KATEGORİLER

18 Haziran 2016 Cumartesi

KIZ BABASI...


Aslında komple alıntı yapmak pek adetim değil. Bir dostum sayesinde haberdar oldum Yılmaz Özdil'in aşağıdaki yazısından...  Gurur duydum onun hemşerisi olmaktan, moral buldum. Ne güzel anlatmış Tuğçe'yi, babasının yaşadıklarını... Yemin etmemi isteseniz ağlamadığıma, yemin olsun edemem... Babalar Günü kutlu olsun bütün babaların, kızların, annelerin...



Kıbrıs'ta vuruşmuş, gazi olmuş, deniz astsubayı, kahraman bir babanın evladıydı. Gölcük'te, lojmanda doğmuştu. Liseyi bitirince Deniz Harp Okulu'na yazıldı. Sevgi'yle tanıştı. Aşık oldu. Evlendi.

***
Görevi gereği denizde yaşıyordu, sürekli seferdeydi. Bazen aylarca gelemez, çiçeği burnunda gelin gözyaşları içinde beklerdi. Sadece asker eşlerinin anlayabileceği, katlanabileceği, çaresiz bir yalnızlıktı bu… Bebeğini de eşinin yokluğunda dünyaya getirdi. Kızları oldu.

***
Haberi aldığında denizin ortasındaydı, içi içine sığmadı, kendini sürekli gülümserken yakalıyordu, demek baba olmak böyle bir duyguydu. Karaya ayak basar basmaz minik kızını kucağına aldı, öptü, kokusunu içine çekti, “ismin Tuğçe olsun” dedi.
Tuğçe gülümsedi.
Dünyalar babasının oldu.
Genç bir çift, güzel bir bebek, önlerinde pırıl pırıl bir yaşam umudu vardı.

***
Tuğçe her denizci çocuğu gibi, babasına hasret büyüdü. Gölcük'teki lojmanın penceresinde oturur, yolunu gözlerdi. Seyir dönüşlerinde ise, bayram havası olurdu. Babasının geleceği sabahı zor ederdi, bütün gece heyecandan uyuyamazdı. Annesi tertemiz giydirirdi. En yeni ayakkabı hangisiyse, o ayakkabı seçilirdi. Saat belli olurdu… O saatte Poyraz Limanı'na koşarlardı. Gemi uzaktan görünürdü ama, ağır ağır yaklaşır, zaman geçmek bilmezdi. Bembeyaz kıyafetiyle gemiden inerken gördüğünde… “İşte benim kahramanım geliyor” derdi, öyle hissederdi. Tören kurallarını, komutanları filan boş verip, kucağına atlardı.

***
Tuğçe büyüdü, üniversitede Yasin'e aşık oldu. Allah'ın emri, peygamberin kavli, tam nişanlanacakları sırada… Asrın iftirası atıldı, o uğursuz dönem başladı. Babası tutuklandı. Bir ay sonra bırakıldı, nişan yüzükleri takıldı ama, babası tekrar tutuklandı, düğün iptal oldu. Ucu açık, sonu belirsiz, kahredici bir süreç başladı.

***
Ne ceza verilecek, kaç sene yatılacak, hukuk söz konusu olmadığı için, kimse kestiremiyordu. İstemeden de olsa kızının en mutlu gününe engel olmak, bir babanın taşıyabileceği yükten ağırdı. Açık görüşte aldı kızını ve müstakbel damadını karşısına, “burada rahat olmamı istiyorsanız, lütfen yuvanızı kurun” dedi. Babanın isteği, bir evladın taşıyabileceği yükten ağırdı ama… Babası için, o sorumluluğu taşıdı.

***
Ağlaya ağlaya Üsküdar evlendirme dairesine gittiler, işlemleri yaptılar. Gelin adayının hıçkırıklara boğulduğunu, konuşamadığını gören memur, genç kızı zorla evlendiriyorlar sanmıştı.

***
Nikah salonuna girdi. Gözüne ilk olarak, o kırmızı-beyaz çelenk ilişti. Kırmızı karanfillerle süslenmişti. Üzerinde beyaz bir çıpa vardı. “Kızıma mutluluklar dilerim” yazıyordu.

***
Nikah masasına oturdu. Gözyaşları yanaklarından süzülüyordu. Nikah memuru babasının ismini sordu. Gölcük'teki Poyraz Limanı'nda koşa koşa babasına sarılan o minik kızın yaşadıkları, film şeridi gibi gözlerinin önünden geçti… Gurur duyduğu ismi fısıldadı, “Cem Aziz Çakmak” dedi. İstanbul, İstanbul olalı böyle nikah görmemişti. Davetliler ayakta alkışlıyor, herkes ağlıyordu.

***
Çıktılar nikah salonundan, el ele, doooru Hasdal askeri cezaevinin yolunu tuttular. İçeri girdiler. Bahçeye. Tuğçe'nin duvağı kapalıydı. Kızını gelinlikle gören baba, bir süre öylece kalakaldı. Birbirlerine bakıyor, konuşamıyorlardı. Sessizliği Tuğçe bozdu, “babacığım duvağımı açmayacak mısın?” dedi. Baba kendine geldi, açtı duvağı, alnından öptü, “ne güzel olmuşsun kızım” dedi, “bir kuğu gibi…”

***
Babasının arkadaşları, tutuklu amiraller, generaller, albaylar alkışlıyordu. Hepsinin aklında, kendi aileleri, kendi çocukları vardı. Çalınan ömürlerini düşünüyor, dişlerini sıkıyor, gülümseyerek belli etmemeye çalışıyorlardı. Aralarında para toplamışlar, hediyeler almışlardı, takı töreni misali, tek tek geline verdiler.

