KATEGORİLER

12 Mart 2016 Cumartesi

11/03/2016 Cuma, İzmir

Geceyi güzel geçiriyorum. Sabah kalktığımda ne bir ağrım var ne de bir sızım. Kahvaltıdan sonra saat dokuza on kala hastaneye geliyoruz. Sol gözümün üzerindeki plastik kapağı çıkartıyor hemşire ve cihazın başına oturtuyor yine. Daha sonra bekleme salonuna alınıyoruz. "Doktorunuz gelince size haber vereceğiz." diyor.

Tam karşımızda bir televizyon var. Magazin programını seyrediyor diğer bekleyen hastalar. İlk kez burada farkına varıyorum görmemdeki farklılığı. Sihir gibi geliyor. Bu kadar kısa zamanda bu kadar değişiklik mucize gibi. Televizyona bakıyorum. Sağ gözümde eski multifocal mercek var, ikinci kez ameliyat olduğum sol gözüme  monofocal mercek uygun görmüş doktor. Merkezden kaysa bile görmede bozukluk olmuyormuş monofocal merceklerde. Sanırım hoca işi garantiye almış olmalı. Risk almak istememiş. Ama bu şekilde televizyonu sanki üç boyutlu görüyor gibiyim. 3D filmleri nasıl özel gözlükle seyredebiliyorsak aynı onun gibi yani. İki boyutlu çekilmiş bir filmi gözlüksüz üç boyutlu seyredebiliyorum televizyondan şimdi ben. Tıp dünyası şaşıracak buna. Demek ki neymiş? Gözün biri mono diğeri multifocal olursa televizyonu üç boyutlu seyretmek mümkün olabiliyormuş. Bu icat benim icadım mı şimdi? Doktora söylesem mi bunu, yoksa saklayıp kendime mi mal etsem bu buluşu? Bundan sonra herkes katarakt olmak için dua etmeye başlarlar mı ki?

Çok komik bir durumla karşı karşıyayım. Az sonra doktorum çağırıyor. Gözüme bakıp inceliyor. "Ameliyatınız çok başarılı geçti" diyor. Ama ben televizyonu üç boyutlu görmeye başladığımı saklıyorum ondan. Doktor, gözümün iki üç gün sonra daha iyi olacağını söylüyor. Bunun daha iyisi dördüncü boyuta geçmem demek. Salı günü bekliyor kontrole yine. Belki o zaman söylerim yeni kazandığım bu özelliğimi. Bir damla daha yazıyor. Serum fizyolojik gibi bir damlaymış ama tuz oranı % beş.

Kızım bizi çalıştığı hastanesinin yanında salaş bir yere götürüyor. Doktorların ve diğer sağlık personelinin uğrak yeriymiş. Eşimle öğlen yemeği adetimiz olmamasına rağmen güzel bir şekilde karnımızı doyuruyoruz. Yemekleri gerçekten lezzetliymiş.

Bugün aldığım iki iltifat çok sevindiriyor beni. Yazdığım yazıları methediyorlar. Birisi kızımın halası, o süper bir edebiyat öğretmeni. "Kapı Önü Sohbetler" isimli yazımı çok beğenmiş. Beğenmekle kalmamış bu işin duayeni olmuş, birçok makalesi ve kitabı olan bir arkadaşına da göndermiş. İkinci beğeniyi dayıoğlundan aldım. O da her boş kaldığında zevkle okuyormuş yazılarımı. Aman ne kadar sevindim anlatamam.

Eve uğradık sonra, acil yapılması gereken işleri tamamlayıp Tire'ye döndük birlikte. Sık sık damla damlattı gözüme kızım, yol boyunca. Kırmızı ışıklarda durunca bile. Nasıl öderim eşimin ve kızımın hakkını ben?

10/03/2016 Perşembe, İzmir

"Hadi kalk geç kalıyoruz" demeye başladığında eşim, henüz kargalar kahvaltı sofrasına oturmamıştı. Pencereye vuran şiddetli sağanak sesi ile uyandım. Mutfağın panjurunu açıp dışarı baktığımda caddenin sel götürdüğünü gördüm. Nasıl çıkacağız yola bu havada?

Sol gözümden ameliyat olacağım bugün. Kızım karşılayacak bizi. Hocasından izin aldığı için iki gün birlikte olacağız onunla. Ameliyatlı bir gözle araba kullanamayacağıma göre İzmir'e otobüsle gitmeye karar vermiştik ama bu yağmurun altında durağa kadar gitmek bile problem. Arabayı hastanenin yanındaki eczanelerin bulunduğu alana bıraksak, iki günde başına bir şey gelir mi acaba? Yoksa yine arabayla mı gitsek? Geriye nasıl getiririz sonra? 

Annesinin aksine sakin bir tabiata sahip olan kızım, telefon edip daha yola çıkmadığımızı öğrendikten sonra paniklemiş bir vaziyette söylenip durması hayli şaşırtıcı oldu benim için. Daha operasyona dört saatten fazla zaman var halbuki. Israrla ne zaman orada olacağımızı soruyor. Bir yandan da taşınacağı evin tadilat, tamirat işleri ile ilgileniyor, ustalarla uğraşıyor. Bizim Gaziemir'de olacağımız saate göre eve uğrayacak ya da uğrayamayacakmış. Sakinleştirmeye çalışıyorum ama nafile. Yok bir saatten önce orada olacakmışız, yok trafikten dolayı zaman kaybedermişiz, park yeri ayrı sorunmuş gibi bir sürü olumsuzluk sıraladı durdu.

Saat dokuza doğru tuhaf bir şekilde yağış kesildi birden, bulutlardan hızla arınmaya başladı gökyüzü. Şans yüzümüze güldü nihayet. Eşimle birlikte evden çıkıp yaklaşık on dakika yürüdükten sonra otobüs durağına vardık. Durağın hemen yanındaki kafeye oturup bir şeyler atıştırmayı planlıyorduk. Yer bulamayız endişesiyle biletleri bir an önce almak istedim ve masadan kalktım hemen. İzmir'e en erken otobüsün saat kaçta olduğunu sordum yan taraftaki görevliye. "Hemen şimdi, yolda geliyor, bir iki dakikaya burada olur." dedi. Yok bu kadarı da çok erken, daha ağzımıza bir lokma koymamıştık. Tam yirmi dakika sonra diğer bir servis kalkacakmış. Biletleri kestirip eşimin yanına döndüm.

Hareket eder etmez kızımı arayıp yola çıktığımızı söyledim. Otobüs bizi Gaziemir'de indirdiğinde hiç beklemeden arabasıyla karşıladı bizi. Hala "Hemen hastaneye gidiyoruz, geç kalırız, söyledikleri saat ameliyat saatidir, ön hazırlığı, kaydı var bu işin." diyerek panik halini tam gaz sürdürüyordu. "Peki, telefon edip soracağım", deyip hastaneyi aradım. "Verilen saatte hastanede olursanız yeterli" dediklerini öğrenince rahatladı bizim kız.

İki saatten fazla zamanımız var daha. Önce eve gidip çalışmaları görelim dedik. Bir yandan alçı boya işleri diğer taraftan duvar yıkma, seramik işleri, evin içi şantiyeye dönmüş. Ama her şey yolunda görünüyor. Ayın 22'sinde halen oturduğu kira evinin sözleşmesi sona ereceğinden, o tarihe kadar yeni evine taşınmak gayreti içinde.

Evdeki işlerimizi tamamlayıp tam vaktinde hastaneye ulaştık. Her insanın tepkisi farklı olur ameliyata girmeden önce. Örneğin annem inanılmaz boyutta evham yapar, tansiyonu yükselir, en küçük bir operasyon dahi onun için sıra dışı bir olaydır. Ben sakinim, ya da öyle olduğumu sanıyorum. Dıştan görünüşüm biraz farklı olmalı ki, kızım beni rahatlatmak için bir sürü şirinlik yapmaya çalışıyor. Hastane girişinde danışmaya bildirdik gelişimizi, üçüncü kata yönlendirdiler bizi.

Önce bir kez daha aynı cihaza aldılar. Çenemi aşağıya alnımı yukarıya yaslayıp ameliyat öncesi son tetkikler yapıldı. Bu işlemlerden sonra birkaç saatimizi geçireceğimiz bir odaya alındık. Burada diazem olduğunu düşündüğüm sakinleştirici bir kapsül verdiler ve içmemi istediler. Bir hemşire gelip gözüme damla damlattı. Bir kaç kez yaptı bunu beşer dakika arayla. Daha sonra, yatırınca sedyeye dönen bir koltukla girdiler odaya. Ameliyat bu, küçük bir hata gözümü kaybetmeme yol açabilir. Yine tevekkül içinde bir sakinliğim var. Her şey yarım saat içinde belli olacak. Bundan sonra nasıl bir hayat süreceğim, sadece ameliyatı yapacak hocanın hünerine endekslenmiş. Daha önceki ameliyatlara giderken olduğu gibi eşim ve kızıma espriler yapmaya, onları sakinleştirmeye çalışıyorum. Biliyorum ki onların durumu benimkinden daha zor.

Mavi renkli bir ameliyat önlüğü geçiriyorlar üzerime. Baştan ikaz ediyor kızım, ameliyat öncesinde, sırasında ya da sonrasında bayılabileceğimi anlatıyor, sakın epilepsi falan sanmasınlar diye. "Korkarsa bayılır hemen" diyor. İtiraz ediyorum, "Korkuyla ilgisi yok kızım, bayılmam için illa korkmam gerekmez." diyorum. Hemşireye dönüp devam ediyorum. "Siz korkmayın ben bayılırsam, sakın ola panik yapmayın." diyorum gülerek. Ameliyat esnasında bir anestezi uzmanı devamlı yanımızda olacakmış, merak etmememizi söylerken ne olur ne olmaz diye koluma bir de damar yolu açmaya karar veriyorlar.

