KATEGORİLER

24 Mart 2016 Perşembe

23/03/2016 Çarşamba, İzmir

Önce dünden başlayım. O gün yaşadıklarımın tamamını sıradan bir günlüğün cümleleriyle anlatmak çok hafif kalacaktı.  İlk kez güncemin yayın başlığına bir öykü adı koymak istedim. Hoşuma gitmedi. Benim başıma gelenler kaç kişinin başına gelmiş olabilir acaba. En sonunda telefonunun tuşlarına dikkatsiz ve/veya bilgisizce  basan herkesin benzer durumlarla karşılaşabileceğini düşünüp bu yaşanmışlığı bir öykü tadında satırlara dökmek ve okurun kulağına bir küpe takmanın daha uygun olacağına karar verdim. 

Öğlene kadar Karabağlar'ın ve Gıda Çarşısının altını üstüne getirdik kızımın istediği özelliklere sahip bir evye bulabilmek için. Gıda Çarşısında bulduk aradığımızı sonunda. Aklım hala telefonda tabii. Gözlerim bir Turkcell bayi arıyor. "Olmazsa Hatay Caddesinde buluruz." bir bayi dedik. Böylelikle başladı bizim telefon hikayesi ve bunun için ayrı bir sayfa oluşturdum.

Gece elli yıllık arkadaşım Mustafa'nın evine "Hayırlı olsun" a gittik. Narlıdere'de güzel bir ev satın alıp döşemişlerdi. Oğlu Metehan'ı bırakmışlar şarküteri dükkanında. Uzun ayrılık dönemlerinde hep çocukluk, gençlik anılarımız gelirdi aklımıza, eskiyi yad ederdik. İzmir'e geldikten sonra daha sık görüştüğümüzden olsa gerek güncel olayları, memleket meselelerini daha fazla konuşur olduk.

Mustafa'nın eşi Filiz güzel bir trileçe tatlısı yapmış. Ne de moda oldu şu Trileçe! Hep Arnavutluk tatlısı deyip geçerler ama bir çok rivayet var hakkında. Bunlardan en ilginci Güney Amerika kökenli bir tatlı olduğuna dair söylenenler. Malum ağırlıklı olarak İspanyolca konuşur halk oralarda. İspanyolca "Tres" üç, "Leches" ise süt demek. "Tresleches" yani üç sütten yapılan tatlı. Peki Arnavutluk neresinde bu işin? Derler ki bir zamanlar İspanyol pembe dizilerine merak saran Arnavutluk halkı dizide gördükleri bu tatlıyı  pek bir sevmişler. Ülkede iyice tanınmaya başlayan trileçe yi herkes yapar ve konuşur olmuş. Ne kadarlık bir ülke ki zaten. Şimdi dünya sanıyormuş ki, Trileçe bir Arnavutluk tatlısı. Sahil Evlerindeki bir pastanedeydi bu tatlıyla ilk kez karşılaşmamız. Hiç de hoşumuza gitmemişti. Daha sonra Mado'da güzel yapıyorlar diye duyduk ve ilk fırsatta gidip tadına baktık. Sanırım bu sefer Kuşadası'ndaydık. Evet, gerçekten güzel yapmışlardı. Bizim hanım durur mu, hemen oturdu o da kolları sıvadı. İnanılmaz bir görüntü ve inanılmaz bir lezzet çıktı ortaya. Filiz de farklı dokunuşlarla güzel bir trileçe yapmış. Ekşi sözlükte trileçe hakkında yazılan bir yorum çok hoşuma gitti. Şöyle diyor: "Şahsen ben bir tatlı olaydım, trileçe olurdum."

Sohbet çok güzel ilerliyordu. Az sonra Metehan dükkanı kapatmış, geldi. Yeni bir şarap çıkmış, su gibi satılıyorlarmış. "Nedir?" diye sordum. "Adı Edrine, bir kırmızı şarap markası"  Edirne'den. Şarabın özelliği, büyük bir kadehin içine iki parmak kadar sade gazoz eklenerek içilmesi. Şaraptan anlayanlar bu operasyona şiddetle tepki koyabilirler, haklı da olabilirler, o zaman biz bunun adına şarap demeyelim. Ancak içimi güzel, hafif ve farklı bir lezzet çıkıyor ortaya. Sıcak dostluk ortamında ne kadar çok yediğimizin farkına varamadık.

