KATEGORİLER

29 Mart 2017 Çarşamba

AŞK-I MEMDUH

28/03/2017 Salı, İZMİR

Kendimi bildim bileli gece kuşuyum. Öğrencilik yıllarımda, meslek hayatım boyunca saat 2.00 den önce uyku girmezdi gözüme. Gecenin sessizliğini severim. Bazen hızımı alamayıp sabaha kadar çalıştığım, okuduğum, yazdığım, TV de haber programlarını ya da tekrarlarını izlediğim olmuştur. Sabah yeniden doğuşu simgeler. Çoğu insana umut veren günün bu ilk bölümü bende farklı duygular uyandırır. Geceyi bitirdiği için sabaha öfkelenirim. Güneşin doğup ortalığı aydınlatmaya başladığı saatler bana daha hızlı akarmış gibi gelir. Ömrümden bir günün gittiğini bu saatlerde düşünürüm. Bitmez gibi gelen gecenin sakinliği sabahın telaşına bırakır yerini. Bir koşturmadır başlar hayatta kalma mücadelesinde.  Sabahları günün sürprizlerine hazırlarken kendimi, geride bıraktığım gecede kalır aklım. O bir daha hiç gelmeyecek, giderken ömrümüzden bir günü de yanında götürecektir. Bu yüzden sabahın erken saatleri hüzün çöker üzerime.

Son zamanlarda değişmeye başladı bu güzel huyum, geceleri oturamıyorum artık. Bilgisayarımın yanı başında  koltuğuma kaykılıp hemen sızıyorum. Eşim halimi görüp yatağa gitmemi söylüyor. Gözlerimi açıyor, yazımı yazdıktan sonra yatacağımı söylüyorum. Bedenim laf dinlemiyor. Kısa bir süre sonra tekrar uyuklamaya başlıyorum. Yaşıma göre beş saat uyku yetiyor bana. Sabaha karşı saat 3.00'te bazen 4.00'te ya da en fazla 5.00'te uyanıyorum.

Yine her zamanki koltuğumda sızarken bir rüya görüyorum. Belki rüya bile denemez buna. Sadece bir sahne var gözümün önünde. Eşimin elini sıkıyorum. İşte bütün rüya bu. Zorum ne idi bilmiyorum, oldukça sert sıkıyorum eşimin elini. Sağ elim hissiz, on gündür ağrıyan kolumun acısıyla uyanıyorum. Bir üşüme hissi sarıyor bedenimi. Saat sabaha karşı üçü çeyrek geçiyor. Bilgisayarı bile kapatmadan yatağa atıyorum kendimi.

Sabah ilk işim şu Hepatit aşısının ikincisini yaptırmak. Tahlil sonuçlarında herşey negatif çıkınca kızım paniklemiş, hazır hastaneye gitmişken oracıkta yaptırmıştı ilkini. Hava serince. Güneş bulutların arasında saklambaç oynuyor. Eşimin aksine dakik bir insanım. Eşim dakikten de öte. Eski genel müdürüm gibi ne olur ne olmaz diye bir saat öncesinden hazırlanır. Ben ise tam vaktinde giderim randevularıma. Ne erken, ne de geç. Saatime baktım, duşumu alıp, traş olacağım. Evden çıkıp yürüme mesafesindeki hastaneye doğru yol alıyorum. Enfeksiyon Hastalıkları bölümünü danışmadan sorup öğrenmem bir kaç dakika ilave zamanımı alır. Tam saatinde poliklinikte doktorun kapısındayım. Kapının üzerinde başka birinin ismi yazıyor. Genel bilgilendirme ekranında benden sonra gelen kişi bu. Hemen danışmadaki sekretere saatimi gösteriyorum. Tam randevu saatim. Erken gelmiş doktor, beni anons edip bulamayınca yerime benden sonrakini almış. Görevli "Hasta çıksın, siz girersiniz." diyor. On dakika kadar bekliyorum. Kapının üzerindeki ışıklı bilgi levhasında şimdi benim adım yazıyor. İçeri giriyorum, doktordan başka kimse yok. Ben kapıda beklerken dışarı çıkan biri olmadığından eminim. Doktorun ancak gönlü oldu demek. Durumu anlatıyorum. Orada aşı yapılmıyormuş, ilgilenip bir başka servisi arıyor. Gidip orada aşımı yaptırıyorum.

Pazar alışverişini bir an evvel tamamlayıp yola çıkmam lazım. Çarşıdaki alışveriş merkezinin otoparkında güç bela bir yer buluyorum. İşlerimi tamamlayıp yaylaya çıkıyorum. Kapıyı açık gören Aşkın Şef içeri giriyor. Akşam saatlerinde ucuzladığı için sarmaşıkları onun almasını istiyorum. Fifi'ye biraz ekmek parçalıyorum. Aldığım malzemeleri dolaplara yerleştikten sonra İzmir'e doğru yola koyuluyorum.

Kızımın evine vardığımda Venüs ile birlikte karşılıyorlar beni. Görmeyeli epey büyümüş. Yaramaz mı yaramaz. Tüyleri beyaz bir pöstekiyi andırıyor. Saatlerce oynuyoruz. Bitmez, tükenmez bir enerji ile yerinde duramıyor. Dişleri çok keskin ama canımı yakmamaya özen gösteriyor. Türlü türlü oyuncaklar almış kızım ona. Dün geceyi kızımla birlikte geçiren eşimi alıp alışverişe çıkıyoruz. Taş Ev'i süslemek için Alaçatı aydınlatması adını verdikleri ağacın dallarına asıldığında ortama güzel bir ahenk getiren renkli avizelerden aldıktan sonra sahil yolu üzerinden kızımın evine dönüyoruz. Sahil yolunda çalışmalar henüz bitmemiş. Güneş kalın bulutların arasında sönük bir ışık olarak kendini belli ediyor. Deniz dalgalı.

