KATEGORİLER

17 Mart 2016 Perşembe

16/03/2016 Çarşamba, Tire

Bir hafta aradan sonra çalışma başladı yaylada yeniden. Elektrikçi Ali'yi aradım. Projeyi İdareye vermiş, muhtemelen perşembe günü çıkacakmış onaydan. Pis su boru montajlarını da tamamlamasını istedim bir an önce. 

Yukarıda çatı makaslarının kalkan duvarlarını örüyor ustalar. Çatı biraz yüksek olduğu için yeniden tuğla ihtiyacı olacak. Demirci ara profilleri eksik koymuş. Öğleden sonra gelip tamamlayacakmış. Ben de aradım kendisini daha sonra. Sabah mahkemeye çağırmışlar tanık olarak. Bu yüzden mahkemeden sonra gelebilecekmiş.

Taş fırını yine yakmışlar. Güzel yanıyor. Gani Ustayı aradım. On dakikaya geleceğini söyledi. Az sonra göründü kapıda, elinde gelirken bahçemizden topladığı bir kaç dal sarmaşık. Biliyor çok sevdiğimi. "Aşağı taraflarda çok olur bunlar sizin burada" diyor. Etrafı çitle çevirmeden önce ne kadar köylüsü varsa köyün, gelir buradan toplarlarmış otları, pazarda satmak için. Haftalık ödemelerimi yaptıktan sonra fazla zamanım yoktu kalacak. Zira göz damlalarım arasında en fazla ara sadece üç saat.

Elektrik dağıtım şirketine elektrik faturasını ödedim. Geçen ay nasıl olduysa atlamışım. İki ayı birlikte ödedim. Aile dostumuz Atilla bey aradı bir ara, geçmiş olsun demek için.

Ülkenin ilk gündemi terör olmaya devam ediyor. Kafalar meşgul. Aklımız sevdiklerimizde. Herkes birbirini tembihliyor kalabalık yerlerde bulunmasınlar diye. Bir şeylerin değişmesi lazım. Bu böyle gitmez.   

K'NIN ÜÇÜNCÜ BACAĞI

Çoğu zaman geçmişten bahsetmek hepimizin kolayına geliyor. Yıllar önce yaşadıklarımızı hatırlamak, bazen hatırladıklarımızı yazmak buruk bir tat bırakıyor dimağlarımızda. Pek çoğu bir daha yaşanmayacak olaylar, göremeyeceğimiz insanlar, bazen eşyalar canlanıyor gözümüzün önünde. Melankolik bir his içinde, dalıyoruz hayallere, dizeler dökülüyor bazen kalemimizden.

Ya da ilgimizi çekiyor günümüzün sıcak olayları. Çevremizde olanları, yaşadığımız olayları, okuduklarımızı, duyduklarımızı, tepkilerimizi anlatıyoruz birbirimize. Bazen anlattıklarımız enerjimizi boşaltmaya yetmiyor yazmaya başlıyoruz. Kocaman bir okyanusun içinde, yüzen balıklar gibi. Büyük balıkların küçükleri yediği benzer bir dünya bizimkisi. Bazı balıklar farkında yendiklerinin. Ama unutmak ortak özellikleri hepsinin.

Gelelim işin zor tarafına. Biraz kafa yoralım kimmiş bu kaderimizi belirleyenler? Bırakalım geçmişin hayallerine dalmayı, günümüzle oyalanmayı. Yarını düşünelim biraz. Kaderimizi değiştirmek için değil, sadece oyalanmak için. Bir oyun olsun bu aramızda. Hani bilmediğiniz bir yolda girersiniz de önünüzde çatallanır bazen. Durmayıp ilerlemeye devam edelim birinden, kaybolmayı göze alarak.

Konu malum, memleketin hali. Nasıl geldik bu duruma, kimlerin başımıza bunca belayı getirdiğini öğrenmek önemli tabii. Yaşananlardan dersler çıkarılmalı, önlemler alınmalı ve de kelleler uçurulmalı. Lakin yetmez bunlar yarını çözmeye...

Sıradan bir haber oldu, "Bir canlı bomba daha." Ölen insanlar, sönen umutlar. Tamı tamına 1,2 trilyon ABD doları maliyeti olmuş terörün. Özel sektör dahil bu ülkenin toplam dış borcu 450 milyar ABD doları. Bir insan canı kaç para? Otuz beş bin kişiden fazla can kaybolmuş. Yok, bunlar yabana atılacak, dikkatimizden kaçacak şeyler asla değil. Eğer terör olmasaydı dünya ülkeleri arasında nerede olurdu yerimiz? Geçelim, bunlar da yetmez yarını anlamaya...

