KATEGORİLER

20 Temmuz 2016 Çarşamba

SOĞUDUK BU TEZGAHTAN

19/07/2016 Salı, Tire

Evimiz doğum yapıyor adeta. Her gün yeni bir şeyleri evlatlık veriyor yukarıdaki Taş Ev'e. Yeni evlerinin uğurlu olmasını diliyorum. Bugün de her gün mutfakta kahvaltımıza eşlik eden küçük televizyonu çıkarıyoruz yukarı. Birkaç gün sonra kahvaltılarımızı Taş Ev'in verandasında yapmayı düşlüyoruz artık. Bu yüzden son kalan eksikliklerin bir an önce tamamlanması gerekiyor.

Evden çıkmadan önce muayene zamanı geçen arabama TÜV istasyonundan randevu almak istiyorum. Plaka bilgisinin arkasından iki harf ve altı rakamdan oluşan belge numarası soruluyor. Kaç sefer denedim bilmem ama her seferinde sayfada çıkan mesaj aynı. "Plaka no ile belge no uyuşmamaktadır, lütfen yeniden giriniz." Aklıma kötü şeyler gelmeye başladı. Yoksa çalıntı bir araba mı satın almıştım? Sigorta acentesini aradım. İşlemleri yapan kişi "Ruhsat sayfalarında isminizin altındaki belge no'yu yazacaksınız." dedi. "Zaten öyle yapıyorum." dedim. Ofise uğrarsam yardımcı olabileceklerini söyledi. "Bir bu eksikti." dedim kendi kendime.

Dün zaman yetmediği için yetiştiremediğimiz bir elektrikli şofben konusu vardı. Yapacağımız ilk işlerden biri olsun bu dedik.

"Siz gelmeyince geri göndermiştik ama isterseniz bugün yeniden getirtebiliriz." dediler. Yani geceden sabaha sabredememişler. Yerlerinin olmadığını söylediler. Kağıt üstünde haklıydılar. Dün uğrayacağımızı söylediğimiz halde işler uzayınca sözümüzü tutamamıştık. En azından telefon edip gelemeyeceğimizi söyleyebilirdik. Eleştirdiğim bir konuda bu sefer benim özeleştiri borcum doğuyordu. Şansımıza yetkili servis de oradaydı. Hem satış yapan kişi hem de servis elemanı termosifonun bugün yerine monte edilebileceğini söylediler. Hemen ödemeyi yaptık.

Aklım sigorta acentesindeydi. Kapıda karşıladı yetkili. Bilgisayarına arabamın plaka ve ruhsat belge no'sunu girdi. "Ters bir durum yok, randevu alabiliyoruz." dedi. Şaşırdım. Meğerse ben başka bir sayfadaki numarayı giriyormuşum. Ekranda beliren bilgi notunda iki harfli ve altı rakamlı belge numarasını girin deyince kendimden emin bir şekilde yanlış sayfadaki numarayı giriyormuşum. Doğru numara da iki harf ve altı rakamdan olunca işler karışmış. Yaşlanıyorum galiba... Sonuç olarak Tire TÜV istasyonundan haftaya çarşamba gününe randevu alabildim ancak.

Çarşı tarafına gittik. Her taraf araç dolu, park etmek imkanı yok. Her salı günü aynı hikaye. Reklamcıya yakın bir yer bulabildik sonunda. Dün konuşurken soğutucu servisi gelince apar topar ayrılmak zorunda kalmıştık. Genç bir çocukla birlikte logo tasarımı üzerinde çalıştık. O kadar güzel bir tasarım çıktı ki ortaya hem eşim hem de ben bayıldık. Yavuz adındaki genç bu konuda eğitim almış ve işini zevkle yaptığı belli. Web tasarımı da yapıyormuş. Önümüzdeki hafta bu iş için yine bir araya geleceğiz. Hafta sonuna kadar da üç tabelamız yerlerine monte edilmiş olacak. Bundan sonra her geleni karşılamama da gerek kalmayacak. Yoldan geçen hemen görecek koca tabelayı. "Kaystros Taş Ev Cafe & Restaurant". Ortaya çıkan logoyu bana göndermesini söylemeyi unuttum. Yoksa bugünün onur resmi o olacaktı...

Reklamcıda iki saate yakın bir süre kaldıktan sonra pazara çıkıp alışveriş yaptık biraz. TV ve internet bağlantılarını konuşmak üzere bir aile dostumuzun yanına gittik. İş yoğunluğu arasında sırasıyla çalışmamızı önerdiği muhasebeci, içecek grubu bölge bayii, yola döşeyeceğimiz beton kilit taşı ile ilgili olarak bir taşeronla görüştü. Hepsine benim telefon numaramı verdi. Ben de onlarınkini aldım. Çok yararlı olmuştu bu görüşmeler. İnternet konusunda bölgede en sorunsuz çalışan iletişim şirketi konusunda istihbarat yaptıktan sonra bizi hemen karşısındaki bayiye yönlendirdi. Teşekkür edip ayrıldık yanından. Akşama doğru TV bağlantıları için gelebileceğini söyledi.

Taş Ev'in bulunduğu yer Kaplan Köyünün üst kısmı. Burada en iyi internet bağlantısı Superonline ile sağlanıyormuş. Gerekli müracaatı yaptık. İki gün içinde bizi arayacaklarmış. Turkcell çalışanları dikkat çekecek kadar müşterilerine sıcak ilgi gösteriyorlar. Konuştuğumuz kızcağız da çok ilgilendi. İşimiz bitince yanından ayrılıp Pazarcı Ahmet'in yanına gittik. O da eşiyle birlikte sıcak bir şekilde karşıladı bizi. Son zamanlarda hasret kaldığımız iyi insanlardan biri Pazarcı Ahmet. Ona pazarda satması için dört sepet elma ve armut bırakmıştık evvelki gün. Zor satmış. İnsanlar meyvenin organik olup olmadığına bakmıyorlar ki. İri ve kırmızı olsun, göz doldursun yeter, isterse içi ilaç dolsun... Pazara götürdüğü elma ve armutların satış bedelini teslim ediyor.

Geçen hafta sonundan beri elektrik parasını ödemeyi unutuyorduk. Ödeme notasına yakın bir yere gelmiş ancak arabayı park ettiğimiz yerden epey uzaklaşmıştık. Eşimi o kadar yolu yürümesin diye Orta Parkta bıraktıktan sonra faturaları ödeyip arabamın yanına gittim. Sivrisinek avlayıcı bir cihazı dönüşte almak üzere dükkanda bırakmıştık. Şu mavi ışık saçıp sivrisinekleri cezbettikten sonra onları tuzağa düşürüp elektrik ızgarasıyla çıtır çıtır yakan alet. Düşünüyorum: Sivrisinekler mi bize karşı acımasız yoksa biz mi sivrisineklere...

Şehirde işler bitti sayılır. Yolumuz yayla yolu. Ama bizi büyük bir sürprizin beklediğini nereden bilebilirdim ki? Güle oynaya bahçeye girerken onca zaman kaybettikten sonra servisin nihayet gelip tezgah tipi soğutucuyu da çalışır duruma getirdiği için şükrediyordum Tanrıya. TV ve internet bağlantıları da yapıldıktan sonra bütün hayatımız yayla... Taş Ev'in mutfak servis kapısını açıyorum. Gözüm hemen tezgah tipi soğutucunun digital göstergesine kayıyor. Gözlerime inanamıyorum. Ufak ekran 43,8 dereceyi gösteriyor. Eşim verandada bir arkadaşıyla telefonda çene çalıyor. Ona müjdeyi vermeden cihazı satın aldığımız İlhan Beyi arıyorum. "Alın artık şu aleti başımızdan yeter artık, bu adam olmayacak." Servisi hemen arayacağını söylüyor İlhan Bey. Beş dakika sonra dün gelen servis elemanı Selçuk arıyor. Durumu anlatıyorum ona da. Whatsapp'tan göstergenin fotoğrafını göndermemi istiyor. "İnşallah becerebilirim." diyorum. Beceriyor ve gönderiyorum. Gönderememe gibi bir şansım olmadığını biliyorum. Yarım saat sonra Selçuk arıyor yine. Halen Urla'da bulunduğunu söyleyip ne zamana kadar yaylada kalacağımı soruyor. Ancak akşam saat sekizden sonra gelebileceğini söylüyor. Geç olacağını düşünüp yarın sabah erkenden gelmeyi teklif ediyor. "Yarına acil bir işin çıkar yine, sen iyisi mi ne yap ne yap bu gece gel." diyorum.
Gerekirse sabaha kadar beklerim seni...

