KATEGORİLER

7 Nisan 2017 Cuma

BUGÜN ÇOK HATIRLANDIM

06/04/2017 Perşembe, Tire

Bugün benim doğum günüm. Sevinmeli miyim, üzülmeli miyim? Sevinecek bir şey arıyorum, bulamıyorum. Bilakis sayılı günlerimden bir sene daha tükendiği için, tuhaf bir burukluk var içimde. Dünden beri bir sürü kutlama mesajı, iyi dilek temennisi göndermiş tanıdıklarım. Gün boyunca telefon ederek yaş günümü kutladı yakınlarım. Geride bıraktığım yaşımda kayda değer en önemli iş Taş Ev'i faaliyete geçirmek oldu sanırım. Çocuk yaşlarda doğum günleri daha farklı algılanır. Bir yaş almak, bir yaş büyümek, yaşamdan beklenen iddialı hedeflere biraz daha yaklaşmak demekti o çağlarda. Üniversitenin en sevdiği bölümünü kazanmaya giden yol bir yıl daha kısalırken bir önceki yıla nazaran daha fazla adam yerine konulacaktır.

Artık çocukların etrafımızda "Dede, dede" diye koşuşturdukları yaşa gelindiğinde yaş günleri kişiye özel yılbaşı gibi. Sağlıklı, mutlu nice yaşlar dileniyor sağlıklı, mutlu nice yıllar yerine. Önümüzdeki yıl sevgili kayınpederimi kaybettiğim yaşa geleceğim. Her yaş günü bir yılı alıp götürse de yanında, ölüm ne kadar uzak geliyor insana. Başka ne kaldı yapacak bu dünyada, çocuklarımızın mutlu günlerini beklemekten başka...

Sabah ilk kutlamayı eşim yapıyor, doğal olarak. Bugünkü gün toplantısına katıldıktan sonra yanımda olmak istediğini söylüyor. Bir kaç parça alışveriş yaptıktan sonra yaylaya çıkıyorum. Rutin temizlik işleri, tavukların beslenmesi derken Aşkın Şef, "Biraz işim var aşağıda yarım saate gelirim." diyor. Artık günler yoğun geçiyor. Mesai saatinde izin istemesi garip. Belli ki önemli bir iş. Özel bir konu olabilir, söylemek istemeyebilir diye "Ne işin varmış?" diye sormuyorum bu kez. Sadece "Telefonun açık, değil mi?, Gelen olursa..." diye hatırlatmakla yetiniyorum. "Açık, açık, merak etme gecikmem." diyor.

Günün ilk saatlerinde elemanlar bahçeye dağılıp kuzu kulağı, sarmaşık topluyorlar. O sırada iki ihtiyar delikanlı geliyor Taş Ev'e. Onlardan biri kayınpederin asker arkadaşıymış. 83 yaşında olmasına rağmen oldukça dinç görünüyor. "Sekiz silindirli araba sadece bende vardı o zamanlar. Alım satım işiyle uğraşıyordum. Kayınpederine de bir Opel vermiştim, otuz beş kırk sene önce." devam ediyor konuşmasına, verandanın en keyifli masasında. "Saatte iki yüz kilometre yapardım, lakabım deliye çıkmıştı  bu yüzden."

Az sonra Aşkın Şef bir pasta ile birlikte dönüyor. Ayşe Hanım çayları koyuyor, pastayı mutfakta süsleyip, verandaya getiriyorlar. Yanan mumu üfleyip pastayı kesiyorum. Aldığım kutlama mesajları pastanın güzel tadına karışıyor. Ardı arkasına kutlama telefonları geliyor. Kızımdan bugün pasta yeme izni aldım nasıl olsa. Eşimi arıyor, arkadaşların yaptığı sürprizden söz ediyorum. "Onlar niye pasta aldı? Ben pastanı yapmıştım, gel beni al." diyor biraz önceliğinin alınmış olduğuna üzülerek.

İkinci pasta eşimden. Hediyesini de ihmal etmemiş sağ olsun. Taş Ev'in verandasına ikinci defa servis hazırlanıyor. Tam toplanıp pastayı keseceğim sırada misafirler geliyor. Pastayı bırakıp misafirlerle ilgileniyoruz. Bu saatten sonra biraz zor fırsat bulacağımızı düşünerek pastanın kesilmesi işini araya sıkıştırıyoruz. Bol çikolatalı nefis bir şey bu.

Genç çiftler bu akşamın ağırlıklı konukları. Cuma akşamı olması münasebetiyle fazla içki satışı olmuyor diyeceğim ama değil. Çünkü gün günü tutmuyor. Her gün sürprizleriyle birlikte geliyor.

Evde Yazar duyunca şaşırıp üzülecek ama ilk kez bir şey paylaşacağım burada. İki yıl ara verdiğim sigaraya başladım yine. Hep bizim elemanlar yüzünden. Yine ilaç desteğiyle yaş günüm olan bugün itibarıyla sigarayı bırakmaya çalışıyorum. Kızıma bugünden başlayarak sigara içmeyeceğime dair bilmem kaçıncı sözü verdim.   