Yarını anlamak, geleceğe dair tahminlerde bulunmak uluslar arası ilişkiler uzmanlarının işi mi sadece, gazeteciler mi biliyorlar bu işi? Biliyorlar da halktan mı saklıyorlar? Yoksa bir şey bildikleri yok da sanki varmış gibi mi yapıyorlar? Toplumda algı yaratmak üzere kaç kişi rol almış, kaç para ödeniyor bunlara?

Bunların hepsi bir tarafa, alalım sorunu koyalım masaya.

Nedir Olay? Terörün önlenemez yükselişi

Bu teşhis doğru mu? Evet, bombalar patlıyor, asker, polis, halktan insanlar, bizim terörist dediğimiz, onların halk savaşçısı dedikleri de ölüyor. O zaman bu bir terördür. 5N1K'daki ilk N'nin ne olduğu. Yani ne sorusunun cevabı.

Kim bu terörün uygulayıcıları? Terörü yaratan, ona sahip çıkan, yönlendiren demiyorum dikkat ederseniz. "Uygulayan kim bu terörü?" diye sordum sorumu. Pek çok örgüt olabilir. Tek kişinin veya birkaç kişinin işi değil bu. Yine söylüyorum arka planda değil bunlar, doğrudan sahneye koyanlar. Mesela PKK, PYD, DHKPC, El Kaide. Görünürde çok farkları yok birbirinden. Ortak özellikleri yüklü gelirlerinin olması. Kaçakçılık, uyuşturucu ticareti ve dış yardımlar. Bu gelirleri olmasa silinip giderler tarih sahnesinden. Yiyecekler, içecekler, silah alacaklar, ailelerine bakacaklar. En az bir tane patronları var bunların. Örgütün başındaki insandan bahsetmiyorum. Örgütü kendi emelleri doğrultusunda yönlendiren kurumlar asıl kastettiğim. Bunlar ya bir devlet organı ya da gizli haber alma örgütleri. Ülkede yaşanan terör olayları örgütün en üst düzeyde tanınmasını sağlayıp kendisini gündemde tutar. Örgütün arkasındaki patron ya da patronlar ise tam aksine saklar kendilerini. Gizlilik onlar için o kadar önemlidir ki, gerekirse olaylara sahte sebepler üretirler. Hatta bunu yapmak için özel bütçe bile ayırırlar. Terörü uygulayan örgüt mensuplarının büyük bir kısmı dolduruşa getirilmiş gençlerdir. Bu insanları ateşe sürmeden, gerçek bir terörist ya da canlı bomba yapmadan önce sıkı bir eğitimden geçirirler. Vatan, toprak, bağımsızlık, hürriyet, sömürüye başkaldırı, baskı, eşitsizlik, adaletsizlik ya da dinsel öğeleri kullanarak her genç öyle bir yoğrulur ki, artık bu değerler yaşamlarının anlamı olur.

Örgütlerin vurucu gücü olan gençlere uygulanan bu yöntemler hiç de sıradan değil. Normal bir insanın karnına bombaları bağlayıp hangi ruh haliyle pimi çektiğini düşünmek yeterli bunu anlamak için. Bir takım ilaçlar da kullanıyorlar belki eylemden önce, ama topyekun bir hazırlıktır bu. Bir ülkenin ordusuna verilen psikolojik eğitimin üzerinde bir eğitimin verildiği tartışılmaz bir gerçek. Bu sebeple gizli patronlar bu desteği esirgemezler taşeron olarak kullandıkları örgütlerden. Öyle bir eğitimdir ki bu, ne kadar tahsilli olurlarsa olsunlar onların şahlanan duyguları karşısında canlarının bile yoktur değeri. İşte binlerce, on binlerce genç bu durumdalar. Doldurulmuşlardır. Kandırılmışlardır. Kutsal öğeler kullanılarak inandırılmışlardır. En zavallılarıdır bu kesim. Beline bombayı bağlar vatan uğruna şehit olacağım der bazıları. Silahını eline alır halkına yapılan zulme karşı kendini feda ettiğini zanneder. İslami örgütlerde figür dindir. Cennete gideceğini zanneder, başka yola gider.     