Gece oldukça geç bir saatte yattım. Sabah kahvaltımızı yapıp kızımın taşınacağı eve gittik. Bugün mutfak, banyo ve tuvalet dolaplarının montajları yapılacak, elektrik anahtar ve prizleri ile perde kornişleri takılacak, tezgah graniti kesilecek vs. bir sürü iş var. Eve vardığımızda boyacı son rötuşları yapıyordu. O gittikten az sonra mobilyacılar geldi, hemen çalışmaya başladılar. Çok geç saatlere kadar başlarında durdum, onlar kalabalık bir ekiple çalışmaya devam ettiler. Duvar seramiklerini döşeyen usta ölçüyü biraz kaçırmış beş santim kadar seramik solda boş kaldı, sağ tarafta ise fazlalıklar kırıldı. Bunu yaparken yanındaki seramiği de zarar verdiler. Tekrar seramik onarımı çıktı başımıza. Akşam saatlerine doğru mermerci geldi ölçü almaya. Kızım çalışıyor, devamlı telefon irtibatımız var onunla.  O da işten çıkıp yanımıza geldiğinde saat beşi biraz geçiyordu.

Bir ara fırsat bulup güzel bir kokoreç yedim her zamanki yerimde. Bilen gerçekten biliyor bu işi. Daha sonra kızım ve eşimle birlikte kayınvalideme uğradık. Hayrına irmik tatlısı yapmış. Şimdi yemesek üzülecek garibim. Onu da yedik. Daha sonra Mustafa'nın dükkanından aldığımız boş koli kutularını bıraktık kızımın evine ve kızımı orada bırakıp, birer kilo ağırlaşmış olarak döndük memleketimize.

YA CİHAZINIZIN FATURASINI SAKLAYIN YA DA ICLOUD MAIL ADRESİNİ AKLINIZDA İYİ TUTUN YOKSA...



Gençlik yıllarımda bilgisayardan bihaber olan ben, teknolojinin hızına artık ayak uyduramıyorum. Daha önce facebook, twitter, what's up instagram vs. gibi programlara güncelleştirme önerisi geldiğinde hep onay vermiştim. Bu işler öyle bir hal aldı ki, gün aşırı onay mesajı gelmeye başladı. Evvelsi gün, gecenin bir vaktinde, telefonuma program güncelleştirmesi ile ilgili bir mesaj gelmişti yine. Yanlış hatırlamıyorsam "apple" veya "icloud" gibi bir şey. Ne olduğunu bile anlamadan, bilinçsizce bastım onay düğmesine. İşlemin birkaç dakika sürebileceği ikazı göründü ekranda. Olabilir dedim. Uykum geldiği için bekleyemedim. Telefonu öyle bırakıp yatağa gittim.

Dün sabah İzmir'e gitme hazırlıkları devam ederken telefonuma baktım. Şarjda olduğu halde kapanmıştı. Sorun değil dedim. Açıp parolayı girdim. Güncelleme işleminin başarıyla tamamlandığını ancak bir kaç küçük adım daha kaldığı mesajı göründü ekranda. Bu adımlardan ilki, uzantısı icloud olan mail adresini, ikincisi ise onun şifresini sormalarıydı. Icloud uzantılı mail adresini ne zaman ve niçin aldım hatırlamıyorum. Olası bütün adresleri girdiğimde onların hatalı olduğu gösteriliyordu. Kaldı ki, doğrusunu bulsam bile ikinci adımdaki şifreyi hatırlamam mümkün olmayacaktı. Bu işlemleri tamamlamadan telefonu kullanamıyordum. Bir anda karşıdan aramalara bile kilitlendi telefonum. Belki bir faydası olur diye kapadım, açtım ama yine değişen bir şey olmadı.

Canım iyice sıkılmıştı. Şu mobil cihazlar hayatımıza girdi gireli ayrılmaz bir uzvumuz oldu sanki. O kadar eksikliğini hissediyor ki insan. Sanki her an birisi acil bir nedenle arayacak ve ulaşamayacakmış gibi hissediyorum. Neyse ki eşim kendi telefonunu almış yanına.

Başımıza geleceklerden habersiz, daldık bir Turkcell bayisine. Sağ taraftaki masada oturan genç, bol makyajlı bir bayana anlattım durumu. "O tür sorunlara Sıla Hanım bakıyor." dedi, istifini bozmadan. Sıla Hanım bir müşteriyle ilgileniyordu o sırada. İşi biter bitmez bizi dinledi. Kimse inanmaz, tam üç buçuk saatlik maraton böyle başladı.

"Öncelikle mutlaka verdiğiniz icloud uzantılı e-mail adresini hatırlamanız gerekir ya da cihazınızın faturasını getirmek durumundasınız." dedi. İki si de imkansız. Cihazı Umman'dan bir iş seyahati sırasında almıştım. Fatura ayrıldığım şirketin çekmecelerinin birindeydi.  "Fatura ne işime yarayacak bundan sonra" deyip atmış olmalıydım. "Faturayı unutun." dedim kıza. Derin bir iç çekişten sonra "Arayıp bulacağız verdiğiniz e-mail adresini, başka çaremiz yok" dedi. Olabilecek onlarca varyasyon denedik, yok, bulmamızın imkanı yok.

