Saat başı aramaların mı faydası oldu bilemiyorum ama planladığım işlerin iyi kötü bir şekilde yürümesi hayli sevindirici. Salih Usta sabah saat sekizde başlayacaktı çalışmaya. Onu aradığımda saat sekiz buçuğu geçiyordu. Arabaya malzeme yüklüyorlar, yarım saate kadar yola çıkacaklarmış. Her ne kadar yukarı yaylada çalışan Yakup Usta bahçe kapısını ben açarım demiş olsa da ot biçme makinesinin gürültüsünden Salih Ustanın gelişini duymayabileceğini düşündüm ve yola çıktım.
Aceleyle bahçeye girdiğimde demir kapının ardına kadar açık olduğunu fark ettim. İçeri baktım, kimseyi göremedim. Yukarılardan ot biçme makinesinin sesi geliyordu. Belli ki Yakup Usta aşağı yaylanın kapısını açıp yukarı çıkmış! Kapıdan içeri girmeden yolun üzerindeki orta bahçeye bakmak istedim. Tam o sırada Salih Usta'nın adamları tel çitin üzerinden bahçedeki havuzun yanı başına boru kangallarını atıyorlardı. Onlara Salih Usta'yı sordum. Az sonra geleceğini söyleyip başka bir köye gitmek üzere arabalarıyla yanımdan ayrıldılar.
Aşağıya, taş eve doğru yürüdüm. Şehrin sıcağı buraya o kadar tesir etmiyor. Ağaçlar sanki doğal bir klima. Önümdeki ceviz ağacında bir hışırtı duyuyor başımı yukarı kaldırıyorum. İki tane tombul sincap yaprakların arasından çevik hareketlerle ağacın tepe dallarına tırmanıyor. Resmini çekmek için duraksadığım anda çoktan komşu ağaçların dallarına atlayıp izlerini kaybettiriyorlar.
Veranda tarafındaki kapıyı açıp taş eve giriyorum. İçerisi daha da serin. Bir araç sesi duyar duymaz dışarıya bakıyorum. Gelen Salih Usta ve adamları. Yanlarına gidiyorum. Çalışanlardan biri "Burası yaşanacak yer" diyor. Ağaçların serinletici etkisinden başka buranın toprağı sıcağı emiyor. Şehirde rüzgar bile sıcak, insanın yüzünü yakıyor. Salih Usta, alt kısmın bütün damlama borularını elden geçirdiklerini, şimdi de üst kısmı tamamlayacaklarını anlatıyor. Ceviz fidanlarım bundan böyle bol suya kavuşacağı için seviniyorum. Orta yaylaya Ödemiş Bademli'den aldığımız meyve fidanları dikmiştik geçen yıl. Alt yayladan sonra damlama hatlarının elden geçirileceği ikinci yer orta yayla olacak.
Salih Usta ve ekibini aşağıda çalışır bırakıp yukarı yaylaya, Yakup Usta'nın yanına çıkıyorum. Giriş kısmının otları biçilmiş, fidanlar ortaya çıkmış. Hepsi suya hasret. Biraz daha geç kalsaydık hepsi kuruyacakmış. Buradaki armutlar olgunlaşmaya başlamış artık. Sağımda, solumda her taraf Karatay Elması. Yazık oluyor onca meyveye, ağacın dibine dökülüyor hepsi. Toplayıp pazara götürmeye kalksan ne işçiliğini ne de nakliyesini karşılar. Ne toprağında ne de ağacında gram ilaç var. Belgesi yok ama tam organik yani. Taş Ev düşüncesinin altında buradaki meyvelerin değerlendirilmesi yatıyordu aslında. Eşim de çok üzülüyor onca meyvenin heba olmasına. En az beş yüz kilo elmadan reçel yapacak engel olmasam... "Bu kadar reçeli kim yiyecek hele dur bakalım." demem kar etmiyor.
Yakup Usta bugün de karısını getirmiş yanında. Odun ateşinde çay demlemiş Sevgül Hanım. Bana da bir bardak dolduruyor. Ne çaydan anlarım ne de çayı severim ama hatırları kırılmasın diye benim için renkli sudan ibaret bir bardak sıcak sıvıyı içine üç küçük şeker atıp içiyorum. Su içmesini bile sevmem aslına bakarsanız ama hiç olmazsa o soğuk içilebiliyor.