Örgütü besleyen gençlerin bazılarında ne yapılırsa yapılsın bu duyguları kabartmak mümkün olmaz. O zaman bunları geri hizmette kullanırlar. Kaçmak kurtulmak isteyenlerin cezası ölümdür. Az sayıda örgüt mensubu ise yönetici kademelerdedir. Bu kademede olanlardan bir kısmı örgütün faaliyetleri sonucunda hakikaten bir sonuç alacağını düşünen idealist tiplerdir. Örgüt yönetimi, siyasi faaliyetler, ideolojik çalışmalar, propaganda, halkla ilişkiler, basın yayın bu kişiler tarafından üstlenilmiştir. Meclise giren milletvekillerinin hepsi olmasa da önemli bir kısmı bu guruptandır. Bunların örgüte bulaşmalarının diğer bir nedeni sosyal statüye sahip olma hayalidir. Hani olur da bir özerklik veya bölgesel bir yönetim olursa bir pay kapma telaşı vardır kendilerinde. Bu bakımdan hep ön planda görünmek isterler.

Geriye kalan az sayıda örgüt elemanı toplum tarafından bilinse de fazla dile düşmek istemezler. Bu kişiler örgüt yöneticileriyle yakın ilişki içindedirler. Bazıları örgüt içinde yönetici, hatta başkan bile olabilir. İdealist, ülküsü olan kişiler değildir bunlar. Sırası gelir örgütü, sırası gelir vatanı satar. Sadist ruhlu kişilerdir. Halkın ve örgüt mensuplarının maruz kaldıkları şiddet onlar için sıradan birer olaydır. Bu işten çok para kazanırlar. Genelde parasal konular da bu kişilerin üzerinde döner. Dış bağlantılar, örgütün patronları veya diğer örgütlerle olan ilişkiler bunlardan sorulur. Örgüt içinde sayıları bir elin parmaklarını geçmez. Zaman içinde örgüt içinde istenen özelliklere sahip başka kişilere bırakırlar yerlerini. Daha sonra bir şekilde kaybettirirler izlerini. Patronlarına karşı işleyecekleri en ufak kusur ölümleri demektir. Zor bir görevdir ama karşılığı da epey yüklüdür.

Bu örgüt meselesine girmemin sebebi örgütü oluşturan kişileri derinlemesine tanıtmaktı. Şimdi artık rahatlıkla şu iki soruyu sormak mümkün. Örgüt var olmaya devam edecek mi? Ne zamana kadar? İlk sorunun cevabı evet. Örgütün yok olması için parasal kaynaklarının tükenmesi gerek. İstediği zaman istediği kadar para basan bir ülke bu örgüte destek veriyorsa, ki buna şüphe yoktur, bu örgüt var olmaya devam edecek. Diğer sorunun cevabı da basit aslında. Ne zamana kadar? Hedeflerine ulaşıncaya kadar.

5N1K bilmecesinin ikinci harfi K'yı  tanımlamış olduk. K, yani kim? Terörün uygulayıcısı örgüt nasıl bir yapıya sahip anladık. Örgütün görünmez yüzü, arka planı, örgütün patronları, dış mihraklar, gizli servisler hepsi belli zaten. Şu K harfine bir de yurdumuzdaki işbirlikçileri, yardakçıları, yalakaları, hainleri, hırsızları eklememiz lazım. O halde K'nın üç bacağı var. Biri "Örgüt", diğeri Örgüte direktif veren "Dış Güçler" ve son olarak "İşbirlikçiler".

K'nın üçüncü bacağı olan "İşbirlikçiler" esasen iktidar sahipleridir. Yani ülke yönetimini elinde bulunduranlar. İktidar güzel bir şeydir. Bütün egoların tatmin edildiği bir alandır. Bir zamanlar generaller ve aileleri aynı duyguya sahiptiler. Emekli olduklarında yaşadıkları çöküş hep anlatılırdı. Etrafınız yalaka dolar iktidar olduğunuzda. Tensip buyurdunuzlar, emredersinizler, nasıl isterseniz efendimler uçuşur durur. Hiç hata yapmaz oluverirsiniz. Yaptığınız her hareket, verdiğiniz her karar doğrudur. Affedersiniz gaz çıkartsanız size alkış tutarlar. Bu yüzdendir, bir yakalayan bir daha bırakmak istemez koltuğu.

