KATEGORİLER

24 Haziran 2016 Cuma

YAVRU KUŞ

23/06/2016 Perşembe, Tire




Saat başı aramaların mı faydası oldu bilemiyorum ama planladığım işlerin iyi kötü bir şekilde yürümesi hayli sevindirici. Salih Usta sabah saat sekizde başlayacaktı çalışmaya. Onu aradığımda saat sekiz buçuğu geçiyordu. Arabaya malzeme yüklüyorlar, yarım saate kadar yola çıkacaklarmış. Her ne kadar yukarı yaylada çalışan Yakup Usta bahçe kapısını ben açarım demiş olsa da ot biçme makinesinin gürültüsünden  Salih Ustanın gelişini duymayabileceğini düşündüm ve yola çıktım.


Aceleyle bahçeye girdiğimde demir kapının ardına kadar açık olduğunu fark ettim. İçeri baktım, kimseyi göremedim. Yukarılardan ot biçme makinesinin sesi geliyordu. Belli ki Yakup Usta aşağı yaylanın kapısını açıp yukarı çıkmış! Kapıdan içeri girmeden yolun üzerindeki orta bahçeye bakmak istedim. Tam o sırada Salih Usta'nın adamları tel çitin üzerinden bahçedeki havuzun yanı başına boru kangallarını atıyorlardı. Onlara Salih Usta'yı sordum. Az sonra geleceğini söyleyip başka bir köye gitmek üzere arabalarıyla yanımdan ayrıldılar.



Aşağıya, taş eve doğru yürüdüm. Şehrin sıcağı buraya o kadar tesir etmiyor. Ağaçlar sanki doğal bir klima. Önümdeki ceviz ağacında bir hışırtı duyuyor başımı yukarı kaldırıyorum. İki tane tombul sincap yaprakların arasından çevik hareketlerle ağacın tepe dallarına tırmanıyor. Resmini çekmek için duraksadığım anda çoktan komşu ağaçların dallarına atlayıp izlerini kaybettiriyorlar.



Veranda tarafındaki kapıyı açıp taş eve giriyorum. İçerisi daha da serin. Bir araç sesi duyar duymaz  dışarıya bakıyorum. Gelen Salih Usta ve adamları. Yanlarına gidiyorum. Çalışanlardan biri "Burası yaşanacak yer" diyor. Ağaçların serinletici etkisinden başka buranın toprağı sıcağı emiyor.  Şehirde rüzgar bile sıcak, insanın yüzünü yakıyor.  Salih Usta, alt kısmın bütün damlama borularını elden geçirdiklerini, şimdi de üst kısmı tamamlayacaklarını anlatıyor. Ceviz fidanlarım bundan böyle bol suya kavuşacağı için seviniyorum. Orta yaylaya Ödemiş Bademli'den aldığımız meyve fidanları dikmiştik geçen yıl. Alt yayladan sonra damlama hatlarının elden geçirileceği ikinci yer orta yayla olacak.


Salih Usta ve ekibini aşağıda çalışır bırakıp yukarı yaylaya, Yakup Usta'nın yanına çıkıyorum. Giriş kısmının otları biçilmiş, fidanlar ortaya çıkmış. Hepsi suya hasret. Biraz daha geç kalsaydık hepsi kuruyacakmış. Buradaki armutlar olgunlaşmaya başlamış artık. Sağımda, solumda her taraf Karatay Elması. Yazık oluyor onca meyveye, ağacın dibine dökülüyor hepsi. Toplayıp pazara götürmeye kalksan ne işçiliğini ne de nakliyesini karşılar. Ne toprağında ne de ağacında gram ilaç var. Belgesi yok ama tam organik yani. Taş Ev düşüncesinin altında buradaki meyvelerin değerlendirilmesi yatıyordu aslında. Eşim de çok üzülüyor onca meyvenin heba olmasına. En az beş yüz kilo elmadan reçel yapacak engel olmasam... "Bu kadar reçeli kim yiyecek hele dur bakalım." demem kar etmiyor.






Yakup Usta bugün de karısını getirmiş yanında. Odun ateşinde çay demlemiş Sevgül Hanım. Bana da bir bardak dolduruyor. Ne çaydan anlarım ne de çayı severim ama hatırları kırılmasın diye benim için renkli sudan ibaret bir bardak sıcak sıvıyı içine üç küçük şeker atıp içiyorum. Su içmesini bile sevmem aslına bakarsanız ama hiç olmazsa o soğuk içilebiliyor.




Çaylar biter bitmez Yakup Ustayı yanıma alıp yukarı yaylanın sınırlarını gösteriyorum. Her taraf kestane, ceviz... Ağaçların altı kurumaya yüz tutmuş adam boyu otlarla kaplanmış. Geçen sene açtırdığım yol otların altında kaybolmuş. Altmış metre kadar yürüdükten sonra aşağı inen yolun altında kalan bölgede geçen sene Balıkesir'den getirttiğimiz chandler cinsi ceviz fidanlarını gösteriyorum. Yüz elli fidan dikmiştik buraya. İlk yıl fena da sulanmamıştı hani. Otların arasında kaybolan fidanları güçlükle bulup gösteriyorum. Yakup Ustanın gözü korkuyor. "Daha çok işimiz var burada" diyor içini çekerek. Önce otlar biçilecek, sonra Salih Usta ekibiyle birlikte damlama boruları elden geçirecek. Dönerken yolun üstünde kalan kısmı göstererek, "Bu bölgede de yüz tane kadar incir fidanı var, geçen yıl hortumla sulamıştık teker teker. Bu yıl hiç sulama yapamadık." diyorum.