Yatınca sedyeye dönen koltuğa oturttular ve bizimkilerle espriler eşliğinde vedalaştık. Hasta asansörüne aldılar. Artık hiçbir şey düşünecek halim yok. Asansör aşağı mı yoksa yukarı doğru mu gidiyor fark etmiyorum bile. Bir yere gelince durup kapısı açılıyor birden. Genel olarak serin, hatta soğuktur ameliyathaneler. Yok, burası o kadar soğuk değil. Başka bir alem. Bütün personel maviler giymiş baştan aşağı. Hangisi doktor, hemşire veya sağlık teknikeri, ayırt etmek mümkün değil. Güler yüzle sıcak bir karşılama. Hepsi işini biliyor. Hata yapmamak için kendilerinin çok iyi bildikleri birkaç soru yöneltiyorlar bana. İsmimi sorup soy adımı bana söyletiyorlar önce. Hangi gözünüz ameliyat olacak diye soruyorlar sonra. "Sol gözüm" diyorum. Göğsüme adım soyadım ve"sol göz" yazılı bir kağıt yapıştırılıyor.

Sedyeyi yatar pozisyona getiriyor birisi. Ameliyatın yapılacağı ışığın altına doğru sürüyorlar sonra. Gözüme birkaç damla sıvı damlatıyorlar. Bu sıvı lokal anestezi sağlayacakmış Başımın altına yastıktan ince birkaç kat bez yerleştiriyorlar. Üzerime sol gözümü açıkta bırakacak delikli bir örtü atıp yüzümü kapatıyorlar. Kısa bir süre sonra "Gözünüzü iyice açın" deyip mavi renkli, yapışkan, plastik bir örtüyle kapatıyorlar sol gözümü deliğin üzerinden. Bu andan sonra göremiyor, sadece hissediyorum. Mavi renkteki plastik yapışkan örtü çok rahatsız edici. Sanırım göz kapaklarını açık durumda tutmak gibi bir işlevi var. Kirpiklerim yanıyor ama sabırlı olmam lazım.

Ameliyatı yapacak olan profesör bana adımla hitap edip hatırımı soruyor. Teşekkür ediyorum ama bir an önce şu mavi yapışkan plastikten kurtulmak istiyorum. Az sonra ameliyat olacak sol gözümün içine parlak, yoğun bir ışık veriliyor. Öyle bağırtacak kadar bir acı değil ama oldukça rahatsız edici bir durum söz konusu. Anestezi miktarı öyle ayarlanmış ki ancak dayanabileceğim kadar. An be an hissediyorum operasyonu. Buz gibi bir sıvı akıyor gözümün derinliklerine, adeta donuyor gözüm. Tamam diyorum, bundan sonra hiç bir şey duyamayacağım artık. Öyle olmuyor. Her hareketi hissediyorum ama neler yapıyorlar, parmaklarını mı yoksa makas benzeri bir takım metal aletler mi sokuyorlar gözümün içine anlayamıyorum.

Artık tahammül sınırımı zorluyor bu durum. Yatırdıktan sonra ne olur ne olmaz diye elimi kolumu iyice bağlamışlardı sedyeye. Bilincim yerinde ama iş uzayınca hareket etmeye başlıyorum. Yanı başımda genç bir erkek sesi durmaksızın konuşuyor. "Kıpırdamayın, ayağınızı oynatmayın, gözünüzü açın" Kıpırdamamak için "peki" diyemiyorum ama bu cendere içinde yavaş yavaş teslim oluyorum. İçimden bir şeylerin çekildiğini hissediyorum. Tam olarak acı değil bunun sebebi, saniyelerin her biri saat olmuş artık. Bayılacağımı biliyorum budan sonraki aşamada. Belki dayanırım ümidiyle önce "Tansiyonum düşüyor" diyorum ekibe. Gözümün içinde her ne yapılıyorsa eller bir anda geri çekiliyor. Aniden panikliyorlar birden. Hemen bir iğne yapalım diyorlar. Sol kolumda damar yolumun açık olduğunu hatırlatıyorum. Tansiyonum hızla düşmeye devam ediyor. Kırmızı alarmımı veriyorum ekibe. "Bayılacağım" diyorum. Sonra neler oldu bilmiyorum doğal olarak, ne kadar baygın kaldığımı da.

"İyi misiniz?", "İyi misiniz?" İsmimi tekrarlıyorlar. "Şimdi biraz daha iyi misiniz?" Yavaş yavaş kendime geliyorum ama çok halsizim. Bayıldığımı anlıyorum. Sürekli durumumu soruyorlar başımdakiler. Her geçen dakika hayata döndürüyor beni. Ağzımdan "İyiyim" lafını alana dek sürdürüyorlar sorularını. "Daha iyiyim." dedikten hemen sonra operasyon kaldığı yerden devam ediyor. Aynı rahatsız edici hareketleri duyuyorum. Ankara'da yapılan ilk operasyonda hiçbir şey hissetmemiştim. İkinci operasyonda buna benzer rahatsızlıklar olmuş, bunun üzerine ameliyatın ortasında bir miktar daha anestezi uygulanmıştı. "Az kaldı, biraz daha sabredin." dediklerini duyuyorum. Ayıldıktan sonra biraz daha dirençliyim sanki. Devamlı kıpırdamam, bu yetmezmiş gibi arkasından bir de bayılmamın operasyona olumsuz tesir etmeyeceğini düşünmek istiyorum.

On dakikalık operasyon elli dakika sürüyor. Bu sürenin ne kadarında baygın kaldım bilemiyorum. Ameliyat sonrası yavaşça kaldırılıyor sedye yine oturma pozisyonuna getiriliyorum, önce asansöre oradan da odama getiriyorlar. Gözümde bir sargı veya tampon gibi bir şey yok. Sadece tek gözümü kapatacak şekilde şeffaf plastik bir parça ile örtülmüş gözümün üzerine.

Yatağıma uzanmadan önce durumumu soruyorlar. Kendimi iyi hissettiğimi söylüyorum. Önlüğümü alıyorlar üzerimden. Yatağa uzanıyorum. Az sonra ameliyatı yapan hoca gelip ameliyat hakkında bilgi verecekmiş. Eşim ve kızım etrafımda pervane olmuş dönüyorlar. Hepimiz sonucu merak ediyoruz. On beş dakika sonra hoca geliyor." Ameliyat iyi geçti, herhangi bir sorun yok." diyor. "Sizi çok uğraştırdım sanırım." diyorum özür dilercesine. "Yok" diyor, tam tersine fazla kıpırdamadığımı, iyi sabrettiğimi söylüyor. Ameliyat sırasında bayılmış olmam işi biraz uzatmış sadece. Yarın sabah saat dokuzda beklediğini söylüyor kontrol için.

Bir sürü damla yazmış doktor, gidip eczaneden alıyor kızım. Biri iki saat arayla, diğeri üç saat arayla, öbürü dört saat arayla. Saati geldikçe gözümün üzerindeki plastik kapağın bandı sökülüp damla damlatılıp tekrar kapatılıyor. Ameliyattan çıkalı birkaç saat geçmesine rağmen gözümü açtığımda. görebildiğimi fak ediyorum. Üstelik daha önceki ameliyatlarımın aksine gün ışığı ya da diğer ışıklara maruz kalınca yanma yok. Sadece gözümden beynimin içine doğru bir ağrı hissediyorum. Koluma bağladıkları seruma ağrı kesici katmışlar oysa. Hastaneden çıkalı birkaç saat oldu ama ağrı tam gaz devam ediyor. Eve varır varmaz kızım güçlü bir ağrı kesici iğne yapıyor kolumdan. Birkaç dakika sonra ağrı tamamen sona eriyor. Tam yirmi dört saat etkisi olurmuş bu ağrı kesicinin.

Annem çok heyecanlanmış. Sürekli arayıp bilgi almak istemiş. Akşama babamla birlikte geliyorlar kızımın evine, beni görmek için. Ameliyatım iyi geçsin diye devamlı dua etmiş. O yetmemiş söz vermiş Allah'a eğer sonuç iyi olursa üç gün oruç tutacakmış. 

Eşimi arayan arayana. Herkes geçmiş olsun diyor. İnşallah geçmiştir...   

9 Mart 2016 Çarşamba

09/03/2016 Çarşamba, Tire

Sabah bir an evvel evden çıkmak için koştururken, bu telaşın arasında Kadir'in telefonu geldi. Cenazeleri varmış, gelemeyeceğini söyledi. 

Çarşıya çıkıp dolaştım biraz. Çok şey isteyip hiçbir şeye başlayamama durumu var bugün bende. Çok önceleri de oluyordu bazen. Gün biter, uzun gecelerde telafi etmeye çalışırdım geç vakitlere kadar. Geceler güzeldir. Sessizliğini severim gecelerin en çok.

Çeviri konusunda arayı soğutmadan başka bir öykü arayışına girdim. Sanatsal yönü ağır basan bir şey değil aradığım. Ama yine de çocuklar için yazılmış bir eser olmamalı. Filme çekilen bir kitabı sayesinde tanınıp öykü ve romanlarından çoğunu bilmediğim yazarlar çekiyor bu ara dikkatimi. "The Snow Goose" kısa romanının yazarı Paul Gallico da bunlardan biriydi. Çoğu bilim kurgu türünde eserler veren bir yazarın yüzden fazla eseri arasından konusu hoşuma gidecek bir öyküyü bulmaya çalışıyordum. Fakat şu anki ruh halim bilim kurgu türünde bir kitabı da kaldıracak değil gibi. Bu araştırmalarım sırasında çeviri yazarlığı ile ilgili bir makale çekti dikkatimi. Öncelikle bu yazıyı çevirirsem, içerik olarak ben de faydalanırım deyip öyküye başlamadan önce yapılacaklar programıma aldım.

Şu yurt dışı seyahat programının üzerinde çalışmam lazım artık. Zaman gittikçe yaklaşıyor.

Öğleden sonra ikinci defa aradı beni Kadir. Demirci Selahattin Usta gelmiş, çatı makaslarını koyuyormuş yerine. Hatıl kirişlerinin kalıplarını söküp sökmediğini sordum. Çelik makasları koymak için gerekli bu. Cenazeden sonra sökmüş kalıpları. Kapıları güzel kapatmasını söyledim işleri bittiğinde.

Yarın sol gözümden ameliyat olacağım. Beklenen o ki, günceye başladığımdan bu yana ilk kez birkaç günlüğüne ara vermiş olacağım.




Zaman gelir sözcükleri tutamazsın içinde.
Bazen kabarır yüreğin, tutulur nutkun.
Anlatmak istersin istemesine lakin,
Nereden başlayacağını bilemezsin.