Güzel giden günümün havası bozuluyor birden. Havuza gidip bakıyorum. Vanayı dün açmıştım. Tamamen boşalmış. Demek ki temizlediğim filtre işe yaramış. Aslında dün aldığım çizmeleri giyip havuzu temizlemem lazım. Bel ağrım zaman zaman nüksediyor. Gelecek insanlar var temizliğin sırası değil. Havuza su dolması için çıkış vanasını kapatıp dönüyorum. Telefonun şarjı iyice azalmış. Yukarı yaylaya çıkmam lazım. Aynı şekilde oradaki büyük havuzun da çıkış vanasını kapatmam gerekli. Birisi gelse eşimin bana haber veremeyecek. Şimdilik vaz geçiyorum yukarı çıkmaktan. Telefonumu şarja koyuyorum.

Biraz sonra bölgenin en büyük içki dağıtım şirketi yetkilisi Mustafa Bey arıyor. Kuşadası'ndan dönüp Kaplan yoluna girmiş. İyi ki yukarı yaylaya çıkmamışım. Yine de bidonu kaynak suyuyla dolduracak kadar zamanım var.

Mustafa beyi kapıda karşılayıp içeri alıyorum. Taş Ev, manzara ve bahçe çok hoşuna gidiyor. Mersin'den gelen üst düzey yönetici bir tanıdığını aşağıdaki restoranlardan birine götürmüş. Adam manzaraya hayran kalmış. Mustafa Bey buradaki manzaranın daha güzel olduğunu söylüyor. Gelen misafir o kadar beğenmiş ki Kaplan Köyünü; hemen sağa sola sordurmaya başlamış, bu manzaraya sahip taş ev yaptırabileceği bir arazi bulabilir mi diye...

Mustafa Bey'le uzun uzadıya konuşuyoruz. İki adet dikey soğutucu verecek. Ayrıca sponsor destekleri olacak. Eşimin yaptığı Türk kahvelerimizi verandanın serinliğinde yudumluyoruz. Mustafa beyi uğurladıktan sonra başka biri gelmeden yukarı yaylaya çıkıyorum. Çıkarken adımlarımı sayıyorum bu sefer. Yokuş yukarı çıkarken attığım adımların çoğu ayak boyundan fazla değil. Arada hiç dinlenmeden beş yüz sekseninci adımda havuz başına varıyorum. Hemen çıkış vanasını kapatıp dönüş adımlarımı saymaya başlıyorum. Dönüşteki adım sayımın daha az olmasını beklerken tam tersine altı yüz adım sayıyorum. Bunu yaparken sanki zaman daha çabuk geçiyor.

Aşağı yaylaya iyice yaklaştığımda kapalı siyah bir pikabın yıldırım hızıyla bahçenin giriş kapısından içeri daldığını görüyorum. Kim ki bu diye anlamaya çalışırken adımlarımı sıklaştırıyor peşinden yetişmeye çalışıyorum. TV için daha geç gelmelerini bekliyordum. Acaba termosifon montajı için gelen servis elemanları mı bunlar? Yok, olamaz. Bu bahçeyi çok iyi bilen biri. Hiç acemilik çekmeden kapıdan girip Taş Ev'in önüne kadar gidiyor. Arabanın Aydın plakasını görünce gelenin soğutucu servis elemanı olduğunu anlıyorum. Hemen işe koyuluyor. "Yeter artık tut raporunu da değiştirin şu soğutucuyu" diyoruz eşimle ağız birliği edercesine. Krom kapaklar sökülüyor yine, yirmi dakika sonra küçük bir delik daha buluyor gazın kaçmasına sebep olan.

Telefonum çalıyor. Bu sefer gelen Arçelik servisi. Termosifon montajını yapacaklar. İki kişi birlikte geliyorlar bahçe kapısına. Gidip onları da karşılıyorum. Avludaki arabamı görünce gülerek, "Abi söyleseydin ya Captiva'nın olduğu bahçe diye, o zaman kapıya kadar gelmene gerek kalmazdı" Anladım ki reklama ihtiyacımız var. Benim araba Taş Ev'den fazla tanınıyor. En azından şimdilik...

Eşim kahve servisine devam ediyor. Kahvenin yanında favori kurabiye çeşitleri, tahinli kurabiye ve Antakya kahkesi.

Elektrikli termosifon montajı ile soğutucu onarımı aşağı yukarı aynı zamanda bitiyor. Onlar ayrılmadan önce Ozan'ı arıyorum. Saat sekizde çıkacaklarını söylüyor. Eşime "Daha çok zaman var" diyorum, "Saat sekiz buçuğu bulur gelmeleri." "Saatten haberin var mı?" diye soruyor. Saate bakıyorum sekize çeyrek var. Ne çabuk geçmiş zaman (!)

Tam zamanında geliyor dört kişilik TV ekibi. Ozan'a Taş Ev'i gezdiriyorum. O da çok beğeniyor. Üst salonda katlanır camların bir kısmını açıyorum. Ekip terasın üzerinden çatıya tırmanıyor. Kıbleye bakıyormuş çanaklar burada. Bacanın yanına monte ediyorlar bu yüzden. Eşim kahveyi nasıl içtiğini soruyor Ozan'a. "Kahveler iptal" diyorum. İnip aşağıdan iki bira kapıp geliyorum. Mezemiz yok ama soğuk bira güzel gider burada. Eşim aşağıdan ceviz getiriyor bir tabak içinde. Cevizle birayı birlikte hiç denememiştim. Güzel oluyor.

Çanak antenin montajı tamamlanıyor. Ancak gece vakti bina dışından kablo çekmek riskli. Yarın devam etmek üzere ayrılıyorlar. Peşlerinden biz de kapıları kapatıp evimizin yolunu tutuyoruz.

19 Temmuz 2016 Salı

BİZ Mİ, YAŞIYORUZ İŞTE!

18/07/2016 Pazartesi, Tire

Eşim çocuk yaştaki masum askerlere yapılan zulümden çok etkilenmiş görünüyor. Basında çıkan haberler sinirlerini germiş iyice. En üst makamdan aldığı talimatla tankların üzerine çıkan güruhun gencecik ana kuzularına yaptıkları aklından çıkmıyor bir türlü. Hepsi kendi çocuğuymuş gibi, ağlamaklı... Ben de isyanlardayım bu duruma. Kaldırıp başımı televizyon ekranlarına baktığımda bunun demokrasi şenliği olduğunu anlatıyor birisi, yedi gün yedi gece sürecekmiş...

Uzaktan sesleniyor eşim bütün gerginliğiyle. "Hadi hadi kalk artık, yapacak bir sürü işimiz var?"  Belli ki sabah haberlerine takmış kafayı yine. Bana gelince, iki saat olmuş yatalı. Uyku girmemiş gözüme. Ne işler varmış yapılacak? Düşünüyorum, hiçbir şey gelmiyor aklıma. Tezgah tipi soğutucu arızalıydı. Onun için servis gelecekti... Ne zaman? Bilmiyorum ki (!)

Çaresiz kalkıp yüzümü yıkıyorum. Teker teker düşüyor belleğime yapılacaklar, uykuyu gözümden atarken. "Kahvaltı hazır hayatım." Yok bu bile fayda etmiyor yüzünü güldürmeye.

İlk önce Ünal Ustadan başlayalım. Cuma günü aramıştım yanılmıyorsam eğer. Özdere'de tatil yaptığını ama pazartesi günü dönmüş olacağını söylemişti. "Tamam" demiştim, "Pazartesi görüşürüz." Arıyorum, ama görüşemiyoruz. Çünkü telefona cevap veren yok. Hani pazartesi dönmüş olacaktı? Bütün iyimserliğimle "Belki de dönmemiş, denizdedir." diyorum. "Birazdan döner bana."