Sözün kısası pek sulamaya ihtiyacı kalmayan koca kestane ve ceviz ağaçları bir tarafa üç sulama bölgemiz var yukarı yaylada. Arazinin girişinde geçen yıl diktiğim meyve ağaçları ve asma fidanları ile yolun alt tarafındaki ceviz fidanlarını damlama yöntemiyle suluyoruz. Yolun üzerinde suyu çok sevmeyen ama güneşe bayılan incirlerin bulunduğu bölgede doğal olarak damlama sistemi yok. Hortumla suluyoruz buradaki ağaçları.









Yukarı yayladaki havuzun başında geçen yıl don nedeniyle meyve vermeyen kayısı ağacı bu sefer meyvelerin ağırlığından yıkılıyor. Havuza gelen su iyice azalmış. Kaptaj çıkışlarında ya da borularda tıkanma olabilir. Hepsi elden geçecek. Suya çok ihtiyacımız var bu sıcaklarda.







Yakup Ustanın karısı eline orağı almış kalınlaşmış ot gövdelerini biçmeye çalışarak eşinin işini kolaylıyor. Onlar işe devam ederken dar bir yürüyüş yolundan aşağı inmeye başlıyorum. Bu patika yolun her adımında farklı bir bitkiyi, börtü böceği, ya da uçuşan rengarenk bir kelebeği görmek mümkün. Canlılar dünyasını tanımak konusunda kendimi oldukça yetersiz hissediyorum. Buraların asıl sahibi olan pek çok canlının adını bilmiyorum. Yukarı çıkarken çektiğim çiçek resimlerini göstermiştim Yakup Ustaya. Hepsinin yöresel adını biliyor köylüler. Bu yola "Botanik Parkur" demek geçiyor aklımdan. Taş Ev'in meraklı misafirlerine orman içinden kısa bir yürüyüş hiç de fena bir fikir değil... Yürüyüşün sonunda varılan nokta yukarı yayla. Buraya çıkan aşağıdan daha nefis bir manzarayı kucaklıyor...






Aşağı indiğimde Salih Usta'yı adamlarıyla birlikte çalışırken buluyorum. Atladıkları birkaç genç ağacı gösteriyorum sulama şebekesine dahil etmeleri için. Taş evin solundaki sulak yerde ortancalar coşmuş yine. Pembe mor renge bürünmüş halde bu güzelliğin resmini çekiyorum. Eve girip sabahtan beri kafamda kurduğum işe başlıyorum. Geçen hafta gelen masa ve sandalyelerin tozu alınıp salona yerleştirilecek. Masalar oldukça ağır görünüyor. Acaba tek başıma kaldırabilecek miyim?



























İlk masaya yüklendikten sonra gözüme kestiriyorum. Kaldırırken masanın ayakları yerden kesilmeli. Aksi takdirde ahşap döşeme çizilir. Evet biraz zorlansam da kaldırabiliyorum masaları...

Önce bir masa ve dört sandalye temizleyip manzara tarafına yerleştiriyorum. Sonra ikinciyi, üçüncüyü... Merak ettiğim husus, yerleşince salonun ne hal alacağı... Masa sayısı fazla mı gelecek yoksa eksik mi kalacak? İş uzayınca sıkılıyorum. Masaları bırakıp sadece sandalyelerin tozlarını almaya başlıyorum. Bu kadar çok sandalye tozu almadım hiç. Sahi daha önce ben hiç sandalye tozu almış mıydım?





Korktuğum başıma geldi.  Çok uzun bir yazı olmaya adaydı bugün yaşadıklarım. Kim okur ki bu kadar uzun yazıyı. Ama benim bunları mutlaka yazmam lazım.

Sandalyeleri bitirdikten sonra masalarla devam ediyorum. Karşılıklı kapı pencereleri açtım. Güzel bir esinti var. Ancak eğil, kalk masa sandalye ayaklarını sil kolay iş değil. Sapır sapır terliyorum. Neyse ki masaların sayısı sandalyeler kadar değil. Manzara tarafına beş masa yerleştiriyorum. Katlanır cam çerçeveler cephede iki yerde yanlarda birer yerde toplanıyor. Masaların araları rahat oturmaya imkan vermeli... Önce masanın her iki yanına sandalyeleri açılmış şekilde koyuyorum. Sandalyeler geniş olduğundan masalar arasında çok mesafe kalmış görünüyor gözüme. İki komşu masada oturanların aynı anda kalkma olasılığı düşük olduğu için masaları biraz daha yaklaştırabilirim birbirine . Evet, bu daha iyi oldu...  

Tire'ye buradan kuşbakışı bakmanın zevki başka... Hele bir de hava açık olursa. Bir uçağın penceresinden aşağı bakarmışçasına. İkinci sıraya üç masa ekliyorum. Gerekirse manzara tarafına koyduğum masalarla birleştirilebilir. Üçüncü sıra için sadece iki masa kalıyor geriye. Bunları ikinci sıraya koyduğum masalarla birleştirirsem salonun üçte biri boş kalacak! Onları da ayrı koymakta fayda var. Dörder sandalyeleri ile birlikte en azından bir beş masa daha yerimiz varmış! O zaman kırk değil altmış kişilik bir salonumuz olur. Ya da... Başka bir şey geliyor aklıma. Ahşap merdivenin yanından terasa açılan kapıya kadar geniş bir alan kalıyor. Ne kadar kemanı tek geçecek olsam da ileride buraya birer kemani ve udi oturtsak hiç de fena olmaz. Küçücük bir yer olduğundan ses düzenine bile gerek kalmaz...