Şairin dediği gibi aynen bu durumdayım. Yarını bekliyorum.  

8 Mart 2016 Salı

08/03/2016 Salı, Tire

Kadir'e telefon ettim ve onun kendi bahçesinde çalıştığını öğrendim. Yarın sabah kalıpları söktükten sonra birlikte kuru ve budanmış ağaç dallarını kesip istifleyeceğiz. Böylelikle bahçenin içi biraz dağınıklıktan kurtulmuş olacak. Yakup Usta, bahçesindeki incir ağaçlarını budayacağı için gelmeyeceğini dünden söylemişti. Ben de çalışma olmadığı için çıkmadım bugün yaylaya.

Salı pazarına uğradım enginar almak için. Otlar boldu bu hafta ama domates pahalanmış. Pahalanmış dediğim iki buçuk liraya çıkmış. Dün evin yakılarında kurulan pazardan iri salkım domatesin kilosunu bir buçuk liradan almıştım. Geçen hafta Migros'ta bile bir buçuk liraydı. Rusya nedeniyle ticari dengeler bozulunca olan üreticiye oluyor işte. Sarmaşık boldu ama satıcılar anlaşmış gibi.her yerde dört lira demeti.

Bugün, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü. Bu özel günde partili, partisiz herkes bir şeyler yapmaya çalışıyor. TV kanalları günün anlam ve önemini hatırlatan programlar sunarken bazı kuruluşlar kadınlara çiçek dağıtmayı uygun görüyor. Kutlama günü mü, yoksa anma günü mü bu? Kanaatimce anma ve anımsatma günü olmalı bugün. Çiçeklere kanmamalı kadınlar. Hemcinslerine yapılan eziyetleri unutturmamalı, kadın erkek eşitliğinde ülkemizin dünyadaki yerini göstermeli kör gözlere. Sadece erkekleri değil belki daha fazla kadınları eğitmeli. Açık açık sorabilmeli insanlara, saç telinden hangi sapık fikirlerle tahrik olabildiklerini, neden erkeğin değil de  kadının saç telinin tahrik ettiğini.

Sorabilmeli kadınlar, nüfusun yarısına sahip olmalarına rağmen niçin mecliste % 14,5 oy oranı ile temsil edildiklerini. Birlik olmalı kadınlar, eşitlik sağlanana kadar oylarını erkek adaylara vermemeli. Belediye meclislerinde de parti meclislerinde de.

Şiddete maruz kalmışsa, devlet sahip çıkmalı kadınlara. En ağır cezalar verilmeli ibret olsun diye. Kadını koruyamayan devletin sorumlularını deşifre etmeli, yaptıkları ihmal ve haksızlıkların bedelini ödetmeli. Kızların çocuk yaşta evlendirilmemeleri için en sert tedbirleri alınmalı. Tecavüzün hafifletici unsurları yok edilmeli, buna karışanlar en büyük insanlık suçunu işlemişler gibi cezalandırılmalı.

Kadın çalışmalı, hayata karışmalı, evine kapanmamalı. Kadın, ekonomik özgürlüğüne kavuşmalı, herkesin önünde başı dik durmalı. Eşiyle birlikte büyütmeli çocuklarını. "Erkek çalışacak eve ekmek getirecek, kadın evde yemek yapıp çocuk büyütecek" klişesinden uzaklaşmalı, onurlu bir hayat sürmek istiyorsa eğer.

Kadın, Atatürk'ün sayesinde kendine verilen hakların kıymetini bilmeli. Çağdaş olmalı, giyimiyle kuşamıyla, arkasından değil erkeğin yanında yürümeli.

Kısaca kadın, kadınlığından önce insan olduğunun farkına varmalı. Erkek kadar özgür olmalı, yapmak istediği her işi yapabilmeli, önüne konulan engelleri kaldırmasını bilmeli. Bütün bunları yaparken yalnız olmamalı, aynı düşünceleri paylaşan karşı cinslerini de yanına almalı. Onlarla birlikte, omuz omuza mücadele etmeli.

07/03/2016 Pazartesi, Tire

Yaylada tuvalet duvarları tamamlandı, üst hatıl betonları döküldü. Çatı makasları için demirci Selahattin Usta ile anlaşıldı, haftaya montaj dahil iş tamamlanacak. Kadir kalıpları söktükten sonra inşaat işine birkaç gün ara verilecek. Bu arada İzmir'de göz ameliyatı olacağım. İnşaat işine başlamadan önce zeytinler budanacak.

İlk öykü çevirim, "Beyaz Prenses"i bloğumda yayınladım. Değişik bir tecrübeydi benim için. Öykü seçiminde çok şanslıydım. Önce "Camel" müzik grubunu tanıdım. Bazıları bu grubu "Pink Floyd" a benzetiyorlar. Ben bazı bölümlerini "Hotel California" nın gitar solosunu çağrıştırır buldum. 1971 yılında kurulan grubun 14 albümü var. "The Snow Goose" grubun üçüncü albümü. Şu satırları yazarken kulaklığımdan dinliyorum bu harika albümü. "The Snow Goose" çevirdiğim kitabın orijinal adı. Bu adı "Kar Kazı" şeklinde çevirmek hoşuma gitmedi. Onun yerine öykünün içinde geçen "Beyaz Prenses" adını verdim öyküye.

Camel grubu edebi eserlerden ilham alarak albümler oluşturuyormuş. "The Snow Goose" Amerikan roman ve öykü yazarı Paul Gallico (1897-1976) nun en önemli eseri. Öykünün konusunu çok beğendim. "Beyaz Prenses"i okurken fon müziği olarak Camel'in "The Snow Goose" unu dinlemek çok keyifli olacaktır mutlaka.  

BEYAZ PRENSES

Öykünün Orijinal Adı: The Snow Goose
Yazan: Paul GALLICO (1897-1976)
Yayınlandığı Yıl: 1940
Çeviri: Osman Kadri TOKERİ

Paul Gallico Amerikalı bir roman, öykü ve spor yazarı. "The Snow Goose" onu en çok tanıtan eseri olmuştur. 1969 yılında yazdığı "Poseydon Macerası" adındaki romanı 1972 yılında filme uyarlanmıştır.  "Beyaz Prenses" adıyla Türkçe 'ye çevirdiğim bu öykü, edebiyat alanında benim ilk çevirim. Öykü, çirkin bir adam, güzel bir kız ve bir Kanada yaban kazı arasında başlayan dostluktan doğan bir aşkı ve arkasından savaşın sebep olduğu hazin sonu konu ediyor.  

BEYAZ PRENSES
Antik Saksonya'da, istiridye  avcılığının yapıldığı Wickaeldroth ile Chelmbury köylerinin arasında kalan sahil boyunca Büyük Bataklık uzanır.  Hırçın denizin kenarında geniş çayırları, sazlık ve tuzlu bataklıklarla kaplı çamurlu arazileriyle, gel git havuzlarının bulunduğu bu yer, İngiltere'de yaban hayatının korunduğu son yerlerden biridir.

Günlük gel-git'lerin nefes alıp verircesine yükselip alçalması sonucunda oluşan derecikler, sayısız kollara ayrılıp okyanus kenarındaki ıslak koylarla buluşuyor.  Tuzlu bataklıklarında yuvalarını yapan yaban kazları, martılar, çamur ve yaban ördekleri, kızılbacak ve  kervan çulluğu gibi av kuşlarının bağırışları, bu ıssız araziyi daha çok yalnızlaştırmakta. Normandiyalıların Hastings'e geldikleri antik çağlardan beri, ticaret yapmak amacıyla buraya nadiren yolu düşen yaban  kuşu ya da yerli istiridye avcılarından başka yaşayan insan görülmez buralarda.

Uzun kış aylarının karanlık gökyüzünde, her taraf gri, mavi ve soluk yeşil renge bürünürken sahile çarpan sular ve bataklıklar soğuk havanın gölgeli renklerini yansıtır. Ama bazen gün doğarken ya da gün batımlarında, yer ve gökyüzü kırmızı, altın renkli alevler içinde kalır.

Küçük Aelder Deresinin yan kollarından biri, dalgaların yıkıcı etkisine karşı kıyıyı boydan boya koruyan, eski ama sağlam bir seddeye akar. Manş denizinin tuzlu suları üç mil kadar içeriye doğru sokulur, daha sonra kuzeye döner. Döndüğü yer girintili, kırık ve parçalıdır. Açık deniz, seddelerin arasında kıyıdan iç kısımlara doğru yol alıp gidebildiği yere kadar gider.

Deniz suları çekildiğinde terk edilmiş bir deniz feneri enkazının kararmış parçaları,  etrafa dağılmış şamandıralar, çit direklerinin üst kısımları yüzeyde gözükmeye başlar. Deniz fenerinin bulunduğu bu yer eskiden Essex sahilini gösterirdi. Kara ve deniz yer değiştirince artık hiçbir önemi kalmadı onun.

Son zamanlarda yeniden birine ev sahipliği yapmaya başladı fener. İçinde yalnız bir adam yaşıyor. Vücudunda takat kalmamış ama yüreği avlanan yaban hayvanlarına karşı sevgiyle dolu. Dıştan görünümü çirkin ancak o bir iyilik meleği. İşte bu onun ve yaşadığı bu tuhaf yerde onu ziyaret eden bir çocuğun öyküsüdür.

Olayların basit bir şekilde sırayla anlatıldığı hikayelerden biri değil bu. Bir çok kişinin anlatımından ve pek çok kaynaktan  derlenmiş. Şiddet içeren bazı bölümleri tuhaf görünümlü adamlar aktarmıştır. Kendini denizlerin sahibi sanıp üzerine dalgalardan bir örtü seren,  kanatlarının ucu siyah benekli, büyük beyaz bir kuş, kuzey topraklarının karanlığına, donmuş sessizliğine, baştan sona her şeyi gördüğü yere döner.   

1930 yılının ilkbaharında Philip Rhayader, Aelder deresinin denize döküldüğü yerde, terk edilmiş deniz fenerine geldi ve fenerle birlikte etrafındaki bataklık ve tuzlu arazileri satın aldı.