Çaylar biter bitmez Yakup Ustayı yanıma alıp yukarı yaylanın sınırlarını gösteriyorum. Her taraf kestane, ceviz... Ağaçların altı kurumaya yüz tutmuş adam boyu otlarla kaplanmış. Geçen sene açtırdığım yol otların altında kaybolmuş. Altmış metre kadar yürüdükten sonra aşağı inen yolun altında kalan bölgede geçen sene Balıkesir'den getirttiğimiz chandler cinsi ceviz fidanlarını gösteriyorum. Yüz elli fidan dikmiştik buraya. İlk yıl fena da sulanmamıştı hani. Otların arasında kaybolan fidanları güçlükle bulup gösteriyorum. Yakup Ustanın gözü korkuyor. "Daha çok işimiz var burada" diyor içini çekerek. Önce otlar biçilecek, sonra Salih Usta ekibiyle birlikte damlama boruları elden geçirecek. Dönerken yolun üstünde kalan kısmı göstererek, "Bu bölgede de yüz tane kadar incir fidanı var, geçen yıl hortumla sulamıştık teker teker. Bu yıl hiç sulama yapamadık." diyorum.
Sözün kısası pek sulamaya ihtiyacı kalmayan koca kestane ve ceviz ağaçları bir tarafa üç sulama bölgemiz var yukarı yaylada. Arazinin girişinde geçen yıl diktiğim meyve ağaçları ve asma fidanları ile yolun alt tarafındaki ceviz fidanlarını damlama yöntemiyle suluyoruz. Yolun üzerinde suyu çok sevmeyen ama güneşe bayılan incirlerin bulunduğu bölgede doğal olarak damlama sistemi yok. Hortumla suluyoruz buradaki ağaçları.
Yukarı yayladaki havuzun başında geçen yıl don nedeniyle meyve vermeyen kayısı ağacı bu sefer meyvelerin ağırlığından yıkılıyor. Havuza gelen su iyice azalmış. Kaptaj çıkışlarında ya da borularda tıkanma olabilir. Hepsi elden geçecek. Suya çok ihtiyacımız var bu sıcaklarda.
Yakup Ustanın karısı eline orağı almış kalınlaşmış ot gövdelerini biçmeye çalışarak eşinin işini kolaylıyor. Onlar işe devam ederken dar bir yürüyüş yolundan aşağı inmeye başlıyorum. Bu patika yolun her adımında farklı bir bitkiyi, börtü böceği, ya da uçuşan rengarenk bir kelebeği görmek mümkün. Canlılar dünyasını tanımak konusunda kendimi oldukça yetersiz hissediyorum. Buraların asıl sahibi olan pek çok canlının adını bilmiyorum. Yukarı çıkarken çektiğim çiçek resimlerini göstermiştim Yakup Ustaya. Hepsinin yöresel adını biliyor köylüler. Bu yola "Botanik Parkur" demek geçiyor aklımdan. Taş Ev'in meraklı misafirlerine orman içinden kısa bir yürüyüş hiç de fena bir fikir değil... Yürüyüşün sonunda varılan nokta yukarı yayla. Buraya çıkan aşağıdan daha nefis bir manzarayı kucaklıyor...
Aşağı indiğimde Salih Usta'yı adamlarıyla birlikte çalışırken buluyorum. Atladıkları birkaç genç ağacı gösteriyorum sulama şebekesine dahil etmeleri için. Taş evin solundaki sulak yerde ortancalar coşmuş yine. Pembe mor renge bürünmüş halde bu güzelliğin resmini çekiyorum. Eve girip sabahtan beri kafamda kurduğum işe başlıyorum. Geçen hafta gelen masa ve sandalyelerin tozu alınıp salona yerleştirilecek. Masalar oldukça ağır görünüyor. Acaba tek başıma kaldırabilecek miyim?
İlk masaya yüklendikten sonra gözüme kestiriyorum. Kaldırırken masanın ayakları yerden kesilmeli. Aksi takdirde ahşap döşeme çizilir. Evet biraz zorlansam da kaldırabiliyorum masaları...
Önce bir masa ve dört sandalye temizleyip manzara tarafına yerleştiriyorum. Sonra ikinciyi, üçüncüyü... Merak ettiğim husus, yerleşince salonun ne hal alacağı... Masa sayısı fazla mı gelecek yoksa eksik mi kalacak? İş uzayınca sıkılıyorum. Masaları bırakıp sadece sandalyelerin tozlarını almaya başlıyorum. Bu kadar çok sandalye tozu almadım hiç. Sahi daha önce ben hiç sandalye tozu almış mıydım?
Korktuğum başıma geldi. Çok uzun bir yazı olmaya adaydı bugün yaşadıklarım. Kim okur ki bu kadar uzun yazıyı. Ama benim bunları mutlaka yazmam lazım.