Kızımın sesi kısık hala. Nöbetini bir arkadaşına devretmiş. Akşama Bostanlı Suat Taşer Tiyatrosunda Aşk-ı Memduh isimli bir oyuna bizim için de bilet almış. Nice zamandır tiyatroya gitmediğimden ilaç gibi geliyor bu bana. Evden çıkıp Bostanlı'ya varıyoruz. Oyunun başlamasına daha bir saat var. Eşimin geç kalacağız nidalarına kulak tıkayan kızım bizi ünlü bir pizzacıya sürüklüyor. Dükkan tıklım tıklım. Tam geri dönmeye hazırlanırken bir masa boşalıyor dışarıda. Garson siparişleri alıyor. Onlarca seçenekler arasından hepimiz farklı türden pizza sipariş ediyoruz. Benim tercihim dört peynirli olanından. Pizza hamurları ince ama gerçek İtalyan pizzası kadar değil.

Yemekten sonra tiyatro binasına doğru acele adımlarla yürüyoruz. Kızım sinirleniyor birden. Telefonundan oturacağımız yerleri öğreniyor. Birinci sınıf diye aldığı biletler ortadaki bölümlerin en arka ve en kenarından. Bilet satış görevlisi ile konuşuyoruz. Birinci sınıf dedikleri bölümler seyircilerin oturacağı yerlerin yüzde doksanı. Sadece sağlı sollu iki küçük kanat ikinci sınıfmış. "Sıkılmayın siz." diyor görevli, "Nasıl olsa önde boş yerler olacak, oraya geçersiniz." İçeri girip kötü yerlerimize oturuyoruz. Oldukça rahatsızlık verici. Kızımın yüzünden düşen bin parça. Aldatıldığını düşünüyor. Koltukların arkalığı bile yok, duvara sırtımızı dayıyoruz. Oyunun başlamasına dakikalar var artık. Kızım sahneyi ortadan gören boş bir yer kestiriyor gözüne. Hadi kalkın diye işaret ediyor önümüzden giderken. Gidip bize ait olmayan yeni yerlerimize yerleşiyoruz. Bizi gören birkaç kişi de yan taraftaki boşlukları dolduruyor. Oyun eski zamanların bir pop şarkısıyla başlyor. "

Biraz oyundan bahsetmek gerekirse; Dört oyuncu var sahnede, Volkan Severcan, Nurseli İdiz, Melda Gür ve Erhan Yazıcıoğlu. Oyun iki perdeli komedi. Volkan Severcan, oyundaki adıyla Memduh, çok sevdiği karısı tarafından aldatılmış, titizlik hastası, asansöre, uçağa binme, kapalı yerde kalma, köprüden geçme gibi daha bir sürü şeye fobisi olan sümsük bir karakteri canlandırıyor. Uçakta karışan valizini değiştirmeye geldiği evin sahibesi Canan rolünde Melda Gür oynuyor. Melda, evde kalmış, bir yuva kurmanın hayalini yaşayan, Memduh'un aksine kontrolü her zaman elinde tutmaya çalışan bir kız. Melda'nın annesi Münevver'i ise Nurseli İdiz canlandırıyor. Münevver, kızına aşırı derece düşkün, sık sık onu telefonla arayarak bunaltan bir tip. Dr. Aşkın Sevgiseli rolündeki Erhan Yazıcıoğlu ABD Başkanı tiplemesine bürünmüş, seyircilerle interaktif diyalog kurmaya çalışırken kendini aşk doktoru olarak lanse eden bir tip.

İki zıt karakterin komik ilişkisi üzerine kurulan oyunda Melda Gür ve Volkan Severcan'ı başarılı buldum. Nurseli İdiz oyunun birkaç bölümünde rol alıyor. Güzelliği ile göz dolduran sanatçı kapasitesinin altında bir rol üstlenmiş. Erhan Yazıcıoğlu ise tam bir fiyasko. Onun rolü sanki sonradan oyuna iliştirilmiş. Bir bakıyorsunuz seyircilere karışmış, bir bakıyorsunuz kızın yatak odasından fırlayıvermiş. Sanki yoldan çevirip, "Sen de doğaçlama bir şeyler söyle bari." demişler. Doğal olarak oyunun büyüsünü bozarken "Hiç olmasaydı daha iyiydi." dedirtiyor. Nurseli İdiz özellikle ikinci perdede şuh pozlarla seyircinin dikkatini çekiyor. Bu roller ona güzel oturuyor zaten. Sahnede oldukça rahat.

Tiyatrodan çıkıp eşime soruyorum kaç puan verdiğini. "Yedi puan" diyor. Ben ise en fazla beş puan veriyorum. Her şeye rağmen sahne çalışanlarının emeği var elbette. İyi ki gitmişim yine de. Ayrı ayrı puan vermem istenirse Melda Hanıma on puan Volkan Severcan'a dokuz puan, Nurseli İdiz'e yedi puan, Erhan Yazıcoğlu'na ise sıfır puan verirdim. Sahne dekoru idare eder, ışıklandırma vasat. Müzikler de çok daha iyi seçilebilirdi.

Gece evimize dönüyoruz. Kızım Venüs'ü alıp geliyor yanıma. Geç saatlere kadar oynuyoruz onunla. Uyku ağır basınca günlüğü yazmam yarına kalıyor. 

28 Mart 2017 Salı

KARA KIZLARIMIZ

27/03/2017 Pazartesi, Tire


Bugün ilk kez Fifi kapıda karşılıyor bizi. Hem de ne karşılama. Henüz bahçenin demir kapısını açmadan son sürat yanımıza koşuyor. Bizi selamlayıp aynı hızla Taş Ev'in yanına dönüyor. Arabadan iner inmez sevinci görülmeye değer. Onu bu kadar sevindirecek ne yaptık diye düşünürken aklıma aç olabileceği geliyor. Hemen kaynatılmış kemik ve et suyundan ağzına layık bir yemek hazırlıyorum. Öyle ya, onun gösterdiği bu sevginin bir sebebi olmalı. Yemek kabını her zamanki yerine bırakıyorum. O güzelim yağlı kemiklere bakmıyor bile. Duvarın üzerinde oturup başını bana doğru uzatıyor, kuyruğunu sallayarak. Göz göze geliyor, bakışıyoruz. Keşke dili olsa da anlatabilse aklından geçenleri. Hayır, hayır onun sevgisi karşılıksız. Ne yemek verdiğim ne de kömür yardımı yaptığım için... 