İktidar sadece egonun tatmin edildiği yer değildir. Bir anda servete boğulursunuz. Vatanı satar, komisyonunu alırsınız. Hepsi mi böyle? Hemen hemen. Namuslu, vatanını, halkını seven biriyseniz eğer, iktidara getirmezler sizi malum çevreler. Bu malum çevrelerin de iki bacağı vardır. Biri ulusal diğer beynelmilel. Malum çevrelerin ulusal olanları iş adamları, rant peşinde koşan para babaları. Seçim zamanı kaşıkla partiye destek verenler, daha sonra kazanlarla geri alanlar. İktidarlar bu sözde demokratik düzende halka çalışmaz, hep kendilerine çalışırlar. Diyeceksiniz bu köprüler, yollar, hastaneler halka hizmet değil mi? Onların hepsi bir araç. Asıl gaye iktidar ve yandaşların zenginleşmesi. Köprü yapmak için gerçek maliyetinin iki katını verirsin müteahhide, yüzde on komisyonu da sen iç edersin sonra. Halkım köprünün sahibi. Şimdi diyecekler ki, biz beş kuruş para harcamıyoruz bu yatırımlara. Yapıp işletiyor, daha sonra devlete devrediyorlar. Bu daha da kötü. Devlet kaynak ayırıp yapsa bunu, en az iki katı kazançlı çıkar. Yap işlet modelinde devlet para harcamasa bile iktidarın komisyonu peşin olarak ödenir. Bu malum çevreler destekler bu iktidarıları, alan memnun satan memnun zira. Bu malum çevreler zengin, iktidardakiler gibi şehitler çıkmaz ailelerinden.

Gelelim beynelmilel malum çevrelere: Bunlar dünyayı şekillendiren ülkelerdir. Bu ülkelerde paraya yön verenler, para babaları, silah ve uyuşturucu tacirleri. Ülkeleri kimin, kimlerin idare edeceğine kimlerin idare edemeyeceğine karar verirler. Her kim sözlerini dinlerse onu getirirler iktidara. Gerekirse darbe yaptırırlar kanlı, ya da kansız. Gerektiğinde bir ülkenin tüm ordusunu dize getirir, kodese tıkarlar. Söz dinlemeyen iktidarları tepe taklak indirirler aşağı. Bazen terör örgütlerini kullanıp ülkeyi kana boğarlar. Zaman gelir yalancı bir bahar havası estirirler ülkede. Beynelmilel malum çevreler stratejik ortaklarını belirler. Nerede pis bir iş var, stratejik ortaklarını sokarlar devreye. Beynelmilel malum çevrelerin dünya kaynaklarından azami ölçüde faydalanmaları için takip ettikleri uluslar arası siyaset ve belli stratejileri vardır. Dünyayı yönlendiren birkaç ülke dışında kalan bütün ülkelerin iktidar sahipleri beynelmilel malum çevrelerin bu stratejilerini başarıya ulaştırmak için ellerinden gelen her şeyi yaparlar. Gerekirse bu uğurda vatan toprağını satar, bağımsızlığını tehlikeye sokar, halkın ve devletin çıkarlarını göz ardı ederler. İşte K bu kadar önemlidir.

5N'in ikinci N'si Ne zaman? Madem geçmişle ve mevcut durumla ilgilenmiyoruz. Gelecekte bir zaman olacaktır bu. Eski başbakanlardan Necmettin Erbakan (insanın ne kadar masummuş diyesi geliyor) "Kadayıfın altı kızarmadı henüz" derdi bir zamanlar. Yani düğmeyi çevirmek için daha zamanı var. İşin kemale ermesi bekleniyor. Yetti artık, lanet olsun, topraksa toprak, verelim kurtulalım derecesine gelinmesi bekleniyor. Kadayıfın altının kızarmasını bekleyen iktidardaki işbirlikçiler değil elbet. K'nın son bacağı, beynelmilel malum çevreler. Eğer bir oldu bitti yaratılırsa, hayalleri suya düşebilir. Risk almak istemiyorlar. Ne kadar süreceği konusunda bir tarih vermek çok zor ama daha uzun bir zaman terör sürecek diyebiliriz. Uzun zaman daha fazla can kaybı demek. Ülke kaynaklarının israfı demek.