Masa ve sandalyeler temizlenip yemek düzenine geçince eşimi arayıp tekmil veriyorum. O da evde bir yıldır depoladığımız bardak, tabak, çatal kaşıkları hazırlıyor. Bir kaç kez tenekeci Yücel Ustayı, hani şu bizim davlumbazların baca bağlantılarını yapacak olan Torbalı'dan bulduğum Tireli ustayı arıyorum. Akşama doğru gelebileceğini söylüyor. Ot biçme motorunun benzini azaldığı için bidonu doldurmam lazım. Şehre iniyor, benzin işini hallettikten sonra eşimi almak üzere evin yolunu tutuyorum. Bir sürü eşya ile dolduruyoruz arabayı. Yaylaya vardıktan kısa bir süre sonra Yücel Usta telefon edip Kaplan Köyü'ne geldiğini söylüyor. "Köyden yukarı yayla yoluna gireceksin tam bin iki yüz metre sonra sağlı sollu beton çitle çevrilmiş arazinin başında bekliyor olacağım seni." diyor ve onu karşılamak üzere kapıya doğru yürüyorum.



Yücel Usta Tirelilerin iyilerinden... Adam "geleceğim" dedi ve geldi. Gözlerimi yaşarttı. Ama son on yedi yılını Torbalı'da geçirmiş! Bozulmuş olabilir. Ölçüyor, biçiyor, notlar alıyor küçük defterine. Sohbet, sohbeti açıyor. Eşimin çocukluğu ve gençliğinin geçtiği eve yakın oturmuş yakınları. Tanıyorlar birbirlerini. Yarın telefon edip fiyat bildireceğini söyledikten sonra uğurluyoruz ustayı.






Evden gelen eşyaları dolaplara yerleştirmeye başlıyoruz. Güya ada tezgahın altındaki dolapları temizlemişlerdi gündelikçi kadınlar (!) Ellerini dahi sürmemişler. Yalancılık, sahtekarlık diz boyu. Ben bir yandan eşim bir yandan girişiyoruz temizliğe. İşimiz bitince toplanmaya başlıyoruz. Kapıları kapatıp evin önüne çıkıyoruz. 



Yerde küçücük bir kuş. Heykel gibi duruyor. Kuş değil sanki kuşun mumyası. Yanına yaklaşıyorum. Kıpırdamamakta ısrarcı. Uzanıyor, avucuma alıyorum. Kanatlarını bile çırpmıyor. Kendi cüssesine tezat oluşturan kocaman gözleri var. Yavru bir kuş. Uçmasını mı bilmiyor acaba? Yoksa hasta mı, aç mı? Eşimin eline koyup birkaç poz resmini çekiyorum. Arabada kızımın muhabbet kuşu, rahmetli  "Paşa" nın yemi olacaktı. Belki açtır, yer belki... Yemi alıp dönerken, "Aaa, uçtu." diyor eşim. Uça uça ilk katın kirişine konuyor. Yine hareketsiz heykel gibi yapışıp kalıyor orada. Uçmasını bilmiş olması rahatlatıyor bizi.

23 Haziran 2016 Perşembe

SAAT BAŞI ARAMALAR...

22/06/2016 Çarşamba, Tire


Size gün verilmesi o gün işe başlanacağı ya da bitirileceği anlamına gelmiyor burada. İşinizi takip etmez saat başı aramazsanız eğer, "Siz aramayınca biz de başka işe gönderdik adamları..." yanıtını alabiliyorsunuz. "Biz geçen hafta konuşmuştuk." veya "Dün aradığım zaman yarın geleceğinizi söylemiştiniz." şeklindeki haklılığınızı kanıtlama çabaları boşuna. İşini takip edeceksin kardeşim. Bir kere değil defalarca, her gün, her saat arayacaksın...



Hatırlatmak işinizin hallolması anlamına gelmiyor ama yine de şansınızı ciddi biçimde arttırıyor. Bugün yaşadım bunu ben. Sabah kahvaltı etmeden çıktım evden. Yeter ki bir an önce bitsin şu işler. Yaylanın acilen elden geçirilmesi gerekli damlama sulama sistemi için geçen hafta Salih Usta ile sözleşmiştik. İlk olarak onun dükkanına gittim. Bir iki saat kadar acil işinin olduğunu daha sonra benim iş için yukarı çıkacağını söyledi.


Oradan ayrılıp Elektrikçi Ali'nin dükkanına gittim. Dün görüştüğümüzde "Yarın sabah bir adam gönderirim." diyen adam sabah yanına vardığımda bana elemansızlıktan yakınıyordu. Benim işi Kamil yaptığı için onu göndermek istiyormuş. "Kamil hastanede, yeni doğum yapan eşinin yanından ayrılamıyor. İsterseniz bir siz de konuşun" dedi. Zor bir doğum olduğu için bebeği ve annesini iki gündür hastanede alıkoymuşlar.

Kamil'e telefon ediyor, dün gelen bulaşık makinesi yetkili servis elemanının su  basıncını yetersiz bulduğunu, bugün yine adamların İzmir'den geleceğini söylüyorum. Her nasılsa "Geleyim bari" diyor.

Hastaneden alıyorum Kamil'i, dükkana uğrayıp alet edevatını alıp yaylaya çıkıyoruz. Meğer bütün problem makineye temiz su giriş hortumunun ezilmiş olmasıymış! Suyun gelişi, basıncı gayet iyi görünüyor. Kamili hastaneye, takım çantasını dükkana bırakıyorum.

Salih Ustayı arıyorum. Tekrar arıyorum bir saat sonra. "Geliyoruz," diyor sürekli. Öğleden sonra dört kişi gelip alt yaylanın damlama şebekesini elden geçirmeye başlıyorlar. Havuzun dibindeki filtre tıkandığı için su geliri kesilmişti. İlk olarak filtreyi temizliyorlar. Güldür güldür su akmaya başlıyor.

Saat başı aradığım diğer kişi Özdemir Usta. Sabah Çeşme'ye gittikten sonra gelirim demişti son aradığımda. Salih Usta ekibiyle alt yayladan başladığı çalışmasına devam ederken Özdemir Usta arıyor. Çeşme işini iptal ettiğini ve bana gelmek üzere yola çıktığını bildiriyor.