Hava düne göre daha serin. Aşkın Şef tavukları beslemeye gidiyor. Su kovalarından birini alıp ona eşlik ediyorum. Kümese doğru yaklaşırken tavuklar kapıya üşüşüyor. Biliyorlar ki onları doyurmak için geliyoruz. Karınları çok acıkmış. Kümesin kapısını açıyor Şef. Hepsi birden önlerine atılan sebze artıklarına ve yemlere hücum ediyor. Geldiklerinden bu yana epey serpilmişler. Bir ay sonra yumurtalarını toplar artık eşim. Bu onun en çok sevdiği iş. Tavukları almamın sebebi de eşime yumurta toplatma zevkini yaşatmak. 

Sabah kızım arıyor. Ne söylediği anlaşılmıyor. Ses telleri gitmiş. Anlaşamayınca whatsapp tan mesajlaşıyoruz. Bugün teziyle ilgili anketlerini tamamlayacak, yarın ise tek başına poliklinikte nöbet tutacakmış. "Devlet memurusun izin al." diyorum, "Olmaz." diyor. Bizim sülale hep böyledir işte. "Ben geleyim, ya da annen gelsin yanına." diyorum. "Annem gelsin, Venüs'e baksın." diyor. Annesi, "Ben ona bakmaya giderim, Venüs'e bakmak için değil." diyor.

Daha temizlik işleri bitmeden telefonum çalıyor. Ekranda oğlum yazıyor. Hiç aramazdı bu saatte. Geçenlerde yazdığım blog yazısını okumuş. Sık sık annesini aradığına değinip, uzun bir aradan sonra beni arayınca ne kadar mutlu olduğumdan bahsetmiştim. "Ben seni aramıyor muyum?" deyip sitem ediyor. "Yalan mı, yüz defa anneni aradıktan sonra bir defa beni arıyorsun." diyorum abartarak. Düzeltiyor, "Beş sefer annemi, bir sefer seni arıyorum." diyor. Annesine ne kadar düşkün olduğunu düşününce yüzde yirmilik oran, hiç fena değil.

Bahçeye bir araba giriyor. Oğlumla telefon görüşmesini sonlandırıyorum. Genç bir beyefendi levhamızı görüp gelmiş. Her geldiğinde Kaplan'a uğradığını söylüyor. Bu kez öğlen yemeğinde bizim konuğumuz oluyor. Tanınmış bir petrol dağıtım firmasının bölge sorumlusuymuş. Üst kattaki salona alıyoruz. Dün aynı saatlerde misafirlerin doldurduğu teras üşütüyor. İç mekanlar soba yakacak kadar soğuk değil. Misafirimiz ceketini çıkarıp masanın üzerine diz üstü bilgisayarını açıyor. Elinden düşürmediği telefonla yaptığı iş görüşmelerinin ardı arkası kesilmiyor. Birkaç çeşit soğuk mezenin yanına bonfile sipariş ediyor. Yemeğini yedikten sonra özellikle bonfileyi çok beğendiğini, şimdiye kadar yediklerinin en iyisi olduğunu söylüyor.

Öğleden sonra eşim arıyor. Ankara'dan bir arkadaşı oğluyla birlikte geliyormuş. "Gel beni al." diyor. Hemen iniyorum şehre. Evden eşimi alıp yeniden yaylaya çıkıyorum. Misafirler, gelmiş terasta güneşleniyorlar. Delikanlı başarılı bir mühendis, Cezayir'de baraj yapıyor. Eşimle arkadaşı üşüyüp salona geçiyorlar. Biz sohbete devam ediyoruz. İki barajcı bir araya gelince konu konuyu açıyor. Ortak tanıdıklardan bahsediyoruz. İyi tanıdığım bir arkadaşım onun amcasıymış meğer. Selam gönderiyorum.

Misafirler yemeklerini yedikten sonra eşimi de alıp İzmir'e gidiyorlar. Boğazından rahatsız kızım annesinin gelişine seviniyor.  

Akşam saatlerinde hava iyiden iyiye soğumaya başlıyor. İki gündür yakmadığımız şömine sobayı artık yakma zamanı. İki genç misafirimizin ısrarla terasta oturmak istemesi şaşırtıcı. Servisi terasa açıyoruz. Üşümelerine rağmen yerlerinden memnun görünüyorlar. Güneş battıktan sonra ısı düşmeye devam ederken kendilerine birer şal getirmemizi istiyorlar. Şalları verirken içeri geçmelerine dair önerimi tekrarlıyorum. Yerlerinden kalkmak istemiyorlar. Anlıyorum ki bu ısrarın tek nedeni diledikleri gibi sigara içebilmek.

Akşam misafirlerini uğurladıktan sonra bahçeye çıkıyorum. Gözlerim Fifi'yi arıyor. Ayşe Hanımın onun akşam yemeğini verdiğini öğreniyorum. "Fifi, Fifi gel kızım." Sesimi duyar duymaz kümes tarafından çıkıyor ortaya. Son sürat koşuyor yanıma. Gündüz çekemediğim fotoğrafını çekmeye çalışıyorum. Telefonun düğmesine her basışımda kafasını çeviriyor. Hareket edince resim flu çıkıyor. Yılmayıp güzel bir pozunu yakalıyorum sonunda.  

27 Mart 2017 Pazartesi

NEVRUZ ŞENLİĞİ

26/03/2017 Pazar, Tire

Bugün Nevruz, baharın gelişini karşılıyor insanlar. Her yerin kültürü farklı tabii. Bir başka kutlanır burada Nevruz. Sabahın erken saatlerinde yiyecekler, içecekler, mangallar hazırlanır, arabalara doldurulur, uygun buldukları ağaç diplerine serilir insanlar sere serpe. Çocuklar uçurtma uçurur babalar mangal başında. Özellikle Balım Sultan dedikleri türbe civarında iğne atsanız yere düşmez. Evlerde kimse kalmaz, sepetini alan kırlara koşar. Hırsızlara gün doğduğu gündür bugün.