6 Nisan 2017 Perşembe

"GÜN" LERDEN BİR "GÜN"

05/04/2017, Çarşamba, Tire

Dün yapılan grup rezervasyonu nedeniyle eşime ihtiyacım olacak. Birlikte yola çıkıp yolumuz üzerinden Ayşe Hanım'ı alıyoruz. Aşkın Şefe de erken gelmesini söylemiştim. Dün pazar dönüşü temizlik işlerini tamamlayıp masaları düzenlediğim için rahatım.

Taş Ev'in önünde Fifi karşılıyor bizi. Öylesine sevgi gösterisinde bulunuyor ki, görmelisiniz. Gönlümden onu kucaklamak, sarıp sarmalamak geçse de dokunmamaya özen gösteriyorum. Ayağımı uzatıyorum önüne doğru. Usulca ayağımın üzerine koyarken başını, patileriyle yüzünü kapatıyor. Yanından zor ayrılıyorum.

Ekiple mutfakta konuşuyoruz. "Bu hanımların gün toplantısı olabilir." diyor Aşkın Şef. Uzun zamandır gün toplantısı yapılmıyor. "Yok, gün toplantısı olsa söylerdi, bu bir arkadaş toplantısı." diyorum, umutla. Eşim de destek veriyor şefe. "Gün toplantısı olabilir." O zaman papazı bulduk. Piknik yapmaya gelirlermiş gibi yanlarında pastalar, börekler, patlamış mısırlar, ay çekirdeklerini getiren bir kadınlar topluluğu canlanıyor gözümde. Daha masalarına oturmadan çok acıktık derken yarımşar porsiyon köfte ısmarlayıp yediklerinden fazla ikram bekleyen, yediklerinin keyfine varmak yerine kusur arayan bir grup. Neyse ki bütün endişelerim boşa çıkıyor. 

Hanımefendi rezervasyon için dün aramış, geliş saatini ve misafir sayısını bildirmişti. Saat 13.00'ten sonra minibüs misafirleri kapıda bırakıp gidiyor. Bahçe içi yol boyunca Taş Ev'e doğru yürürlerken karşılıyorum onları. Telefonda görüştüğüm hanımefendi vakur duruşunun yanı sıra titizliği ile dikkatimi çekiyor. İlk kez geldiği bir mekanda misafirlerini ağırlayacak olmasının gerginliği yüzüne yansıyor. Haklı olarak kusursuz bir hizmet bekliyor, misafirlerine mahcup olmamak için. Belli ki, birilerinden duymuş olmalı Taş Ev'in methini. Görünüşünden öğretmen olduğunu tahmin ediyorum.

Evet, bir gün toplantısı bu. Ama farklı diğerlerinden. Daha önce severek ağırladığımız birkaç gün grubu gibi. Misafir sayısı söylenenden dört kişi fazla. Hemen bir masa ilave ediyorum. Gelenlerin çoğu eşimin önceden tanığı simalar. Eşim alıyor siparişleri isim isim. Konuştuğumuz üzere ortaya salatalar servis ediliyor. Sipariş üzerine sevdikleri soğuk mezelerin tadına bakıyorlar sonra. Sürekli olarak beğenilerini ifade ediyorlar. "Salatanın içine ne koydunuz?" "Nar ekşisi efendim." "Yok, nar ekşisini bilirim, bu başka bir şey, çok hoş bir aroması var." "Zeytinyağından olabilir, efendim. Kendi yağımızı kullanıyoruz." "Çok beğendik salatanızı, elinize sağlık." "Afiyet olsun efendim."

Soğukların ardından sıcak siparişleri sunuluyor misafirlere. Pazar günü ağırladığımız Lion Club üyelerinden bile daha düzenli, daha saygılı. Naif, kibar, anlayışlı ve sabırlı insanlar. Sıradan siparişler alınırken, hiç biri ben de şundan isterim deyip araya girmiyor. Karmaşa olmayınca her şey daha düzgün yürüyor. Yemekten sonra tatlı siparişleri geliyor. Soğuklardan patlıcan ezme, sıcaklardan pirzola, ara sıcaklardan keşkek, tatlılardan dondurmalı irmik helvası en çok talep edilen lezzetler. Öyle yarım porsiyon, kenarından, ucundan da değil. Porsiyonu bitiremeyen bir kaç misafir kalanı paket yapmamızı rica ediyor.

Bu güzel topluluktan kuver almıyor, mevsim salata, çay ve kahveleri ücretsiz ikram ediyoruz. Yemekten sonra terasta sohbet ederken çay ve kahveler içiliyor. Birbiri ardına dondurmalı irmik helvası sipariş ediliyor. Ne patlamış mısırlar çıkıyor çantalardan, ne de ay çekirdekleri. Burası bir restoran. Gelen misafirler naif insanlar. Çok memnun kalıyorlar hizmetimizden, mekandan, doğadan ve yedilerinden. Sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum bizimle birlikte ev sahipliği yapan hanımefendiye ve onun misafirlerine. Böyle "gün" lerin başımın üstünde yeri var.

Havası olmalı Taş Ev'in. Falanca gazinolarda çekirdek çitlenen "gün" lerden farklı olmalı "gün" ler. Ben "gün" ümü Taş Ev'de yaptım deyince hanımefendi, beş yıldızlı bir otelde tatilini geçirmişçesine ayrıcalığı olmalı. Bizleri daha yükseklere taşımalı, aşağı çekmek yerine...

