdiğim keman olmasına rağmen, kemanla çalınan versiyonlarını fazla tutmadım. "Ay Işığı" sadece piyano için bestelenmiş, orkestra bile bozuyor sihrini. Başka hiç bir müzik aleti aynı hazzı vermiyor. Piyanoya en çok yakışan eser aynı zamanda. Bu güzel parçayı ünlü Ukraynalı piyanist Valentina Lisitsa'dan dinleyebilirsiniz.