Elemanlarla dün gün boyunca tartıştığımız konuydu Nevruz. Eşimle ben çok iş olacak beklentisi içinde değildik önce. Aşkın Şef ise bugünden çok umutluydu. Onun bu düşüncesi kafamızı iyice karıştırdı. Ne olur ne olmaz diye hazırlıklı girdik güne. 

Evden erken çıktık. Ekibe yeni katılan genç kızımız kapıda bizi bekliyordu. Onu alıp diğer elemanlarla birlikte yola koyulduk. Yolumuz üzerinde içi tıkış tepiş insan dolu araçlar en iyi yeri kapma telaşında. El birliğiyle hazırlıklarımız tamamlanıyor. Kahvaltı için ilk gelen misafirlerimiz Kuşadası'ndan. Favori mekan yine teras. Rezervasyonlar başlıyor. Bir anda teras doluyor. Hava bugünün hakkını veriyor. Güneş yakmaya başlayınca misafirler gölge aramaya başlıyorlar. Çaylar, kahveler salona taşınıyor. Günün ilerleyen saatlerinin gözde mekanı veranda. Kıştan beri hafif alkollü içkilerle meşrubatın en fazla servis edildiği gün oluyor bugün. 

Telefon trafiğinin yoğunlaştığı saatler. Telefonum birbiri ardına çalıyor. Yerimizin olup olmadığını soruyor arayanlar. Bir anda ses gidiyor. Son arayan numaradan ben arıyorum. Yine ses yok. Ne meşgul sesi, ne de çalma sesi. Başka bir telefondan arıyorum. Tam gününü bulur bu aksilikler. Bir ara elim mikrofon açık düğmesine takılıyor, karşıdan gelen sesler duyulmaya başlıyor. Olayı çözüyorum. Telefonum çalınca mikrofon açık düğmesine bastığımda karşı tarafın sesini alabiliyorum. Aksi takdirde karşı tarafın sesi gelmiyor. Elimde telefon, karşı tarafın dediklerini cümle alem dinliyor.

Yine telefonum çalıyor. Açma düğmesine basınca karşı taraftan bir kadın sesi geliyor. Oysa henüz mikrofon açık düğmesine basmamışım. Kendi kendine düzeliyor telefonum. Karşımdaki ses bir grup hanımın yemekli toplantısı için rezervasyon yaptırmak istiyor. Başka bir telefon Lions Club yemeği için altmış kişilik yerimiz olup olmadığını soruyor. İşte bu günün en güzel sorusu bu. Daha önce Lions ve Rotary kulüplerinin ayda bir düzenledikleri yemekli toplantılarının şeref konuğu olmuştum. Bu organizasyonlar üyeleri arasında güzel bir şekilde yardımlaşırken sosyal faaliyetlere ortam sağlıyor. Her ay mesleklerinde başarılı gördükleri bir kişiyi onur konuğu olarak ağırlıyorlar. Konuk olan kişi mesleğinin incelikleri hakkında bir konuşma yapıyor. Bulunduğumuz ilçede bahsettiğim iki güzide klübün olmayışına hayli şaşırmıştım. Beni arayan kişi şirketleri olan ve ticaretle uğraşan bir zat. İzmir'de yaşıyormuş. Konukları yurdun değişik yerlerinde Lions Club başkanlığı yaptığı dönem arkadaşları. Uzunca sohbet ediyoruz telefonda. Web sitemizin adresini veriyorum. Altmış arkadaşına göndereceğini söylüyor. İlçede Lions Club kurulmasını arzu ediyor. Ben de bu fikrini destekliyorum. Hoşuna gidiyor. Aralarına katılmamdan memnun olacağı hissine kapılıyorum. Kim bilir belki de Lion olmak var kaderde. Lionların eşlerine Lioness çocuklarına Leo denildiği geliyor aklıma. 

Akşam misafirlerinin dışında rakı içen pek yok. Rakı masaları pikniklerde kuruluyor. Yoğun bir gün yaşarken bugünkü servisimizde kafe tarzı talepler yorucu oluyor. Tanıtım açısından iyi bir şey aslında bu. Taş Ev'i duyan, merak eden gelip çayımızı içiyor. Onlara mekanı gezdiriyor, ilgileniyoruz. Biliyoruz ki, bir sonraki sefer en değer verdikleri dostlarını, misafirlerini burada ağırlayacaklar. 

26 Mart 2017 Pazar

HUZUR DOLU BİR GÜN

25/03/2017 Cumartesi, Tire



Huzur dolu bir sabaha açtım gözlerimi. Bir safra daha atmanın gönül dinginliğiyle güne başladım. Eşimle birlikte mutfak işlerinde bize yardımcı olan hanımefendiyi ve ufaklığı aldıktan sonra çıktık yola. Fırından kahvaltı için aldığımız çıtır gevreğin kokusu iştahımı kabarttı.

Güneşli bir hava karşıladı yaylada bizi. Fifi Taş Ev'in yanından ayrılmıyor artık. Bizi görür görmez şımarık hareketlerle sevgisini gösteriyor. Koşup yanıma gelerek ön ayaklarıyla ayaklarıma pat pat vurması, ardından utanmışçasına patileriyle yüzünü kapatması beni çok eğlendiriyor. Aslında bu yaptıkları bir minnet ifadesi. Sevildiğini iyi biliyor. İlk işlerimden biri onun karnını doyurmak.

Bu arada Zeytin'den haber var. Bizi terk edeli iki aydan fazla bir zaman olmuştu yanılmıyorsam. Bizim eski elemanlardan Kaplan Köyünde yaşayan Hüseyin'in yanındaymış meğer. Affı mümkün olmayan bir hatadan sonra Hüseyin ile yollarımızı ayırmıştık. Onun Zeytin'le olan ilişkisi görülmeye değerdi. Çeke çeke kulağını uzattığını söylerdi hayvanın. Pehlivan gibi güreşirlerdi her fırsatta. Demek ki onun yanında olmayı tercih etmiş. Üzüldüğümü söyleyemem. Zira son zamanlarda yemeğini verirken dişlerini gösterip hırlar, korkuturdu bizi. Keyfi yerinde olsun, bizden uzak dursun. Fifi öyle mi ya, ağzından kemiği alınsa bile sesi çıkmıyor. Gelen misafir çocuklarının gözdesi.