Misafirlerimizi uğurladıktan sonra yeni gelenlerle günün yoğunluğu akşama taşınıyor. Misafirlerimizin tavsiye üzerine gelmiş olmaları doğru yolda olduğumuzu gösteriyor. Eksiklerimizi biliyoruz. Mükemmelliğe giden yolda sabır ve kararlılıkla ilerliyoruz.

Oğlum sık sık arıyor. O aradığında ben meşgul, ben aradığımda o meşgul oluyor. Kızım başka bir yol seçmiş kendine. Durmaksızın Venüs'ün videolarını resimlerini gönderiyor bana. Sağlık haberlerini duymak keyiflendiriyor beni. Venüs çok yaramazlık yapıyor, oradan oraya koşup duruyormuş. Kızım "Nereden buluyor bu enerjiyi?" diye soruyor. 

Akşam misafirleri çok geç vakte kalmıyor. Hepsini teker teker yolcu ediyorum. Onlar mutlu, ben mutlu.

5 Nisan 2017 Çarşamba

YOĞUN GÜNLER

31/03/2017-04/04/2017 Cuma-Salı, Tire

Tam 454 gün aksatmadan günü gününe yazdığım günlük ilk kez sekteye uğruyor. İki elim kanda olsa bile yazmaya kararlıydım oysa. Ne yurt dışı seyahatleri ne hastalıklar ne de başka bir sebep mani olamadı bu kararlılığıma. Ne var ki her şey insanoğlunun elinde değil. Vücudum yenik düştü. Cuma gününden bugüne kadar her akşam yazmak için bilgisayarın başına oturuyorum, göz kapaklarım kapanıyor, daha bir satır yazamadan sızıp kalıyorum.

Günler birbirini kovalarken salı gününü iple çekiyordum. Bugün salı, tatil günümüz. Ve ben tekrar günlüğüme kavuşuyorum.

Günlük günü gününe yazılmalı. Daha önce bir iki gün gecikmeli yazmıştım ancak taslak olarak o güne dair olup biteni not etmiştim. Bu sefer öyle bir kayıt da tutmadım. Hal böyle olunca bazı önemli detaylar kaçıyor elbette. Cuma'dan bu yana içinden azgın suların aktığı bir tünelden geçiyor gibiyim. Yorgun muyum? Hayır, bu sözcük benim kelime hazneme dahil değil. Halimden memnun muyum? Evet, son derece memnunum. Çalışmak, çok çalışmak tam bana göre çünkü. Peki, neler yaşadım bu günlerde hatırlamaya çalışalım. 

31/03/2017, Cuma. Hafta içi günlerden sonuncusu. Genel olarak sakin başlayan hafta aynı sakinlikle bitecek derken rezervasyonlar birbirini izliyor. Garsonu gönderince servis işi tamamen bana kaldığı için kara kara düşünmeye başlıyorum. Beni düşündüren misafirlerin hepsinin memnun ayrılması Taş Ev'den. Şef durmadan eksik malzeme bildiriyor. Şehre alışveriş için indiğimde eşimi de alıyorum yanıma. Rezervasyonsuz gelen misafirlerle salon doluyor. Önce soğuk siparişlerini alıyorum. Yirmiyi aşkın soğuk mezenin sergilendiği vitrinli soğutucudan misafirlerin damak tadına uyanları not ediyorum. Daha sonra yukarıda masalarını gösterip servislerini açıyor, menüyü önlerine bırakıyorum. Önce içecek, arkasından ara sıcak ve sıcak siparişlerini alıyorum. Bu hizmeti defalarca yapınca otomatiğe bağlanıyor insan, adeta araba kullanıyormuş gibi. Uzun yılların tecrübesine sahip sürücüler koltuğa oturunca düşünmeden nasıl gaz pedalına basıyor, vites değiştiriyor ve direksiyonu yönetiyorsa ben de ne zaman ne yapacağımı biliyorum artık.

Bugün dediğim gibi sıra dışı yoğunluk yaşıyoruz. Misafirlerin bazılarının hesabını alıp uğurlarken yenileri geliyor. İşin doğrusu bahçe kapısından girdikleri andan itibaren misafir araçlarına park yeri göstermeye, ayrılırken emniyetle yerlerinden çıkmaları için onlara yardımcı olmaya çalışırken bazen yetişemediklerim oluyor. Mutfaktan servise çıkarken bir anda kapıdan içeri giriyor misafirler. Hemen onları karşılıyor, salona doğru yol gösteriyorum. Gelenlerden bazıları Aşkın Şefi iyi tanıyorlar. Ben başka işle meşgul olduğum zamanlarda, soğuk siparişlerini doğrudan ona söylüyorlar. Şef onlara önerilerini sunuyor.

Akşamın son misafirleri bu kez rezervasyonsuz gelen ve bizi defalarca onurlandıran bir aile. Eşimle sarılıp kucaklaşıyorlar. Dışarıdan misafirleri var yanlarında. Oldukça geç vakitlere kadar kalıyorlar. Yarın sabahın erken saatlerinde rezerve grup kahvaltısını düşünüyorum kara kara. Erken gelmek lazım biraz daha. Kaba temizlik misafirler ayrıldıktan sonra yapılsa da ince temizlik sabaha kalıyor.