Yok, ne dönen var ne arayan. Ama bizim de beklemeye tahammülümüz yok. Eşim söylenmeye başlıyor. "Tek adam bu mu yahu? Kesinlikle buna yaptırmayacağız, başkasını bulacağız." Yeni Sanayi Sitesine gitmek üzere çıkıyoruz evden. Yine bir şans vermek istiyorum Ünal Ustaya. "Dükkandadır belki, telefonu gürültüden duymamıştır." diyorum.

İşyerine geldiğimizde Ünal Ustanın dükkanının kapalı olduğunu görüyoruz. Dün mermercinin önerdiği başka bir mobilyacıdan fiyat almakla başlıyoruz işe. İki tezgah altı dolap istediğimiz. Çay ocağı, eviye, kahve makinası, tost makinası falan konulacak üzerine. İlk gittiğimiz yer tamam yaparız ama biraz beklemeniz lazım. Sözleşmeli işlerimiz var, İzmir Mavişehir'e yetiştirmemiz gereken. "Ne zaman başlayabilirsiniz peki?" diye soruyorum. Aldığım cevap mekanı hemen terk etmemizi gerektiren cinsten. "Bir aydan önce başlayamayız."

Birkaç yer dolaştıktan sonra aynı işi yapan Ünal Ustanın abisine düşüyor yolumuz. Hafta sonuna kadar yetiştirebileceğini söylüyor dolapları. Tam anlaştık derken abisinin ortağı Ünal Ustayla çalıştığımızı öğrenince ortağını arama ihtiyacı duyuyor. Neyse ki yaptığı telefon görüşmesi sonucunda icazet alınıyor. Sıcağı sıcağına önce tezgah ve eviye seçimi için mermerciye oradan ölçü almak üzere yaylaya çıkıyoruz.
Uzun uzadıya şöyle yapalım, böyle yapalım, şu renk olsun, bu renk olsun tartışmalarından sonra kararlar veriliyor. Ölçüler alınıyor. Ali Usta atölyeye geri dönüp seçtiğimiz renk var mı ellerinde, onu araştırıyor. Biz de peşinden yola çıkıyoruz. Şehirdeki işlerimiz bitmedi ki daha. Önce malzemeciye gidiyoruz. Tam işyerinin kapısındayken Ali Usta arıyor. "Biz de geldik." diyoruz. Seçtiğimiz renkle biraz ton farkı varmış ellerinde. O mu, bu mu derken, o olsun diyoruz sonunda. Dolap ve çekmece kapaklarının kulplarını seçiyoruz gitmişken. "İyi bari, bu iş de halloldu." deyip rahatlıyoruz biraz.

Tabela ölçülerini alan kişiden ses seda çıkmadı. "Tabelacıya gidelim, bir bakalım fiyat çıkardı mı?" derken birkaç yerden daha fiyat almanın doğru olacağını düşünüyoruz. İkinci konuştuğumuz reklamcı ile anlaşıyoruz. "Bundan sonra böyle, aramazsan müşteri kaçırırsın işte." deyip söyleniyorum, sanki umurlarındaymış gibi.

Televizyon ve internet bağlantıları için Ozan Beyle konuşmuştum daha önce. "Bir araştırayım." demişti. Gidip konuşmak lazım artık. Ozan Beye doğru giderken telefonum çalıyor. Soğutucu servisi gelmiş, Kaplan Köyünde bekliyormuş. Daha önce niye aramadı ki bu çocuk. Hemen yaylaya çeviriyoruz yönümüzü. Bir çeyrek sonra köyde buluşup yaylaya çıkıyoruz. Soğutucunun bütün arka paneli ve üst tablası sökülüyor. Gaz kaçıran petek değiştiriliyor. Tam iki saat uğraşıyor servis elemanı. O işi tamamlayıp gittikten sonra küçük havuza bakıyorum. Su kalmamış olması gerekirken havuzun dolu olduğunu görüyorum. Vananın yanındaki filtre tıkanmış. Filtreyi temizleyip vanayı açıyorum. Sorun giderilmiş oluyor. Yukarı yaylanın büyük havuzu da dolmuş olmalı. Çıkıp ceviz fidanlarını sulayan bölge vanasını açmak lazım. Aceleyle patika yoldan çıkıyorum yukarı. Havuz tam dolu olmasa da idare eder. Alt kısmı sulayan vanayı açıyorum. İçim rahat etmiyor, ceviz fidanlarının sulandığından emin olmak için aşağı doğru yürüyorum. Esas niyetim geçen sene su bol diye komşuya çektiğim hattın vanasını kapatmak. Vananın üzerinde büyük bir taş var. Kaldırmaya çalışıyorum ama her şey eskisi gibi değil artık. Belimde iğne batar gibi iki zonklama duyuyorum. Taşı ve kontrol edemediğim diğer fidanları arkamda bırakıp dönüyorum aşağı yaylaya.

Eşim hidroforun yanında kekik arıyor. Gözler alışmadı tabii kekik bitkisine. Ben onların membaını biliyorum. Artık kekiği tanımış olmanın verdiği gururla eşimi kekiklerin bolca bittiği yere götürüyorum. Elinde makas var köküyle gelmesin diye. "Ver bana ben toplayım." diyorum. Vermiyor, çünkü büyük zevk alıyor bunu yaparken.

Bugün bir de elektrikli termosifon takılacaktı. Ama vakit geç oldu. Dönüşte yol kenarında güzel bir ağaç dikkatimizi çekiyor. Hemen fotoğrafını çekiyorum.

Termosifon satıcısı işyerini kapatmış. Bu iş de yarına kalsın. Soğutucu servisi geldi ya, gerisi kolay.

15 TEMMUZA FARKLI BİR BAKIŞ

Siyaset yapmayacağım. Çünkü sevmiyorum siyaseti. Siyasetçileri de sevmiyorum. Yalancı, halkı kullanan ve kandıran, sadece kendilerine ve yandaşlarına çalışan iki yüzlü kişiler çoğu. Aralarında vardır belki bir kaç tane vatanı milleti düşüneni ama onlar da kötülerin arasında eriyip giderler.

Ne sağcı, ne solcu, ne de dinci partiye üyeliğim olmuştur. Hiçbirisine kayıtsız şartsız inanmadım inanmam. Din en çok kullanılan araçtır siyasette. Bu yüzden dini siyasete alet eden partilerin dışında sağ ve sol görüşlü partilere kullandım oyumu önceki seçimlerde.

Demokrasi hakkında kafamda bazı soru işaretleri vardı.  "Kavgam" isimli kitabını okuduktan sonra, çağın en kanlı diktatörü Adolf Hitler'in de en az benim kadar demokrasi ve parlamenter sistemi eleştirdiğini gördüm, şaşırdım. Oysa o, demokrasi ve parlamenter sistemin bir hediyesiydi dünyaya.

Dünyada büyük oyunlar oynanıyor. Süper güç ABD, Büyük Ortadoğu Projesini (BOP) gerçekleştirmek için kendi ikiz kulelerini vurmadı mı? Ama bize ne dediler. Osama Bin Laden yaptırdı. Kafamız yatmadı bu işe. Osama Bin Laden'i palazlandıran ABD değil miydi? Sonra ikiz kulelerin vurulmasını bahane ederek pek çok ülkeyi hedef almadı mı? Önce Afganistan, sonra Irak, Libya ve Suriye.

Irakta bulunduğum için biliyorum. Bağdat'ta, Musul'da herhangi bir mağazaya giriyorsunuz, ne almak isterseniz büyük kısmı Türk Malı. Bütün ülke Türk TIR ları ile dolu. Müzik marketlerde İbrahim Tatlıses'in son kasetini sorarlar. Adeta bizim sömürgemiz. Ne oldu sonra? Irak ABD askerinin çizmesiyle çiğnendi, müzeleri ve her türlü zenginliği yağma edildi, bu olay bizim ekonomimize en büyük darbeyi vururken, hediyesi PKK oldu.