İşler tamamlandıktan sonra verandada güzel bir kahvaltı sofrası hazırlıyoruz kendimize.  Tertemiz yayla havasında kuş seslerini dinleyerek yapılan kahvaltı oldukça keyifli geçiyor. Bu esnada ilaçlama firmasından geliyorlar. Her ay en azından bir kez yapılan ilaçlama havaların ısınmasıyla birlikte önem kazanıyor. Börtü böcekler yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı yavaş yavaş.

Kahvaltının sonunda misafirler gelmeye başlıyor. Tarkan dışında başka destek elemanı yok bugün. Servisi onunla birlikte yapacağız. Eşim ben yardım ederim dese de yorulmasını istemiyorum. Tarkan, çay kahve ve ekmek işlerine bakar, masaları toplayıp silerse bu işin üstesinden geleceğimizi umuyorum. Aynı anda üç beş masa misafir gelmesi durumunda elimiz ayağımıza karışır korkusu da yok içimde desem yalan olur.

Korktuğum başıma gelmiyor. Sanki ayarlanmış gibi, güne ve akşama yayılıyor misafirlerin gelişi. Hiç boş kalmıyoruz. Önce soğuk siparişlerini alıyor, onlar mutfakta hazırlanırken gelen misafirlere yer gösteriyor, servislerini açıyorum. Tarkan eksildikçe yukarı tabak, bardak, çatal bıçak takımlarını çıkartıyor. Menüden sıcak, ara sıcak ve içecekler seçilirken diğer masaların eksikliklerini not ediyorum. İçecek servisinden sonra soğuklar taşınıyor. Boşalan tabak ve bardakları Tarkan indiriyor aşağı. Daha sonra sıcaklara sıra geliyor. Aşkın Şef hazırladığı sıcak siparişlerini kapıp servis etmeye çalışıyor. Bazen elinden alıyorum, bu benim işim deyip. Ara sıra çoktan çıkmış oluyor yukarı. Ayşe Hanım elinde çay tepsisi yukarı servise çıkmaya çalışıyor, görür görmez elinden alıyorum. Onun mutfakta çok işi var. Elemanların bu gayreti ve kendinden ortaya çıkan işbirliği mutlu ediyor beni. Şakalaşıyoruz mutfakta. Taş Ev'de tam aradığım ahenk oluşuyor bir anda.

Taş Ev'in bütün mekanları değerlendiriliyor bugün. Hafif serinlik ve gölgeden hoşlanan misafirler verandayı, kış güneşinin keyfine varmayı isteyen misafirler terası, şehir manzarasının tadını çıkarmak isteyenler  ise salonda oturmayı tercih ediyor. Gelen bütün misafirlere özel ilgi göstermem işe hakimiyetimi arttırıyor. Tarkan da güzel iş çıkarıyor. Ne bir tabak ne bir bardak kırılıyor. Hesaplar karışmıyor, siparişler zamanında masalara geliyor. Yemeklerin lezzeti tüm misafirlerin dilinden düşmüyor. Taş Ev'e ilk kez gelen misafirlerin yazın çok güzel olur burası söylemlerini, şurasını burasını genişletin önerilerini saygıyla dinliyoruz.

Misafirlerden biri ile aynı üniversiteyi bitirmişiz. Çalıştığımız şantiyeler, şirketler, meslek yaşantımız ile ilgili pek çok ortak nokta yakalıyoruz. Sohbet uzadıkça uzuyor. İşimin yoğunluğu nedeniyle mecburen ayrılıyorum yanlarından.

Akşam yemeğine geçen gün gelen İtalyan misafirlerimiz geliyor. Birkaç kelime İtalyanca konuştuğumu bildiklerinden kendi dillerinden konuşuyorlar benimle. Onları güzelce ağırlıyoruz. Aşkın Şefin meşhur mantarlı bonfile sotesini öneriyorum. Bayılıyorlar. Son olarak İtalyan'a eşimin hazırladığı aslında bir İtalyan tatlısı olan Tiramisu öneriyorum. Tereci bizim tereyi beğenecek mi merak ediyorum. Meyve yemeyi tercih ediyor. Geceyi mutlu sonlandırıyoruz.
    

25 Mart 2017 Cumartesi

PAPATYA

24/03/2017 Cuma, Tire

Dün gece dönerken vermiştim kararımı. Tecrübeyle sabit, her kim ki kendini ben şöyleyim, ben böyleyim, bu işi ben iyi bilirim diyorsa o kişi kocaman bir sıfırdır, uzak durun. Bu işin yürümeyeceği zaten belliydi. Neymiş, ben egomu tatmin ediyormuşum. Ha şunu bileydin. Daha ne kadar tahammül edebilirdim ki bu trajik komediye. Geç vakitte bankacıları uğurladıktan sonra kapıya ilk çıkandı o. Ayrılmadan önce son kontrolleri yaparken masanın silinmediğini, olduğu gibi bırakılmış olduğunu gördüm. Aldım elime bezi, masayı silmeye başladım. Gecikince merdivenden yukarı çıktı, "Ben yaparım niye siz yapıyorsunuz?" demek zorunda kaldı. Elimdeki bezi masaya koydum. Yanıma geldi, "Ben yarın temizlerim." dedi. Her işi yarına bırakmak tembelliğini ele veren bir özellikti aslında. Aldım bezi tekrar elime, sinirlenmeye başladım. "Masa bu şekilde bırakılır mı hiç?" dedim. Sesimin tonu yükselmeye başlamıştı. "Unutmuş olamaz mıyım? Sizin unuttuklarınızı saysam.." diye cevap verince atışmaya başladık. "Bak evladım, burada patron benim, sen beni yargılayamazsın." dedim. "Ben de insanım, kimseye kendimi ezdirmem, bu şartlar altında çalışamam." deyince içimden "Allah razı olsun" demek geldi. Kendimi tutup "Tamam o zaman nasıl istersen, bahtın açık olsun." dedim. 