01/04/2017, Cumartesi. İzmir'den gelen bir kadın grubunu ağırlıyoruz. Böyle hemcins gruplar bana hala tuhaf geliyor. Bazıları eşlerini kaybetmiş, bazıları eşlerinden ayrılmış, kabul. Ancak hepsi mi yalnız bu hanımların emin değilim. Kahvaltıya hazırlıklıyız. Gelenler hem doğaya, hem mekana hem de kahvaltıda sunulan lezzet çeşitlerine hayranlıklarını gizlemiyorlar. Uzunca bir süre misafir ettiğimiz grup, kahvaltıdan sonra terasta güneşlenirken keyifli sohbetlerine çay ve kahve ikramları eşlik ediyor. Bugün dışarıdan iki üç eleman desteğiyle daha rahat gibiyim. Üstelik kızım da Venüs'ü alıp gelmiş. Venüs gelenlerin yeni gözdesi. Fifi ile başta yadırgıyorlar birbirlerini. Birkaç saat sonra dost oluyorlar. Arada malzeme eksilince hesap işlerini kızıma bırakıp  şehre gidip geliyorum. Öğleden sonraki hareketlilik nedeniyle ekmek azalıyor. Fırıncı hanım, "Demiştim ben, bu ekmez yetmez size, bugün çok iş olur sizin orada" diyor, samimi bir şekilde gülümseyerek.

Akşam kimler geldi, kimler geçti. İlk kez gelenler, yanlarında misafirlerini getirenler, devamlı konuk ettiklerimiz... Salon, veranda, avlu ve teras. Dört ayrı mekanda hizmet veriyoruz. Bir ara şömine sobayı tutuşturuyorum. Geceye doğru serinleyen havayı kırıyor.

Gün boyunca yeni rezervasyonlar ve muhtelif iş görüşmeleri oluyor. Torbalı'dan öğretmen olduğunu söyleyen bir hanımefendi arıyor. Samimi geçen sohbetimizde eşine sürpriz bir yemek vermek istediğini, yanlarında çocuklarını getirmelerine müsaade edilip edilmediğini soruyor. Geçen hafta Seferihisar'da porsiyonu 65-70 liraya yedikleri et ızgarasından sonra özür dileyerek fiyat soruyor. Özellikle eşimden pasta hazırlamasını istiyor. Eşimin zevkle hazırlayacağından eminim.

02/04/2017, Pazar. Kahvaltıyla başlıyoruz güne. Bir garson takviyesi daha almıştık aslında. Bizim şefi arayıp hastalandığını, bu sebeple gelemeyeceğini söylemiş son anda. Sağı solu arıyorum, herkes çalışacak bir yer bulmuş. Bugün Lion Club başkanlarını ağırlıyoruz. Zorlu bir gün. Yeni bir tecrübe, hem de ne tecrübe. Salonda yemek öncesi toplantı yapacaklar. U tipi masa düzenine geçiyoruz. Masaları düzenlemek epey zamanımızı alıyor. Salonda başkanın oturduğu kenar boyunca sandalyeler tek taraflı konulunca elli kişilik salon kırk bir kişiye ancak yetiyor.

Başkanla sürekli görüşme halindeyiz. Beklenenden önce geliyorlar. Şehirden onları karşılayacağıma söz vermiştim. Alışveriş için bir saat kadar önce aşağı inerken bir anda beynimde şimşekler çakıyor. Dün minibüsçüleri arayacaktım. Nasıl atladım bunu? Eyvah, ki ne eyvah. Hemen telefonu tuşluyorum. Minibüsçü dün telefon etmeyince vaz geçtiğimi düşünmüş haklı olarak. "Ben şimdi Aydın'dayım, bir bakayım birilerini bulabilirsem." deyince bende heyecan zirve yapıyor. En kötü ihtimalle gider minibüs durağından iki minibüs çeviririm istedikleri paraya bakmadan. Ama ya bulamazsam? Düşünmek bile istemiyorum. Minibüsçüyü arıyorum, bir tanesinin yola çıktığını söylüyor. Arabamın yakıt ışığı yanıyor. Bir de yolda kalır mıyım endişesiyle akaryakıt istasyonunda depoyu dolduruyorum. Başkan arıyor, "Biz geldik turist otobüslerinin park ettiği yerdeyiz." Aklım minibüslerde, "Geliyorum, beş dakika sonra yanınızdayım." diyorum. Tekrar minibüsçüyü arıyorum. İkincisini de ayarladığını, yola çıktığını söylüyor ama dün aramayıp onu çok zora soktuğumu söylüyor. Başkan arıyor, "Biz çarşıya doğru ilerliyoruz, biraz dolaşıp otobüslere dönmek istiyoruz." Grubu karşılıyorum, ellerini sıkarken başkan beni arkadaşlarına tanıtıyor. Birlikte yürümeye başlıyoruz.  İlk karşımıza çıkan "Karambol" sahası. Tarihi karambol oyunu ile ilgili bilgiler levhada yazılı. Çocuklar oyun oynuyor. Her zaman boş olur burası oysa. Tahtakale'ye doğru ilerliyoruz.Meşhur şiş köftecilerin çığırtkanları kalabalık turist grubunu görünce aç kalmış martılar gibi cıyak cıyak bağırıyor. Hiç de hoş bir görüntü değil bu. Bir tanesi beni rehber zannediyor. Lokantasına davet ediyor. "Kaplan Taş Ev'in misafirleri." deyince geri çekiliyor Pazar günü olduğu için esnaf dükkanları kapalı. O canlı hayat yok bugün.