Sonuçta zarar gören hep Türkiye ve zarar görmeye devam ediyor. PKK terörü yıllardır ülkemizin ilk gündeminde. Hadi kaçakçılık, uyuşturucu vs yasal olmayan yöntemlerle mali kaynak yaratıyorlar diyelim. Ama silah fabrikaları mı var bu adamların? Silahları bir yerlerden alıyorlar. Ama hibe olarak ama parasıyla belli ülkeler bunlara silah ve eğitim sağlıyor. Peki çok mu zor bu silahların kaynağını belirlemek? O kadar insanımız ölüyor ama teröristlere silah veren/satan ve bizim stratejik ortak kabul ettiğimiz ülkelerle dost görünmeye devam ediyoruz. Bırakın diğer ülkeleri, sadece ABD'nin istese bu kanlı terörü bir gün içinde sona erdireceğine inanıyorum. ABD dostumuz bizim (!) Bu durumu bilmezden gelen siyasi iktidarlar vatan haini değil mi? Yıllardır madden ve manen bu ülkeyi tahrip eden teröre karşı gerekli önlemleri almayan hükümet yetkilileri bu sorumluluğu başkasına atabilir mi? "Kanı yerde kalmayacak, şehitler ölmez" laflarını ederek sorumluluklarını nereye kadar saklayabilecekler yaşlı gözlerden?

On beş yıldır tek başına iktidar olan hükümet "Bizi kandırdılar" deyip işin içinden sıyrılabilir mi? Onca insanın suçsuz yere hapis yatması, işkence görmesi, asılsız suçlamaların etkisiyle hayatını kaybetmesinin sorumluluğu "E, ne yapayım eski ortak beni kandırdı" diye savuşturulabilir mi? Eski ortak kandırırsa seni, zarara uğramaz mısın? Öyle bir hükümet düşünün ki, hata yaptıkça kendisi kahraman oluyor, zararını masum insanlar çekiyor.

Muhalefet partilerine de mevcut iktidara da yakın hissetmiyorum kendimi. Çünkü hepsi biat kültürüne sahip. Oysa ben soru sormak ve akıl yürütmekten yanayım. Kafama yatmayan şeylere inanamam.

Gelelim 15 Temmuz gecesine; yani kalkışmaya (darbeyi küçümseyen yeni icat bir ifade olmalı bu). Kafalar çok karışık. Soru işaretleri çok... Fethullah Gülen'e mal edilen bu darbe girişimini bir film olarak izleseydik eğer, "Yok artık" diyeceğimiz o kadar çok sahnesi olurdu ki.

Eskiden darbe yapmak kolaydı. Ne internet, ne akıllı telefon, ne sosyal paylaşım siteleri, ne hassas dinleme aygıtları vardı. Canı isteyen hiyerarşik düzen içinde üç komutan bir araya geldiğinde kolayca darbe yapabilirdi. Hükümet, emniyet teşkilatı ve halk sabahın ilk saatlerinde radyoda çalan Hasan Mutlucan türküleriyle öğrenirdi darbe olduğunu. Ama şimdi kuş uçsa haber alabilecek dinleme, izleme cihazları, haberleşme sistemleri var. Eski ortak Gülen cemaatinin çevirdiği dolaplar sayesinde tamamen kontrolüne geçen bir ordun var. Bu sözde darbe girişiminden MİT'inin haberdar olmaması bana göre mümkün değil.  MİT darbe hazırlığı yapanların kimler olduğunu, harekete geçecekleri zamanı, kimlerin ne görevler alacağını, darbeye nasıl karşı koyulacağını pekala bildiğine inanıyorum. İktidar ve ona bağlı güçler rahatlıkla kontrol edebilecekleri sınırlı bir harekata izin vermişler sadece.

Böyle darbe olur mu hiç? Darbeciler jetlerle meclisi bombalıyor. Bütün TV kanallarında naklen darbe yayını yapılırken başbakan, bakanlar, milletvekilleri ile ekranlarda darbeye karşı konuşma yapmak için yarışıyor. Bütün darbe teşebbüslerinde siyasi aktörler saklanacak yer ararken bizimkiler tanklara, savaş uçaklarına kafa tutuyor (!) TRT televizyonunda bildiri yayınlatıyor darbeciler. Aynı bildirinin bütün TV kanallarında yayınlanması emrediliyor. Üç beş asker gönderip bildiriyi diğer TV kanallarında okutmak akıllarına gelmiyor. Bunun yerine askerleri boğaz köprüsüne gönderip halka ateş ettiriyorlar. Darbeciler bu kadar mı aptal, TV kanal yöneticileri bu kadar mı cesur? Sonradan CNN Türk kanalını basıyor darbeci askerler. Genel yayın yönetmeni ve kameraman eli silahlı darbeci yüzbaşılara kimden talimat aldıklarını sorabiliyor (!) Hatta kafa tutuyor askerlere... Ne cesaret bu? Hiç inandırıcı değil...    

Dikkatinizi çekti mi bilmem? Darbenin hedefi hükümeti devirmek, hatta cumhurbaşkanını öldürmek. Asker ölüyor, polis ölüyor, halktan kişiler ölüyor. Bütün kanallarda darbecilere meydan okuyan hiçbir siyasetçinin burnu bile kanamıyor (!) İnanması zor. Adeta görünmez bir zırha bürünmüş hepsi.

Darbe saatine ne demeli? Prime time canlı yayın darbesi nerede görülmüş? Aynı ikiz kulelerin canlı yayında vurulmasında olduğu gibi jetler nereyi vursa kameralar hoop orada (!) Darbe Show

Cumhurbaşkanı darbeye kalkışıldığı gece ekranlarda boy gösteriyor, basın toplantıları yapıyor. O bırakıyor başbakan konuşuyor, o bırakıyor hükümet sözcüsü konuşuyor. Meydan okuyorlar darbeci generallere F16 lar meclisi bombalarken... Bak şu Allah'ın işine. Bu şu demek; siyasi iktidar bütün darbe planlarını en ince detayına kadar biliyor. Halkı sokağa döküyor Cumhurbaşkanı. Vatandaşı askerle karşı karşıya getiriyor. Askerin elinde silah. Sokaktaki asker er ve erbaş, üst rütbeli yok. Onlar neden köprüye getirildiklerini dahi bilmiyorlar. Bazı askerler önceden hazırlanmış kıtaların tanklarına, zırhlı araçlarına saldırmasından sonra kendilerini linçten kurtarmak için ateş açıyorlar. Ateş açamayanlar sokak serserileri tarafından linç edilip kafaları kesiliyor. Cumhurbaşkanı İstanbul semalarında. Biliyor kendine zarar gelmeyeceğini. Bakın yüzüne ne kadar kendinden emin. Darbe onu ortadan kaldırmak için yapılıyor. Hiç korkmuyor o, çünkü bunun maskeli bir balo olduğunu biliyor. Demokrasi maskesini takmış, halkı tankların önüne sürüyor, kafalar kesiliyor ama o milli iradenin zaferi diyor bu kepazeliğin adına. Prim yapıyor. Muhalefet partileri bile şapka çıkarıyorlar bu duruşuna. Ellerinden gelse başkan seçiverecekler cumhurbaşkanını sıcağı sıcağına.

Darbeci jetler havada kol geziyor. Cumhurbaşkanının kaldığı otelden ayrıldığı haberini alır almaz bombalıyorlar oteli. Cumhurbaşkanı çoktan ayrılmış ama korumaları bekliyor gelecek darbecileri. Yakalayıveriyorlar kıskıvrak. Ne olduğunu anlayamıyor garibanlar. Biliyor çünkü siyasi iktidar atılacak her hamleyi.

Yüz bine yakın caminin imamı gecenin bir yarısında hep birlikte sela okumaya başlıyor. Vatandaşı cumhurbaşkanı adına meydanlara davet ediyor. Demokrasiye, milli iradelerine sahip çıkmak için. Orduya karşı vatandaş. Vatandaş orduyu dize getirdi. Milli irade orduyu yendi. Komediye bakın. Sonuçta cumhurbaşkanı demokrasi şampiyonu.