Adının Sıla olduğunu öğrendiğim genç kız, büyük özveri ve sabırla, adımdan, soyadımdan bir sürü e-mail adresi türetirken olayın nereye varacağını tahmin edemezdim. Bu büyük çabasını anlamaya çalışırken nihayet ona sordum. "Ola ki, e-mail adresini ve faturayı bulamadık, ne olacak?"

Gelen cevap şok etti beni. "Cihazınız hiç bir işe yaramaz o zaman, çöpe atacaksınız." "Nasıl olur bu?" dedim. "Güvenlik için yapıyorlar bunu" dedi.

Artık iyice kaybolmuştu ümitlerim. Bir saatten fazla Sıla ile birlikte kelime oyunu oynar gibi kelime türetiyorduk, e-mail adresi olabilecek. Baş harfi belliydi sadece, onun yanında ise altı tane siyah nokta. Belli olan baş harf, ismimin ilk harfiydi. Mail adresinin karakter sayısının orada gösterilen nokta sayısı ile de ilişkisi yokmuş. Yani baş harf dışında hiçbir ip ucu yok. Artık daha önce girdiğimiz olası adresleri unutup tekrar tekrar girmeye başlamıştık. "Peki, nedir elimizdeki bu cihazın fiyatı? " diye sordum. "Bu cihaz iphone 5, ama ben size yeni çıkan iphone 6 yı öneririm, bu kadar para ödedikten sonra." dedi, kız. "Yok" dedim. "Aslında benim merak ettiğim çöpe kaç para attığımdı." Yanındaki arkadaşına sordu iphone 5 fiyatını. Tam 1.850 TL imiş. Şok oldum. Şimdiye kadar telefon modelleri ve fiyatlarıyla ilgilenmemiştim. Mobil telefonlar çıktı çıkalı hiç bir zaman para verip cihaz almamıştım. Bugüne kadar hep şirketin verdiği telefonları kullandım. Bu elimdeki de şirketin son hediyesiydi bana. Şimdi daha iyi anlamaya başlamıştım kızın mücadelesini. Yine de bu parayı kaybetmem kaç kişinin umurunda olurdu ki. Kıza acımaya başladım. Ha bire "Şu olabilir mi, bu olabilir mi e-mail adresiniz?" şeklindeki soruları bitmek bilmedi.

Bir yandan benden sonra işini Sıla Hanım'a yaptıracak kişiler de sabırla sıranın kendilerine gelmesini bekliyorlardı. Bunun farkına varınca beni biraz bekleteceğini söyleyip kısa süreli aralar verdi diğerlerinin işlerini çözmek için. Onlardan sonra yeniden devam etti araştırmaya. En sonunda apple ülke yetkilisini aradı. Onunla uzun uzun görüştü. Telefon cihazının arkasında zor okunan cihaz seri numaralarını istedi yetkili. Okunması oldukça zor olan küçük puntolu rakamlardı bunlar. Kendi telefonuyla fotoğrafını çekip büyüttü ve karşı tarafa okudu. Israrla faturanın bulunmasını istiyordu konuştuğu "Apple" yetkilisi. Aksi takdirde telefon kullanılamazmış. Bir takım gizli sorular sordu cevaplarını verdim. Yine de bir sonuç çıkmadı. Dönüp bana "Arayıp bulacağız, başka bir yolu yok" diye yineledi. Ben bu işten sıkılmış, umutsuzluğa düşmüş iken o hala "Mücadeleye devam" diyordu. İnanılacak gibi değil. "Ayıp oluyor size o kadar zamanınızı aldım, bırakın artık uğraşmayı bu iş olmayacak galiba" demeyi düşündüğüm anda, bir şeylere ulaştım galiba dedi. İkinci bir kimliğim olan "Apple" kimliğime ulaşmış. Allah, Allah kim bilir kaç kimliğim var acaba? diye düşündüm kendi kendime. "Oradan "iphone" adresine ulaşabilirim belki," dedi, kız. Olmadı, yine olmadı.

Bir ara "Ben yine arayım Apple yetkilisini, ama benimle yeniden ilgilenmek istemezler, size vereyim siz biraz ağlayın, başka türlü yardımcı olabilirler belki" dedi. Sıla, soruna iyice vakıf olduğundan o kadar güzel anlatmıştı ki yetkiliye, benim onun kadar düzgün anlatmam mümkün değildi. Biraz panikler gibi oldum. Telefonla aradı tekrar birilerini. Başka telefon numaraları verdiler onlar araması için. Şansımıza farklı bir yetkili çıkmıştı karşısına bu sefer. Ona durumu kendi anlattı yine. Birkaç güvenlik sorumuz olacak demiş yetkili.

İlk soru "İlk kullandığınız arabanın markası nedir?" Hoppala. Aradan geçmiş otuz beş yıl. Ne yazdım acaba derken Sıla bana "Düşünün, iyi düşünün" diyerek moral takviyesi yapıyor, telefonun ucundaki yetkili ise benim ağzımdan çıkacak bir kelimeyi merakla bekliyordu.