Yarın gelmezse ne olacak diye endişe duymak yerine büyük bir hafifleme hissettim. Sabahları onu aldığım yere her zamankinden önce gelmiş. Yelkenleri indirmiş gibiydi. Arabaya binerken "Günaydın." dedi. Umursamaz bir tavır içinde kısık sesle "Günaydın." dedim. Yolumuz üzerindeki kasaba uğradım, siparişlerin hazırlanması zaman alacak görünüyordu. Sonra gelip alacağımı söyledim. Tekrar hareket ettik. Ayşe Hanım her zamanki köşesinde gelmemizi bekliyordu. Yol boyunca hiç konuşmadık. Ayşe Hanım mutfakta işine koyuldu. O ise yukarı çıkıp beni şaşırtan bir tempoda çalışmaya başladı. Her öğlen çalışmaya başlamadan önce adet haline getirdiği kahvaltı törenini bile es geçti. Sigara bile yakmadan işe başladı. Salonu süpürüp, paspasladıktan sonra sobanın küllerini döktü. Oysa o kadar keyfi çalışırdı ki. Önce çay ocağında demliğe çay koymakla başlardı işe. İlk zamanlar misafir için yaptığını düşündüğüm bu hazırlığın aslında kendine olduğunu sonradan anladım. Bu arada avluda bir sigara yakar, arkasından kendine kahvaltı hazırlamaya koyulur, çayın demlenmesiyle birlikte kahvaltısını yapar. Gelişi güzel yaptığı temizlik sadece beş dakikada biterdi.

Ne yaparsa yapsın ilgilenmeyecektim. İçeriden çay istedi. Konuşmaktan kaçınarak çay koyduğumuz büyük şeffaf plastik bidonu uzattım. Teneke kutuyu doldurduktan sonra nezaketle bana geri uzattı. Aşkın Şef gelene kadar onu hiç muhatap almadım. Buna daha fazla dayanamadı, yanıma geldi, "Ay başından sonra ben ayrılayım." dedi. "Yok, sen ay başını bekleme, ben senin tam ay maaşını vereyim, hemen ayrıl." dedim. Bu benim meslek hayatında edindiğim bir tecrübeydi. Bu aşamadan sonra her dakikası bize zarar verebilirdi. Misafirlere ters davranabilir, nahoş durumlarla karşılaşabilirdik. Ağzından çıkanı kulağı duymayan biriydi zaten. Geçenlerde terasta eşiyle telefonda yaptığı küfürlü ağız dalaşını sadece salondaki misafirler değil bütün şehir dinlemişti.

"Peki o zaman." dedi. Aşkın Şef geldikten sonra aldığı avansları düştükten sonra kalan parasını saydım eline. İtiraz etmedi, itiraz edecek bir durum yoktu zaten. Çalışmadığı bir haftanın parasını da vermiştim. Hayır ben çalışacağım deseydi, verdiğim paranın iki katını teklif edecektim. "Hadi seni şehre bırakayım." dedim. Arabaya atladığımız gibi yola koyulduk. Çarşının içinde kendisini bırakmamı istedi. Onu bıraktıktan sonra kasaba uğrayıp hazırladıkları siparişimi aldım. Küçük pazardan alacağım fazla bir şey yok. Sadece yeşil biber getirmemi istemişti şef. Pazarın kurulduğu dar sokakta tezgahlara baka baka ilerliyorum. Sol taraftaki tezgahta aradığım biberi görüyorum. O da ne? Biberin üzerindeki etikete gözlerimi alıştırmaya çalışıyorum. Kilosu 12 TL ya fırlamış. Sadece o mu? Her şeyin fiyatı artıyor. Kasap et çeşitlerinin fiyatını arttırmış, ekmek bile zamlanmış.   

Yaylaya dönünce sırtımdan kilolarca yükün kalktığını hissettim. Diğer çalışanlar da bu gelişmeden oldukça memnun görünüyordu. Sadece bana değil onlara bile saygısızca davranmış. Salondaki dağınıklık ortadan kalktı. Sürekli ertelenen camlar silindi. Pırıl pırıl bir güneş, ideal hava sıcaklığı neşemize neşe kattı. Bahçeden önceden kesilmiş ağaç kütükleri ile sobada tutuşturmak için dal parçaları toplayarak akşama hazırlık yaptım. Öğlen gelen hanım misafirler verandada oturmayı tercih etti. Verandaya açılan kapıyı yakında açarız artık.

Çevremiz iyice yeşillenmeye başladı. Ayşe Hanım, neşe içinde bahçeye diktiği sarımsakların filizlendiği haberini veriyor. Bahçede dolaşırken her yerin papatya çiçekleri ile süslendiğini fark ediyorum. Ne kadar canlı duruyorlar... Bana göz kırpan bir papatyanın eğilip fotoğrafını çekiyorum.

23 Mart 2017 Perşembe

SARMAŞIK AVI

23/03/2017 Perşembe, Tire

Ekibi aldıktan sonra yolumuz üstündeki kasaba uğruyorum. Kuzular kesimden gelmemiş, ancak yarına hazır diyorlar. Esas mesele kesimdeki sıkışıklık değil kesilecek hayvan bulamıyor kasaplar. Ülkenin durumu bu işte. Hayvancılık ölmüş memlekette. Yakında onu da ithal etmeye başlarız. Yaylaya çıktıktan sonra bugün aşağı inmem artık diye düşünürken eşim arıyor, aşağıda işimin olup olmadığını soruyor. Ayşe Hanım "Yumurta kalmamış, aşağı inerseniz aklınızda bulunsun." diyor.