Oraya yerleşip yıl boyunca çalıştı. Bazı sebeplerden dolayı toplumdan elini ayağını çekmiş bir kuş ve doğa ressamıydı. İhtiyaçlarını karşılamak için iki haftada bir gitmek zorunda olduğu küçük Chelmbury köyünün yerlileri onun çarpık görünüşü ve iç karartıcı yüzünü göz ucuyla izlerlerdi. Çünkü kambur olmasının yanı sıra sakat  sol kol bileği de, bir kuşun pençesi gibi incelerek kıvrılmıştı. Bir müddet sonra sırtında hörgücü, parlayan gözleri ve pençeyi andırır eli, siyah gür sakalları ile deniz fenerinde yaşadığını öğrendikleri ufak ama güçlü bu tuhaf adama alıştılar.

Fiziksel kusur ekseriya insanlarda kin doğurur. Rhayader kimseden nefret etmezdi, o insanlara, hayvanlar alemine ve bütün tabiata karşı hep büyük sevgi duydu.

Yüreği merhamet ve acıma duygusu ile doluydu. O sakatlığının üstesinden geldi ama görünüşünden dolayı yaşadığı sıkıntıların önüne geçemedi. Onu yalnızlığa iten şey içinden kopup gelen sıcak duygulara hiçbir yerden karşılık alamayışı oldu. Bu yüzden kadınlardan soğudu. Onu tanıyan erkekler onunla ilgilenmeye çalışırlardı. İşin aslı, iyi niyetle biri yardım etmeye kalksa dahi Rhayader bundan incinir ona mani olup yanından uzaklaştırırdı.

Büyük Bataklığa geldiğinde yirmi yedi yaşındaydı. Diğer insanların dünyasından kendini soyutlama kararını vermeden önce pek çok yer gezmiş, cesurca mücadele etmişti. Göğüs kafesinin içinde sanatçı duyarlığı ve kadınlara özgü şefkat duygusu kilitlenmiş iyi bir insandı.

Kendini inzivaya çektiği zaman yanında kuşları, resimleri ve bir de sandalı vardı. Bir zamanlar sahip olduğu 16-ft yelkenlisiyle maharetlerini göstermişti. Yalnız ve gözlerden uzak kaldığında, sakat elini gayet iyi kullanır, çoğu zaman sağlam dişlerinin yardımıyla yelkenleri zorlayan ters rüzgarların üstesinden gelirdi.

Yeni kuş türlerini arayıp onların fotoğraflarını çekmek ve resimlerini yapmak için gel-gitlerin oluşturduğu dere ve haliçlerin içlerinden açık denize kadar günlerce yol alabilir, kutsal mabedinin tam ortasında, atölyesinin yanında yaptığı kümeste oluşturduğu evcil kuşlar koleksiyonu için av kuşlarının ağla yakalanması işinde iyice ustalaşmıştı.

O, kuşları hedef alarak asla ateş açmaz, mülkiyet sahibi olduğu arazilere yaban kuşu avcılarını sokmazdı. Yaban hayatın dostuydu o, yaban hayatın bütün canlıları da ona dostça davranırlardı.

Her ekim ayında evcilleştirilmiş kazlar, yanlarına kahverengi gövdesi,  beyaz karnı ve pembe ayaklarıyla nalbant yavaşalarını, kara boyunları, soytarı suratları ve siyah çizgili beyaz göğüsleriyle çeşitli yaban ördeği türlerini; yeşilbaşları, kılkuyrukları, çamurcunları, kaşıkgagaları katarak gökyüzünü karartan büyük gruplarla, aceleci bir gürültü çıkararak  İzlanda ve Spitzbergen'den sahile doğru süzülerek inerler.

Her kış başında yaban kuşlarına sığınmaları ve yiyecek bulmaları için aşağı inmesinde kılavuzluk eden bazı yaban kazlarının tanınması için kanat uçları işaretlenmişti.

Yüzlercesi,  ekim ayından itibaren, kuzeyde buzullarla çevrili üreme yerlerine doğru göç edecekleri baharın ilk aylarına kadar geçen soğuk mevsimini birlikte geçirirler.

Fırtına çıktığı zaman, yiyeceğin zor bulunduğu şiddetli soğuk günlerde ya da avcıların patlayan tüfeklerine karşı onun kuşları emniyet içindeydi. Ona güvenen bu güzel yaban canlılarını yüreğiyle kucaklayıp onları sığınaklarında toplayan Rhayader da bu konuda huzurluydu.

İlkbaharda kuzeyin çağrısına cevap veren kuşlar, sonbaharda gökyüzünü çığlıklara boğarak geri döner ve eski feneri görür görmez etrafında daireler çizerek yanı başındaki araziye inerlerdi. O kuşları gayet iyi hatırlar ve önceki yıllardan tanırdı.

Kuşların yaradılışlarındaki saklı ve onların ayrılmaz parçası olan bilgiler, onun sığınacak bir liman olduğunu göstermişti. Onları  gri gökyüzünde kuzey rüzgarlarının yardımıyla hatasız bir şekilde geri getirmişti ona.

Ruhundan ve kalbinden geriye kalanını, yaşadığı toprakları ve canlıları resmetmeye ayırmıştı. Kaç Rhayader var bu dünyada. Yüzlerce resmi toplayıp deniz fenerine ve depolara kıskançlıkla yığmıştı. Sanatçıların müşkülpesent tavrı nedeniyle onların hiçbirini beğenmemişti.

İçlerinden birkaçında coşku, bataklıktan yansıyan ışığın renkleri, kaçış hissi, sazlıkları eğen sabah rüzgarını göğüsleyen kuşlar ustalıkla tasvir edilmişti. Yalnızlığı ve soğuğun tuz yüklü kokusunu, sonsuzluğu, bataklığın yaşlanmazlığını, yaban hayatın canlılarını, şafak vaktinde kuş sürülerini, korkutucu şeylerin geceleri ay ışığından kaçan kanatlı gölgelerini tuvale iyi aktarmıştı.
    
Rhayader'ın Büyük Bataklığa gelmesinden üç yıl sonra, kasım ayının bir öğleden sonrası deniz fenerindeki atölyeye bir çocuk yaklaştı. Dalga kıran üzerindeki yolu kullanan çocuğun kollarında ağır bir yük vardı. On iki yaşından fazla olmayan bu zayıf kız çocuğu, narin yapılı, pasaklı, gergin ve bir kuş kadar ürkekti ama bu pasaklı halinin arkasında tuhaf güzelliğe sahip bir bataklık perisi gizliydi. Kemikli yapıya sahip, beyaz tenli kızın, tam gelişmemiş vücudu üzerindeki başı ve derinlere dalmış menekşe renkli gözleriyle Safkan bir Saksonyalıydı.

Kız, yanına geldiği bu çirkin adamı görür görmez aşırı bir korkuya kapıldı. Oysa  Rhayader hakkında yerli kuş avcılarına engel olmasından dolayı onların nefretlerini kazandığına dair  anlatılan efsaneleri toplamaya başlamıştı zaten.

Ancak kızın korkusundan daha ağır basan kucağında taşıdığıydı. Onu bataklığın ortasında bir yere getiren çocuk kalbi, burada, deniz fenerinde yaşayan canavarın, yaraları iyileştiren bir sihre sahip olduğunu haber vermişti.

Daha önce hiç görmediği Rhayader'ın siyah saçlarıyla kara sakalını, uğursuz kamburu ve çarpık pençesinin hayaleti andırır gölgesini atölye kapısında görünce panikleyip birkaç adım geriye atarken kaçmamak için kendini zor tuttu.

Acilen uçmaya hazırlanan tedirgin bir bataklık kuşu gibi hareketsiz kaldı.

Ancak adamın derinlerden ona seslenişi nazikti.

"Nedir o kızım?"

Bir an duraksadı, daha sonra çekingen bir adım attı. Kollarında taşımaya çalıştığı şey büyük beyaz bir kuştu. Onun beyazlığı üzerindeki kan lekeleri elbisesine de bulaşmıştı.

Kız onu kollarında uzatarak, "Efendim bunu ben buldum. Yaralı. Hala yaşıyor mu bilmiyorum."

"Evet, sanırım yaşıyor. Gelsene çocuğum, hadi içeri gel."

Rhayader, kızın elinden aldığı kuşu içeride bir masanın üzerine bıraktı nazikçe. Merak korkunun üstesinden geldi. Kız adamın arkasından giderek bir anda kömür ateşiyle ısınan bir sobanın bulunduğu, duvarları parlak renkli resimlerle kaplı, tuhaf ama hoş kokulu bir odanın içinde buldu kendini.

Kuş kanat çırptı. Rhayader, uğurlu elleriyle onun muhteşem kanatlarını açtı. Kanatlarının uç kısımlarının siyaha dönmesi ona ayrı bir güzellik veriyordu.

Rhayader, hayrete düşerek kaldırdı başını." Kızım bunu nerede buldun?"

"Bataklıkta, avcıların olduğu yerde. Niye sordunuz efendim?"

"Kanada beyaz kazı bu, Bunca yolu aşıp da buraya kadar nasıl gelir?"

Küçük kıza bu isim hiçbir anlam ifade etmiyordu. Narin kirli yüzünden ışıldayan menekşe renkli gözleri merak içinde yaralı kuşa kilitlenmişti.

"O iyileşecek mi efendim?" diye sordu.

"Evet, evet." dedi Rhayader. "Elimizden geleni yapacağız. Hadi gel, bana yardım etmelisin."

Raflardan birinde makas, bandajlar, kırık tahtası vardı. Eşyaları tutmada çarpık pençesini şaşılacak kadar ustalıkla kullanıyordu.

"Yazıklar olsun, kızıma ateş etmişler, zavallı kuş. Bacağı ve kanadının ucu kırılmış ama durumu çok fena değil. Bak, şimdi kanatlarını bağlayacağız, onları bandajla sarabiliriz ancak bahara kadar kanat tüyleri serpildiğinde o yeniden uçabilecek. Kanatlarını gövdesine sıkıca bağlamamız lazım ki iyileşene kadar hareket edemesin, daha sonra zavallı kırık bacağına kırık tahtası bağlarız." dedi.

Çocuğun bütün korkusu kaybolmuştu. Kuşun yaralı bacağına kırık tahtasını itinayla yerleştirmesini hayranlıkla izlerken adam harika bir hikaye anlattı ona.