Döndüğümde iki büyük minibüsü görünce derin bir oh çekiyorum. Lion'lara kılavuzluk ederek yola çıkıyorum. Başkan benim arabama biniyor. Kalabalık grup bahçeye yayılıyor. Birbiri ardına fotoğraf çekiliyor, kadınlı erkekli grup güneşin ve doğanın tadını çıkarıyor. Grubun bütün üyelerinin teker teker bir kez daha ellerini sıkıp "Hoş geldiniz" diyorum.

Masalarına geçiyor misafirler. Toplantı başlıyor. Mutfakta hazırlık tamamlanmış görünüyor. Kırktan fazla ordövr tabağı tezgahta güzel bir görüntü veriyor. Toplantı olmasaydı masalara taşınmış olacaktı. Neyse ki mutfağa konulan bir masa sayesinde sorun çözülmüş. Salatalar da hazır. Toplantı bittikten sonra tabaklar yukarı çıkarılıyor. Bize her hafta sonu gelen öğrenci kızımız çok başarılı. Sıcak ve içecek siparişlerini almaya başlıyorum. Başkan beş dakika müsaade istiyor. Sonradan aklına gelen birkaç sözü daha var topluluğa. O konuşurken bekliyorum. Konuşma uzadıkça zaman daralıyor. Ayrı ayrı siparişlerin alınması, sonradan yapılan değişiklikler yeni bir tecrübe kazandırıyor. Eşim yardıma koşuyor. O da siparişleri almaya başlıyor. Bu iş en sevdiği işlerden biri. Edindiğim en büyük tecrübe, gruplar için menüden başka bir çözümün olmaması gerektiği. Kırk kişiden sipariş alınması, kırk masaya ayrı ayrı bakmakla aynı. Sadece o da değil elbette. Özellikle alkollü içki siparişleri başımı ağrıtıyor. Yetmişlik söyleyip bir kaç arkadaş bölüştükten sonra ayrı ayrı hesap ödenmesi sorun oluyor. Eşimin ayrı sipariş alması, sabırsız davranıp diğer elemanlardan istekte bulunanlar kontrolü kaybetmeme sebep oluyor. Sadece bu mu? Verandada, avluda hatta terasta grup harici misafirler var. İçlerinden bazıları dışarıdan misafirlerini getireceğini söyleyip dünden rezervasyon yaptırmış. Neyse ki eşim onlarla özel olarak ilgileniyor. İsim isim siparişler adisyonlara geçiyor. Aynı anda elliye yakın adisyonun içinden nasıl çıkılır? Yemeklerden sonra tatlı sipariş edilmeye başlanıyor. Ödemeye sıra gelince ani bir karar verip Aslanlara güveniyorum diyerek adisyonu bir tarafa bırakıyor, beyana esas hesapları alıyorum. Herkes önümde kuyruk olmuş sırasının gelmesini bekliyor.
"Ben Tire şiş köfte, patlıcan ezme yedim, bir de ellilik rakıyı dört kişi içtik. Ordövr tabağı, salata, keşkek herkes için standart sanırım." Pos cihazını yukarı aldım. Bazıları nakit bazıları kredi kartı veriyor.
"Bir de minibüs için kişi başı beş TL alıyoruz başkanla anlaşmamız gereği."
"Biz iki kahve, üç çay söylemiştik."
"Çay ve kahveler ikramımız efendim, afiyet olsun."

Hesabını ödeyen bahçeye çıkıp yürüyüş yapıyor, sohbet ediyor, fotoğraf çekiliyor. Elemanlar güzel çalışıyor. Gelmeyen elemanın eksikliği hissedilmiyor fazla. Gecikmeler olmuyor değil. Fakat butik tarzda çalışan hangi işletme olursa olsun, elli kişi aynı anda gelip ayrı ayrı sipariş alırsa zorlanır. Sürpriz bir şekilde hemen herkes şiş köfte istiyor. Tire'nin meşhuru ama bana göre ızgara köfte ondan daha güzel. Israrla şiş köfte istiyorlar. Şiş köfte tükendikten sonra bazı misafirler köfte çeşitlerinden sipariş veriyor. Akşama doğru köfte çeşitlerini yok satıyoruz. Bütün tatlılar tükeniyor. Akşam oluyor hız kesmeden devam ediyoruz. Köftemiz kalmadı ama diğer ızgara çeşitlerimiz mevcut. Kapanışa yarım saat var. Bir telefon geliyor, şehirdeki bir kurumun müdürü tenezzül edip kendisi aramak yerine elemanına aratıyor. Babası kayınpederimin yakın dostuymuş bir zamanlar. Daha önce yine bir grup arkadaşıyla geleceklerinden söz etmiş, hatta gününü bile söylemiş, daha sonra haber vermeyerek inceliğini göstermişti. O günden beri özellikle eşim çok kızgın ona. Eşimi aşağı gönderdikten sonra bir an önce kapatmak istediğim bir anda gelen bu telefon, açıkçası pek hoşuma gitmiyor. Kabul etmemek doğrusu böylelerini. Mekana saygısızlık olmasın diye kabul etmek zorunda kalıyorum. Yine gelmiyor. Umurumda değil zaten. Fakat dalga geçer gibi geliyoruz deyip, gelmemek, ya da gelemeyeceğini haber vermemek bahse konu müdüre yakışan bir davranış oluyor (!)