"Renault, galiba" dedim. Karşı taraf "Değil" demiş. Sıla da bana anında aktarıyor sürekli. Eşime sordum, "Ya bu bir ara Yusuflardan satın aldığımız araba olmasın?" Kıza, "Araba kendine ait bir araba mı yoksa ilk kullandığın araba mı? diye sordum. "Kendinize ait." dedi. Eşimin de aklına gelmiyor Yusuf'un arabası. Hani diyorum beyaz renkli bir arabaydı, "Orhaneli' de şoför kaza yapmıştı onunla, Renault Spring değil de onun benzeri hani." Yok kardeşim, yok, hafıza diye bir şey kalmamış." Broadway" gelmiyor bir türlü aklımıza.

Ama iyi ki de gelmiyor. Çünkü Broadway de değilmiş. Renault dedikten sonra Sıla  Renault'un bütün modellerini denemeye başlamış bile. "Tamam, buldum" dedi sevinçle. "Toros" muş. "Ohh, dedik hepimiz derin bir nefes aldık. Daha bu ilk soruydu. İkinci soru "Anneniz ve babanız ilk hangi ilde tanışmışlar?" Ha, bak bu kolay. İkisi de İzmirli olduğuna ve İzmir'den hiç ayrılmadıklarına göre cevap "İzmir".

Böylelikle e-mail adresini Apple yetkilisi verdi Sıla'ya. Vermeyebilirdi de. Genellikle e-mail adresi belirlenirken otomatik olarak alternatif adresler üretiyormuş bilgisayar. Bazen istediğin adresin yanına 1 veya 11 koyuyormuş. Benim vermiş olduğum ve daha önce denediğimiz adreslerdin birine sonuna da "i" harfini koymuş. Yani soyadımın son harfini ikinci kez tekrarlamış. Ben de olsun varsın deyip basmışım onay tuşuna meğer.

Kullandığım mail adresine mesaj geldi. Şifre sıfırlandı. Yeni şifre verildi. Ve telefonum çalışır duruma geldi. 1.850 TL kazanmış gibi oldum. Bir hafifledim, bir hafifledim ki sormayın. Sevinçle kıza "Nedir borcum?" diye sordum. Hiç kimse bir iş için bu kadar mesai ayıramaz. Kız gülümsedi "Yok, hiç bir borcunuz yok" Çıkarıp biraz para bıraktım yine, arkadaşlarıyla pasta yiyip beni hatırlasınlar diye. Kabul etmedi önce, sonra arkadaşına uzattı parayı. Son yıllarda gördüğüm en "İnsan" kişiydi. Çok güzel değildi. Ama dünya güzeli göründü gözüme.           

23 Mart 2016 Çarşamba

22/03/2016 Salı, İzmir

Kızım hafta sonu yeni evine taşınıyor. Evde tamirat, tadilat, boya işlerinin son aşamasına gelindi. Görev aşkından dolayı işinden izin almadı. Ona destek olmak üzere yardıma geldik eşimle. Bilgisayarım yanımda olmadığı için istediğim gibi yazamayacağım. Ne telefonumla ilgili başıma gelen ibretlik hikayeyi ne de 50 yıllık arkadaş ziyaretini... İlk fırsatta anlatacağım bir iki gün gecikmeli de olsa bugünü.

21 Mart 2016 Pazartesi

21/03/2016 Pazartesi, Tire

Kahvaltıdan önce çıkıp elektrikçi Ali'nin dükkanına gittim. Telefonlarıma bile çıkmıyordu artık. Dükkana vardığımda kendisi yoktu yerinde. Oğlu Hasan'dan çıkardım acısını. Ne biçim insan bunlar. Söyleyecekleri hiç mi laf yok? Ne sözler tutuluyor ne izahat veriliyor. TEDAŞ'ta toplantıdaymış. Bizimkisi iş değil sanki. Sadece elektrik işi değil, sıhhi tesisat işleri de bekliyor onu. "Tamam" dedi oğlu, "Ben babamla konuşurum, tesisat için bugün ekibi gönderirim."

Kahvaltı ettikten sonra zeytinliğe çıktım. Girişte iki kadın, budanan ağaç dallarını topluyordu. Kim bu kadınlar dercesine baktım o tarafa. İçlerinden biri "Ben Kadir'in annesiyim, bu da Yakup'un karısı." dedi. "Tam zamanında söyledin." dedim. "Yabancı görüp kızacaktım size, ne yaptığınızı soracaktım, izin almadan burada." Gülerek "Bizimkilere yardıma geldik" dediler. Aslında budamadan çıkan zeytin odunlarını toplamaktı niyetleri. "Bu odunlardan alabilir miyiz?" diye sordular adet yerini bulsun diye. "Peki, iyi o zaman" deyince rahatladılar.