***
Kurmay subaylar, cezaevindeki düğünü en ince ayrıntılarına kadar hesaplamış ve hazırlamışlardı. Çünkü sadece bir saat izinleri vardı. Tutuklu komutanlar karşı karşıya dizilip, koridor oluşturdu, gelinle damat koridordan yürüyerek içeri girdi. Bahçede düğün salonu atmosferi yaratılmıştı. Hasdal cezaevindeki tüm masalar birleştirilmiş, masaların üzerine bahçeden toplanan çiçekler, yapraklar serpiştirilmişti. Düğün pastası vardı. Müziksiz olmazdı. Koramirallerden biri gitar çaldı.

***
Baba-kız yanak yanağa dans etti.

***
Sayılı dakikalar akıp gitti, ayrılık vakti geldi. Komutanlar yine koridor oluşturdu, gelin damat gözyaşlarıyla uğurlanırken, hep bir ağızdan “oğlan bizim, kız bizim” tezahüratı yapıyorlardı.

***
Tam kapıdan çıkarlarken, Tuğçe durdu, geri döndü. “Gelin çiçeğimi atmayı unuttum, bu çiçeği hepinizin özgürlüğü için atmak istiyorum” dedi. Kimse bunu beklemiyordu, adeta ıslık çalmış gibi sessizlik oldu. Hasdal cezaevinin az önceki şen şakrak bahçesinde çıt çıkmıyordu. Tuğçe arkasını döndü, çiçeğini omuzunun üstünden fırlattı. Bir tuğamiral kaptı. Ve, kaptığı gibi tekrar Tuğçe'ye uzattı, “özgürlük çiçeği demir parmaklıklar arkasında kalmasın, lütfen evinde bizim için kurut, sakla, biz özgür kalınca gelip senin evinde görelim” dedi.

***
Tarih boyunca utançla hatırlanacak olan dönemin… Asla unutulmayacak düğünü, böyle sona erdi.

***
Ve Tuğçe, kahrından kanser olan babasını bugün toprağa veriyor.

***
Ramazan mübarek gün, beddua etmeyelim ama… Bu yapılanlar, bunu yapanların yanına kalırsa, zaten bu canlı cenaze ülke için dua etmeye de, beddua etmeye de gerek kalmamış demektir!

Yılmaz ÖZDİL
Sözcü, 04/05/2015

GEÇ PİŞMANLIK

17/06/2016 Cuma, Tire

Bunaltıcı bir gün... Hem havanın sıcaklığından bunaldım hem de yaşadıklarımdan... Dün işler yoluna girdi diye sevinirken bugün unutmak istediğim bir gün oldu. Biliyorum, durmaksızın şikayet ediyorum. Burada güzel şeyler yazmak istemem mi hiç? Ama yazamıyorum. Emeklilik hayatımın biraz farklı olmasını istemek tamamen kendi tercihimdi. Ancak hayatımın son bir buçuk yılını bugün ilk kez gözden geçirmeye başladım!

1970'li yılların başındaydık. O gün okulumuz yasa bürünmüştü. Arkasında öğrenci taşıyan pikap karşı yönden gelen kamyonla çarpışmış, kazada Kısıkköy'lü üç öğrenci yaşamını yitirirken yedi öğrenci de yaralanmıştı. Ölenlerden  Faruk bizim sınıfın öğrencisiydi. O gün sınıfımızda ders yapılmadı. Faruk'un oturduğu sıraya çiçekler ve onun büyük, çerçeveli bir resmi konuldu. Biraz üzüntü çokça şaşkınlık vardı biz arkadaşlarının küçük yüreklerinde... Bu olaydan sonra Kısıkköy'ü kardeş köy ilan eden okulumuz  elim kazada hayatını kaybeden ya da yaralanan öğrenci ailelerine karınca kararınca yardım olsun diye bir kampanya başlatmıştı.  Yardımları teslim etmek üzere Kısıkköy'e tertiplenen okul gezisine ben de katılmıştım. Bugün İzmir'in  mobilya kenti hüviyetini kazanmış bu köy, benim gördüğüm ilk köydü hayatımda...

Köyün nasıl bir yer olduğunu ders kitaplarından öğrenmiştim. Kısıkköy'e varınca gözlerim önce köyün camisini, muhtarını, imamını ve ihtiyar heyetini aradı. Aradıklarımdan çoğunu görememem bende biraz hayal kırıklığı yaratsa da köy yollarında şehirde görmediğim traktörlerle, köy mezarlığı ile ve göz alabildiğince uzanan tarlalarla ilk kez karşılaşmıştım...