Bir şeyler atıştırmak için geldiğim evde Özdemir Ustanın telefonunu bekliyorum. Evde artık koyacak yer bulamadığımız cam eşyaların bir kısmını arabaya yüklüyorum. Bu sırada telefonum çalıyor. Hastane kavşağında aracının içinde beni bekler buluyorum Özdemir Ustayı. Önüne düşüp çıkıyoruz yukarı. Saatlerce uğraşıyor pompaların montajı için. Deterjan ve parlatıcı getirmesini de istemiştim. Suyun ph'ını ölçüyor. Bir kaç test daha yapıyor deterjan ve parlatıcı oranını ayarlamak için. "Suyun kalitesi çok iyi." diyor.   

Yukarıdayken Penci Mehmet'i arıyorum. "Ben de sizi arayacaktım, aracın üstünde sizin malzemeler." diyor. Dükkanında fazla yer bulunmadığından dolayı malzemeleri yukarı çıkarmak istediğini ama tuvaletlerin asma tavanına ancak Cuma günü başlayabileceğini söylüyor.Bir kaç saat sonra asma tavan malzemeleri tuvaletlerin önüne indiriliyor.

Yakup Usta sabahtan beri yukarı yaylada ot biçiyor. Karısını da almış yanına çay yaptırmak için. Benim yukarı çıkacak zamanım hiç olmadı. Çalışma saati dolup aşağı inince görüşebildik. Otlar büyümüş, fidanlar fena halde suya hasret kalmış. Yarın Salih Ustanın imdada yetişeceğini ve kalabalık bir ekiple su işini halledeceğini ümit ediyorum.

Dün Taş Evi'n bir kaç resmini yayınlamıştım. O resimleri çektiğim zaman kirazlar yeni çiçek açmaya başlamıştı. Bu mevsimde aynı yerden yeni Taş Ev'in resimlerini çekmenin zor olacağını biliyordum. Ağaçlar ne kadar engel olduysa da bir kaç kare resim çektim yine. 

22 Haziran 2016 Çarşamba

KAYSTROS TAŞ EV

21/06/2016 Salı, Tire

Umarım bu sıcaklar daha fazla sürmez. Geçen sene oturduğumuz evin karşılıklı iki cephesinden kapı ve pencereleri açtığımız zaman öyle güzel bir esinti oluyordu ki, yazları asla bunalmayacağımızı düşünmüştük. Ne kadar erken karar verdiğimizi birkaç gündür anlıyoruz. Geçen sene yaz olmamış meğer!

Kulağım telefonun sesinde, kahvaltıyı hazırlıyorum. Telefon geldiği anda her şeyi olduğu gibi bırakıp yaylaya, kapıları açmaya gideceğim. Bugün dolap montajı var Taş Ev'in. Ünal Usta geleceğim dediğinde gelir ama gecikmeye başlayınca telefon ediyorum. Araç yükledikleri için öğleden sonra geleceklermiş. Bilseydim böyle olacağını eşimin doktor randevusunu sabahtan aldırırdım. Artık o yalnız gitmek zorunda... Son dört beş gündür ağrılarında azalma var. Umarım bu iyileşme devam eder.

Beklediğim ikinci telefon İzmir'den. Bulaşık makinesi devreye alınacak. Arayıp öğlene doğru gelebileceğini söylüyor servis elemanı.

Öğle üzeri Ünal Usta arayıp yarım saat sonra yukarıda olacaklarını söylüyor . Hazırlanıp evden çıkıyor ve ekip gelmeden yaylanın kapılarını açıyorum. Arabanın arkası tuvalet kapılarının parçaları ve aksesuarları ile dolu. Hepsi ağır parçalar, özellikle dört adet kapı kanadı taşırken zorluyor beni. Ünal Usta ve adamları geldiğinde arabayı boşalmıştım neredeyse.

Marangozlar çalışırken saat başı bulaşık makinesi yetkili servisini arıyorum. Her seferinde "Yola çıkmak üzereyim, Torbalı'ya vardım" gibi laflarla oyalanıyorum. Neyse ki, geç de olsa geliyorlar. Geldiklerinde Ünal Usta'nın ekibi işlerini neredeyse bitirmek üzereydi. Servis elemanları gelir gelmez makineyi çalıştırdı,   kontrollerini yaptı ve bana makinenin nasıl çalışacağını gösterdi. "Çalışır durumda teslim aldım" belgesini imzalatıp gittiler.

İşler biter bitmez yaylanın kapı ve pencerelerini kapatıp aşağı inerken eşimi arıyorum. Salı pazarına geç kaldık yayla işlerinden dolayı. Evden eşimi alıyorum. Arabasının periyodik bakımlarının yapıldığını, arka balataların, yağ ve filtrelerinin değiştirildiğini haber vermişti sabahtan Olgun Usta. Pazar alışverişini eşimle birlikte yapıyoruz.

Arabayı servisten almadan önce yolumuz üzerindeki tabelacıya uğradık. Nasıl ve hangi büyüklükte ve kaç adet tabelaya ihtiyacımız olacak yerini gördükten sonra söyleyecekmiş Ahmet Bey.

Adı artık kesinleşti. Üç seçenek üzerinde durmuştuk isim konusunda. Birincisi "Kaplan", ikincisi "Yayla", üçüncüsü ise "Taş Ev". Üçüncüsünde karar kıldık. Baştan beri kafaya koymamıza rağmen halkımızın dilinin dönmekte zorlanacağını düşündüğümüz "Kaystros" adını da kullanacağız. "Kaystros Taş Ev Cafe & Restaurant"

Tam bir sene oluyor yola çıkalı... Duvarlarından çatısına, döşemesinden ahşap balkonuna kadar yılların vermiş olduğu yorgunluğu taşıyacak takati kalmamış, eskilerin "Kule" dedikleri  taş evi yıkıp kocaman bir tarihi yeniden ayağa kaldırmaya başlayalı... Eski görüntüsü ne kadar cinler, periler basmış bir köşkü andırsa da yenisi bir o kadar sıcak, dost ve davetkar. Diğer bloğumda 20/06/2015 tarihinde "Kaystros Kaplan Tyrha Cafe Restaurant" adıyla hayal etmiştik bugünü...

p.s Pazardan dönüşü herkes kendi arabası ile yaptı.