03/04/2017 Pazartesi. Artık bugün sakin olacağını tahmin ediyorum. Yarın tatil günümüz olduğu için fazla ekmek almaya gerek yok. Dün gece masaları normal oturma düzenine göre tanzim edip temizlik işlerini tamamladığımız için güne rahat başlıyoruz. Bodrum'dan yola çıkıp Kuşadası üzerinden İstanbul'a doğru geze geze yolculuk yapan bir çiftin yolu Taş Ev'e düşüyor erken saatlerde. Mutfaktaki yardımcı hanımefendi oğlunun okulunda işi olduğu için sabahtan izinli. Biraz sonra taksi tutup gelecek. Taş Ev'e bayılıyor misafirlerimiz. Terasta yemeyi tercih ediyorlar öğlen yemeklerini. Uzunca sohbet ediyoruz bir yandan hizmet ederken. Bolca kartvizitimizi alıyorlar. Son derece mutlu bir şekilde uğurluyorum onları.

Bugün yalnızım serviste. Akşam rezervasyonları hazırlıklı olmamızı gerektiriyor. Eşim telefonunu yukarıda bırakmış. Hem onu bırakırım hem de fazladan bir kaç ekmek alırım diye geç kalmadan şehre iniyorum. Döndüğümde terasta iki genç oturuyor. Aşkın Şef gereken ilgiyi göstermiş. Beyefendi Orta Anadolu'nun bir şehrinde öğretim üyeliği yapan bir doçent. Eşi ise avukat. Onlarla da sıcak bir sohbete dalıyoruz. Tire'ye yerleşmeyi düşünüyorlarmış. O da benim gibi hanım köylü olmaya aday bir genç.

Akşama bir doğum günü rezervasyonumuz var. Beni telefonla arayan hanımefendi eşine sürpriz yapacağını söyleyerek bir de pasta hazırlamamızı rica ediyor. Geç vakit haber verdiklerinden eşim pastayı yetiştiremez. Aşağı indiğimde pastaneden hazır bir pasta alıyorum. Hava henüz kararmadan önce sürpriz misafirimizle bahçe kapısında karşılaşıyoruz. Benim en çok önem verdiğim misafirlerin başında geliyor. Meslektaşım olan bu beyefendinin, iş adamı arkadaşları arabalarıyla peşi sıra geliyorlar. Onlara her zaman oturdukları köşe masayı gösteriyorum. Aslında terasta oturup güneşin batışını izlemek niyetleri. Biraz geç kaldıkları için güneş az önce gözden kaybolmuş. Servisi dışarı taşırken havanın serinlediğini görüp fikir değiştiriyorlar. Servislerini içeri alıyorum.

Doğum günü misafirlerimizden en küçüğü iki aylık bir bebek. Uslu uslu beşiğinde uyuyor. Bu misafirlerimiz ilk kez bizi şereflendiriyorlar. Miniğin ablası akıllı bir kız. Ona "Hoş geldiniz hanımefendi." diyorum. Annesinin ikaz etmesiyle cevap veriyor. "Hoş bulduk." Mutlu bir aile. Siparişleri alıyorum. Küçük hanım her çocuk gibi parmak patatesi seviyor. Yanlarındaki masaya iki genç geliyor. Fazla soğuk ve sıcak siparişlerini veriyorlar içkilerinin yanında. İş adamlarının masasına daha fazla ilgi göstermem gerek. Bu arada Aşkın Şef benim sıkıştığım yerde servise çıkıyor. Keşkeği gençlere o götürüyor. Bir müddet sonra gençlerin yanına gidip sıcak siparişlerini almak istiyorum. Daha önce aldığım sipariş nasıl olduysa çıkmış aklımdan. Özür dileyerek yeniden not alıyorum. Olgunlukla karşılıyorlar. Hemen Şefe bildiriyorum bir an önce hazırlanması için.

İş adamları yemeklerini bitirdikten sonra kahvelerini götürürken şirinlik olsun diye yanında nane likörü ikram ediyorum. Kendimi affettirmek için gençlere de aynısından sunuyorum. Şakalaşıyoruz, affettiklerinden emin olmam beni rahatlatıyor.

Gençler yemeklerini yedikten sonra hesap öderlerken doğum günü pastasını süsleyen Şef, yukarı çıkıp çat patları yanan süslü pastayı ikram ediyor aileye. Yukarıdan alkış sesleri geliyor. Pasta büyük gelince, diğer misafirlere de ikram edelim diyorlar. Benim onur konuğum kalkıp bebeğe sevgi gösterisinde bulunurken kendilerine yapılan pasta jesti için teşekkür ediyor. Masalar arasında güzel bir kaynaşma olması ve sıcak bir atmosferin doğması benim çok hoşuma gidiyor.

Doğum günü ailesini son derece mutlu bir şekilde uğurluyoruz. Küçük hanıma soruyorum. "En çok hangi yemeği sevdin?" Ben patates diyeceğini beklerken o, "Hepsini." cevabıyla beni şaşırtıyor.