Bugünkü gençlerin hareketli hayatını yaşamamıştım gençliğimin şehrinde ama insanların birbirine yardımcı olduğu mütevazı bir hayatım olmuştu İzmir'de. Sekiz dokuz yaşlarında dedem beni Manisa'ya, mesir macunu şenliklerine götürmüştü. Anneannem ve dedemle birlikte bir ağacın altında oturmuştuk. Büyük bir han ya da kale suruna benzeyen yüksek bir yerden Osmanlı kıyafeti giymiş birileri aşağıya  mesir macunları atıyor, kalabalık itiş kakış yere düşen çubuk şeklindeki şekerlere hücum ediyordu. Bir keresinde atılan mesir macunlarından biri tam önüme düşmüştü. Küçük elimle tutmaya çalışırken onu, adamın biri ayağıyla üzerine bastı. Dedem ve anneannem hemen beni alıp kalabalıktan dışarı çıkarmışlardı. Biraz daha kalsaydık kalabalık altında ezilecektik... Liseyi bitirdikten sonra üniversite eğitimi için gittiğim Başkent Ankara gördüğüm ikinci büyük şehir oldu...

Köyde doğan çocuklar tanıdım. Şanslı gördüm bazen onları. Sebzenin meyvenin en tazesini yemişler, sabah kahvaltılarında masalarını taze süt ve köy yumurtaları süslemişti. Sonra kafamda düzelttim hemen bu düşünceyi. Masa kullanılmazdı kırsalda. Her dini bayramın birinci günü (ikinci güne kalırsa bozulurlardı) İzmir Kemalpaşa'da oturan babaannemlere el öpmeye giderdik. Onlarda görmüştüm ilk kez. Odanın ortasına çember şeklinde bir kalbur tahtası konulduktan sonra üzerine büyük bir sofra bezi serilip kalburun üzerine de büyük bir sini yerleştirilirdi. Kırsal yerlerin masasıydı bu. Yer sofrası derlerdi adına. Sininin etrafına bütün aile fertleri ve misafirler dizilir, ortaya konulan büyük tencereden herkesin tabağına yemek dağıtılırdı. Yemek bittikten sonra babaannenin pek bir öğündüğü ev baklavası ile final yapılırdı. Sofradan kalkmadan önce dua okuma görevi bana verilmişti. Hadi bakalım "amin" diyerek eller kaldırılır, ağzımdan çıkacak Arapçası bol Türkçesi az kelimelere odaklanırdı sofradakiler. "Elhamdililahillezi et amena... deva-yı afiyet soframıza bereket... lilla el fatiha"

Mesleğimi elime alıp çalışma hayatına atıldıktan sonra zaman zaman şehirlerden uzak kaldım. Karakaya Barajı şantiyesi üniversiteden alışkın olduğum bir kampus hayatıydı. Şehir dışındaydık. Buradaki yaşantımız köyden ziyade şehirdekine benziyordu ama mahrumiyet içindeydik. İlk kez yabancılarla çalışıyor onların kültürlerini tanıyordum. Lojmanlardan birini kulüp yapmıştık. Belki sinemamız tiyatromuz yoktu, günlük gazete okuyamıyorduk ama kulübümüz evli bekar gidebileceğimiz bir eğlence mekanımızdı bizim. Burada satranç partileri düzenler, güzel günler geçirirdik.

Bir süre yurt dışında kaldıktan sonra yolumuz Karadeniz'in şirin bir ilçesine düştü. İki köyün arasına baraj inşaatı yapacaktık. Şantiyeyi inşaata ve köye yakın bir alana kurduk. İlk şantiye şefliğim burada başladı. İki köyün muhtarlarıyla dost olduk. Genç yaşımda yanıma geldiklerinde önlerini ilikleyip saygıyla ellerini kavuşturan  muhtarlar bana garip geldi önceleri... Sonra alıştım... Büyük saygı görüyordum çevremden. Emrimde çalışan dört yüz kişi ve büyük makine parkıyla muhteşem bir gücün başındaydım. Herkes alışverişi kendilerinden yapayım, oğlunu ya da bir yakınını işe alayım diye yalvarıyordu. Köyden sütün en katıksızını, yumurtanın en köylüsünü hem de en ucuz fiyata alıyordum.

Karadeniz'deki baraj inşaatı bittikten sonra ilk kez kendi bölgemde, Ege'de proje müdürü olarak çalıştım. Bu sefer çok daha büyük bir baraj inşaatıydı. Köyden biraz daha uzak bir yerde şantiye kurulmuştu. Çalışanların büyük bölümü çevre köylerdendi. Alışveriş yaptığımız yerler ihya oluyordu. Gece gündüz çalışıyorduk. Sanayide bütün dükkanlar sadece bizim için 24 saat açıktı. İnşaatta acilen gereksinim duyulan bir ring (conta) için ilçenin tek yedek parçacısına telefon eder, adam gecenin üçünde gelir dükkanını açar ve istediğimiz parçayı verirdi. Nasıl olsa burada tek dükkan benim eli mahkum bana gelecekler demez, telefonun çalışını duymazdan gelmezdi

Daha sonra yöneticilik yaptığım uzunca bir dönemdeki hayatım hep büyük şehirde geçti. Şantiye ziyaretlerim esnasında özellikle kamulaştırma nedeniyle köylülerle çıkan anlaşmazlıklarda tecrübemi kullandım. Köylüler bana hep inandılar ben de onlara verdiğim sözleri hep tuttum.