"Henüz bir yaşını doldurmamıştı, yavru kuş. Kuzeyde, çok uzaklarda, İngiltere'nin yönetimi altında bulunan denizaşırı bir ülkede doğmuştu. Kar, buz ve şiddetli soğuklardan kaçıp güneye doğru uçarken büyük bir fırtına onu ele geçirdi, sağa sola savurdu. Gerçekten müthiş bir fırtınaydı bu, onun büyük kanatlarından daha güçlü, her şeyden güçlü. Gündüz ve gece boyu fırtınadan kendini kurtaramazken uçmaktan başka yapacağı bir şey de yoktu. Tam kendini kaybetmek üzereyken güneye doğru esen kuvvetli bir rüzgarı arkasına alan şaşmaz içgüdüleri onu daha önce hiç görmediği ilginç kuş türleriyle sarılmış farklı bir memlekete savurdu. Çektiği ıstırap nihayet sona ermiş, avcıların silahından çıkacak saçmalara hedef olmasının dışında, huzur içinde dinlenebileceği ona kollarını açmış yeşil bir bataklığa inmişti."

"Misafir bir prenses için acı bir karşılama töreni," diyerek bitirdi konuşmasını. "Ona "Beyaz Prenses" adını verelim. "Beyaz Prenses birkaç güne kadar kendini daha iyi hissedecektir. Bak!" Elini daldırıp cebinden bir avuç buğday tanesi çıkardı. Beyaz Prenses yuvarlak sarı gözlerini aralayarak onları gagasına almaya çalıştı.

Çocuk sevinç içinde güldü, sonra aniden telaşlanarak nefesini tuttu bulunduğu yer aklına geldi  ve hiçbir şey söylemeden kaçıp kapının dışına attı kendini.

Peşinden koşarak "Dur, bekle" diye bağırdı arkasından Rhayader, iri cüssesiyle dona kaldı kapının önünde. Kız dalga kıran seddesi üzerinden kaçarken sesi duyunca durup geriye baktı.

"Kızım adın ne şenin?"

"Frith"

"İyi" dedi, Rhayader. "Fritha olmalı, nerede oturuyorsunuz?"

"Wickaeldroth balıkçı köyünde." Adını eski Saksonya aksanıyla söyledi.

"Prensesin durumunu görmek için yarın ya da sonraki gün gelecek misin yine?

Kız tekrar duraksadı, Rhayader onun duruşunu, yakaladığı yaban su kuşlarının  yeniden uçana kadar hareketsiz bekleyişine benzetti. Çok geçmeden kızın zayıf sesini işitti. "Evet!" Ve güzel saçlarını arkasından savurarak uzaklaştı.

Beyaz Prenses çabuk iyileşti, kış mevsiminin ortalarında ona eşlik eden pembe ayaklı yaban kazıyla birlikte çitin kenarında aksayarak yürümeye başlamış, Rhayader'ın beslenme zamanı çağrısına diğerlerinden daha iyi karşılık verir olmuştu. Ve çocuk, Fritha ya da Frith, onu sık sık ziyaret ediyordu. Rhayader korkusunu yenmişti artık. Onun hayal aleminde, denizlerin ötesinde, Rhayader'in haritada gösterdikten sonra yerini öğrendiği, pespembe toprakları olan Kanada'daki evinden çıkıp fırtına dolu bir yol takip ettikten sonra Essex'in "Büyük Bataklık" ına gelen kayıp kuş, esrarengiz Beyaz Prenses vardı.

Bir haziran sabahı, kış boyunca deniz fenerinde iyice beslenip kilo alan  geç kalmış bir pembe ayaklı kuş sürüsü,  kendilerini üreme yerlerine götürecek güçlü çağrıya uyarak tembelce uçuşa hazırlandıktan sonra gökyüzüne tırmanarak geniş daireler çizmeye başladı. Onların arasında, bembeyaz gövdesi, bahar güneşinin ışıltısını alan siyah renkli kanat uçlarıyla Beyaz Prenses de vardı. Her zaman olduğu gibi Frith deniz fenerindeydi. Onun çığlığıyla Rhayader atölyeden dışarı fırladı.

"Bakın!, bakın! Prenses gidiyor mu yoksa?"

Gökyüzünde yükselen karartılara takıldı gözleri Rhayader'in. "Evet" dedi, düşünmeden kendine özgü konuşma tarzıyla. "Prenses evine dönüyor. Dinle bak! o veda ediyor bize."

Bulutsuz gökyüzünde pembe ayaklıların kederli çığlıkları duyuldu ama Beyaz Prensesin sesi diğerlerinin arasında daha fazla belirgindi. Havadaki lekeler kuzeydoğu yönüne doğru sürüklenip minik bir V şeklini aldıktan sonra gittikçe küçüldüler ve gözden kayboldular.

Beyaz Prensesin ayrılmasıyla Frith'in deniz fenerine yaptığı ziyaretler de sona erdi. Rhayader "yalnızlık" kelimesinin ne anlama geldiğini yeni baştan öğrendi.

O yaz, kollarında yaralı beyaz bir kuş taşırken saçları kasım rüzgarları ile savrulan, pasaklı, zayıf bir kız çocuğunun resmini yaptı.

Ekim ayının ortasına doğru bir mucize oldu. Rhayader yanındaki kuşlarını doyuruyordu. Gri bir kuzeydoğu rüzgarı eserken yaklaşmakta olan gelgitin altında kalan arazi iç çekiyordu. Denizin üzerinde rüzgarın seslerine karışan farklı bir ses duydu. Akşam karanlığının gökyüzündeki sonsuzluğunda bir benek görebilmek için gözlerini yukarıya çevirdikten hemen sonra, kanatlarının ucu siyah olan beyaz kanatlı bir rüya deniz fenerinin etrafında bir tur attıktan sonra gerçeğe dönerek çitin içindeki toprağa ayak bastı ve sanki hiç ayrılmamış gibi paytak paytak beslendiği yere doğru ilerledi. O Beyaz Prensesti. O içgüdüsel olarak geleceği yeri bilmişti. Sevinç içinde gözlerinden yaşlar boşaldı Rhayader'in. O nerelere gitmişti? Kanada'daki evine değil tabii. Hayır, hayır, o yazı Grönland ya da Spitzbergen'deki pembe ayaklılarla birlikte geçirmiş olmalıydı. Daha sonra burayı hatırlayıp geri dönmüştü.

İhtiyaçlarını karşılamak üzere Chelmbury'ye ilk gidişinde posta müdürüne çocuğun çok şaşıracağı bir mesaj bıraktı. Mesajında dedi ki, " Wickaeldroth balıkçı köyünde oturan Frith'e söyleyin, Beyaz Prenses geri döndü."

Üç gün geçtikten sonra Frith, yine hırpani bir şekilde ve utanç içinde deniz fenerine Beyaz Prensesi görmeye geldi.

Zaman geçti. Büyük Bataklığın üzerinde gel-gitler yeni izler bıraktı, mevsimler birbirini kovaladı, nice kuş sürüleri geçti, ama Rhayader için en önemlisi Beyaz Prensesin ayrılış ve geri dönüşleriydi.

Dış dünyanın hareketliliği, patlamalar, savaşlar, şiddet olayları ve bunların yaptığı tahribatlar olanca hızıyla devam ediyordu Bütün bu olan bitenden habersiz Rhayader ve yanında büyümeye devam eden Frith tabiatın doğal ritmi içinde yerlerini bulmuşlardı. Beyaz Prenses deniz fenerindeyse Frith de onu ziyaret etmek için gelir, her gelişinde Rhayader'den birçok şey öğrenirdi. Ustalıkla kullandığı hızlı teknesiyle denize birlikte açılırlardı. Yeni yaban kuşları yakalayıp kolonilerini sürekli arttırdılar ve onlar için yeni kümes ve çitler yaptılar. Martıdan akdoğana kadar bataklığa gelen bütün yabani kuş türleri  hakkında birçok bilgi edindi. Bazen ona yemek yaptı, ondan resim boyalarının karıştırılmasını öğrendi.

Bununla birlikte Beyaz Prenses yazları evine döndüğünde sanki aralarına bir set çekiliyor, kız deniz fenerine gelmiyordu.

Sonraki yıllardan birinde kuş geri dönmedi ve Rhayader buna çok üzüldü. Onun için her şey bitmiş görünüyordu. O kış ve yaz boyunca sinirli bir şekilde kendini resme verdi. Bir daha hiç görmedi kızı. Ancak sonbahara doğru gökyüzünde yine tanıdık bir çığlık duyuldu, dev beyaz kuş, artık tamamen büyümüş olarak ayrılışındaki o aynı esrarengizlik içinde gökyüzünden aşağıya doğru süzüldü. Rhayader sevinç içinde teknesine atlayıp çocuğa not bırakmak için Chelmbury'e doğru yola çıktı.

İlginç bir şekilde mesajı bıraktığından bu yana bir aydan fazla bir zaman geçtikten sonra Frith deniz fenerinde yeniden göründü. Onu görür görmez Rhayader büyük bir şok yaşadı, onun artık bir çocuk olmadığını anlamıştı.

Sonraki yıllarda kuş ayrılsa da ondan ayrı kaldığı süreler kısaldıkça kısaldı. Artık ona iyice ısınan kız Rhayader'in peşinden ayrılmıyor, hatta o çalışırken bile atölyesinde onunla birlikte oluyordu.

1940 yılı ilkbaharında kuşlar Büyük Bataklığı erken terk ettiler. Dünyayı ateş sarmıştı. Bombardıman uçaklarının geçerken çıkardığı sesler, onların motor gürültüleri, patlama sesleri korkutmuştu kuşları. Mayıs ayının ilk günü Frith ve Rhayader dalgakıranın seddesi üzerinde omuz omuza vermiş halde kanadının ucunda işaret bulunmayan sonuncu pembe ayağın ve diğer yaban kazlarının sığınaklarından çıkıp göğe yükselişlerini seyrettiler; uzun boylu, narin yapılı, özgür, güzeller güzeli bir kız ve esmer, çirkin, gökyüzüne doğru çevrilmiş sakallı bir kafasıyla, büyük bir nizam içinde uçan yaban kazlarını seyreden siyah gözlü bir adam.