Darbeciler teknolojiyi kullanmış (!) Ne yapmış? Whatsapp'ı kullanmışlar haberleşmek için. Ne teknolojik darbe? Yok canım Türk ordusu bu kadar aptal olamaz. Zaten değil. O zaman nedir hedef? Askeri aşağılamak, halkın nazarında gözden düşürmek. "Tehlike devam ediyor, ordu her zaman darbe yapabilir, tetikte olun." mesajını vermek.

Ülke üzerinde oynanan oyunun akla durgunluk veren trajikomik yönlerini anlatmaya sayfalar yetmez. Cumhurbaşkanı öl dese kendini öldürecek kadar fanatik taraftarlarının gözünde bir kez daha kahraman oluyor. Azıcık akıl yürütmeye muktedir olan kişiler anlıyorlar ki:

1. Yapılanın darbe değil ordu içinde bir çetenin iktidarı hedef alan başkaldırışı olduğunu.
2. Başta kendisini hedef alan bu hareketin bütün detaylarını Cumhurbaşkanı tarafından bilindiğini ve her türlü önlemin alındığını.
3. Ordu içindeki çetenin giriştiği hareketin yine ordu tarafından kontrol altına alındığını ve bastırıldığını.
(Bu konu kasıtlı olarak gizlenmekte, Silahlı Kuvvetlerin topyekun darbeye kalkıştığı ancak siyasi iktidarın emniyet güçlerini kullanıp halkı sokağa dökmek suretiyle darbeyi bastırdığı yanılgısını oluşturulmakta.)
4. Bu işte en kazançlı çıkanın başta cumhurbaşkanı olmak üzere siyasal iktidar olduğunu.
(Darbeye teşebbüsü bahane ederek Fettullah Gülen taraftarlarının yanında parti karşıtı görüşe sahip ne kadar bürokrat, hakim, polis, asker varsa bir çırpıda yok etme imkanı doğmuştur artık. Ana muhalefet başta olmak üzere diğer muhalefet partileriyle bütün basın yayın organları, üniversiteler, sivil toplum örgütleri yapılanları alkışlamaktan başka yapacakları hiçbir şey kalmamıştır.)
5. Ordunun güvenirlik ve itibarının ayaklar altına alındığını, cumhurbaşkanı ve iktidardakilerin kahraman yapıldığını.
6. Belki de en önemlisi; yıllardır Askeri Şura toplantılarında Atatürkçü generallerin ayıkladığı cemaatçilerin ordudan atılması kararlarına önce şerh koyan, sonra onlara itibar edip Atatürkçü komutanları zalimce, haksızca zulme uğratan ben miydim? Yoksa çok affedersiniz Sn. Cumhurbaşkanı mı? 

Çok şey var daha söylenecek. Şenlikler bir hafta daha sürecekmiş. İktidarın zaferi, yuh olsun Ordumuza... Yazık çok yazık...

18 Temmuz 2016 Pazartesi

BİR PAZAR GÜNÜ

17/07/2016 Pazar, Tire

Sabah on birde gelecekti Minik Nakliyat derin dondurucu ve büyük buzdolabını almaya. En korktuğum işlerden biriydi bu. Aklıma geldikçe kendimi başka şeyler düşünmeye zorlayacak kadar. Hem derin dondurucu hem de buzdolabının derin dondurucu kısmı tıklım tıklım dondurulmuş gıda dolu. Onları çıkartıp taşısak soğuk zincir bozulacak, içindekilerle birlikte taşımaya kalksak gavur ölüsü gibi yerinden kalkmayacak.

Konuştuğumuz saatten tam on beş dakika önce arayıp evimizin bulunduğu siteye geldiklerini bildirdiler. Binanın etrafındaki tretuvar oldukça geniş. Üstelik tel çit ile çevrildiğinden dolayı apartmanın girişine çok fazla yaklaşamıyor araçlar. Nakliyeciler gelene kadar eşimle buzdolabının derin dondurucu kısmını boşaltıp yatay derin dondurucuya sığdırmaya çalıştık. Buzdolabı taşınır hale gelmişti gelmesine ama derin dondurucuyu yerinden kımıldatmak oldukça zor görünüyordu. Her ikisi de sürme kapılı dolabın içinde. Dışarı alınırken rayların zarar görmemesi lazım.

Nakliyeci ile birlikte iki taşıyıcıyı karşıladım. Birlikte eve girdik. "Bunu böyle taşıyamayız" diyecekler korkusu iyice sinirlerimi bozuyordu. Korktuğum başıma geldi nitekim. "Bu taşınacak, başka yolu yok" dedim. Taşıyıcılar birbirlerinin yüzüne bakarken onlara cesaret verdim. "Ben de size yardım ederim."

İyi ki sadece bir kat yukarıdayız. Merdivenlerin başına kadar itip sürükleyerek getirdiğimiz dondurucuyu üç kişi kolaylıkla taşıyacağımızı sanıyordum. Oysa merdivenden inmeye başlar başlamaz attığım her adımdan sonra vücuduma binen dengesiz yük beni iyice zorlamaya başlamıştı. Son basamağa adımımı atmak üzereydim ki belime bir iğne saplandı, dondurucunun köşesi elimden hızla kaymaya başladı. "Ben iyi değilim, bırakıyorum" diyebildim. Basamakların sonuncusuydu. Hemen yere indirdiler koca alameti. Apartmanın dış kapısına kadar cilalı mermer yüzeylerde iterek sürükledik. Bu sayede rahat bir nefes aldım. Umarım belimde yaşadığım sıkıntı kalıcı olmayacaktı.

Düz ayak yerde daha dengeli taşıdık içi yüklü derin dondurucuyu. Pikabın üzerine çıkarttık. Kalan boşluğa şimdi kullanmadığımız büyük ekran TV yi taşıdılar. Hemen yola çıktık yaylaya doğru.

Derin dondurucu ve buzdolabını kapılardan geçirebilmek için bazı kapı kanatlarının sökülmesi gerekti. İndirme ve yerlerine yerleştirmek o kadar zor olmadı. Eşim dikkat ve özveri ile çalışan nakliyecilere havuz başında kahve ikram etti. Ben de gidip kaynak suyu getirdim. Konuştuğumuz ücret üzerine küçük bir bahşiş vererek gönderdim.

Eşim buzdolabını bilmem kaçıncı kez temizlerken ben de terası süpürüp yıkadım. Geçen sene üzerinde domates kuruttuğumuz ızgaraları çıkarttım yukarı. Pazardan aldığımız biberleri ızgaraların üzerine serip onları güneşle baş başa bıraktım. Güneş beklemediğim kadar yakıcıydı. Ağaç gölgesi olmadığından yarım saat sonra ortalığı mis gibi biber kokusu sardı.

Kurutmak amacıyla havuz başındaki kiraz ağacına astığımız kekikler kurumuş. Havuzun kenarında kurumuş kekik yapraklarını dallardan sıyırdık, ovalayarak kullanmaya hazır hale getirdik eşimle birlikte. "İşte" dedim.  "İşte benim arzuladığım hayat bu, sen ve ben burada oturmuş bahçemizden çıkan kekikleri işliyoruz, ne güzel."

"Gel biraz daha toplayalım." diyor eşim. Hidroforun arkasında onların bolca boy gösterdiği yere gidiyoruz. Kekikler çekince köküyle birlikte geliyor. Kökün sökülmemesi için makas kullansak iyi olacak. "Makas almaya gideyim" dediğimde eşim "Hadi yarın toplayalım bunları, daha hediye alacağız" diyerek akşamki düğünü hatırlatıyor.

Havuza su iyi geliyor ama henüz yarısına kadar dolmuş. Muhtemelen kaçırıyor bir taraflarından. Bir an önce onarmak lazım. Yukarı yaylaya çıkmama gerek yok, oradaki büyük havuz daha dolmamıştır. Akşam gelmeyeceğim için giderken havuzun vanasını sulamaya açıyorum çıkmadan evvel.