Sandalyeleri bitirdikten sonra masalarla devam ediyorum. Karşılıklı kapı pencereleri açtım. Güzel bir esinti var. Ancak eğil, kalk masa sandalye ayaklarını sil kolay iş değil. Sapır sapır terliyorum. Neyse ki masaların sayısı sandalyeler kadar değil. Manzara tarafına beş masa yerleştiriyorum. Katlanır cam çerçeveler cephede iki yerde yanlarda birer yerde toplanıyor. Masaların araları rahat oturmaya imkan vermeli... Önce masanın her iki yanına sandalyeleri açılmış şekilde koyuyorum. Sandalyeler geniş olduğundan masalar arasında çok mesafe kalmış görünüyor gözüme. İki komşu masada oturanların aynı anda kalkma olasılığı düşük olduğu için masaları biraz daha yaklaştırabilirim birbirine . Evet, bu daha iyi oldu...
Tire'ye buradan kuşbakışı bakmanın zevki başka... Hele bir de hava açık olursa. Bir uçağın penceresinden aşağı bakarmışçasına. İkinci sıraya üç masa ekliyorum. Gerekirse manzara tarafına koyduğum masalarla birleştirilebilir. Üçüncü sıra için sadece iki masa kalıyor geriye. Bunları ikinci sıraya koyduğum masalarla birleştirirsem salonun üçte biri boş kalacak! Onları da ayrı koymakta fayda var. Dörder sandalyeleri ile birlikte en azından bir beş masa daha yerimiz varmış! O zaman kırk değil altmış kişilik bir salonumuz olur. Ya da... Başka bir şey geliyor aklıma. Ahşap merdivenin yanından terasa açılan kapıya kadar geniş bir alan kalıyor. Ne kadar kemanı tek geçecek olsam da ileride buraya birer kemani ve udi oturtsak hiç de fena olmaz. Küçücük bir yer olduğundan ses düzenine bile gerek kalmaz...
Masa ve sandalyeler temizlenip yemek düzenine geçince eşimi arayıp tekmil veriyorum. O da evde bir yıldır depoladığımız bardak, tabak, çatal kaşıkları hazırlıyor. Bir kaç kez tenekeci Yücel Ustayı, hani şu bizim davlumbazların baca bağlantılarını yapacak olan Torbalı'dan bulduğum Tireli ustayı arıyorum. Akşama doğru gelebileceğini söylüyor. Ot biçme motorunun benzini azaldığı için bidonu doldurmam lazım. Şehre iniyor, benzin işini hallettikten sonra eşimi almak üzere evin yolunu tutuyorum. Bir sürü eşya ile dolduruyoruz arabayı. Yaylaya vardıktan kısa bir süre sonra Yücel Usta telefon edip Kaplan Köyü'ne geldiğini söylüyor. "Köyden yukarı yayla yoluna gireceksin tam bin iki yüz metre sonra sağlı sollu beton çitle çevrilmiş arazinin başında bekliyor olacağım seni." diyor ve onu karşılamak üzere kapıya doğru yürüyorum.
Yücel Usta Tirelilerin iyilerinden... Adam "geleceğim" dedi ve geldi. Gözlerimi yaşarttı. Ama son on yedi yılını Torbalı'da geçirmiş! Bozulmuş olabilir. Ölçüyor, biçiyor, notlar alıyor küçük defterine. Sohbet, sohbeti açıyor. Eşimin çocukluğu ve gençliğinin geçtiği eve yakın oturmuş yakınları. Tanıyorlar birbirlerini. Yarın telefon edip fiyat bildireceğini söyledikten sonra uğurluyoruz ustayı.
Evden gelen eşyaları dolaplara yerleştirmeye başlıyoruz. Güya ada tezgahın altındaki dolapları temizlemişlerdi gündelikçi kadınlar (!) Ellerini dahi sürmemişler. Yalancılık, sahtekarlık diz boyu. Ben bir yandan eşim bir yandan girişiyoruz temizliğe. İşimiz bitince toplanmaya başlıyoruz. Kapıları kapatıp evin önüne çıkıyoruz.
Yerde küçücük bir kuş. Heykel gibi duruyor. Kuş değil sanki kuşun mumyası. Yanına yaklaşıyorum. Kıpırdamamakta ısrarcı. Uzanıyor, avucuma alıyorum. Kanatlarını bile çırpmıyor. Kendi cüssesine tezat oluşturan kocaman gözleri var. Yavru bir kuş. Uçmasını mı bilmiyor acaba? Yoksa hasta mı, aç mı? Eşimin eline koyup birkaç poz resmini çekiyorum. Arabada kızımın muhabbet kuşu, rahmetli "Paşa" nın yemi olacaktı. Belki açtır, yer belki... Yemi alıp dönerken, "Aaa, uçtu." diyor eşim. Uça uça ilk katın kirişine konuyor. Yine hareketsiz heykel gibi yapışıp kalıyor orada. Uçmasını bilmiş olması rahatlatıyor bizi.