Ülkemizin tahammül sınırı nedir? Ne kadar daha sabır gösterecek halk bu teröre? Sabırlı olmak iyi bir şey mi? Sabrı taşarsa milletin neler olur? Burada durup bir mola vermemiz lazım. Normal şartlar altında ülke insanımız belki de dünyanın en sabırlı milletidir. İyi bir şey mi bu, tartışılır ama konumuz bunu tartışmak değil. Çaresizlik içinde evladını, eşini, yakınlarını teröre kurban edenler, devlet büyüklerimizin iki lafına kanıp vatan sağ olsun diyebildiği, canını teröre veren yakınlarının şehitlik mertebesine yükseldiği kandırmacasından hala teselli bulanlar olduğu sürece milletimizin sabrı tükenmez.

Bu kaderi değiştirecek nedir o zaman? Eğer karizmatik, olağanüstü bir kişilik kitleleri arkasına alıp halkı düştüğü bu uyku halinden uyandırmadığı takdirde çok uzun sürecektir bu terör. Ta ki ülke bölünene kadar.

Nerede sorusunun yeri yok 5N'lerin içinde. Yeri belli işte, bu ülke sınırları. Sınırların yeri belli değil sadece. O da belli aslında üç aşağı beş yukarı.

Nasıl mı? 5N'nin geçmişle ilgili tek sorusu. Ama bu yazının konusu değil. Gün gelecek, tarih yazacak bu terörü nasıl başımıza bela ettiğimizi. Hangi yanlışların bizi bu noktaya getirdiğini. Bunları da pekala biliyoruz aslında.

Neden? Ülkemiz coğrafi olarak stratejik bir konuma sahip. Başka? Etrafımız düşmanlarla çevrili, gözleri var topraklarımızda. Geçiniz bunları. Bu ülkede Osmanlı hortlatılmaya çalışılırken süper devletler Osmanlı'dan kalan bir hesabı koyuyorlar önümüze. Yokluklarla kazanılan bir bağımsızlık savaşından sonra yavaş yavaş içimize nüfuz eden batılı devletler "Durun bakalım" diyor. "Daha hesabımız bitmedi." Bu bir etnik çatışma değil. Bu bir Türk-Kürt savaşı hiç değil. Bu savaş da değil. Kanlı bir oyun sadece. Ülke parçalanacak. Bilmiyorum kaç devlet çıkacak bu topraklardan, her biri süper bir gücün ileri karakolu. Bu bir paranoya değil. Açıkça görüyor gören gözler.

16 Mart 2016 Çarşamba

15/03/2016 Salı, İzmir

Perşembe günü geçirdiğim göz ameliyatından sonra ikinci kontrole bugün için gün verilmişti. Doğru dürüst kahvaltı etmeden çıktık yola.

Bu aralar geçmiş olsun ziyaretleri yoğunlaşınca eşim mutfaktan çıkmıyor, çeşit çeşit tatlılar, kurabiyeler, börekler hazırlıyor. Özellikle eşimin hünerli elleriyle hazırlamış olduğu bu tür atıştırmalıklar düzenli olarak verdiğim kiloları geri almama neden oluyordu.

Önceleri kendimi tutup uzak durmaya çalışıyordum. Geçirdiğim operasyondan mı yoksa yaşadığımız ruh halinden midir bilmiyorum, deliler gibi atıştırmaya başladık. Ölçüyü biraz kaçırdığımız aşikar. Sabah basküle çıkar çıkmaz, kendi adıma sıkı yönetim ilan ettim. Yine de panik yok, nasıl olsa kendimi kontrol etmeyi öğrendim.

Arabamızı Alsancak Camii karşısındaki tam otomatik araç otoparkına koyduğumuzda randevu saatine daha 45 dakika kadar zaman vardı. Hava biraz serinlemiş, hafif yağmur atıştırıyordu. Kaşkaloğlu Göz Hastanesine doğru yol alırken şirin bir kafede ara verdik.  Greekafe Kalimera'da çay içerken iş yerinin sahibesi Eda hanımla sohbet ettik. Zaman çabuk geçmiş randevu saati yaklaşmıştı. Hastane girişinde kayıt işlemleri tamamlandıktan sonra yine üçüncü kata çıkmamız istendi.

Üçüncü katta artık ezberlediğim rutinler başladı. Tezgahların üzerine monte edilmiş cihazların karşısına geçtim yine. Çeneni daya, alnını yasla, kırmızı kiremitli eve bak, tamam şimdi diğer masaya geçelim. Diğer masada yine delikten gelen bir ışık, az sonra yeşil renge dönüyor. Şimdi, bir hava püskürecek, pısst. Hayret, ilk defa tekrarlanmıyor bu test. Halbuki tam hava verildiğinde gözümü kapattığımı hatırlıyorum.