Şehre dönüp hediyemizi alırken biraz da alışveriş yapıyoruz. Taş Ev'le ilgili aklımıza gelen son eksiklikler bunlar. Eve dönüyoruz. Balkonda güneşlenmeye bıraktığımız kayısı reçellerinin üzerini onlarca arı kaplamış. Bu kadarını bir arada hiç görmemiştim. Reçelin yarısı gitmiş. Kim bilir kimin kovanına bal olacak bizim reçeller. Hiç de ayrılmaya niyetleri yok. Eşim içeriden bir tava getiriyor. Sürmeli balkon kapsını ürkerek aralıyoruz. Tavayı kah vurarak kah sallayarak kaçırtıyoruz arıları. Zor da olsa çoğu havalanıyor tülbentle kaplı reçel yüzeyinden. Hemen içeri alıyoruz üzerinden ayrılmamaya direnen birkaç tanesi olduğu halde. O kadarıyla baş etmemiz kolay. Bir tepsi reçeli kurtardıktan sonra yanındaki kazana üşüşüyorlar arılar. Aynı taktiği uygulayarak onu da kurtarıyoruz arıların elinden.

Köy düğününe gideceğiz diye seviniyordum. Ama onlar da artık dejenere olmuş. İsterdim aslında şöyle eski usul bir köy düğünü görmek. Yeni garajın orada bir salon adresi verilmiş davetiyede. Düğün sahipleri geçen sene bizim on gün boyunca köylerinden taşıdığımız kestane silkicileri. Acemice silkici aradığımız bir dönemde, söz verip gelmeyen bir sürü insandan yılmış iken onlar yetişmişti imdadımıza. Kolay kolay silkici bulunmuyor buralarda. İki yüz elli lira yevmiyeye sırtlarını dönüyorlar. Köy köy dolaşırken ta Dündarlı Köyünden bulmuştuk bu aileyi. Bir sene sonrası için sözleşmiştik yine. İlişkileri soğutmamak için arada bir arıyorduk birbirimizi. Şanlı Urfa'daki öğretmen oğullarına İlahiyat Fakültesi son sınıfında okuyan bir kız bulmuşlar. Aileden başka bir kız geldi yanımıza İmam Hatip Lisesi son sınıfındaymış. Artık bu tür dini okullar prim yapıyor. Neslimizin geleceğine biraz daha kara bakıyorum.

Saat beşte başlayacak düğün yemeği, elimizdeki davetiyede öyle yazıyor. Sonra mevlit okutulacak. Yakışır elbet. Nikah merasimi saat sekizde. Keşkek olmazsa olmazıdır bu yöre düğünlerinin. Hem keşkeğin tadına bakalım hem de mevlidi kaçıralım diye saat yedide orada olmaya karar verdik. Yeni garajın bir köşesi düğün salonu olarak ayrılmış. Dışarıda ocaklar kurulmuş. Ocağın önüne yerleştirilen masalarda yemeğini yiyen içerideki salona geçiyor.

Kapıda düğün sahipleri karşılıyor bizi. Hediyemizi bırakıp yemek yenilen tarafa geçiyoruz. Boşalan masanın birine oturur oturmaz kullan at tarzı tepsiler içinde şehriye çorbası, şiş köfte, keşkek, irmik helvası ve ayrandan oluşan menü ikram ediliyor. Yemeği yiyoruz ama kalkmıyoruz yerimizden, adet bilmediğimizden. Uzun bir süre oturuyoruz yemeğini yiyenin kalktığını fark edene dek. Salona girdiğimiz zaman mevlit bitmiş nikah kıyıldı kıyılacak. Nikah memuru geliyor damatla gelinin masasına şahitlerin huzurunda. Eşime "Bu düğünü niye köyde yapmazlar ki?" diye sormaktan alamıyorum kendimi. Köye gelmiyor mu belediyenin nikah memuru? Gelin ilahiyatçı ya, başı kapalı. Ne dini bütün çocukları olur şimdi bu güzel ailenin, en üst düzey yöneticisi "milli irade iş başına" dediğinde meydanlara koşacak ya da pisi pisine şehit (!)  olacak...

17 Temmuz 2016 Pazar

CANLAR SIKKIN, İŞLERE DEVAM

16/07/2016 Cumartesi, Tire

Dünkü kabus sebebiyle sabaha kadar uyumadım. Bu konuda söyleyeceğim ve sorgulayacağım çok şey var kendi adıma. Elbette bütün düşüncelerimi korkmadan, çekinmeden bu platformda paylaşacağım.  Hayat devam ediyor diyesim yok, böyle bir hayat olmaz olsun.

Eşimle birlikte gün boyu çocuk yaştaki askerlerin maruz kaldığı alçakça tavırlara lanet okuduk. Soğutucu servisini aramadık bu asap bozukluğumuz devam ederken. Kapıların sundurması girişte içecek grubu tezgah ve dolapları ile ilgili olarak Ünal Ustayı aradım sadece. O da Özdere'de tatil yapıyormuş. Pazartesi günü görüşebileceğimizi söyledi.

Yeni bakımdan çıkmasına rağmen dünden beri arabamın yağ lambası yanıyordu. Geçerken Olgun Ustaya gösterdim. Basit bir iki hareketle problemi gidermesine sevindim. Aygaz bayiine ödeme yaptım. Oradan çıkıp Mermerciye uğradım. Mutfak mobilyaları ve duşakabin gibi şeyler de var yeni açtığı "show room"unda. Ahmet Bey oradaydı. Gelmişken onun hesabını da kapattım. Duşakabinlere baktık. Aslında bir ay kadar önce duşakabin için Faruk Beyle anlaşmıştık. Arada birkaç kez aradığım halde bana dönmemiş, İzmir'den cevap alamadığını söylemişti sadece. Büyük kabalıktı yaptığı. Burada daha kaliteli ve daha ucuz duşakabinleri görünce hemen kararımızı verdik. Ekip gönderip öğleden sonra montaj yapılabileceği de söylenince almaya karar verdik. Faruk Bey beklesin artık istediği kadar.

Yukarı taşınabilmemiz için ihtiyaçlardan biri de elektrikli şofbendi. Beko, Demirdöküm, Bosh ve Arçelik markaları arasında Arçelik'te karar kıldık. Yeni açılan servisin bu bölgede güzel çalışması tercihimizi belirlemede büyük rol oynamıştı.

Yaylaya çıkarken Pazarcı Ahmet'i arıyoruz. Bahçedeki elmalara bakacaktı bugün. Domates sarıyormuş, iki üç saat daha işinin olduğunu söylüyor. Bahçeye girer girmez eşim sepetleri kapıp elma ağaçlarına koşuyor. "Bekle birlikte toplayalım zorlama kendini." demem para etmiyor. Havuza bakıyorum. Dolmuş olması gerekirdi ama henüz yarıda. Üstelik su geliri kesilmiş. Yine yukarı yaylaya, kaynak başına çıkmam gerekecek.

Orta yayladan çıkıyorum yukarı. Burada bulunan vanaları kontrol ediyor boruların içinden geçerken suyun çıkaracağı sese kulak veriyorum. Hayır, buraya da su gelmiyor. Hiç hesapta yokken yukarı yaylaya, kızılcık ağaçların olduğu yerin yukarısına doğru tırmanıyorum. Bahçe girişindeki erikler iyice ballanıp tamamı toplanacak hale gelmiş. Onların önünden daha yukarılara çıkıyorum. Büyük havuzun olduğu yerde aşağı besleyen hortumun yerinden çıktığını ve boşa aktığını görüyorum. Yine hayvanın birinin ayağı takılmış olmalı... Hortumu yalağın içine sokup, yanındaki ağaçtan düşen elmaları dışarı alıyor, büyük taş ve ağaç kütükleriyle onu iyice korumaya alıyorum. Su geliri iyi gibi görünse de kaynağa kadar çıkmadan içim rahat etmeyecek. Yukarı tırmanmaya devam ediyorum. Kızılcık ağaçları daha da güzelleşmiş. Bir hafta sonra epey meyve toplanır bu ağaçlardan. Kaynak başındaki hortumun ek yeri bir önceki gün bıraktığım gibi duruyor. Yine de bulduğum büyük bir taşı özenle üzerine yerleştiriyorum.