Yapacağım başka işler de var şehirde. Aşkın Şef gelince şehre iniyorum çaresiz. Vergi Dairesine uğranacak, muhasebeciye evraklar bırakılacak, TAPDK ya harç yatırılacak, tamirdeki robot alınacak. Köyleri Büyük Şehir Belediyesine bağlamanın nedeni anlaşılıyor. İlçe ve köylerde alkol ve tütün satışı yapan yerler için her yıl ödenen harçlar,  köy eğer Büyük Şehire bağlıysa iki katı. Öncelikli olarak yolumuzu yaptırması gereken Büyük Şehir Belediyesi, yola gelişi güzel levha dikmek, haraç toplamak peşinde. Köyün içinden bizim tarafa ayrılan yolun hemen başına köyün sınırına daha iki kilometre yol varken kaşla göz arasında Kaplan-Güle Güle levhasını dikivermişler. Muhtarı arıyorum, kendisine haber verilmediğini söylüyor. Trajikomik bir durum bu. "Ya muhtar, ben senin köy sınırlarının içinde olduğumu sanıyordum." diyorum. Yarın İzmir'e gideceğini hem yolların tamiri konusunu hem de levhanın doğru yere konulmasını isteyeceğini söylüyor. Bir şey çıkacağına zerre inancım yok.

İşlerimi hallettikten sonra yaylaya dönüyorum. Aşkın Şef'le birlikte sarmaşık toplamak üzere yukarı yaylaya çıkıyoruz. Burada sarmaşık bir iki haftaya kadar ancak bollanır diyorlar. Gözlerim alışık olmadığından sadece bir dal bulmam bile sevindiriyor beni. Aşkın Şef bu konuda tecrübeli. Orman içindeki yerlerini biliyor. Sık çalılıklara aldırmadan ağaçların arasına dalıyor. "Haftaya çok sarmaşık olur burada." diyor. Onun da elinde yarım demet kadar sarmaşık görüyorum. Arkamızdan bir hışırtı duyuyoruz. Yılan olabilir mi? Başımızı sesin geldiği yöne doğru çevirince Fifi'nin kuyruk sallayarak yaklaştığını görüyoruz. Artık bize iyice alıştı, peşimizi bırakmıyor.

Hava gün boyunca güneşli ve sıcak. Ancak akşam saatlerinde serinliyor. Fırat şömine sobayı bu saatlerde yakmaya başlıyor. Teras gün batımında muhteşem görüntüler veriyor.



Günlerin uzamasıyla birlikte misafirlerimiz daha geç gelmeye başlıyorlar. Taş Ev'e ilk kez gelenlerden biri kayınpederimi ve eşimi oldukça iyi tanıyor. Kimlerden olduğunu soruyorum. Benim de iyi tanıdığım yakın akrabalarından birinden bahsediyor. Kayınpederim sağken arkadaşları ile hemen her gece birlikte yemek yer, yemeğin yanında en fazla iki duble rakı içerdi. O güzel sohbetlerin yapıldığı, lezzetli yemeklerin yendiği sofralara ben de misafir olurdum. Bu sayede şehrin tanınmış, muteber kişilerini tanıma imkanım oldu. İşte bu akşam gelen misafirimizin adını andığı kişi onlardan biri. Şimdi düşünüyorum da, aradan otuz yıldan fazla zaman geçmiş, ben yirmi altı yirmi yedi yaşlarındaydım o zamanlar. Şimdi altmışıma merdiven dayadığıma göre onlardan sağ olanlar doksanını bulmuş. Misafirimizin akrabası olan saygıdeğer kişinin de doksan yaşında olduğunu, on beş gün önce eşini kaybettiğini ve maalesef Alzheimer hastası olduğunu öğreniyorum. Derin bir iç çekiyorum. Zaman ne çabuk geçiyor...

Benvenuti AMICI

22/03/2017 Çarşamba, Tire

Kahvaltıdan sonra geciktiğimi zannedip aceleci tavırlarla evden çıkmayı düşünürken eşim daha bir saatlik zamanım olduğunu hatırlatıyor. Ayva tatlısı için meyve soyma işlerinden sorumlu müdür sıfatıyla kazandığım sürpriz zamanı bu işte harcıyorum. Ayvaları soyar soymaz evden çıkıp yolumun üzerinde Fırat'ı almam gerekiyor önce. Ancak o yine ortalarda görünmüyor. İki gündür taşıdığım bozuk paraları markete vermek üzere caddenin karşı tarafına geçiyorum. Kasiyer kız bugün için ihtiyaç olmadığını söylüyor. Fırat'ı arıyorum, telefonu cevap vermiyor. Yine uyuyup kaldı mı bu çocuk? Evine gidip zilini çalıyorum. Yok, artık zaman kaybetmemem lazım. Nasıl gelirse gelsin. Arabama dönerken çalan telefonuma bakıyorum. Ekranda Ayşe Hanım yazıyor. Fırat'ı beklememden dolayı gecikince merak etmiş olmalı. Telefonun diğer ucunda Fırat'ın sesini duyunca kısa bir şaşkınlık geçiriyorum. Ayşe Hanımla birlikte olduğunu, telefonunun bozulduğunu, bu sebeple haber veremediğini söylüyor.

Hemen hareket ediyor, ekiple birlikte yaylaya çıkıyoruz. Hava güneşli, hafif bir serinlik var ama rahatsız edici değil. Fifi ayaklarımızın altında dolaşıyor. Eğilip yaklaşıyor, ellerimle başını tutuyor kendime doğrultuyorum. Göz göze geliyoruz. Sol gözü yaşlı biraz sanki. Uzun uzun bakışıyoruz. Sevildiğini biliyor artık. Kim bilir aklından neler geçiyordur. Onu anlamaya, iletişim kurmaya çalışıyorum. "Karnın mı aç, susadın mı?" Kaynatılmış kemiklerini bitirdi. Kuru ekmeği beğenmiyor. Kim bilir ne özel mamalarla besledi eski sahibi. Canı sıkılınca da attı başından. Su koyuyorum bir kaba, o da ilgisini çekmiyor. Yeni bir adet çıkardı son günlerde. Sesli öpücük gönderince havlamaya başlıyor. Birkaç gün öncesine kadar hiç havlamasını duymzadık. Bundan böyle gelen olduğunda bize havlayarak haber vermesi ne de güzel olur.