Bütün bunları niye anlattım? Çok bunaldım çünkü... Emekli olduğum zaman otu sebzesi bol, temiz havası olan bir yerde gönlümce yaşamak, biraz da eldeki toprağın sahibi olmaktı niyetim.. Bugün, evet tam bugün pişman oldum yaptığım seçime... Korkmaya başladım. Ben bu insanlara alışamam çünkü. Onları değiştirmem de söz konusu değil. Belki başka bir yer olabilirdi... Yaşamımı şehirde devam ettirmek ya da başka bir kırsalda... Bir Ege toprağı bile olmayabilirdi bu, insanlarının yüreklerinin mert attığı, kaypak, fırsatçı, saygısız, seviyesiz olmayan...

17 Haziran 2016 Cuma

BİR ADIM DAHA

16/06/2016 Perşembe, Tire

İşler yolunda gitti bugün. Erken gelen telefon kahvaltı dahi ettirmedi bize. Eşim yanımda olursa "Rengi, deseni istediğimiz gibi mi oldu? İstediklerimizi mi göndermişler?" gibi kritik soruların muhatabı olmaktan da kurtulmuş olacaktım!

Apar topar evden çıkarak kavşakta bizi bekleyen kapalı kasa kamyonun önüne düştük. Şoförün yanında kimseyi göremeyince biraz canım sıkılmadı değil. Ağaç dalları yüksek kasalı kamyonun Taş Ev'in önüne yaklaşmasını engelledi. Kırk kırk beş yaşlarındaki şoför "Ağabey sıkma canını, biraz uzak oluversin, problem değil." derken ben onun yirmi masayı ve onlarca sandalyeyi  tek başına nasıl indirip taşıyacağına hala akıl erdiremiyordum. Bütün malzeme özenle kalın çuvallara sarılmış ve hareket etmesin diye iplerle kasaya sıkıca bağlanmıştı.

Kamyonun üzerine çıkan şoför iplerini çözdüğü malzemeyi kasanın ucuna kadar yaklaştırıyor, daha sonra aşağıdan sırtladığı ağır mobilya parçalarını eve taşımaya başlamıştı. Kamyona kaç kez tırmandı, kaç kez sırtındaki ağır yükle eve gitti, geldi bilmiyorum. Sadece taşımak olsa... Yer kaplamasın, taşıması kolay olsun diye masanın ayakları ayrı geldi. Bir de ayakların montajını yapacak garibim. Burnundan ter damlasa da halinden hiç şikayetçi görünmüyor, ne kadar zevkli bir iş olmasa da yaptığı işten zevk almış görünüyor. Eşim eve girerken ayakkabılarını çıkart deyince bile hiç itiraz etmiyor. Ağzından bizi rahatlatan sözler duyuyoruz daima. Çorumluymuş. Orta Anadolu insanı hep mi böyle? Ankara'da son oturduğumuz dairenin kapıcısı da aynıydı. Her akşam arabamı görür görmez yanıma koşup gelir "Başkanım, başkanım" derken elimde ne varsa almak ister, güler yüzüyle halimi hatırımı sorardı. Bu ilginin nedeninin aslında almayı ümit ettiği bahşiş olduğunu anlamam çok fazla zaman gerektirmemişti.

Çorumlunun da asıl amacının bu olduğunu tahmin ediyordum. Ama o saatlerce kaderine razı bir şekilde çalıştı, sorun çıkarmadan masa montajlarını tamamladı, sandalyeleri üst kata taşıdı. Ve sonunda da yüklü bir bahşişi hak etti.

Asma tavanı ne zaman yapacağını sormak için Penci Mehmet'i aradım, cevap vermedi telefonu. Davlumbaz montajı yarına yetişecekti. Hatırlatmak babından aradım. Malınız hazır isterseniz akşama doğru gönderelim dediler.

Akşam geldiklerinde saat 18.30 olmuştu. Bu saatten sonra montaj mı olur demedim, gidip araçlarına kılavuzluk ettim. Krom davlumbazların üzerindeki koruyucu filmleri çıkartmaları çok hoşuma gitti. İki kişi tam bir saat harcadılar bu iş için. Ardından davlumbaz montajını tamamladılar. Yayladan çıkarken saate baktım. Dokuz buçuğu gösteriyordu! 


16 Haziran 2016 Perşembe

TAŞ EVİN KADINLARI

15/06/2016 Çarşamba, Tire

Taş Ev'in temizliği vardı bugün. İki temizlikçi kadın buldu eşim. İçlerinden biri buradaki evimize taşınmadan önce ilk temizliği yapan  anasının gözü bir kişi. Bu yüzden onu bir daha almamıştık. Her hafta apartmanın merdivenlerini yıkayıp silen diğeri ise iyi niyetli fakat öteki kadar işi bilmiyor. İşi bilen uyanık birini mi tercih etmek lazım yoksa işten o kadar anlamayan iyi niyetli birini mi? İşin büyüklüğünü düşünerek biz ikisini birden tercih ediyoruz...


Eve kadın alma (hanımların ağzıyla) özellikle çalışan hanımlar için önemli bir konu. Bazen kapıcının karısı, bazen de arkadaşınıza temizliğe giden kişi olur eve alınan ilk kadın. Hiç de hafife alınacak bir konu değildir...