Aşağı indiğimde üç sepet elmayı topladıktan sonra verandada ayaklarını uzatmış kitap okur halde buluyorum eşimi . Bir müddet sonra duşakabin için montaj ekibi geliyor. Uzun bir süre uğraşıyorlar ama temiz bir iş çıkıyor sonunda. Ebeveyn banyosu böylelikle tamamlanmış olacak. Hatta içindeki ufak bir çamaşır makinesine kadar...

Pazarcı Ahmet'i arıyorum yeniden. Onun yaptığı iş kolay değil. Bir kamyon domatesi yükledikten sonra sızmış yorgunluktan. Açıkça anlatıyor bana bunu. Saracakları bir kamyon daha varmış. "Duşakabin montajı bittikten sonra ben geleyim senin tarlaya o zaman." diyorum. Çok seviniyor bu habere. "Gelirken elmaları da getir." demeyi ihmal etmiyor. Montaj işi biter bitmez üç sepet elma ve bir sepet dolusu armudu arabanın bagajına koyup çıkıyoruz yayladan. Karanlık basmaya başlamış. Pazarcı Ahmet'in tarlasına vardığımız saatte mallar kamyona yeni yüklenmişti. Bahçe kapısında gösteriyoruz getirdiklerimizi, el feneri ışığında. Her bir sepete bir kasa buluyorlar hemen. Her sepet bir kasaya ancak sığıyor. "Eğer güzel satışı olursa istemediğin kadar elma var bizde." diyoruz ayrılmadan önce.

Eve girer girmez televizyonun başına geçiyoruz. Düzmece darbenin muzaffer önleyicileri yandaşlarını arkalarına almış şovlarına devam ediyorlar. Herkes demokrasi aşığı olmuş, demokrasinin ne olduğunu bilmeden...

16 Temmuz 2016 Cumartesi

DOMUZ MU SABOTAJ MI?

15/07/2016 Cuma, Tire

Dünkü telefon görüşmelerinden sonra umutsuz bir bekleyişle başladı günümüz. Yine de kulağım İzmir'den gelecek telefon sesinde. Günün ilk telefonu sabırla beklediğim soğutucu servisi yerine mobilyacıdan geldi. Taş Ev'de kendimize ayırdığımız odaya aldığımız çekyat koltuğunu getirmek üzere yola çıkmışlar. Ben de onları karşılamak üzere yaylaya doğru yola çıkıyorum. 

Kapıya vardığımda mobilyacının kamyonetini kapıda buluyorum. Çekyatı içeri taşıyorlar. Havuz yeterince dolmuş. Akşam sulamasına kadar sular taşacak yine. Madem havuz dolu, orta yaylayı sulamak en iyisi. Gidip yolun üzerindeki orta yaylanın vanalarını açıyorum. Yukarı yayladaki büyük havuzun henüz dolmadığını düşünerek geri dönüyorum.

Evde hummalı bir reçel hazırlığı var. Akşama doğru Soner çağrı gönderiyor. Salih Ustanın adamları zeytinliğin damlama sulama şebekesine başlamışlar. Zaten yaylaya çıkmayı düşünüyorduk. Eşimle birlikte köyün girişindeki zeytinliğe geldiğimizde ekip işleri tamamlamak üzereydi. Geçen sene diktiğimiz fidanlar son günlerin aşırı sıcaklarına var gücüyle dayandı. Bu arazide su bulunmadığından köyün suyunu kullanmıştık. Bu sene köyün kaynak suları yetersiz kaldığı için mecburen Soner'in evinden şebeke suyuna bağlanıyoruz. 

İki yılda bir hasat yapılan zeytinlikte geçen yıl ürün veren ağaçların üzerinde fazla tane yok. Yine de icara verip yarı yarıya paylaştığımız kadar yağımız olacağını düşünüyorum. Son kontrolleri de yaptıktan sonra geçen sene diktiğimiz zeytin fidanlarına suyun ulaştığından emin olup sulama ekibi ile birlikte ayrılıyoruz zeytinlikten.

Aslında sadece orta yayladaki vanaları kapatıp aşağı yaylanın havuzunu sulamaya vermekten ibaretti işim. Eşimi Taş Ev'de bırakıp orta yaylaya çıkıyorum. Ağaçların dipleri beklediğimin aksine kuru. Suyu aşağı yayladaki depoya vermek için vanayı kapatıyorum. Borudan su akmadığını anlayınca canım sıkılıyor. Acaba yukarıda neler olmuş yine?

Bu kez orman içindeki patika yol yerine geçen sene açtırdığım yolu kullanıyorum. Yukarı yaylaya çıkınca havuzdaki su seviyesini beklediğimden düşük buluyorum. Havuzu besleyen borulardan biri yerinden oynamış yine. Halbuki dün üzerine büyük taşlar koymuştum. Bu iş domuz ya da başka bir hayvanın işi mi, yoksa birileri benimle mi uğraşıyor? Boruyu tekrar havuzun içine yönlendiriyorum. Canım sıkılıyor. Aşağı havuzu besleyen borudan da hiç su gelmiyor. Boruyu uzunca bir süre takip ediyorum. İncir diktiğimiz yerleri dolaştıktan sonra havuzun ve kızılcık ağaçlarının epey üzerindeki kaynağa götürüyor beni bu hat. Borunun kaynak bağlantısı yerin altında kalmış ancak görünen kısımdaki ek parçası ayrılmış,, su boşa akıyor. Boruları birbirine ekliyorum. Suyu tekrar verdiğime sevineyim mi yoksa ikide bir sabote edildiğime üzüleyim mi bilemiyorum. Bu ek parçasının koparılması hiç de hayvanın yapacağı bir iş gibi gelmiyor bana.

Yukarı yaylayı günde en az iki kez ziyaret etmem ve bunun için de bir an önce yayladaki Taş Ev'e taşınmamız iyi olacak. Orman içindeki patika yoldan iniyorum aşağı yaylaya. Eşim yanına kitabını almayı unutmuş. Ben de biraz gecikince sıkılmış görünüyor. Ağaçlardaki elmaların yerlere dökülüp zayi olması can sıkıcı. Pazarcı Ahmet'i arıyoruz. Yarın gelip elmaları göreceğini söylüyor. Alaca karanlık içinde elma ağaçlarının arasında dolanıyoruz. Gidip Taş Ev'den naylon sepet alıyorum. Taş Ev'in altından başlayarak dolduruyoruz sepeti. Artık hava iyice karardı, elmalar zorlukla seçiliyor. Kapıları kapatıp geç vakit dönüyoruz.

Bu yazımı yazarken eşim televizyondaki haberlere dikkatimi çekiyor. Önemli şeyler oluyor. Darbe girişimi. Ankara, İstanbul karışık. TRT yayında değil. CB nin keyfi kaçmış. Bu darbe girişimi de paralel devlet yapılanmasına mal ediliyor. Gerçekten öyle mi? Yoksa aldatmaca mı bu? Meclis defalarca bombalanıyor. CB halkı meydanlara topluyor. Tankların üzerine çıkan hırpani kılıklı adamlar askerleri hırpalıyor. Asker dolu kamyonlar insanların pet şişeli saldırısına uğruyor. Şişelerden biri askerin suratında patlıyor. CB basın toplantısı yapıyor. Gözlerinden korku saçıyor. Darbe iyi değil elbette. Ancak baştakiler de halkı korku terörü altında ezen sivil darbeciler değil mi? Ülkemiz için hayırlısı neyse o olsun. Halk değil bu meydanlara dökülen. Demokrasiye inanan insanlar değil. Allahuekber nidalarıyla mevcut diktatörlüğü savunan yardakçılar. Eğer iddia ettikleri üzere eski ortakları Feto ile aralarında yeni bir hesaplaşma ise bu, altta kalanın canı çıksın (!)