Elektrikçilerin arayıp aramadığını sorduğum anda Kadir'in telefonu çalmaya başladı. Arayan elektrikçilermiş. Yayla kapısını açmasını istiyorlarmış. Meğer on beş dakika önce önlerinden geçip yaylaya gitmişler. Kilitli olduğu için kapı, içeri giremiyorlarmış tabii. "Gidip açayım bari." dedim. On dakika sürmemişti bahçeye vardığımda. Tuvaletin temiz su tesisatını döşemeye gelmiş iki kişi. Biri daha önce gelen Kamil'di. Elektrik işinden haberleri bile yok.

Öğleden sonra, Aydın'daki eski çalışma arkadaşlarımdan biri aradı. Şaşırdım, başına taş falan düşmüş olmalıydı. Çünkü en az bir buçuk yıl boyunca hiç aramamıştı. Tam on yedi yıl birlikte çalışmamıza rağmen. İşten ayrılırken "Abi ne oldu, nereye gidiyorsun?" bile dememişti. Bu arada onun en samimi arkadaşı, yani benim işten ayrılmama sebep olan kişi, bana yaptığı haksızlığın bedelini üç ay sonra geçirdiği bir trafik kazasında canıyla ödemişti. Böylelikle şirkette en güvendiği kişiyi de kaybetmişti.

Hani bazıları vardır ya, küçük bir makam versen kendini dünyanın hakimi zanneder. Öyle biriydi o. Benden yüz bulamayınca doğrudan patronlarla temas etmeye başladı. Yüz de buldu onlardan. Patronlar cahil ama ondan akıllıydılar. O ise para uğruna kendini satan yalakanın biriydi.

Bu adam beni neden arar diye uzun uzun düşündüm. Muhtemelen artık patronların ondan bir beklentileri kalmamış olacak ki, yüzüne ayna tutup  ona gerçek değerini gösterdiler.  "İşte," dediler, "Seni biz şişirdik." "Aslında beş para etmez herifin tekisin." Ondan sonra geldim aklına. İş işten geçtikten sonra yani. Soğuk davrandım. Eşimi çocuklarımı sordu, tek kelimelik cevaplar verdim. "Aramızda bir şey yok değil mi?" diye sordu. "Yok" dedim sadece. O yok deyişim, onu kafamda yok ettiğimi anlatıyordu. Bir daha arar mı? Bu yüz olduktan sonra belki arar. İster arasın ister aramasın, benim gözümde yok hiçbir değeri. 

20 Mart 2016 Pazar

20/03/2016 Pazar, Tire


Yakup Ustayı aradım sabah. Dün yağıştan dolayı yaylada çalışma olmamış. Bugün ise zeytinlikte ağaçları buduyorlarmış. Gani Ustanın oğlunu da aralarına almış, üç kişi çalışıyorlarmış. Mutlaka yanınıza uğrarım bugün dedim.

Sabah "evde yazar" kardeşimden bir öykü okudum. Çok etkilendim. Ben de onunkine benzer bir şeyler karalamak istedim. Farkındayım eline su dökemem. Konunun benzemesi de tesadüf sayılmaz. Başka bir şey düşünmüyoruz ki bu aralar. Çok uğraştım, yazdıklarımı sildim, başka şekilde yazdım. Olmadı, yine sildim tekrar yazdım.

Bazen ne kolay dökülüyor kelimeler. Epey zamandır ilham gelsin diye bekliyordum. Tamam, Nobel ödülü vermeseler de yine yazacağım.


Yazdığım öyküyü yayınlamadan önce eşime okumam benim için bir ilkti. Daha önce yazılarım yayınlandıktan sonra sunuyordu eleştirilerini. Düzeltip güncelliyordum arkasından. Ekseriyetle benim de "Tüh nasıl yaparım bu hatayı" dediğim cinsten bir iki hata dışında pek beğenirdi yazılarımı. Bu sefer öyle olmadı. Açık açık "Beğenmedim" dedi. Bir sürü yer gösterdi düzeltecek. "Neresini düzelteyim" dedi "Bu paragrafın, hepsi felaket."  Sıkıldı sonunda. Öykünün sonunu zor getirdi. Ben "Nasıl olmuş?" diyemedim bu sefer. Ama o bana "Olmamış" dedi ve gülümsedi. Teşekkür ettim. Teşekkür ettiğim için ne düşündü bilmiyorum ama düşüncesini tekrarlamak zorunda hissetti. "Olmamış gerçekten, olmuş diyemem"

İkaz ettiği konuları bir kez daha elden geçirdim. İstediği yerleri düzelttim. Bir daha gösteremezdim olmuş mu diye. Çünkü tanıyorum bakmayacak bir kez daha. Ne olursa olsun rahatlamak için yayınladım yine.