"Bak, Philip," dedi Frith.

Rhayader onun gözlerine baktı. Dev kanatlarını açan Beyaz Prenses havalandı ama o alçaktan uçuyordu, tam yanlarına geldiğinde siyah kanat uçlarını gösterip onlara çevik hareketlerle sevgi gösterisinde bulunup şaşırttı onları. Bir kez, iki kez deniz fenerinin etrafında tur attıktan sonra tekrar yere kondu ve kanatlarının ucu işaretlenmiş diğer kazların arasına katılıp onlarla birlikte karnını doyurmaya başladı.

"O artık gitmeyecek," dedi Frith, şaşırmış bir vaziyette. Yandaki kümesin girişindeki kuş büyülemişti sanki onu. "Prenses burada kalacak."

"Evet," dedi Rhayader, onun sesi de heyecandan çatlamıştı."Kalacak o burada, bir daha uzaklara gitmeyecek, Kaybolmayacak artık. Burası onun evi bundan böyle, - istediğini yapacağı bir yer.

Kuşun büyüsünden kendini kurtarıp aklı başına geldiğinde Frith korkusunun farkına vardı birden, onu korkutan şey Rhayader'ın gözleriydi - bakışlarını ona çevirdiğinde arzulu, yalnızlık içinde, içten, içini kaynatan, konuşulmamış şeyleri anlatan gözleri...

Onun son sözleri, tekrar söylemiş gibi kafasında tekrarlanıyordu: "Burası onun evi bundan böyle, - istediğini yapacağı bir yer." Kızın hassasiyeti ve sezgileri yanılmamıştı. Onu konuşmaktan alıkoyan şey, çarpık ve garip görünümlü olmasından duyduğu rahatsızlıktı. Sesi sakinleştiğinde korkusu daha artar, sessizlik olunca aralarında konuşulmayan şeylerin gücü daha çok korkuturdu onu. İçinden gelen bir ses anlayamadığı şeylerden kaçması gerektiğini söylüyordu.

"Be-ben gitmeliyim. Hoşça kal. Prensesin kalacağına çok sevindim. Bundan sonra yalnız olmayacaksın artık." dedi Frith.

Çarçabuk dönüp onun yanından uzaklaşırken üzgün ve cılız "Hoşça kal, Frith" sesini bataklığın üzerindeki çimenlerin hışırtısı arasında zar zor işitmişti. Cesaret edip geriye son kez baktığında iyice uzaklaşmıştı artık. O hala dalgakıranda ayakta beklerken artık bir nokta kadar uzakta görünüyordu.

Şimdi korkusu sona ermişti. Ama onun içinde bıraktığı tuhaf boşluk hissini alıp kendisini bir süre ayakta tutabilecek başka bir şey bulmalıydı. Sonra parmağını kaldırarak oradaki deniz fenerinde yaşayan adamı işaret etti ve yavaşça uzaklaştı.

Frith'in yeniden  deniz fenerine dönmesi için üç haftadan biraz fazla bir zaman geçmesi gerekecekti. Mayıs ayının sonlarıydı, gündüz altın rengindeki alaca karanlığını doğu yakasının gökyüzünde adeta asılı bir gümüş gibi parlayan aya bırakıyordu.

Bir yandan kararsız adımlarla ilerlerken kendi kendine söyleniyordu; Rhayader'in dediği gibi Beyaz Prensesin gerçekten kalıp kalmayacağından emin olmalıydı. Belki de çoktan uzaklara uçmuştu bile. Fakat dalgakıran seddesi üzerinde kararlı adımları ona şevkle yol aldırırken farkında olmadan bir acelecilik içinde bulmuştu kendini.

Frith, fenerin sarı ışığı altında Rhayader'in küçük iskelesini gördü ve daha sonra onu fark etti. Gel-git dalgalarında usulca sallanan teknesine su, yiyecek, konyak şişeleri, avadanlık ve yolculuk için gerekli olabilecek yedek parçaları yüklüyordu. Başını gelen sese doğru çevirdiğinde, Frith onun solgun yüzünde her zamanki gibi yumuşak, sakin ve coşkulu bir heyecan taşıyan siyah gözlerini gördü, çalışmaktan dolayı nefes nefese kalmış bir haldeydi.

Birden telaşlandı Frith. Beyaz Prensesi unutmuştu. "Philip! bir yere mi gidiyorsun?"

Rhayader onu karşılamak için elindeki işi bıraktı, yüzünde daha önce onda hiç görmediği bir tuhaflık vardı, bir öfke, farklı bir bakış.

"Frith! Geldiğine memnun oldum. Evet, gitmem gerekiyor. Küçük bir seyahat. Geri döneceğim." Onun her zamanki yumuşak sesi, içinde gizlemeye çalıştığı şeyden dolayı çatallıydı.

Frith "Nereye gitmen gerekiyor?" diye sordu.

Kelimeler Rhayader'in ağzında düğümlendi şimdi. Dunkirk'e gitmesi lazımdı. Manş kanalının yüz mil ötesindeki kumsalda İngiliz ordusu tuzağa düşürülmüş, o yöne ilerlemekte olan Almanlar tarafından imha edilmesi bekleniyordu. Liman umutsuz bir şekilde alevler içindeydi. Alışveriş için gittiği köyden almıştı bu haberleri. Hükümetin çağrısı üzerine Chelmbury'den gönüllüler toplanıyor, Alman ateşinden kaçan mümkün olduğu kadar fazla insanı sığ bölgelere yanaşamayan deniz taşıma vasıtalarına ve destroyerlerle  taşıyıp onların hayatlarını kurtarabilmek için, kendinden tahrikli römork,  balıkçı teknesi ve bütün deniz motorları kanalın karşı tarafına yönlendiriliyordu.

Frith bunları dinledikten sonra kalbi durur gibi oldu. Bu ufak tekneyle Kanala açılacağından bahsediyordu. Her seferinde yanına altı kişi alabilirdi; hadi sıkışırlarsa yedi olsun. Kıyıdan deniz taşıma araçlarına defalarca gidip gelmesi gerekiyordu.

Kız henüz gençti, insanlardan uzaktı ve kendini ifade edemiyordu. Savaşın ne olduğunu ya da Fransa'da neler olduğunu, ordunun nasıl tuzağa düşürüldüğünü anlamadı ancak ona söylendiği kadarıyla yakınlarda kan dökülme tehlikesi vardı.

"Philip, gitmek zorunda mısın? Geri dönmeyecek misin?  Neden gitmen gerekiyor?"

Rhayader'in telaş içindeki ilk hali biraz yatışmış gibiydi, olayları onun anlayabileceği şekilde izah etti.

"İnsanlar avlanmış kuşlar gibi sahilde bir araya toplanmışlar. Aynı yaralı ve avlanmış kuşları bulup sığınağa getirdiğimiz gibi, Frith. Onların üzerinde çelik doğanlar, şahinler ve atmacalar uçar ve bu demir avcı kuşlardan koruyacak hiçbir sığınakları yok onların. Aynı yıllar önce bataklıklardan bulup bana getirdiğin ve birlikte iyileştirdiğimiz Beyaz Prenses gibi kaybolmuş, fırtınaya kapılmış ve eziyet edilmiş onlara. Onların yardıma ihtiyacı var canım, yaban kuşlarımızın yardıma ihtiyacı olduğu gibi, işte bu yüzden gitmeliyim. Bu benim yapacağım bir şey. Evet, yapabilirim bunu. Bir kez olsun - bir kez olsun insanlık adına payıma düşen rolü alabilirim.

Frith, Rhayader'e gözlerini dikti. O çok değişmişti. Onu ilk gördüğündeki gibi çirkin, çarpık ve acayip biri değil, tam aksine çok güzeldi. Ağlamaktan başka nasıl ifade edeceğini bilemediği karmakarışık duygular kapladı içini.

"Seninle ben de geleceğim Philip."

Rhayader başını salladı. "Teknede bir askerin yerini almana onu orada bırakmana sebep olur bu, her sefer başka birini, başka birini. Bu yüzden yalnız gitmeliyim."

Kauçuk gocuğunu ve botlarını giydi, ve teknesine bindi. El sallarken arkadan seslendi. "Elveda. Dönene kadar kuşlarla ilgilenirsin, değil mi Frith?

Frith'in zorlukla kaldırdı elini, sadece yarıya kadar kaldırıp salladı. "Tanrı yardımcın olsun." dedi ve ona yerel şivesiyle bir kez daha seslendi. "Kuşlara bakacağım, yolun açık olsun Philip."

Gece oldu şimdi, parlak bir ay parçası, yıldızlar ve kuzeyin kızıllığı. Frith dalga kıran üzerinde dikildi ve deniz seviyesinin yükseldiği nehir ağzında süzülerek giden yelkenliyi seyretti. Ansızın arkasındaki karanlığın içinden bir kanat çırpma sesi duydu ve hemen üzerinden bir şey geçip göğe doğru yükseldi. Gecenin ışığında siyah çizgili beyaz kanatların yansımasını ve Beyaz Prensesin ileriye doğru uzamış başını gördü.

Yükseldi ve önce deniz fenerinin etrafında ağır ağır süzüldü, daha sonra Rhayader'in aldığı rüzgardan dolayı yana yatan yelkenlisinin bulunduğu nehir ağzına doğru alçalarak onun üzerinde geniş daireler çizdi.

Beyaz yelkenli ve beyaz kuşu uzun süre takip etti.

"Onu yalnız bırakma, yalnız bırakma onu" diye fısıldadı. En sonunda her ikisi de görünmez oldu, geri dönüp başı önde yürüdü yavaşça, boş deniz fenerine doğru.

Bundan sonra hikaye farklı şekillerde anlatılmakta, bunlardan birini, işlerinden izin alıp Doğu Şapel birahanesinin Crown and Arrow salonunda takılan adamlar anlatıyor.

"Bir kaz, kahraman kazın biri yardım etti bana" dedi komutanına.
"Sersem" dedi çarpık bacaklı topçu albayı. "O sadece bir kazdı... onu gördüğümden eminim."