21 Haziran 2016 Salı

MERHABA İZMİR

20/06/2016 Pazartesi, İzmir

Tam bir ay sonra arabama kavuştum. Geçen ay bugün olduğu gibi İzmir yollarına düşmüştük yine. Torbalı'da beş araçlık zincirleme trafik kazasının dördüncü sırasına yazmıştı bizi kader. O gün bugündür, araba servisteydi. Yola çıkmadan önce eşimin arabasını bakım için bırakıp benimkini alıyorum servisten. 

Torbalı sanayisine uğruyoruz geçerken. Davlumbazın bacaya bağlantılarını yapabilecek bir usta buluyoruz sonunda esnafa sorarak. Tesadüf bu ya, koca Tire'de bu işi yaptıracak adam yok diye Torbalı'ya gidiyoruz ve bulduğumuz adam Tireli çıkıyor!

Karabağlar'da tuvaletin compact kapılarını yaptırdığım yere fatura bedelini ödeyip belgelerimi alıyorum. Oradan çıkıp kapıları teslim alacağımız Bornova 4. Sanayi'ye yol alıyoruz. Bu bölgeyi pek tanıdığım söylenemez. Eskiden Bornova'da sadece Ege Üniversitesi kampusu vardı. Şimdi koca şehir kurulmuş, yetmemiş bir sürü sanayi bölgesi açılmış!

Üretim tesislerinden malzemeleri alıyor, arka koltuğu yatırıp arabaya yerleştiriyoruz. Compact ince, ağır, çizilmeye ve suya dayanıklı bir malzeme. Masa, sandalye dolap, kapı gibi bir çok yerde kullanılıyor. Fiyatı diğer malzemelere göre hayli pahalı sadece. Bu malzemeleri toparlayıp kapı haline getirir umarım Ünal Usta. Yarın göreceğiz bakalım.

Hava hayli sıcak.  Aydın ve Denizli'de okulların sıcaktan dolayı tatil edildiklerinden bahsediliyor. Arabanın kliması en düşüğe ayarlanmış. Yönümüzü Gıda Çarşısına çeviriyoruz. Buraya her geldiğimde gerilirim. Yollardaki onarım faaliyetleri hala devam ediyor. Sokak aralarında inanılmaz bir trafik. Araçlar birbirini adeta yalayarak geçiyor. Daha önce ufak arabayla daha rahat ilerliyorduk. Büyük arabaya bu trafik içinde yol ve park yeri bulmak daha fazla emek istiyor. Bulaşık makinesi için yarın servis geleceğini bildirmişti İlhan Bey. Biz de deterjan ve parlatıcıyı alacağımız yerleri araştırıyoruz.  Çoğu bizim daha önce karşılaşmadığımız yeni şeyler bunların. Evde kullandığımız bulaşık makinesinden oldukça farklı her yönüyle...

Sanayi tipi bulaşık makinesinde yıkama süresi çok kısa mesela. Bizim makinemiz saatte beş yüz tabak yıkıyormuş. Kaç seferde bunu beceriyor, her birinin süresi nedir göreceğiz. Eşim titizleniyor. İyi yıkayacak mı? Mikropları ölecek mi? diye. Kullanılan deterjan ve parlatıcılar da büyük bidonlarda satılıyor. Her toptancı ismini önceden duymadığım bir deterjan ve parlatıcı satıyor. O kadar çok marka var ama bunlar arasındaki fark sadece fiyat olmasa gerek. Bir sürü yer gezip fikir sahibi oluyoruz. Bazı deterjanlar daha konsantre, bazılarına su katılmış. Mübarek yağ gibi üste çıksa anlaşılacak. Süte su kattıkları gibi deterjana da katıyorlarmış. Bu yüzden büyük fiyat farkları çıkıyor. İşimiz gücümüz üç kağıt. Sonunda dozaj pompası ayarlıyormuş bunu. Suyla seyreltilmiş deterjanların tüketimi daha fazla olunca ilk anda ucuza aldım gibi görünen aslında en pahalısı olabiliyormuş!

Deterjan ve parlatıcı evdeki makineler gibi manuel konulmuyor makineye. Her biri için ayrı pompalar var.  Ya bu pompaları istediğiniz yerden temin edip, istediğiniz marka deterjan ve parlatıcıyı temin edebiliyorsunuz ya da size biri çıkıp bu pompaları ücretsiz veriyor. Ücretsiz pompalara sahip olmak cazip değil o kadar tabii. O zaman ben yılda şu kadar deterjan alacağım demen lazım ya da bütün temizlik malzemelerini pompayı veren yerden alacağını taahhüt etmen gerekiyor.

Sadece pompaları, deterjan ve parlatıcıyı alman da yetmiyor. Bir de bu pompaların kurulması, ayarlarının yapılması lazım. Neyse birini bulup telefonda görüşüyorum. Daha sonra yaparım diyen bir başkası çıkıyor. Yarın ikisinden birine telefon edip işi bağlamayı düşünüyoruz.

Eksik ne kaldı? Tatlı kaşığı, çatalı ve bıçakları. Bıçak fiyatlarının çatal/kaşıklara göre dört beş kat yüksek olması şaşırtıcı. Peçetelik, tuzluk, biberlik... Ne kadar çokmuş ihtiyaç. Çoğunu parça parça almışız iyi ki. Ama aldıkça yenileri çıkıyor hala. Arabadan inip dükkanlara girince sıcağın şiddeti yoruyor bizi.