Yeni taşınmışsanız eve alınan kadın size çömez asker muamelesi yapar. Eline geçen bütün fırsatları değerlendirir. Ödenecek gündelikçi yevmiyesinin piyasası bellidir ama yenisiniz diye sizden daha fazlasını ister. Henüz çevre edinemediğinden ona mahkum olduğunuzu çok iyi bilir. Zaten bütün günleri de doludur! Size deneme amaçlı gelmeyi kabul etmiştir. Kim kimi deneyecek? Karşılıklı elbette. Siz evi kuralına göre (her yerin bezi, kullanılacak temizlik malzemeleri, temizlik araçları ayrı olacak) güzel temizlik yapıyor mu diye bakarken o evin büyüklüğüne, işin ne kadar yorucu olduğuna ve sunulan ikramlara bakar.

Eve gelen kadın eve gelmeden önce evlerde hummalı bir temizlik hareketidir başlar. Bunun iki nedeni vardır. Birincisi ev temiz olmalıdır ki eve alınan kadın fazla yorulmasın, onu bir daha çağırmaya yüzünüz olsun. Bu ön temizliğin ikinci nedeni ise dedikodudan kaçıştır. Eğer acemilik eder evinizi temizlemeden önce eve kadın alırsanız hapı yuttunuz demektir. Bütün arkadaşlarınız, komşularınız sizin ne kadar pasaklı olduğunuzu konuşur!

Kadın kapınızı sekiz buçukta çalmış ise eğer, şanslısınız demektir. Çünkü uzak yerden geliyorsa, varışı çoğu zaman dokuzu geçer. Kapıdan girer girmez üstünü çıkarıp ilk bulduğu koltuğa atar kendini. Yolun onu çok yorduğunu söyler. Birden para verdiğinizi unutur acımaya başlarsınız. "Ne uzak yolları tepti de geldi benim için." der içinizdeki ses.

En kıymetli misafirlere bile hazırlanmayan kahvaltı eve alınan kadını bekler mutfakta. Dumanı tüten çay o gelmeden hazırlanmıştır. Masada yok yoktur. Yağından balına, kaymağından yumurtasına kadar... Tam üç çeşit reçel konulmuştur önüne. Vişne, çilek, şeftali. Ama o hiçbirini görmez, ev sahibine dönüp "Kayısı reçeli yok muydu? Ben onu çok severim." der. Evin sahibi ilk golü yemiştir. Kalkıp çayını döker bardağına eve aldığı kadının...

Hikaye uzun. İki saat çalıştıktan sonra öğlen yemeği servisi başlar. İkindi vakti yorgunluk kahveleri içilir. Çok yorulduğu için eve alınan kadın, yavaş yavaş toplanmaya başlar, yolu uzundur. Evin sahibi eve aldığı kadının evden mutlu ayrılmış olması için dua ederken minnet duygularıyla parasını eline sıkıştırıp kulağına fısıldar. "Yol paranı da koydum içine..."

Bizim Taş Ev temizlikçi kadınların beklediği kadar temiz değildi haliyle. Hayır, temizledim temizlemesine ama yine de onlara yapacak iş kaldı biraz. İnşaattan sonra ilk temizlik ne de olsa. Kahvaltı için en iyi gevrek (simit) satılan fırına gittik sabahın köründe. Buraların lisanı İzmir'den de farklıymış! İstanbul simidine benzeyen yassı simide "daban" (taban), bizim gevreğe de "çıtır" diyorlarmış. Çıtır aldım. Eşim evden bir de peynir almış yanına. Çay da yapılabiliyor yukarıda. Yine de çok eksiğimiz var. Allahtan çok not kırmasalar! 

Öğlen yemeği için öyle enem konam sofra kurmadık. Çarşıya indiğimde ekmek arası köfte yaptırıp yanına birer de ayran aldım. Temizlik malzemelerini eksik buldular. Domestos, mikro fiber bez, bulaşık teli, terlik, temizlik bezi daha neler neler...

Habire "Boyacılar çok kötü çalışmış her tarafı batırmışlar." deyip duruyor kadınlar. Mesajı alıyoruz. Anladık, çok çalıştınız, sizi yordular... 

Sabah bizimle beraber başladı çalışmaya Yakup Usta. Sırtında ot makinesi, gözünde koruyucu gözlükle tek başına. Çok yorulduğu anlaşılıyor. Ama yoruldum demiyor... Güz aylarında otuz adet ceviz fidanı dikmiştim. Hepsi tuttu ama sulanması lazım artık. Ne yazık ki fidanların etrafı yüksek otlarla kapanmış. Makine çalışırken fidanlara zarar vermesin diye çevresinin açılması lazım. Çalışacak kimse bulamıyoruz işsizliğin zirve yaptığı memlekette. Elime orağı alıp düşüyorum Yakup Usta'nın önüne. Yorucu bir iş ama az da olsa faydam oluyor eşim seslenene kadar... 