"Önce pis kokulu gübrelere doğru alçalıp daha sonra Dunkirk'in sisi içinde yukarı doğru yükselmişti. Beyaz renkliydi, ama kanadının ucu siyahtı, tepemizde bombardıman uçağı gibi daireler çiziyordu. Şaka gibi. En zor anımızda bize gelen bir kurtarıcı melekti sanki."

"Aptal" dedi Albay. "Kanlı canlı bir kaz bu, banyo yapmaktan ne kadar çok hoşlandığımızı bilen Churchill'den mesaj getiren biri değil ya!"

"O bir kahin, aynen dediğim gibi, o bizim kurtuluşumuzu müjdeliyor. Kurtulacağız buradan." dedi asker.

"Dunkirk ve Lapanny arasındaki sahilde, Victoria'nın  güvercinleri gibi tünemiş, Almanların bizi avlamasını bekliyorduk. Bizi bir güzel avlayacaklardı da. Hem arkamızda, hem yanımızda hem de tepemizdelerdi. Bize şarapnel ve bomba yağdırdılar. Kahrolası atmosferi biber gazı ile doldurdular.

Bizi Margate'ın sığ sularından alıp bir iki mil açığa taşımak üzere gelen tekneler yanımıza yanaşamıyordu.

Sahilden uzakta demir atmış lanet olası gemilere ulaşma imkanımızın kalmadığını anlayınca, bir Alman bombardıman uçağı bize doğru dalış yaparak kıyı boyunca bombalarını bıraktığında, saray bahçelerinin süs havuzlarındaki gibi sular fışkırdı denizden. Bu her zaman görülen bir manzaraydı bizim için.

Hemen arkasından bir destroyer çıkıp geldi, bunu sizin yanınıza bırakmayacağız gibisinden, uçaksavar silahlarını Alman savaş uçağına yöneltti, ancak az sonra diğer bir Alman jeti destroyere doğru dalış yaparak onu havaya uçurdu. Ölüm dumanlarından pis bir koku yayıp kıyıya sürüklenen gemi batana kadar yanmayı sürdürdü. Her taraf sarı ve siyah renkler içinde sahilde kapana kısılmış beklerken aniden askerlerin etrafında daireler çizmeye başlayan şu beyaz kaz göründü.

Onun arkasından da küçük bir teknenin yaklaştığını gördük, sanki pazar tatilinin tadını çıkartan züppeler gibi hiç telaş etmiyordu.

"Ooo, sivil bir tekne ha?"

"Beni, benimle birlikte birçoğumuzu kurtardı." Alman uçaklarının makineli tüfeklerinden çıkan ve bir saat önce destroyerin battığı yerin yanında düşen bombaların suları köpürttüğü yere doğru dümen kırıp bizi almaya geliyordu, hiçbir şeye aldırış etmeden, ama hiçbir şeye. Yanında patlayıp tutuşacak bir yakıt bulunmuyor, uçuşan mermi kovanlarının arasında ilerliyordu.

Denizin sığ kıyısında, yanan destroyerin tüten kara dumanları arasından sakalı, garip bir pençesi ve sırtında kamburuyla ufak tefek esmer bir adam göründü.

Siyah sakalları arasından dişlerine kıstırdığı beyaz halat ışıldarken, çarpık koluyla işaret edip bizi yanına çağırıyordu. Onun etrafında ise o beyaz kaz dönüp duruyordu.

İskoçyalı, "Artık her şey bitti, Lawk, kahrolası şeytanının kendisi geldi bu sefer, o vurulmuş olmalı ama kendisinin bundan haberi yok."

"Çarpık bacaklı", evet görüyorum onu, "Tanrının bir lütfu bu!" "O hiç de bir şeytana benzemiyor", pazar günleri çıkan okul dergilerinin üzerinde bulunan resimlere benziyor, beyaz tenli, sakallı ve siyah gözlü, bir de yanında teknesi var, hepsi bundan ibaret. "Bir seferde yedi kişi alabilir". Yaklaşırken bir de şarkı mırıldanıyor.

"Cesur yürekli birine benziyor bu adam,"  dedi komutanımız. "Siz, sıradaki yedi kişi hadi hemen binin tekneye!"

"Teknenin yanına vardık. Yorgunluktan dolayı bitkin bir halde olduğundan aşağı sakallı adam inemedi ama beni yakamdan tuttuğu gibi teknenin içine aldı." "Hadi, sıradaki!" dedi arkasından.

İçeri gitti sonra, adamın gücü kuvveti yerindeydi Makineli tüfek mermileriyle eleğe dönmüş teknesinde yerini alırken bağırdı. "Sizi görmelerini istemiyorsanız hepiniz  sessizce teknenin içine yatın çocuklar." Hareket ettik. Ben kıç tarafından manzarayı seyrediyordum. Halatın bir ucu adamın dişleri arasında diğer ucu pençe şeklindeki çarpık kolundaydı. Hemen dümenin başına geçerek kıyıya sırtını verdi ve bataryalardan çıkan kovanların arasında tekneye yol aldırdı. Yanındaki beyaz kaz ise etrafımızda rüzgarları göğüslerken Winchester'de bahar dansı yapıyormuş gibi uçmaya devam ediyordu.

Lawk, İskoçyalıyı kucakladı."Sana, kazın bir kahin olduğunu söylemiştim."
"Bak ben buradayım. ey merhamet meleği."

Dümenin bulunduğu yerden yukarıda süzülen kaza bakıyor, hayatı boyunca edindiği alışkanlıkla halatı ustalıkla dişlerinin arasında tutuyordu.

Bizi "Kasaba Hizmetçisi" adlı gemiye getirdi ve yeniden yolcu almak üzere geri döndü. Öğleden sonra ve akşam saatlerinde durmaksızın birçok sefer yaptı. Çünkü yanan Dunkirk'in ışıkları önünü görmesine yetiyordu. Kaç sefer yaptı bilinmez ama bu cehennem ateşi içinde geride tek kişi bırakmadan ve hiç can kaybı olmaksızın adeta Poole'daki havalı Thames Yat Kulübünün can kurtaran sandalları gibi hepimizi kurtarmayı becerdi.

Sonuncu kişi de gelince gemimiz hareket etti, yüz kişilik gemiye tam iki yüz kişi dolmuştuk. Ayrıldığımızda hala o oradaydı ve bize el sallıyordu, daha sonra teknesi ve kuşuyla birlikte Dunkirk'ten uzaklaştı. İnanmazsınız, teknenin etrafında uçan kaz, sislerin içinde alev alev yanan beyaz bir meleği andırıyordu.

Yolda başka bir Alman uçağını gördük. Sonra bir başkasını. Bu yüzden Gecenin geç saatlerine kadar uyuyamadık. Sabah olunca güvendeydik artık.

"Ona ne olduğunu ve onun kim olduğunu öğrenemedik, küçük yelkenlisiyle bize yaptıklarını asla unutamazdık. İyi bir insandı, gerçek bir dost."

"Anlat hadi." dedi topçu eri, "Şu kahrolası büyük kazı, gördün mü daha sonra?"

Brook caddesindeki bir subay gazinosunda, altmış beş yaşındaki emekli deniz subayı Yarbay Keith Brill  Dunkirk tahliye sırasında yaşananları anlatıyordu. Sabah saat dörtte yataklarımızdan uyandırıldık, bir dizi mavnayı çeken ve daha önce tıka basa doldurduğu askerleri dört kez karşı kıyıya taşımış olan yan yatmış bir Limehouse römorkörü kanaldan geçiyordu. Son seferinde bacası uçmuş, gövdesinin yan tarafında bir delik açılmıştı. Ancak o, Dover'a geri dönüyordu.

Emrinde iki Brixham trol gemisi ve tahliyenin sondan dördüncü günü bir torpido ile alttan yara alan Yarmouth balıkçı teknesi bulunan deniz yedek subayı sordu: "Bir yaban kazı hakkında anlatılan tuhaf hikayeyi duydunuz mu?" Bütün sahilde ondan bahsediliyordu. Bu tür şeylerin nasıl yayıldığını bilirsin. Tahliye sırasında kurtardığım insanlar hep ondan bahsediyorlardı. Son olarak Dunkirk ile La Panne arasında görüldüğü söyleniyor. Eğer onu gördüyseniz kendini bir şekilde kurtarmış demektir.

"Hımm," dedi Brill, "Bir yaban kazı, evet evcil bir kaz gördüm. Beni üzüntüye boğan tuhaf bir deneyimdi. Aynı zamanda trajikti de. Bize uğur getirmişti. Anlatayım onu size. Üçüncü seferin geri dönüşündeydik. Saat altıya doğru küçük ve  terkedilmiş bir tekne gördük. İçindeki bir insan ya da eşya olmalıydı. Ve korkuluğa tünemiş bir de kuş."

"Rotamızı değiştirerek yakınına geldiğimizde ona doğru eğilip baktık. Gördüğümüz bir adama benziyordu. Ölmüştü, zavallı herif. Makineli tüfekle vurulmuş, işte. Kötü görünüyordu. Yüzü koyun dönmüştü. Kuşu soracak olursan, o bir kazdı, evcilleştirilmiş bir kaz."

Cansız bedeni çekmeye çalıştık biraz fakat adamlarımız onun üzerine eğilince kuş tısladı ve ona doğru kanat çırptı. Onu yukarı çekemedik. Ansızın yanımda bulunan genç Kettering bana seslenerek sancak tarafını gösterdi. Hemen yanımızda kocaman bir mayın yüzüyordu. Şu Alman güzellerinden biri. Eğer yolumuza devam etseydik, onunla birlikte havaya uçmuş olacaktık. Tanrım, bodoslamasına üzerine doğru gidiyorduk. Son mavnayı yüz metreden uzağa taşıdıktan sonra adamlarım mayını tüfekle patlattılar.

Aklımıza gelip dönüp baktığımızda terk edilmiş teknenin yerinde olmadığını gördük. Batmıştı. Tahmin ettiğiniz gibi patlamanın etkisiyle olmalı. Kuş yanına almıştı adamı. Ona halatla bağlanmış olmalıydı. Daha sonra havalanmış ve gökyüzünde daireler çizmeye başlamıştı. Bir uçağın selam vermesi gibi tam üç kez etrafımızda döndü. Kahredici garip bir duygu bu. Daha sonra batı yönüne doğru uçtu. Kendi adımıza şanslıydık, sadece onlar için yolumuzu değiştirmiştik öyle değil mi? Hayatımızı bir kaza borçlu olduğumuzdan söz etmek  hayli ilginç.