Dönüş yolculuğuna başlamadan önce kahvaltılık malzeme satan yerlere bakıyoruz. Önemli olan kaliteyi uygun fiyata alabilmek. Karadeniz'in kaymağı, tereyağı yok bu bölgede. Bir yerde buluyoruz ama o da satıcı. Üretim yerini keşfetmek lazım. Adam iyi satıcı. Alttan giriyor üstten çıkıyor, tattırıp tattırıp bir sürü malzeme aldırıyor bize ama ondan almadıklarımızın onun bize satmak istediklerinden daha fazla olması teselli ediyor bizi.

Ters giden bir şey olmadı bugün. Bir merhaba dedik İzmir'e işte, denizini bile doğru dürüst görmeden...

20 Haziran 2016 Pazartesi

AMÉLIE, MON AMOUR


Yok arkadaş olmayacak bu böyle... Hiç uyumadan, hiç çalışmadan hep bu müziği dinleyeyim. Hangi sihirli eller hangi duygularla dökmüş bunu notaya... Allah'ım al canımı.. Benden başka bir şey isteme. Bir şey de istemiyorum senden. Müsaade et sadece. Hep dinleyim bu müziği defalarca... Bir ömür boyu değil, sonsuza kadar. Nedir bu duygu seli...

Tam normale döndüm derken küçük bir prensesin yıl sonu okul gösterisinin müziği olarak çıktı karşıma.

Nedir beni bu kadar etkileyen? Üstelik bende özel bir hatırası da yok iken. Hani ilk sevgilimle birlikte falanca yerde dinlemiş olsak yürek titreten bir anlamı olacak, anlarım. Filmini üç kez izledim. Üç bin kez daha izlesem sıkılmam. Film de güzel, Amélie'nin muzip bakışları da. Ben bu kıza aşık mı oldum yoksa besteci Yann Tiersen'in notalarına mı? Film 2001 yılında yönetmen Jean Pierre Jeunet tarafından çekilmiş. Müziğine akordeonun ve piyanonun hüzünlü neşesini katmış...

Yann Tiersen 23 Haziran 1970'te Fransa'nın Brest kentinde doğmuş. Her şeyini öğrenmek istiyorum bu adamın. Ne yemiş ne içmiş, ne görmüş. Doğduğu şehirde yirmi metreye yakın gel-gitler yaşanıyormuş. Bu sebep mi ola böyle güzel melodileri çıkarmasına?

Kısa film müzikleri yapmış. 1998 yılında yaptığı üçüncü albümü ile ünlenmiş. Dinliyorum, çok güzel ama Amelie (Le fabuleux d'Amélie Poulain) filmi için yaptığı müziğin yerini tutmuyor. "Good bye Lenin" ve diğer albümlerinde de aynı tadı alamıyorum. Benim aşkım Amélie!

Amélie'nin resmine bakıyorum. O da bana bakıyor. Hem de bir hınzırlık yapmış da, saklamasını beceremiyor gözlerinde. Kısa kesim saçları özensiz. Olsun yakışmış ona. Kırmızı elbisesi gibi...

Sadece beni mi etkiliyor bu müzik? Hayır sadece beni değil elbette. Merak ediyorum bu harika müzik hakkında insanlar ne düşünüyor?
"Kadıköy vapuruna gelinlik gibi yakışan albüm" demiş biri. Sıkıcı bir işi bitirmeye ilaç... Dinlendiren, mutlu eden, huzur veren, tedavi edici özelliğe sahip. Güzel hayaller, hüzne de mutluluğa da uyan, tadına doyum olmayan anti-depresan. Ürpertiyle karışık bir mutluluk yaşatan, mekanı dolduran, çikolata yemiş gibi mutlu eden, tapılası, saygıyla eğilesi, insanın içini burkan, tatlı hüzün yaşatan, dünyanın en şanssız insanı hissettiğin zaman, dinlenesi. Sokakta karlar arasında dans etmeye zorlayan, dinlerken dudaklarının vişne rengi olmasını sağlayan, passiflora etkisi yaratan, çikolata fondü, bu geceki çıldırma faslımın sorumlusu, kıza aşık olmama karar verdiren, karda t-shirt ile yürüten, Paris'te bir sokakta Amelie ile yürüyormuş hissine kaptıran, doktor reçetelerine sakinleştirici olarak girmesi gereken, yaşama sevinci, sebepsiz mutlu eden, huzur dolu, banyoda dinlerken çıkmak istemeyeceğiniz, her duyguya yer verecek kadar geniş nota aralığına sahip.

Yorumlardan biri ise tam olarak koymuş ortaya Amélie'nin büyüsünü:

Bazı müzikler vardır, kendisine ait bir anısı yoksa bir şey hissettirmez,
Bazı müzikler vardır, tek başına dinlenince zevk vermez,
Bir de Amélie'nin müzikleri... Tek başına huzur verir,
Sokakta dinlerken herkes durmuş, bir tek siz yürüyormuş hissini uyandırır,
Kendisi anıyı yaratır, anın değeri müzikten gelir,
Gözleriniz kapalı dinlerken, gözleriniz açıkken gördüklerinizden kat kat güzel şeyler görmenizi sağlar,
Karanlık bir odayı görünmeyen bir ışıkla doldurur,
Dinlenmezse büyük kayıptır.

1 Nisan 2016'da düşmüştü başıma Amélie' ateşi ilk kez burada.  Bakalım kaç kez daha düşecek!
Tanıştırayım; İşte benim cin bakışlı Amélie'm. 

TANGOYA UYANMAK

19/06/2016 Pazar, Tire

Cehennem sıcakları kavuruyor. Odamıza kapandık, klimayı çalıştırdık. Ara sıra yaptığım üzere kafama bir konuyu takar, onu araştırır öğrenmeye çalıştım. Öğrendikçe şaşırdım ve kızdım kendime ben bunları niye bilmiyorum diye. O kadar çok konu var ki öğrenilecek hangi birine yetişeceğim?  