Gecenin son misafirleri gece yarısına kadar sohbete devam ediyorlar.

04/04/2017 Salı. Artık günlüğüme dönebilirim. Uzunca bir yazı olacak bugün. Sadece o işim olsa keşke. Sabah eşimle karar veremiyoruz bir türlü. Erkenden pazar alışverişini yapıp İzmir'e mi gitsek? Yine işi düşünüyoruz. Son aldığımız endüstriyel bulaşık makinesi özellikle bardaklarda su izi bırakıyor. Daha öncekinden çok memnun kalmıştık. Bir ara etiketinin fotoğrafını çekmiştim. Eşim internet alışverişini çok seviyor. Gerçekten de tanınmış alışveriş sitelerinde mal teslimindeki sürat beni hayrete düşürüyor. Yeni bir mutfak robotu siparişinden sonra aynı markanın sitesinden 30 kiloluk bir bulaşık deterjanı sipariş ediyorum. İnternet bankası üzerinden EFT yapıyorum ücretini. Telefonla görüştüğüm Levent beye bilgi veriyor, e-posta ile fatura bilgilerini ulaştırıyorum.

Eşim pasta, tatlı işleri için acil siparişler veriyor, pazara çıkmadan onları alıyorum. Pazar alışverişi çok uzun sürüyor. Sağ kolumdaki ağrı da cabası. Şansıma pazara yakın alışveriş merkezinin kapalı otoparkında arabama bir yer buluyorum. Telefonum şarj etmiyor. Soketinde bir problem olmalı. İlk işim telefonu tamire bırakmak. Daha önceki görüştüğüm tamirci "Üç saat kalması lazım." demişti. Telefonun soketine pislik birikince temassızlık sorunu oluyor. İlk kez temizlettiğim yere götürüyorum telefonu. Bir iki dakikada ince uçlu bir pens yardımıyla biriken tozları çıkarıyor soketin içinden. Ücret almak istemiyor yine. Zorla bir kaç kuruş veriyorum. Oysa ilk sorduğum kişi aynı iş için otuz lira, soket arızalı ise seksen liranızı alırım demişti. Telefon sorunum böylelikle çözümlenmiş oluyor.

Sebzesinden meyvesine, kömüründen etine kadar bir sürü alışveriş yapıyorum. Telefonum bir biri ardına çalıyor.
"Bugün ve her salı günü kapalıyız efendim."
"Kahvaltı servisimiz sadece hafta sonları, efendim."
"Balık servisiniz var mı? Deniz ürünleri bulunmuyor öyle mi?"
"Yarın öğlen yemeği için mi efendim? Kaç kişi? On beş mi? Saat kaç gibi gelirsiniz?"

Eşimi arıyorum, "Yarın öğlen yemeğine grup var yine." Salonu temizleyip yarına hazırlamalıyım. Yaylaya çıkıyorum. Fifi Taş Ev'in yanında sevinçle karşılıyor beni. Ayaklarıma başını koyuyor, "Ben karnımı doyurmanı değil, beni sevmeni istiyorum." dercesine. Acıkmıştır diye biraz ekmek ufalıyorum kabına. 

Mutfaktaki dolaplara erzakı yerleştiriyorum. Eşim arıyor, yukarıdan şunu getir, bunu getir diye. Unutmadan istediklerini arabaya yerleştiriyorum her seferinde. Salonu süpürüyor, siliyorum. Ağrıyan sağ kolumla zor oluyor biraz. Masaları siliyorum ardından. Bu temizlik çok önemli. Yerden köfte parçaları, kürdanlar, çöp şişler gözün zor göreceği yerlere saklanıyor genelde. Masaların ayakları bozulmasın diye tek başıma kaldırıp yer değiştiriyorum. Nihayet işlerim bitiyor. Avluya çıkıp derin derin yayla havasını soluyorum. Bahçedeki Napolyon kirazlar, şeftali ağaçları pembe beyaz renkleriyle hoş bir görüntü sunuyor. Yerler de epey yeşillendi. Artık bir an önce gidip biriken yazılarımı yazmanın vakti geldi. Çıkarken bahçeden elemanların topladığı sarmaşık demetini alıyorum. Akşama balık yerine sarmaşık yemeği yiyoruz. Balık kadar keyif alıyorum, işlerim bitti nasıl olsa...

1 Nisan 2017 Cumartesi

AKILLI TELEFON

30/03/2017 Perşembe, Tire

Kararsız bir hava... Bir bakıyorsunuz yağmur çiseliyor, derken güneş bulutların arasından yüzünü gösteriyor, hemen arkasından gök gürültüsü, çakan şimşekler eşliğinde bardaktan boşanırcasına yağmur başlıyor. Teras sert esen rüzgarların savurduğu çiçeklerle dolmuş. Havaların ısınması ile birlikte dış mekanlar daha çok tercih ediliyor.