Fritha,  kanadı kırılan kuşlarla ilgilenmek için deniz fenerinde yalnız başına kalırken bir yandan da asla öğrenmek istemeyeceği haberi bekliyordu. İlk günler dalgakırandan ayrılmadı, faydasız olduğunu bildiği halde oradan denizi gözetledi. Daha sonra  yelken bezlerinin istiflendiği ambarları, Rhayader'in harap olmuş ülkesinin soluk ışıklarını, deniz fenerinde acı tatlı günlerini geçirdikleri yerleri dolaştı.

Eşyaların arasında, yıllar önce o henüz çocukken Rhayader tarafından yapılmış resmini buldu, o, ayakta kapının eşiğinde çekingen  bir ifadeyle durmuş, saçları rüzgarla savrulurken yaralı bir kuşu kucaklamıştı.

Resim ve gördüğü diğer şeylerden dolayı daha önce hiç yaşamadığı bir titremeye tutulmuş, adeta bütün her şeye Rhayader'in ruhu sinmişti. İşin garibi bu resim Beyaz Prensesin olduğu tek resimdi, o kayıp yaban kuşu ki, fırtınalarla başka topraklara sürüklenip her dönüşünde ona arkadaşını geri getirendi... En sonunda bir daha onu asla göremeyeceği haberini de o verdi.

Beyaz Prenses, son vedasında kızıl gökyüzünün doğu tarafından ortaya çıkıp deniz fenerinin etrafında dönmeye başladığı zaman, üstün sezgisiyle Fritha, Rhayader'in bir daha asla dönmeyeceğini anlamıştı.

Her gün batımında gökyüzünden gelen tiz bir ses işittiğinde,  çok iyi anımsadığı bu çığlığın hiç yolunu şaşırmaksızın kalbine seslendiğinden kuşku duymuyordu.

O dalgakırana her koşup geldiğinde, gözleri, uzaktaki Kanaldan gelecek tekneyi değil, ateşler içinde kavisler çizerek gökyüzünden ani dalışlar yapan Beyaz Prensesi arıyordu artık. O vakit, gözünün önündeki manzara, duyduğu sesler, çevresini kuşatan yalnızlık duvarlarını parçaladığında içinde kabaran duygular, karşı konulmaz aşkını açığa çıkarıp göz yaşlarına boğuldu.

Yaban ruhu vahşidir, akşamları gökyüzünde Rhayader'in mesajına kulak verirken sanki büyük kuşla birlikte havada uçup süzülüyordu.

Yer ve gökyüzü titremeye başlamıştı, onu taşımanın ötesinde içine dolmuştu adeta. "Frith! Fritha! Frith!, aşkım. Elveda aşkım." Siyah çizgili beyaz kanat uçları kalbinin üzerine vururken, onun kalbi cevap veriyordu. "Philip, Seni seviyorum."

Frith, bir anlığına Beyaz Prensesi eski kümesine doğru alçalmışken diğer yaban kazlarının ona hoş geldin çığlıkları attığını düşündü. Fakat o iyice alçaldıktan hemen sonra yeniden yukarıya doğru yükselerek geniş bir daire çizdi, daha sonra zarif bir sarmal hareketle eski fenerin etrafını dolaştı, yeniden tırmanmaya başladı.

Beyaz Prensesin bu son uçuşunu seyreden Frith,  onu bir daha hiç görmedi, bununla birlikte Rhayader'in ruhu sonsuzluğa gitmeden önce onunla vedalaştı.

Onunla birlikte gidemezdi, toprağa geri döndü. Kollarını göğe doğru kaldırarak ayaklarının ucunda yükseldi ve arkasından bağırdı. "Yolun açık olsun, tanrı yardımcın olsun Philip!"

Frith'in gözünden süzülen yaşlar biraz sakinleştirdi onu. Kazın gözden kaybolmasından sonra uzun bir süre ayakta durup onun arkasından baktı. Arkasından deniz fenerine gidip Rhayader'in yaptığı resmini aldı ve göğsüne bastırdı ve eski dalga kıran üzerinden küçük adımlarla evine doğru ağır ağır yürüdü.

Haftalar haftaları kovaladı, her gece Frith deniz fenerine geldi ve buradaki yaralı kuşları besledi. Sonra, sabahın erken vaktinde bir Alman pilot şafak baskınında terk edilmiş eski feneri faal askeri bir tesis sanıp dalış yaptığında, çelik atmaca, içindekilerle birlikte kayıtsız çığlıklarla onu havaya uçurdu.

Fritha o akşam geldiğinde, deniz, fenerin enkazları arasında yol almış ve onun üzerini kapatmıştı. Her şey yok olmuş, bu perişanlık içinde söylenecek bir söz kalmamıştı. Bundan sonra  gökyüzünde daireler çizen korkusuz martılar ve  kafeslerindeki yerlerinden şikayet edenlerin dışında hiçbir av kuşu buraya gelmeye cesaret edemedi.         

7 Mart 2016 Pazartesi

06/03/2016 Pazar, Tire


İki gündür yağan yağmurun ardından gelen harika bir gün... Hava tamamen temizlenmiş, güneş daha bir parlak sanki. Yaylaya çıkıyorum, yol kenarları papatya ve sarı kır çiçekleriyle bezenmiş. Kaplan yolunda yoğun bir araç trafiği var yine. Pazar günü, hava da güzel olunca kaçırmıyor insanlar bu fırsatı. Hava temiz, manzara güzel. Karınları acıkınca yanlarında getirdikleri yiyecek ve içeceklerle veya yol üstündeki lokantalardan karınlarını doyuruyorlar.




Yolun dar ve virajlı olması sürücülerin daha dikkatli araba kullanmalarını gerektiriyor. Bu yüzden yolu fazla bilmeyen sürücülerin, manzara seyretmek için yolun kenarında durmaları gerekiyor. Her iki tarafta sayısız zeytin ağacı var, yaşlı gövdelerine dikkatle bakıldığında, "En eski sahibi biziz buraların." dediklerini duyar gibi oluyor insan. Ne su istiyor çoğu, ne de gübre. Bir yıl dinlenip ikinci yıl bol bol veriyorlar ürünlerini. Mazide kalan nice anılara nesiller boyu tanıklık etmiş hepsi.



Zeytin ağaçlarının arasına serpiştirilmiş badem ağaçları, yağmurun da etkisiyle dökmeye başlamış çiçeklerini. Arazi göz alabildiğince uzanıyor yemyeşil. Kaplan yolundan yukarı arabayla tırmanmaya devam ederken, bahçelerde çalışan köylülere rastlıyorum. Sağlı sollu park etmiş araçların yanı başında aileler sofralarını kurmuş, bir yandan yemeklerini yerken, bir yandan manzara seyrediyorlar. Izgara et kokuları çiçek kokularına karışıyor.






Köye vardığımda zorlukla ilerleyebiliyorum araçların arasından. Köy meydanına Salı Pazarı kurulmuş adeta. Köylüler ufak tezgahlarda dışarıdan gelen misafirlere incir, ceviz, zeytinyağı gibi yerel ürünlerden ellerinde ne varsa satıyorlar.

Köylüleri geride bırakıp yayla yoluna devam ediyorum. Bugün çalışma yapılıp yapılmayacağından emin değilim. Bahçe kapısında bazı yabancı araçlar görüyorum. Onlar da temiz hava almak için ilçeden gelmişler. "Sakıncası var mı burada durmamızın?" diye soruyor içlerinden biri. "Ne yapıyorsunuz peki burada?" Sorusuna sorumla cevap veriyorum. "Hiç," diyor, "Geziyoruz, dinleniyoruz." Aslında ben onların benim arkamdan bira şişelerini çıkaracaklarını adım gibi biliyorum ama "Yok," diyorum, "Sakıncası yok."




Bahçe kapısı açık. İçeride Yakup Ustanın arabasını görüyorum. Yağmur nedeniyle iki gün çalışma yapılamamış. Bugün tuvaletlerin duvar örme işi bitecek gibi görünüyor. Taş fırını yakmışlar. Dumanı tütüyor. Biraz yükseltelim bacayı diyorum ustaya.

Bahçeyi dolaşıyorum. Şeftali ve kayısı ağaçları çiçek açmış. Resimlerini çekiyorum. Ustalarla vedalaşıp yanlarından ayrılıyorum.  Yolda giderken tam önümde bir motosiklet, arkasına bir bağ odunu yüklemiş gidiyor. Motorize eşek diyor, gülümsüyorum.

Eve dönmeden önce taze yoğurt tutmak için Süt Kooperatifinden sütümüzü alıyor ve market alışverişlerini yapıyorum.

Bugün epey zamandır elime yapışan Hitler'in kitabını bitirmeyi kafama koymuştum. Kararlılığım hedefine ulaşıp kitabı bitiriyor ve bende bıraktığı izleri paylaşıyorum blog sayfamda. "Kavgam" ın büyüleyici bir havası var. Okur, yazarın karizmatik kişiliğinden  etkileniyor. Beni en çok etkileyen nokta ise onun demokrasiye karşı eleştirel yaklaşımı. Halkın oylarıyla seçilen meclisin her türlü kararı almasına karşılık zerre kadar sorumluluk taşımamasına isyan ediyor. 

Adam haklı. İşte bakın bizim ülkenin hali ortada. Bu durumun sorumlusu kim, bilen yok. Birilerine göre sorumlu olan halkın ta kendisi. Neden diye sorarsan, halk seçmedi mi meclisin üyelerini, yani milletin vekillerini. E, Yani? "Kendi düşen ağlamaz." Demokrasi dedikleri bu işte, hani okullarda yere göğe sığdırılamayan, yok efendim, halkın kendi kendini yönetme biçimiymiş. Geri zekalı toplumların yalancı memesi.

Madem demokrasiye karşıyım, "Ne koyuyorsun onun yerine?" sorusuna muhatap olabilirim. Yok, onun yerini alacak sistem henüz icat edilmedi. Alternatifin olmaması, demokrasiyi asla yüceltmez. Demokrasinin sakat yanlarını bilirse halkımız, belki de daha dikkatli verecektir kararını.