Bugün Nevruz. Ülkenin pek çok yerinde izinsiz gösteriler, olaylar, gaz bombaları gündemi oluştururken buraları bambaşka bir dünya sanki. Adet olduğu üzere bütün evler boşalmış, ahali, Balım Sultan Türbesi ve Kaplan'a giden yolların kenarlarına taşınmış. Bir başka karşılanıyor burada bahar. Herkes piknik mangallarını kapıp çoluk çocuk eğleniyor işte kendi çaplarında.

Yollarda görülmemiş bir araç yoğunluğu var. Sağda solda son derece düzensiz şekilde kümelenmiş insanlar bir yandan çay içerken diğer yandan rakılarını yudumluyor. Kadınların hepsi çay içiyor burada, rakı erkek içeceği. Bir kısmı geleneksel olarak saçlarının yarısını açıkta bırakan bir eşarp takmış, diğerleri saç telini göstermeyecek şekilde kapatan garip bir başlığın üzerine atmış örtüsünü. Çocukların her biri kendi havasında, çimenlerin üstünde düşüp kalkıyorlar. Mangalda pişen etlerin kokusu ortalığa yayılıyor.


Zeytinliğin önünden geçip önce yaylayı dolaştık. Bahçe kapısına geldiğimizde bir otomobil kapıya doğru yanaşıyordu. Biz yanında durunca manevrasını tamamlayıp döndü yola tekrar. Kim bu diyene kadar çoktan uzaklaşmıştı yanımızdan. Eşim "İyi ki bu demir kapıyı yaptırmışız" dedi. "Yoksa milleti içeriden zor çıkarırdık."

Kısa bir süre kalıp ayrıldık sonra bahçeden. Zeytinliğin önünde durduk. Yukarıda Yakup Usta, Kadir ve Gani Usta'nın oğlunun sesleri geliyordu. Her taraf budanmış zeytin dallarıyla dolu.

Bademler büyümeye başlamış. Ağaçların altında hala zeytin taneleri var. Birkaç avuç topluyoruz. Biraz ileride çok güzel çiçek açmış bir ayva ağacı görüp resmini çekiyorum. Her taraf yemyeşil, yerler papatyalarla örtülmüş.



Yollar araçtan geçilmiyor. Restoranlar hıncahınç dolu. Yol kenarları ona keza. Nevruz kutlanıyor burada. Bakıyorum insanlara, ne Kızılay ne de Taksim umurlarında.

MAVİ ÇİÇEKLER


Gün geçtikçe artan terör olayları, patlayan bombalar, ölen, yaralanan insanlar toplumun bütün psikolojisini bozmuştu. Elçilikler kapanıyor, yabancı ülkeler vatandaşlarına bulundukları yerden dışarı çıkmamalarını tavsiye ediyorlar. Bütün bu duydukları onu her geçen gün karamsarlığa itiyordu.

Ne zaman ve nerede patlayacağı belli olmayan bir bombanın hedefi olabilirdi. Sadece kendisi için değil, yakınları için çok daha fazla endişeleniyordu. Her patlama ya da şehit haberinde açıklanan isimleri dikkatle dinliyor, aralarında tanıdık biri olmadığını anlayınca rahat bir nefes alıyordu. Sonra düşünüp utanıyordu kendinden. Ölenler de insandı. Tanıdık olsun ya da olmasın ne fark ederdi.

Yine böyle bir günün sabahı, ruhundaki sıkıntıları azaltmak ümidiyle yürüyüşe çıkmıştı. Hava kapalıydı ancak henüz yağmur yağmıyordu. Böyle havalar oldum olası insanın sıkıntısına sıkıntı katar. Yağmur yağacak olsa ıslanmamak için çaba göstermeye hiç niyeti yoktu. Belki bu sayede içine biraz ferahlık verirdi soğuk damlalar.

Yürüyordu, adımlarının nereye götürdüğünü bilmeden. Sıkıntıdan ateş basmıştı yüzüne. Kafasına takılan bir şey de yoktu adını koyabileceği. Ama karmakarışık bir yumak haline gelmiş sorunlar, aç kurtlar gibi kemiriyordu beyninin içini. Ne geçim derdi ne de aşk acısı. Bunlar değildi onu bu hale getiren. Sadece yarının ne olacağını bilememekti derdi. Avrupa'nın medeni ülkelerini görenlerin en çok gıpta ettiği şeymiş düzen. Neyin nasıl ve ne zaman olacağını çok iyi bilirmiş herkes orada. Hangi otobüsün, hangi duraktan, saat kaçta geçeceği önceden belliymiş. Yıllarca sürermiş bu düzen, dakika sektirmeden. Havasını soluduğu bu ülkede ise hangi banka ne zaman batacak, nereyi su basacak, hangi yalıya gemi çarpacak belli olmadığı gibi hangi bombanın nerede patlayacağı da belli değilmiş.