Sabahleyin ilk iş olarak tezgah ve cihazları üzerindeki koruyucu film tabakalarını soyduk eşimle. "Yapma bak, belin ağrıyacak sonra" dediysem de dinletemedim. İçlerinden bazıları kolaylıkla çıkarken bazıları çok uğraştırdı. Taş Ev'in önündeki ağaçlardan sırıkla kayısı ve erikleri düşürdüm.  Her ikisi de tam reçellik kıvama gelmiş. Kuşlara fena sürpriz olacak bu sefer onlardan önce davrandığım için. Tuvaletlerde eksik kalan yer ve duvar seramikleri ile süpürgelik ölçülerini aldım.

Akşamın geç saatlerine kadar çalışıldı yukarıda. Kadınlardan saf olanına parasını verip arabayla sabah aldığımız yere bıraktık. Anasının gözü olan ise kapısının önüne kadar götürmemizi istedi. Parayı da beğenmedi. İnşaat işi olduğu için çok yorulmuş! "Sen doğrusunu bilirsin ağam!" dedik  verdik istediği parayı sırf adımız cimriye çıkmasın diye. Yarın masa ve sandalyeler gelecek, Taş Ev biraz daha şenlenecek...

15 Haziran 2016 Çarşamba

PATATES 30 KR

14/06/2016 Salı, Tire

Bu sabah işi sıkı tuttum ve kahvaltıdan sonra taş evin ince işler kesin hesabına başladım. Metrajlar çıkarılıp miktarlar sözleşme birim fiyatlarıyla çarpıldıktan sonra işin bedeli ortaya çıktı. Verilen avansları düştükten sonra geriye neredeyse bir şey kalmamıştı. Bu işi sonlandırmam için yaylada birkaç ölçüye ihtiyacım var. 

Haftalar ne çabuk geçiyor... Her gün salı günüymüş gibi. Daha dün değil miydi eşimle birlikte pazara çıkıp reçellik kayısı aldığımız gün? Bu hafta karadut vardır pazarda. Ben Sezai Ustanın hesaplarına kendimi iyice kaptırmışken eşim sabırsızlanıyor... "Hadi ama bir an önce çıkacaksak çıkalım."

Çarşı pazar alışverişlerinde eşimin beyni benimkinden farklı çalışır. Belki de bu kadın erkek arasında olan bir fark. Evden çıktığımızda ben ne alacağımızı merak ederken (Bana göre pazardan alınacak fazla bir şey yoktu.) eşim pazarda ne göreceğini merak eder. Taze ve ucuz bir şey gördüğünde affetmez alır! Benim için önemli olan aradığımı bulmaktır.

Eşimin arkadaşı telefon edip Atilla Bey'in bize istifno aldığını söylediğinde henüz evden çıkmamıştık. Benim işimin bitmesi öğleden sonra ikiyi buldu. Arabayı tarihi camilerin bulunduğu pazarın üst taraflarında bir yere park ettik. Karadut yeni çıktığı için fiyatı yüksekti onun yerine bir kasa çilek aldık reçellik. Patates o kadar ucuzlamış ki üreticiye içim yandı. Bende şeker olduğu iddia ediliyor ya, patates yasak o bakımdan. Ama o canım patatesler dillenmiş "Al beni, Al beni" diyorlar. Üç kilosu bir lira hem de. Eşim halimi görüp "Al madem biraz, çok canın çektiyse" der demez "Ver oradan üç kilo" diyorum satıcıya. Eşim kıyameti koparıyor "Üç kilo patates mi yiyeceksin? Sen kendini hiç mi düşünmüyorsun?" Aslında üç kilo almak değildi niyetim. Bir kilo patates için köylüye otuz kuruş vermeye utandım. Nakliye fiyatını kurtarıyor mu acaba?

Alışverişimizi tamamladıktan sonra ahbaplık ettiğimiz pazarcı Ahmet'i gördük Ziraat Bankasının köşesinde kurduğu tezgahında. Kendisi ve ailesi çok sıcak ve düzgün insanlar. Oradan dönüp Atilla beyin dükkanından istifnomuzu aldıktan sonra arabamızın yanına döndük. Yol üzerinde duşa kabin işini yapacak Faruk Beyle görüştük. İzmir'den duş teknesi ne zaman gelecek  haberini bekliyormuş. Bu bana yıllar önce Karakaya Barajındaki günlerimi hatırlattı. O zamanlar günlük gazeteler Diyarbakır'dan Çüngüş'e iki üç günde bir gelirdi. Şimdi İzmir'den duş teknesi kaç günde gelir onu bekliyoruz...

Gece başlayan yağmur sabah sağanak haline dönmüştü ama akşama doğru kimse burada yağmur yağdığına inanmaz. Yağmuru hiç bu kadar özlememiş hiç bu kadar sevmemiştim.

Yarın temizlikçi kadınlar gelecek ve taş evin hanım elinden ilk temizliği yapılacak. Benim araba servisten bu hafta sonu çıkacağından hala eşimin ufak arabasını kullanıyoruz. Arabanın arka koltuğunda rahat bir sandalye var. Bir sürü temizlik malzemesi, kovalar, fırçalar, kürekler, bezler arabaya nasıl sığacak? Hadi onları bagaja koyduk, arka koltukta sandalye varken iki kadını nereye oturtacağız yarın giderken? Ani bir kararla akşam yemeğinden sonra eşyaları yaylaya götürmek üzere arabaya yüklemeye başlıyoruz. Biraz rüzgar çıkıyor biz evden çıkarken... Yollar iyice sakinleşmiş, insanların oruç bozmak için evlerine çekildiği saatler. Bahçe kapısına vardığımızda artık iyice karanlık basıyor. Arabanın farları anahtar deliğini bulmamda yardımcı oluyor. İçeri girip ışıkları açıyorum.