Bekleme salonunda fazla bekletmeden çağırıyorlar beni. Mahmut hoca kapıda karşılayıp durumumu soruyor. "Gayet iyiyim, sayenizde" diyorum. Operasyon geçiren gözüm, diğerine kıyasla daha da iyi sanki. Sadece, karanlık ortama aniden girince sol gözümün önüne bir perde inmiş gibi oluyor diyorum doktora. Çok umursamıyor. O da bir cihazla bakıyor gözüme. "Sol gözünüz sıfır olmuş" diyor, "Zamanla daha da iyi olacak." "Ameliyat olduğunuzu kafanızdan atın bir an önce ve keyfini çıkarın" diyor doktor. Belki haklı, zaman zaman kafama taktığım doğru. İki gözümdeki merceklerin aynı olmadığı fikrini nasıl atarım kafamdan? Deneyeceğim bakalım.

Başka işimiz yok İzmir'de. Kalkıp çok katlı tam otomatik oto parka dönüyoruz. Fişi verdikten sonra beklemeye başlıyoruz. Bu sefer tam bir hayal kırıklığı. Yarım saat bekliyoruz, arabanın gelmesini. Eğer acil bir işimiz olsa yanmıştık. Geçen sefer bu kadar beklememiş olmamız yanılttı bizi. Bir daha ki sefer Kültürpark içini ya da diğer otopark alanlarını kullanmak daha akıl karı gibi.

Tire'ye erken dönmemiz Salı Pazarına çıkmamızı sağladı. Tarihi camilerin bulunduğu sokak aralarında park yeri bulabildik zor bela. Yağmur başladı, şemsiyemizi aldık ama pazar brandalarının altında kullanamıyoruz. Biraz ıslanıyoruz, çok değil.

Yurt dışı seyahati yaklaşıyor. Aybaşında Prag 'a gitmeyi planlamıştık. Prag hakkında o kadar çok ve o kadar güzel seyahat blogları var ki, okurken başım dönüyor. Bu bloglardan faydalanıp kendimize uyanları not alacak ve kendi programımızı yapacağım.

Haberleri izlemek istemiyorum artık. İçim kararıyor. Gencecik çocuklar, her birinin hayat hikayeleri ayrı. Yakınları ağıtlar yakıyor. İçime sindiremediğim sözleri "Vatan sağ olsun". Evladını kaybetmiş, ne vatanı? Vatanı düşünecek hal mı kalmış acaba? Kurtuluş Savaşında emperyalist güçlere karşı korunan topraktır vatan, uğruna seve seve can verilen. Ya şimdi? Hangi vatan uğruna gidiyor bu canlar? Birileri vatanı satarken, halkın ödediği bedelden başka bir şey değil dökülen bu kanlar. 

15 Mart 2016 Salı

14/03/2016 Pazartesi, Tire

Bugün hava yağmurlu. Ankara'ya ağlıyor sanki. Hiçbir şey yapmak, hiçbir şey yazmak istemiyor canım. Tek bir gündemi var ülkemin, Ankara. Hayatımın yarısını verdiğim şehir. Kaçıncı bomba bu patlayan, yitirilen kaçıncı can...

Doğrudan halkımızı hedef almış bu saldırılar,
En ağır biçimde cezalandırılacakmış hain odaklar...

Konuşuyor sorumlular, konuşuyorlar hep konuşuyorlar. Aklım karışıyor. Yazık oluyor yiten canlara. Yiten canların yakınlarına. Kelimeler düğümleniyor boğazımda. Elim tutuluyor yazamıyorum artık.

13 Mart 2016 Pazar

13/03/2016 Pazar, Tire

Kadir sabahın erken saatlerinde arayıp bugün çalışacağını söyledi. Bahçedeki ağaçların kuruyan dallarını kesip temizlik yapacağını haber verdi. Bir ara yukarı çıkar dolaşırız dedim.

Sık sık gözüme farklı damlaların damlatılması rahatsız edici. Kızım hiç şikayet etmeden saati gelince başımda bitiyor. 

Uzun zamandan beri mezarlığa gidip ninesini ziyaret etmek istediğini söyler durur. Onu yanına çağırmış rüyasında güya. Okulu bitirir bitirmez çekilen kura sonucunda tayininin Tire'ye çıkmasından sonra kızımın gözünde ninesi, ermişler mertebesine yükseldi. Ninem çıkardı benim tayinimi buraya diyor. 