Her attığı adımın ertesinde ömrünün bir adım daha kısaldığını, bir sonraki adımı atıp atamayacağı düşüncesi içinde, bilinçsizce, başını yukarı doğru kaldırdı. Donuk gözlerle etrafına bakarak sağlı sollu yükselen binaların içinde hummalı bir çalışmanın hız kesmeden devam ettiğini düşündü. Bir hukuk bürosunda yanına arkadaşını alan genç bir kadının boşanma davası açmak üzere beklediğini hayal etti. Eşinden yediği dayaklar muhtemelen canına tak etmiş olmalıydı. Senelerce tek başına cesaret edememiş, daha sonra işyerinden tanıdığı bir arkadaşının baskısıyla vermiş olabilirdi belki kararını.

Hemen alt katta ünlü bir yeminli mali müşavirlik bürosundan fısıltı halinde çıkan sesleri duyar gibi oldu. Daha fazla vergi kaçırmanın yollarını gösterirdi bu bürolar, büyük iş sahiplerine, devlete çaktırmadan. "Öyle bir memlekette yaşıyoruz ki," diye geçirdi aklından, "Yemin ettiriyoruz ama yeminini tutmadığında bir ceza vermiyoruz." Bu dünyada olmasa da öbür dünyada çıkacaktı güya bu yeminin acısı.

Caddenin kenarındaki yalnız bir ağacın dallarından havalanan kuşa takıldı gözleri. Kanatlanıp gözden kayboldu bu gördüğü kuş, yükselip alçalarak, neşeyle. Kuşun yerine koydu kendini. O mu daha mutlu acaba?

Bir anda insanların sayısı artmaya başladı caddede. Garip bir ürkeklik sardı içini. Kalabalık yerlerden uzak durun dememişler miydi? Geri dönmeye çalışsa da ayaklarına söz geçiremedi. Başındaki uğultunun kaynağı kalabalıktan mı yoksa beyninin içinden mi bir türlü çözemiyordu. Ahmakça bir gülümseme yapışmıştı yüzüne. Bunu hissedince elini çenesine koyup gizlemeye çalıştı bu ruh halini.

Kalabalık artıyordu etrafında. İnsanların yüzündeki endişeyi gördü. Bir an önce kaçmak bölgeyi terk etmek istiyorlardı. Bir yandan kalabalığa girmeye çalışıyordu yenileri. Kulağında müzik çalarları ile öğrenciler en masumlarıydı içlerinde. Onların umutları kesilmemişti henüz bu hayattan. Olgun yaşta tombul bir teyze, elinde dolgun  çantası, bir o yana bir bu yana salına salına yürüyordu.  Bir yaşlı çift daha geliyordu meydana doğru, birbirine dayanmış. Gençler, yaşlılar, kadınlar, erkekler. Hepsini, ayrı ayrı gözlemeye koyuldu. Şu esmer, iyi görünümlü, uzun boylu adam bir doktor olmalıydı. Başlarını yeni moda örtmüş  iki tıknaz kadın uzun pardösüleriyle yerleri süpürüyordu.

Ne yapmaya gelmişti sanki buraya. Bir rüyadan çıkmışçasına sorarken kendi kendine, karşıdaki direğe yaslanmış bir kadınla geldi göz göze. Kadın sadece ona bakıyordu anlamsız gözlerle. O gözler esir aldı onu. Çakıldı kaldı yerinde. Bakıştılar uzun bir süre. Beş altı metre vardı aralarında. Gözleriyle bir şeyler anlatmaya çalışıyordu kadın. Anlamaya çalıştı, bakışlarını ondan almadan. Kadının gözleri git diyordu, kaç buralardan.

Dakikalarca birbirlerine baktılar. Kadının siyah saçları dağınık, güzeldi gözleri. Üzerindeki pembe ceketle giydiği yeşil eteğin uyumsuzluğu dikkat çekiciydi. Tuhaf bir şekilde kesişmişti yolları. Kadının gözleri değişti birden. O yeşil gözlerinin içinden şimşekler çakmaya başladı. "Madem kendi ayağınla geldin, madem ki gitmek istemiyorsun, kal o zaman, kal beraber gidelim" der gibiydi.

Bir ses duydu derinlerden. Üzerini yokladı, kendi telefonu değildi çalan. Kadın da etrafına ürkek bakışlar atarak hareketlendi birden. Nihayet sesin kaynağını buldu kat kat giysilerinin içinden. Eline aldığında önce elindeki telefona, sonra başını kaldırıp ona baktı. Gülümsedi. Daha sonra kararlı bir şekilde açma düğmesine bastı.

Ardından büyük bir patlama sesi kulakları sağır edercesine ortalığa yayıldı. Onlarca kişinin parçaları havalarda uçuştu . Kaçıştı çığlıklarla insanlar bir sağa bir sola. Yoğun bir sis bulutu yükseldi, masmavi bir ışık önlerini aydınlattı. Kadının o gülümsemesi yapışmıştı sanki yüzüne. Çevrelerinde yirmi kadar kişiyle ayakları kesildi yerden. Masmavi bulutların arasında yükselmeye başladılar hep birlikte.