Blogları karıştırırken "kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı" isimli bloğa takılıyorum. Uzun zamandır takip ettiğim bu blog bana çok keyifli anlar yaşatıyor. Son yazısı "balkon konuşmaları" nın altına hoş bir müzik parçasının linkini vermiş. Basıyorum linkin üzerine. "Cayetano - Fairy Tales"  Nefis bir müzik... Onun arkasından aynı youtube sayfasında dolaşmaya devam ediyorum. Martin Zarzar'dan Moliendo Cafe'sini dinlerken mest oluyorum... Güzel ezgiler arasında yaptığım geziye İspanyolca müzik eksenli devam ediyor, sonunda Tango 'da bir mola veriyorum. İşte Querer... Buram buram aşk kokuyor. Al sevdiğini yanına, çık sahilde mehtabın altına dinle bu müziği... Anında aşık olmazsa sil geç üzerinden, hayır gelmez sana ondan...


Yetmezse müziğin ezgileri, İspanyolcaya Fransız kalınırsa eğer, işte Türkçe sözleri...

Aşk, kalbinin ta içlerinden, utanmadan, sebepsiz, tutkunun ateşiyle,
Aşk, geriye bakmadan, gözlerinin içiyle, daima, daha da fazla,
Aşk, mücadele etmek, rüzgara karşı uçmak, denizin güzelliklerini keşfetmektir.
Aşk, paylaşabilmek, hayata susamışlığı, aşkın hediyesidir: hayat
Aşk, denizle gökyüzü arasında, yerçekimi olmadan, özgürlüğü hissetmektir.
Aşk, hiçbir şey beklemeden, vermek sadece vermek, daima daha fazlasını

Ben yine orijinal halinden daha çok zevk alıyorum.

Tangoyu severdim ama hiç bu kadar ilgimi çekmemişti. Bu durum tango hakkında yeterince bilgi sahibi olmamaktan mı kaynaklanıyor yoksa taşıdığım ruh halinin sonucu mu? Dansı, müziği, sözleri ayrı güzel... Her millete göre kendini biçimlendirmiş bir sanat.

Tango deyince aklıma hep ekonomik ve kültür seviyesi yüksek toplum kesiminin müziği gelirdi. Oysa 1800'lü yılların başında Arjantin'in başkenti Buenos Aires ve Uruguay'ın başkenti Montevideo'da doğmuş danslı müziğin adıymış tango. Çeşitli Avrupa ülkelerinden büyük hayallerle Latin Amerika'ya  göçtükten sonra büyük sosyo-ekonomik sıkıntılar çeken insanların ortaya çıkardığı müzik... Ailesini geride bırakıp her türlü sıkıntıyla boğuşan bu insanlar Almanların icat ettiği akordeona benzeyen bir müzik aleti (bandoneon) çalar, müzik eşliğinde dans edip avunurlarmış. Bir anda erkek nüfusun artması kadın sayısı ile dengesizlik yaratmış, bunun sonucunda genelev sayıları artmış. Talebi karşılamakta zorlanan işletmeciler salonda sıra bekleyen erkek müşterilerini eğlendirmek için küçük tango grupları çalıştırmaya başlamışlar. Sonraları orta ve üst düzey müşterileri ağırlamaya başlayan bu mekanlar dayesinde alt kesimin sokak müziği olan tango üst kültür tarafından da tanınmaya başlanmış!


Tango, önceleri genelevlerde çalındığı için ayıplanan ve argo sözler içerdiği için küçümsenen bir müzik türü iken 1900'lü yıllara gelindiğinde gemilerle Avrupa'ya giden işçiler tarafından Paris, Londra, Berlin ve diğer başkentlere taşınmış. Argo sözcüklerden arındırılan tango Avrupa yüksek sosyetesinde büyük rağbet görmüş. Paris'te de bu müziğe değer verilmesiyle birlikte Arjantin'de her kesimin beğenisini kazanmaya başlamış. O ince, yüksek topuklu ayakkabılarla ayaklarını burkmadan dansın kıvrak hareketlerini yapabilmek sadece kadınlara mahsus bir özellik olmalı...


Değişik dünya kültürleriyle yoğrulan tango her ülkede farklı isim ve farklı şekillerde çalınıp söyleniyormuş. Finlandiya'ya girdiği andan itibaren çok sevilen tango bu ülkede Fin Tangosu olarak isim yapmış. Diğer tangolardan farklı olarak çiftler bu türde diz dize, yanak yanağa yakın temas halinde dans ederken kadının erkekten ayrı artistik hareketlerine yer verilmezmiş. Sadece Arap Tangosu (Tango Oriental) eşsiz yapılıyor! Kadınlar oynuyor erkekler seyrediyor...



Cumhuriyetin ilanı ile birlikte Türkiye'de çok sesli müziğe geçilmesinden sonra tango müziği yurdumuzda tanınmaya başlamış. Necip Celal, Fehmi Ege ve Necdet Koyutürk bu türde çok sayıda eser vermiş ve Türk tangosunun temellerini oluşturmuşlar. Özellikle Necdet Koyutürk'ün "Papatya" tangosu yirmi milyon nüfuslu ülkede yirmi bin adet taş plak satmış. Türkiye'nin ilk tangosu olan "Mazi kalbimde bir yaradır" parçasını ilk seslendiren kişi Seyyan Oskay'mış. (1913-1989)



Özetle bir zamanların ayıplanan ve hor görülen halk dansı bugün sosyetenin nezih müziği haline gelmiş! Tangonun aşk ve melankolik tutkuya sahip mizacının temelinde onun doğduğu topraklardaki yaşanmışlıkların yattığı aşikar. Georges Bizet tarafından bestelenen çok sevdiğim Carmen Operasının ünlü "Habanera" aryasına  İspanyol figürleri ve Küba müziği ile beslenen tango dokunuşları eşlik ediyor.