Bugün genel temizlik günü. Salondaki bütün masalar, sandalyeler, camlar siliniyor. Sandalyeler ters çevrilip masaların üzerine konulmuş. Genç bir çift geliyor erkenden. Henüz çalışma saatimiz bile başlamamış. Kahvaltı soruyorlar. Hafta arası kahvaltı servisimiz yok. Aşkın Şef mutfaktan sesleniyor, "Geri çevirmeyelim istersen." Bu yılın ilk veranda misafirleri oluyor gençler. Onlar gelmeden önce verandadaki masa ve sandalyeleri güzelce silmiş, yerleri süpürüp yıkamıştık. Henüz çay ocağında su bile kaynamamış. Aşkın Şef gözlemeleri pişiriyor. Yumurtalar da hazır. Kahvaltı tepsisini düzenlerken çay da yetişiyor, işlem tamam. Kahvaltı eşimin kontrolünde hafta sonları. Bu yüzden o yanımda olmadığı zamanlarda huzursuzluk hissediyorum az da olsa. Hangi reçellerden ikram edeceğiz misafirlere, gözlemeler nerede, peynirleri nereye koydu? Aşkın Şef'in malzemeleri ayrı, eşimin malzemeleri ayrı dolaplarda. Şehrin muhteşem manzarası eşliğinde keyifli bir kahvaltı yapıyor misafirlerimiz.

Öğleden sonra bir çift daha geliyor. Yemeğin yanında menüde gördüğü tahinli kurabiye ilgisini çekmiş. Sipariş üzerine bir porsiyon gönderiyoruz. Hanımefendi şimdiye kadar böyle bir lezzet görmediğini söylemiş garsona. Kurabiyelerin azaldığını bildirmek üzere eşimi arıyorum. Yaptıklarının beğenilmesi hoşuna gidiyor elbette. Yine yapacağını söylüyor.

Garip bir sessizlik var bugün. Kuşlar bile ötmüyor. Eşimin eli ayağı, robotumuz arızalandı. Servis bulamıyoruz bir türlü. Akşama doğru bir tamirci bulmak ümidiyle şehre iniyorum. Şehir bile sessiz. Esnafın yüzü gülmüyor. Telefonum çalıyor. Arayan kişi daha önce ziyaretime geldiğini hatırlatıp drone kullanarak havadan kamera çekimi yaptıklarını anlatıyor. Bu iş öncelikli işlerimin arasında değil. İlgilenmediğimi söylüyorum.

Akşam misafirleri OSB'den. Rezervasyon yaptırmadıkları için özür diliyorlar. Bu incelik beni benden alıyor. Daha önce ailesiyle birlikte ağırladığımız beyefendi bu kez çalıştığı şirketten İtalyan konuklar getirmiş. Taş Ev'de elit aileleri ve onların dışarıdan gelen misafirlerini ağırlamanın yanı sıra özellikle Organize Sanayi Bölgesinde faaliyet gösteren şirketlerin iş yemeklerine ev sahipliği yapmak öngördüğüm bir husus. Yabancı misafirler yemek yerken memnun görünüyor. Aralarında İngilizce konuşuyorlar. Konuşmaları özel olabilir düşüncesiyle yanlarına fazla yaklaşmıyorum. Gizli konular genellikle özel sektörün devletle olan buluşmalarında konuşulur, bunu biliyorum. Hatta memur kısmı laf olmasın, ortalarda görünmesinler diye restoranın arka tarafındaki özel olarak hazırlanmış yemek odalarında ağırlanır. Misafirlerimiz devlet memuru olmasa da kendi aralarında iş konuştuklarından yemek boyunca uzak kalıyorum masalarına. Yemeklerini yedikten sonra yanlarına gidip kendimi tanıtıyor, mekan hakkında özet bilgi veriyorum. Göstermiş olduğum ilgi hoşlarına gidiyor. Roma'da tarihi binalara verilen önemin beni ne kadar çok etkilediğini anlatıyorum. Eski yapıların titizlikle korunduğu, onları yıkıp yerlerine AVM'lerin, beş yıldızlı otellerin yapılmasına asla müsaade edilmediği gerçek anlamda yaşanacak bir şehir Roma. Her tarafta devam eden restorasyon çalışmalarının gözleri kirletmemesi için paravanlar çekilmiş, çalışmalar ustalıkla gizlenmiş. Modern şehir yeni Roma adıyla sahil kesimine taşınmış. Aslına uygun olarak restore edilen bakımlı orta çağ binaları iş yaşamına hizmet ediyor hala. Her binanın önünden geçilirken hem yapana hem onu bugüne getiren zihniyete hayranlık duyuluyor. Bu yüzden eski Roma'ya milyonlarca turist akıyor. Yazın sıcak günlerinde şehir tamamen turizme yönelik faaliyet gösteriyor. Yabancı konuklarımıza çalışma hayatımda Türkler dışında en çok İtalyanlarla birlikte olduğumu anlatıyorum. İtalyanca bilip bilmediğimi soruyorlar. İngilizce ortak dil olmasaydı mutlaka İtalyanca öğrenmiş olabileceğimi söylüyorum. Ayrılırken avludan şehre bakıyor, bol bol fotoğraf çekiyorlar.

İtalyan misafirlerimizi uğurladıktan sonra avludan şehre doğru bakarken gözlerim dalıyor. Roma ile Tire'yi mukayese ediyorum. Hayır, hayır şehrin büyüklüğü değil mesele. Roma'da yaşayan insanların temizliğe verdiği önemi, turizme, sanat ve kültüre olan ilgisini düşündükçe karşımdaki şehrin manzarası içimi daraltıyor.  Koca şehirde bu işleri yapmak daha zor olsa gerek. Ekonomik sebepler hiç de bahane olamaz. Belediyenin yaptıkları yeterli değil. Mesela Tahtakale'deki Kutu Han'ın restorasyonu güzel bir proje. Gel gelelim hemen karşımızdaki Gölet Restoran demir yığınından başka bir şey değil. Ona harcanan parayla restorasyon bekleyen nice yapılara el atılabilirdi oysa.

Taş Ev'in bugünkü misafirleri geç vakitlere kadar oturmuyor bu kez, erken dönüyoruz evlerimize.