Kadın da onlarlaydı. Hiçbir şey duymamıştı, ne bir acı ne de sızı. Üzerindeki can sıkıntısı kalkmış hafiflemişti. Yükselmesinin bir sebebi miydi bu? O karamsarlık, gelecek endişesi miydi ayaklarını yere bağlayan? Hiç kimse kızamadı kadına telefonu açtığı için. Kızmak insanlar içindi çünkü. Hep birlikte yükselmeye devam ettiler mavi çiçekler arasında. En sonunda dayanamayıp sordu, yeşil gözlerinden aldığı cesaretle. "Neden?", "Niçin yaptın bunu?" Yeşil gözlerinden iki damla yaş süzüldü. "Kader" dedi. "Seni buraya getiren kader, beni buradan götürdü" Sessiz kaldı diğerleri. Hepsi başını öne eğip razı oldu kaderine.

Derhal önlem alındı olay yerinde, hemen yayın yasağı konuldu. Kesildi bütün sosyal medya iletişim ağları. Yirmi dört kişi can vermiş. Bir de o kadın. Kırktan fazla yaralı varmış. Hiç kimse bilemeyecek orada ne işi olduğunu. Eceline doğru adım adım yaklaştığını, bir girdap gibi terörün içine çekildiğini.
Ancak o bilecek kendisine ağıtlar yakıldığını... 

19 Mart 2016 Cumartesi

19/03/2016 Cumartesi, Tire

Gece başlayan yağmur sabah saatlerinde hala devam ediyordu. Bugün de yaylada çalışma olmayacak!

Kahveye gitmek gibi alışkanlığım olmadığı için bu havalarda evde vakit geçiriyorum. Tuhaf bir şekilde bugün canım kitap okumak da istemiyor. Dün gece geç saatlerde yatağa uzandığımda, ertesi güne çok şey yapmak istememem gerektiğini düşünmüştüm. Çok şey yapmak isteyince öncelikler çatışıyor birbiriyle. Akşama kadar hızla geçince zaman, planladığı hiçbir şeyi yapamadığının farkına varıyor insan.

Google arama motoruna blog adımı yazıp rast gele film aramak geçti aklımdan. 2012 yılı yapımı II. Dünya Savaşını konu alan bir film çıktı karşıma "Beyaz Kaplan". Çoktandır savaş filmi seyretmemiştim.

Oturdum, bu filmi iki saat boyunca Türkçe alt yazılı olarak izledim. Filmin yönetmeni Karen Shakhnazarov. Biraz bahsedecek olursam;

II. Dünya Savaşı sonlarına doğru Almanlar ve Ruslar arasında savaşın kaderini belirleyen şiddetli tank muharebeleri oluyor. Sovyet ordusunun belkemiği olan T-34 tanklarının karşısına Almanların sürdüğü efsane tank "Beyaz Kaplan" filme adını veriyor.

Beyaz Kaplan tarafından tamamen tahrip edilen T-34 içinden mucizevi şekilde % 90'ı yanmış halde çıkarılan bir Rus askerinin yaşamasına imkansız gözüyle bakılırken o kısa zaman içinde hayata döner. Adı ve ailesi dahil geçmişe ait pek çok şey hafızasından silinmiştir. Ordu, T-34'leri büyük ustalıkla kullanan  bu askeri savaş dışında bırakmak istemez.  Ona Rusça "yok" anlamına gelen Naydanov adıyla bir kimlik düzenleyip yeniden görev verir ve teğmen rütbesine yükseltir.  Bundan sonra bazı gerçek üstü konulara değiniliyor.

Naydanov, tankların tanrısı olduğunu ve tanklarla konuştuğu iddiasında. Kendisini öldürmeye çalışan Beyaz Kaplan'a kin beslediği için onu yok etmeye çalışır. Yine pek çok Sovyet tankına ateş yağdıran Beyaz Kaplanı terk edilmiş bir köyde sıkıştırsa da, tankın içindeki askerleri ele geçiremez. Filmin devamında işe biraz siyasi propaganda biraz felsefe karıştırılıyor. Almanya'nın kayıtsız şartsız teslim olmasından sonra savaşın bütün sorumluluğu Almanya halkına yüklenirken, Hitler'in savaşı öven sözleriyle film son buluyor.

Sonradan okuduğum bazı yorumlar filme daha derin anlamlar yüklemiş olsalar da filmden tavsiye edebileceğim düzeyde hoşlandığımı söyleyemem. Benim için işin esas ilginç yanı kaldırdığım her taşın altından yine Hitler'in çıkmış olmasıydı.

Bir ara facebook'a gireyim dedim. Yok, girilmiyor. Aklıma hemen bir yere bomba atılmış olabileceği geldi. Yanılmamışım.  İstanbul İstiklal Caddesinde canlı bomba saldırısı olmuş yine. Durum her geçen gün zıvanadan çıkıyor.