Kendimi tangonun eşsiz dans ve müziğine kaptırmışken hayatın gerçekleri kulağıma çalınıyor. "Hayatım, salonun perdelerini indirecektin!"

Perdeler indi, boncukları kırılmasın diye filelere toplandı, yıkandı ve tekrar yerine asıldı. Yayla zamanı şimdi. Aşağı yayladaki ceviz fidanlarının yarısını bugün sulayacaktım. Bu sefer yalnız çıktım yukarı. Damlama sistemi onarılana kadar hortum yetmeyen yerlere kova kova su taşımak zorundayım. Aşağı yaylanın alt taraflarına doğru eğim artıyor. Yakup Usta iyi ki burada neredeyse ağaç haline gelmiş yabani otları temizlemiş.  Bastığım yeri ve fidanları görebiliyorum artık. Bütün fidanlar buz gibi kaynak suyu ile ferahlıyor. Çok seviniyorlar ve onlardan çok dua alıyorum.

19 Haziran 2016 Pazar

KARATAY ELMASI

18/06/2016 Cumartesi, Tire

Bugün izin verdim kendime. Kafam çok dağınık. Değil yaylada otları biçen Yakup Usta'yla ilgilenmek ona telefon edip bir ihtiyacı var mı öğrenmek bile geçmiyor aklımdan. Telefonun her çalışında canımı sıkacak bir haber alacağım endişesi var üzerimde. Negatif enerjim eşimi de etkiliyor. Ankara'yı konuşuyoruz...

"Ankara'yı seviyorum, uğurlu gelmişti bize o şehir..." diyor can sıkıntısıyla eşim. İzmir istemiyor bizi, her gelişimizde tersine gidiyor işlerimiz... "Ankara'dayken her ikimiz de çalışıyorduk, çalışanlar şehri orası, emekliler için değil." diyorum.  "Ne yapacaktık Ankara'da şimdi?"

Gece boyunca doğru dürüst uyumadım, koltukta sızıp kaldığım sabahın ilk saatlerini saymazsak. Yan, eşimin kalktığı saatleri... Ne onun elektrik süpürgesinin sesini duyuyorum ne çarpan kapıların.

Gecikmeli bir kahvaltı sonrası yarı uykulu yarı düşünceli haldeyim. Ünal Usta'dan gelen telefon dünyaya döndürüyor. Dolaplarımız hazırmış. Pazartesi günü montaja gelmek istiyorlarmış. "Hayır Pazartesi gelmeyin, biz İzmir'deyiz." diyorum. "Salı günü bizim için uygun görünüyor."

Felaket bir sıcak var bugün. Bütün İzmir kavruluyor. Sokağa çıkmayın diye uyarıların ardı arkası kesilmiyor. Geçen sene bu kadar sıcak bir gün olmamıştı. Evimizde karşılıklı kapı, pencereler açılınca güzel bir esinti olurdu. Ama bugün yaprak kımıldamıyor. Ara sıra eser gibi olsa da sıcak hava yüzümüzü yakıyor. Böyle sıcak havalarda yeni diktiğimiz fidanlar düşüyor aklıma. Damlama boruları elden geçirilmesi lazım ama Çarşamba gününden önce gelemiyor Salih Usta.  Geleceğim dediyse kesin gelir. Buraların insanı böyledir (!) İçimi bir ferahlık kaplıyor, demeyin gitsin. Onlar gelene kadar Yakup Usta otları temizlemiş olur. Hiç olmazsa bu yıl diktiğim ceviz fidanlarını sulamak istiyorum. Çarşıda biraz alışveriş yaptıktan sonra yaylaya çıkıyoruz eşimle birlikte. Şehir yanarken yayla havası iyi geliyor. Ama burası bile sıcak, o kadar fazla esinti yok. Hemen hortumları uzatıyor fidanları sulamaya başlıyorum. Ne güzel geliyor buz gibi yayla suyu onlara yakıcı bir günden sonra. Fidan çukurlarını suyla doldururken uzun süren bir susuzluğun ardından kana kana su içtiğimi hayal ediyorum. Ceviz fidanları da kana kana içiyor verdiğim suları. Bana minnetle gülümsediklerini hissediyorum.

Her taraf elma ağacı. Burada yaz elması ya da yayla elması diyorlar adına. Çarşıda pazarda pek yüz veren olmasa da Canan Hoca'nın "Bulursanız bunlardan yiyin" dediklerinden. Doğal, organik, ilacın zerresi yok. Yolumuz üstündeki Roman vatandaşlardan alacağımız sepetlerin içlerini bu elmalarla doldursak... Yaz elması, yayla elması deyince anlamayan milletimize "Karatay Elması" adıyla yok satarız yeminle. Kaşıkçı Elması değil Karatay Elması. Zayıflamak, kilo vermek, ince bir bedene kavuşmak istiyorsanız, "Karatay Elması" diyeti ile 5 günde 5 kilo verebilirsiniz.

Dönüş yolunda hava yavaş yavaş kararmaya başlıyor.  "Artık tabelamızı asalım." diyor eşim. "Taş Ev Cafe & Restaurant" son kararımız mı şimdi diye soruyorum. "Yayla" yerine "Taş Ev" in daha çok yakışacağına karar veriyoruz birlikte. "Kaystros Taş Ev Cafe & Restaurant" İsmi de hazır, geriye kaldı çalışanları bulmak. Şöyle helal süt emmiş, işi bilen, yalanı dolanı olmayan, temiz, çalışkan, yaptığı işten keyif alan, güvenilir, müşteriye hitap etmesini bilen, en lazım olduğu sırada sudan sebeplerle yarı yolda bırakmayan, sözünün eri, sakar olmayan, güler yüzlü... Memleket bu tür insanla kaynıyor nasıl olsa!