Kalktık gittik birlikte mezarlığa, yaylaya çıkmadan önce. Tuhaf bir his kaplıyor insanın içini burada. Mermer mezar taşlarının üzerinde değişik maniler, ağıtlar yazılmış. Genç yaşta hayatını kaybedenler, dünyaya doyamayanlar, zengini, yoksulu hepsi bir arada toplanmış. Bazı taşların üzerinden o kadar uzun süre geçmiş ki, üzerindeki yazılar dahi okunmuyor artık. Yüz yıldan daha eski bir mezar taşı göremedim. Yani ne yapılırsa yapılsın en fazla yüz yıl sonra fiziksel olarak ortadan kalkıyor insan. Sadece dünyaya bıraktıkları kalıyor arkasında.

Oradan yaylaya gitmek üzere çıktık yola. Gidiş güzergahımız üzerindeki birçok yol tamirat gerekçesiyle kapatılmış. Yolu uzatmak zorunda kalıyoruz. Pazar günleri hava da güzel olunca Kaplan yollarının aşırı kalabalık olduğundan bahsetmiştim. Bugün de öylesi bir gün. Bahçeye doğru ağır ağır  tırmandık yokuşu. Kaplan köylüleri yine tezgahlarının başında müşteri bekliyor.

Bahçeye girdiğimizde kuru dalların yanarken çıkardığı dumanı görüyoruz ilk önce. Kadir bizi görüp geliyor yanımıza. Yanımızda getirdiğimiz iki fidan ve birkaç çiçeği veriyoruz kendisine, uygun bir yere diksin diye. Yeni yaptırdığım tuvaleti, avlu duvarını ve taş fırını gösteriyorum. Taş binaya çıkıyoruz. Manzarayı seyretmeye doyum olmuyor buradan. Kapıyı açıp terasa geçince çiçek açmış şeftali ağaçlarını görüyoruz. Burası bahçe tarafına bakıyor, ama en az manzara tarafı kadar güzel görünüyor.

Dönüşte hava kararmadan kızımızı İzmir'e uğurluyoruz.

Akşam saatlerinde Kızılay'da yine bir bomba patlatıldığı haberini alıyoruz televizyondan. Bu bir intikam. Güneydoğuda öldürülen teröristlere karşılık. Ama ölenler masum. Ölenlerin yakınları da öyle. O hale geldi ki, sanki bir oyun bu. Şimdilik 34 can kaybı, 68 yaralı. Televizyonlar normal yayın akışını değiştirmemişler. Dizilerini vermeye devam ediyorlar. Haber kanalları konu ediyor patlamayı. Ne kadar konu edecek ki, yayın yasağı koymuşlar yine. Facebook, twitter de yasaklanmış. Neden her zaman bu işin sorumluları gerdan kıra kıra konuşurken silahlar masum insanlara döner? Anlamak mümkün değil.       

ÇÜNKÜ ADIM KADIN

8 Mart Dünya Kadınlar Günü, birkaç konuşma, birkaç karanfil, geldi, geçti. Tüm cinayet, baskı, mobbing ve tecavüzlere aynen devam. Bugün beş gün öncesine gittim yine. Ardından bir ses kırk dört yıl öncesine çekti beni, kafam karıştı. Sonra bir resim, tam yetmiş yıl öncesine sürükledi, şaşırdım kaldım.

Hatırlayanınız vardır Hümeyra'yı. Oyunculukta hünerlerini sergilemeden önce şarkıcıydı. Güçlü bir sesi yoktu belki ama hüzünlü söylerdi şarkılarını. Yüreğinden çıkardı sözler. Eskiden "Hümeyra" denildiğinde Yahya Kemal Beyatlı'nın şiirinden  Patricia Carli'nin bestesine uyarlanan "Sessiz Gemi" gelirdi akıllara. İnsana sitemkar bir hüzün duygusu veren bir şarkısı daha vardı Hümeyra'nın, şimdilerde adı gibi unutulan. "Adım Kadın"

Emel Müftüoğlu ve buğulu sesiyle Zuhal Olcay da seslendirmişti aynı şarkıyı. Zuhal Olcay'ın sanatçı kişiliğini çok sevmeme rağmen "Adım Kadın" 'ı en güzel yorumlayan kim diye sorarsanız, her zaman Hümeyra'dan yana olacaktır tercihim. Beş gün önce, kadınların o özel gününde bu şarkıdan bahsetmek daha isabetli olabilirdi belki de. Ama özel günler ertesi gün unutulup gidiyor. Bu yüzden sadece bir gün değil her gün hatırlamak, unutmamak lazım bazı gerçekleri.  Bugün ben, yarın başkası, hepimiz, her gün, tekrar tekrar, çözene kadar, bahsetsek ne zararı olur ki?