15 Temmuz 2016 Cuma

EĞRELTİ OTU

14/07/2016 Perşembe, Tire

Yaylada Taş Ev'in kapılarını açmaya çalışırken marangozlar bordo renkli Kartal arabalarıyla bahçeye girdiler. Bugün üçüncü günleri. İşlerin başlamasıyla birlikte plastik bidona su doldurmak üzere ağır adımlarla kaynağa doğru ilerlerken bir yandan günün ajandasını kafamda canlandırıyorum. 

Havuzdan taşan sular yolları bozmaya başlamış. Bugün üst kısımlar sulanacak. Alt taraftaki bütün vanaları kapatıp havuz çıkışındaki ana vanayı açıyorum. Bir anda boruların içi su doluyor. Havuzun bir gecede dolup taşması garip. Ne kadar garip olsa da bu mevsimde suyun fazla olması ilaç gibi geliyor insana. Bir sepet alıp yukarı yaylaya çıkmadan önce soğutucu servisine telefon ediyorum. Uzun uzun çalıyor telefon ama cevap veren yok. Naylon sepet elimde olduğu halde patika yoldan yukarı yaylaya çıkıyorum.

Ayaklarıma eğrelti otları takılıyor. Ne kadar canlı oldukları düşündürüyor beni. Böylesine sıcak havalarda, sulanmadığı halde bu canlılıklarını, bu yeşilliklerini sağlayan ne olabilir? Tam üç yüz altmış milyon yıl doğanın çetin koşullarına direnmiş, evrim teorisinin yanından geçmeye korktuğu, canlılar dünyasının belki de tek örneği... Her adımımda düşüncelerim felsefi boyut kazanıyor. Gerçekten de hangisi daha gelişmiş? Çevre koşullarına göre değişerek mevcudiyetini koruyan mı yoksa kendini değiştirmeksizin direnmesini bilen mi daha gelişmiş? Eğer değişmeden, bir başka deyişle taviz vermeden hedefe varmaksa gelişmişlik, eğrelti otu insan türüne kıyasla çok daha fazla gelişmiş diyebiliriz. Günümüzün yalakaları, her devrin insanları kendilerine örnek almalı eğrelti otunun vakur duruşunu.

Yukarı yaylaya çıkar çıkmaz havuz başına gidiyorum. Havuz bomboş. Gece boyunca girişteki meyve fidanları ve ceviz, kestane ağaçları sulanmış. Ancak havuza giren su ortada yok. Muhtemelen suya gelen domuz ya da başka bir hayvan borulara takılmış olabilir. Havuza akan boru yerinden çıkmış. Bu nedenle bütün su yalağa, oradan da aşağı yayladaki havuza akmış gece boyunca. Aşağıdaki havuzun taşma nedeni de böylece anlam kazanıyor. Soğutucu servisini arıyorum arada bir. Yine çalıyor ama cevap veren yok. Üç dört sefer daha arıyorum kısa fasılalarla. İnsan telefonu açmaz mı? İnsan olsa açar elbette. Ama benim şansıma hep telefonu açmayanlar çıkıyor...

Servisi son aramamda telefonun tuşuna muhtemelen yanlışlıkla basılıyor. Kulağıma çevreden sesler geliyor. Alo, alo diyorum, cevap yok. Telefonu açtığına göre inadı kırıldı zannediyor, kapatıp tekrar arıyorum. Bu kez de ilk çalıştan sonra meşgule alıyor. Zıvanadan çıkıyorum artık. Soğutucuyu aldığımız yeri arıyorum. Aralarında sözleşmişler gibi telefona cevap vermiyor o da. Uzun uzun çaldırıyorum, cevap yok. Bugün onlara da benden rahat yok. Bir servisin numarasını bir cihazı aldığımız şahsın numarasını çeviriyorum. Telefonu her çaldırdığımda bana küfür ettiklerini duyar gibiyim. Nihayet soğutucuyu satan İlhan Bey açıyor telefonu. Ben de küfür etmek istiyorum ama bu işi tamamen çözümsüzlüğe götürecek. Kinayeli bir şekilde "Meşguldünüz herhalde İlhan Bey, uzun bir süredir telefonlarımı açamadınız." diyorum." Senelik izindeyim" yalanını uyduruyor. Ben de inanıyorum. Neymiş? Sanayi tipi ürünlerde servis ev tipi ürünlerdeki gibi değilmiş. Yani? Yani, bu markanın İzmir ve çevresine bakan tek elemanı varmış. Adamcağız gece gündüz servislere yetişmeye çalışıyormuş. Biraz anlayış göstermemiz gerekiyormuş. Servis geçen sefer geldikten sonra bilgi vermiş ona. Parça ellerine geçer geçmez gelip takacaklarmış. "Ya, İlhan Bey, sabahtan beri belki on beş kez aradım servisi. Telefonu açıp parça gelmedi, ya da bugün değil şu gün gelebilirim diyemez mi bu adam?" diyorum. Cevabı şaka gibi. "İnan ki, çok yoğun çalışıyorlar, telefona cevap veremeyecek kadar." Ne diyebilirsin ki bu tür insan müsveddelerine. "Allah .... nızı versin." demek istiyorsun, ama diyemiyor, bütün kinini içine gömmeye çalışıyorsun.

Eşime telefonla bilgi veriyorum. O benden de sinirli. Telefonunu istiyor İlhan Beyin. "Gel al kusurlu ürününü ver paramı geri." diyeceğim diyor. Telefonu yabancı gören İlhan eşimin ilk çaldırışında açmış telefonu. Ağzına ne gelirse söylemiş eşim ona. Değişen bir şey yok. İnsanlığın geldiği seviye bu...

Büyük havuzun sularını düzenliyorum. Bir daha hayvan takılmaması için boruların üzerine büyük taşlar koyuyorum. Su geliri fazla değil. Yarın sabaha kadar zor dolacak gibi... Sepetimi alıp armut ağacına gidiyorum. Kısa zamanda koca sepet doluyor. Bir de bunu sırtıma vurup aşağı indireceğim şimdi...

Aşağıda ustalar çalışıyor. Öğlen olduğunda yemek için ayrılıyorlar. Küçük havuzun suyu kalmamış. Dolması için çıkış vanasını kapatıyorum. Aslında bu sabah Soner ile buluşacaktım. O da cevap vermemişti telefonlarıma. Nihayet bana çağrı gönderip aramamı istiyor. Dün akşam bizim zeytinliği dolaşmış. Geçen seneki su yokmuş bu sene. Felaket bir durum tabii bu duyduğum. "Ne yapacağız o zaman Soner?" diyorum. Soner bugün iyilik meleği. Benim evden hortumla çeker sularız diyor. "Bir ölç bakalım kaç metre hortum lazım" diyorum. Bir saat sonra yine bana çağrı gönderiyor aramam için. Arıyorum, iki yüz otuz altı adım saydığını söylüyor ve ekliyor, "Orada damlama yapalım" diyor. "Salih Ustayı arayım sen evini göster sistemi kuralım madem" diyorum. Salih Ustaya Soner'in telefonun veriyorum. En kısa zamanda damlama borularını döşeyeceklerini söylüyor, işleri biterse, bu akşam...

Yemekten dönüyor Ahmet Ustalar. Eşimi arıyorum, o da telefonuma cevap vermiyor. Ustaların yapacağı çok iş var daha. Akşama kadar çalışacak görünüyorlar. Onlara akşama döneceğimi söylüyorum. Eşim erik reçeli yapıyormuş. Telefonu uzakta olduğu için duyamamış. Eve varınca çoktandır okuyamadığım kitabımı alıyorum elime. İnci Aral'ın öykülerinden oluşan bir kitap bu. Bugün okuduğum kitaba adını veren bir öykü. Kitabın henüz yarısındayım ama muhtemelen en iyi öyküsü bu olmalı...

Ustaların paydos saatine yakın eşimle birlikte çıkıyoruz yaylaya. Çalışmalar bitmek üzere. Boya işleri tamamlanmış. Kapılar, pencereler düzene girmiş. Karpuz kesip ikram ediyor, ardından uğurluyoruz ekibi teşekkürlerle...