Taş binanın önünde içi kırmızı, mis kokulu İtalyan eriği ve kayısı taneleri yerlere dökülmüş. Niyetimiz eşyaları bırakıp hemen dönmek iken düşündüğümüz gibi olmuyor. Mutfak ekipmanlarının üzerine yapıştırılan koruyucu film tabakalarını çıkarmaya başlıyoruz. Bir kaç saatimizi alıyor bu iş. Yorgun argın dönüyor yarın sabaha hazırlanıyoruz...   

14 Haziran 2016 Salı

DEĞİŞİK BİR OMLET!

13/06/2016 Pazartesi, Tire

Neredeyse iki hafta olacak bir türlü konsantre olamıyorum. Bugün güya kesin kararlıydım. Hatta sabah kalktığımda ilk yapacağım işti. Olmadı bugün kaytardım yine bu vakte kadar. Adam efendiymiş, sadece bir kez aradı. Kasıtlı değil bu ertelemeler, aklım hep hesapta ama elim varmıyor Sezai Usta'nın kesin hesabını çıkarmaya...

Arap ülkesi bile olsa yurtdışında bizim usulde kahvaltı bulmak mümkün değil. Muscat'ta kaldığım oteldeki kahvaltı salonunun bir köşesinde özel kıyafetli aşçıya hazırlattığım omlet güne iyi başlamamı sağlardı. Ocağın bulunduğu masanın üzerinde büyükçe bir kase  içinde çırpılmış yumurta, çelik kapların her birinde küçük parçalar halinde doğranmış soğan, salam, biber, domates, peynir gibi malzemeler bulunurdu. Elinde tabaklarıyla kuyruğa girmiş misafirler sıraları gelince sade ya da arzu ettikleri malzeme çeşitlerini söyler, otelin aşçısı sol eliyle tuttuğu şişeden ocaktaki tavaya biraz sıvı yağ damlatırken içinde çırpılmış yumurta bulunan kaseye sağ eliyle tuttuğu kepçesini daldırırdı. Aşçı, tavaya boşalttığı yumurta sertleşmeden önce isteğe göre her birinden birer yemek kaşığı malzemeyi, son olarak da tuz ve karabiberi eklerken uzun uzadıya seyrederdim bu seremoniyi. Alçak kenarlı teflon tavaya hafif kavis verip aşağı yukarı sallayarak içindeki karışımı ters yüz etmesini hayranlıkla izlerdim. Ne bir gram yağ dökülürdü dışarı ne de tavadaki incecik karışım parçalanırdı.  Yumurtaya çiğ olarak karıştırılan soğan, biber, domates gibi malzemelerin bir kaç dakika içinde nasıl pişeceğini hep merak eder dururdum. Kısa süre içinde tam kıvamında pişen omlet karşıdan uzatılan tabaklara kaydırılırdı.

Bu sabah buzdolabını açtığımda dünden kalan kabak çiçekleri Muscat'ın otel kahvaltılarında yediğim karışık omletleri getirdi aklıma. Kabak çiçeğini nereden bulacaksın oralarda... Ama burada var. Kabak çiçeğinden omlet olur mu? Neden olmasın? Kalınca doğradığım kabak çiçeklerinin yanında küp kesilmiş köy peynirini iki yumurtayla birlikte çırptım. Biraz tereyağı erittiğim tavaya karışımı boşalttıktan sonra üzerine bir tutam karabiber ekledim. Ters yüz ettim ve tabağıma boşalttım. Evde tutulmuş bir kase taze yoğurt eşliğinde afiyetle yedim.

Orhan Pamuk'un Kırmızı Saçlı Kadın romanı epeydir sürünüyordu elimde. Bir çırpıda bitirdim kitabı. Uzun zamandır günde yüz sayfadan fazla kitap okumadığım için bu duruma en çok ben şaşırdım! 

Öğleden sonra yaylaya çıkmak istemedim. Mutfakta eşimle birlikte otururken aşağıdaki dükkandan gelen yağmur başladı seslerini duyunca panik içinde arka balkona koştuk. Güneşlenen reçelleri hemen içeri aldık. Reçelleri kurtardık nasıl olsa, artık iyice bir yağsın da bahçeleri sulasın derken yağmur kesildi birden. Meğer birkaç damlaymış bulutların taşıdığı... 

Yakup Ustayı aradım. Evinde badana yapıyormuş. Otları biçmek için çarşamba günü geleceğine söz verdi. Yanına en azından bir kişi daha bulabilseydi daha da iyi olacaktı. İzmir'den Arda Bey aradı.  Önümüzdeki çarşamba temizlik yapılacağı için perşembe gününden itibaren masa ve sandalyeleri gönderebileceklerini söyledim. Temizlik işinin yanı sıra bu hafta yapılacak işler arasında alt yaylada otların biçilmesi, davlumbazın montajı, tüp ve hidrofor için profilden koruyucu kabin yapılması, asma tavan montajı, tuvaletlerin iç kapıları gibi işler sırasını bekliyor.