İşte bugün duyduğum o ses, Hümeyra'nın. Sözleri yine bir erkeğe, Bora Ayanoğlu'na ait "Adım Kadın" şarkısını ilk kez 1972 yılında seslendirmişti. Cumhuriyetimizin 49. yılında. Aradan tam kırk dört yıl geçmiş ancak kadına verilen değer artacağına azalmış. Nasıl olur da insanı insan yapan değerlerden bu kadar uzaklaşır insan. Dinledikçe düşünüyor, düşündükçe kafam karışıyor.


Bana kimse sormaz / Atarlarken düğümü
Ben bir dilsizim / Silkemem ki yükümü
Gözlerimde ürkeklik / Kimse bilmez küsümü
Çünkü adım kadın / Dinletemem sözümü

Bana herkes sahip / Benim hiç hakkım yoktur
Ben akıldan yoksun / Ama vazifem çoktur
Adem'in yediği elma / Hep benden mi sorulur?
Çünkü adım kadın / Kadınım hükmüm yoktu



Derken, siyah beyaz bir resim geçiyor elime, tam yetmiş yıl öncesine ait. Cumhuriyet kurulalı henüz 23 yıl olmuş. Bir fotoğraf stüdyosunda poz vermiş, dedemle anneannem. Aralarına aldıkları sekiz yaşında kız çocuğu, sonra benim annem olacak.  Belediyede zabıta komiseri olan dedemin üzerinde resmi üniforması var. Anneannem, Girit göçmeni, gururla taşıdığım gavurluğum ondan ötürü. Başı açık, yüzü temiz, Atatürkçü, modern bir cumhuriyet kadını. Anneannem ve dedem, yaşamları boyunca birbirlerine son derece bağlı, saygılı ve huzurlu bir hayat sürdüler.

Onları saygıyla anarken, ülkemizin şimdiki haline bakıyorum. Mustafa Kemal Atatürk'ün kıymetini bilip yücelttiği kadınlarımız, çağdaş kazanımlarını, saygı ve itibarlarını, ellerinin tersiyle itip ortaçağ karanlığına doğru süratle nasıl yol aldıklarını görünce  şaşırıp kalıyorum.    

12/03/2016 Cumartesi, Tire

Sabah gözlerimi açtığımda renkler daha bir canlı. Yeşil daha yeşil, sarı daha sıcak, kırmızı daha parlak. Saat 9.30 olmuştu uyandırdıklarında. Kahvaltı hazırlanmıştı. Ne kadar güzel dünyayı bu kadar renkli görmek, ağrısız, sancısız ve dinlenmiş olarak. Bu sefer işi sıkı tutuyoruz. Kısa süren bir alışverişi saymazsak dışarı çıkmadım sayılır, mikroptan uzak kalmak için.

Arayanlar oldu bugün yine, geçmiş olsun dileklerini sundular. Kızım üç farklı damlayı saatlerini sektirmeden gözüme damlatmayı sürdürdü. Yaylaya çıkmadım bu yüzden. Merak edip aramadım bile ustaları.

Yirmi gün kadar önceydi, kız kardeşim güzel bir paylaşımda bulunmuş; Chopin'in Spring Waltz'ı yani "Bahar Valsi". Youtube'ta dokuz milyon kişi izlemiş neredeyse. Bu güzel valsin hikayesini merak edip biraz eşeleyince karşıma hiç beklemediğim bir durum çıktı. Meğerse bu güzel parçanın bestecisi Chopin'in değil Paul de Senneville ve Olivier Toussaint'mış. Besteyi piyanoda seslendiren ve ona ün kazandıran sanatçı ise Richard Clayderman'mış. Üstelik parçanın adı da "Bahar Valsı" falan değil. "Mariage d'amour" muş, yani "Aşk Evliliği".

Bu işi bilenler Mariage d'amour'un Chopin'i anımsatan ezgilere sahip olmasına rağmen bunun bir vals ölçüsüne kesinlikle uymadığını söylüyorlar.