13 Haziran 2016 Pazartesi

KIRMIZI SAÇLI KADIN - ORHAN PAMUK



Kitabın Adı: KIRMIZI SAÇLI KADIN
Yazar: Orhan PAMUK (Aralık 2015)

Sayfa Sayısı: 204
Yayınevi: Yapı Kredi Yayınları Basım Yılı: 1. Baskı. Şubat 2016, İstanbul
Türü: Roman

Kitap Hakkında: Nobel ödüllü yazarımız Orhan Pamuk'un bu eserindeki karşılaştığım ifade bozuklukları yazarın kitabı uyku halinde yazdığını ya da aceleye getirmiş olduğu izlenimi yaratıyor. Örneğin 89. sayfanın ikinci paragrafının son cümlesinde  "... Hiçbir şey olmamış gibi yaparsanız ve gerçekten hiçbir şey olmuyorsa, hiçbir şey olmaz sonunda." derken neyi anlatmaya çalıştığını bir türlü anlayamadım. Kullanılan dil bazen akıcı ama bazen de kötü bir çeviriyi andırıyor.

Roman antik Yunanın tragedya yazarı Sofokles'in eseri Oidipus'ta konu edilen "oğulun babayı öldürmesi" ile İranlı şair Firdevsi'nin eseri Şehname'de yer alan Rüstem ve Sührab arasındaki ilişkide geçen "babanın oğulu öldürmesi" temaları üzerine kurulmuş. Yazar doğu ve batının iki ünlü eserini roman kahramanları ağzından ele alırken gerçek yaşantıların aynı temalar üzerinde süregeldiğini anlatmaya çalışıyor. Oidipus ve Şehname hakkında verilen ansiklopedik bilgiler zaman zaman romanı akademik bir metne dönüştürünce romanın atmosferinden kopartıyor okuyucuyu.

Üç kısımdan oluşan kitabın ilk bölümünde başkahraman Cem lise öğrencisiyken yaşadıkları uzun uzun anlatılmakta. Babasının evi tek etmesinden sonra annesiyle yaşamaya başlayan Cem, yaz tatillerinde önce bir kitapçıda daha sonra İstanbul'un dışında bir kasabada su kuyusu açan Mahmut Ustanın yanında çalışır. Yazar bu bölümde 1980'li yıllarda iptidai su kuyusu açma tekniklerini en ince detayına kadar tasvir etme konusunda hayli başarılı bir grafik çizmektedir. Cem, kuyu açma işinde çalışırken mesaiden sonra gittiği kasabada çadır tiyatrosu oyuncusu kırmızı saçlı alımlı bir kadınla tanışır ve onunla ilişkiye girer. İlk bölümün sonunda babası yerine koyduğu Mahmut Ustanın sonu sık sık atıfta bulunulan Oidipus'un babası mitolojik kral Laios'a benzetiliyor.

Romanın ikinci bölümünde ilk bölümdeki hava birden değişiyor. Yeterince detaya  girilmediği için roman tadını alamıyor insan.  Öz babası evi terk ettikten sonra onunla yalnız başına hayatın zorluklarını göğüsleyen Cem'in annesinden hiç bahsedilmiyor mesela. Bilinmez bir elin annesini sahneden almasından sonra bu eksikliğin farkına varan yazarın durumu kurtarma çabaları yeterli olmuyor elbette. Bir anda yıllar geçiyor ve kırkını aşan evli bir adam olarak görüyoruz Cem'i. Eşi Zeynep ile mutlu bir birlikteliği sürdürmelerine karşın çocukları olmuyor. Bu bölümde bazı olaylar okurun kafasında boşluk bırakıyor. Mesela kuyu açarken verilen detaylar iş hayatında yok. Cem karısını da yanına alarak bir anda meşhur ve zengin bir müteahhitliğe sıçrıyor. Ama birden nasıl oluyor bu iş? Meçhul! Kırmızı Saçlı Kadının onlarca yıl aradan sonra Cem'i hatırlayıp oğlunu peşine takması ise hiç inandırıcı değil. 

Şehname'de geçen olayın bir benzeri yaşandığı için Cem yok son bölümde. Bu bölümü Kırmızı Saçlı Kadın anlatıyor ama yazım tekniği aynı. Yani konuşturulan kişi farklı ama ifade tarzı değişmiyor! 

Doğu ve batının bir bakıma tezat oluşturan iki ünlü eserinden yola çıkarak kurgulanan roman yazarın diğer eserleri arasında sönük kalmış. Kitabın zorlanarak yazıldığı, ısmarlama olduğu hissediliyor. Sanki birileri "Git, bana falanca temalı bir roman yaz" demiş. Yazar efsanevi karakterlere o kadar kaptırmış ki kendini, bazen ne yazdığını unutmuş!  İkinci ve üçüncü bölümler sürükleyici. Yazarın konuları derinlemesine araştırması takdire şayan. Bununla birlikte gereksiz detaylara yer verilirken bütünlüğü sağlayacak ayrıntılar hep eksik kalmış.

Sofoklesin Oidipus'u ile Firdevsi'nin Şehnamesi'ni, baba oğul arasında süre gelen tarihsel ilişkileri anımsatması dışında roman olarak vasat bir yapıt.