Şehre inip alışveriş yapmaya karar veriyorum. Tam yola çıkarken işletmecilik yapan bir misafirimiz geliyor yemeğe. Genelde durgun geçer bu saatler. Sohbet ediyoruz. Personelden yana dertli birçok işletmeci gibi. Yirmi yaşından küçük personel çalıştırmamaya karar verdiğini söylüyor. Bunun sebebi ellerinden düşmeyen telefonlar. Oysa, yaşla alakası yok bu alışkanlığın. Çağımızın bağımlılık yaratan son teknolojik illeti... Önce TV'ler eleştiriliyordu. TRT'nin ilk yayınlarını siyah beyaz izlemeye başladığımız zamanlardı. Derslerimizden kalmayalım diye ebeveynlerimiz TV leri özel dolap kabinlerine sokar sürmeli kapağını kilitlerdi. Bir süre sonra aileler arasında yapılan dost ziyaretleri kısa hal hatır sormaktan öteye gitmeden sona ererdi. İnsanlar hipnotize olmuşçasına karşılarındaki kutuya bakarlar, kendilerine ikram edilen çayı bile gözlerini ekrandan ayırmadan alırlardı. Şimdi TV'lerin yerini alan akıllı telefonlar herkesin elinde. Onlar sadece bir haberleşme aracı değil. Oyunlar oynanıyor, sohbetler ediliyor, paylaşımlarda bulunuluyor, başkalarının paylaşımlarına yorum yetiştiriliyor. Bizim millet kadar bu aletleri kullanan başka millet yok. Sohbetimizin konusu da bu zaten. Garson, telefonu bırakmıyor elinden,  mesai saatlerinde. İşletme sahibi sürekli ikaz ediyor. Bazı çalışanların ellerine yapışan telefonlardan ayrılmaları mümkün görünmüyor. "Biz onsuz yapamayız." diyorlar. Kapının önünde buluyorlar kendilerini elbette.

Düşünüyorum da... Hırsızlık sadece para çalmak değil. Bazen çalıştığın yerin zamanını çalmak da aynı zamanda. İşini bir yana bırakıp telefonla oyun oynamak ya da sohbet etmek kabul edilecek bir davranış değil.

Misafirimizi uğurladıktan sonra iniyorum şehre. İlk uğradığım yer banka. ATM den alkol satış belgesini yenilemek için ATM'den yatırdığım paranın fişini düşürmüşüm. Banka yetkilisi bana hangi gün yatırdın, hangi ATM'yi kullandın, saat kaçtı gibi ahiret sualleri soruyor. Sadece kullandığım ATM yi hatırlıyorum. Biraz uğraşıp sonuca ulaşıyor yetkili. Verdiği makbuzu alıp bankadan çıkıyorum. Yarının alışveriş yükünü biraz olsun hafifletmeye çalışıyorum.

Öğleden sonra cumartesi ve pazar günlerinin rezervasyon teyitleri geliyor. Pazar günü organizasyonunu düzenleyen dostumun benden bir ricası var. Şehir hakkında tarihi ve kültürel bir konuşma yapmam isteniyor. Memnuniyetle kabul ediyorum. Şimdiye kadar yaptığım konuşmaların çoğu uzmanlık dalım olan barajlarla ilgiliydi. Bu kez konum farklı olacak. Bu hafta sonu zorlu geçeceğe benzer.

Bu gece Regaip Kandili. İnsanlar kandil gecelerinde pek dışarı çıkmıyorlarmış burada. Dini gecelerde, cuma akşamı dedikleri perşembe günü akşamlarında içkili lokantalara pek rağbet olmazmış. Mahalle baskısı da var elbette. Beklediğimiz oluyor. Biraz erken kapatıp çıkıyoruz. Yolda telefonum çalıyor. Karşıdan mahalle baskısının işlemediği kibar bir beyefendinin sesi geliyor. "Açık mısınız? Yola çıktık, geliyoruz."  Kandil münasebetiyle erken kapattığımızı söylüyoruz, özür dileyerek.  

                                                                                                 

30 Mart 2017 Perşembe

YAĞMURLU BİR GÜN

29/03/2017 Çarşamba, Tire

Sabah erken kalkıyoruz. Kızım işine gidecek, eşimle ben memlekete döneceğiz. Sabah kahvaltısından sonra yola koyuluyoruz. Gaziemir'den geçerken Metro'ya uğrayıp alışveriş yapıyoruz. Büyük alışveriş merkezlerinde zamanın nasıl geçtiğini anlamıyor insan. Geç kalıyoruz diye ikaz ediyor eşim. Bir saat geride kalan aracın saati yanıltıyor beni. Daha zamanımız var diye önemsemiyorum. Olayın farkına vardığımda iş işten geçmiş oluyor. Bir de yoğun sabah trafiği, kırmızı ışıkta durmalar işin tuzu biberi oluyor. Ayşe Hanım'ı arayıp biraz gecikeceğimi haber veriyorum. 

Tire yoluna girer girmez gözümü karartıp gaz pedalına yükleniyorum. Mahmutlar köyünde radar kontrolü yapıldığını biliyorum oysa. Bu kadar erken saatte kontrol olmayacağı konusunda kendimi inandırmaya çalışıyorum. Köye yaklaşırken şans eseri hızım düşüyor.  Bir anda oraya kadar nasıl geldiğimi anlayamıyorum. Her zaman durdukları yerde trafik polisleri avlarını bekliyor. Onları görünce, içimden "Kumar oynadım, kaybettim." diyorum. Beni durduracaklarından neredeyse eminim. Yavaşlıyorum. Polislerde bir hareket olmadığını görünce yoluma devam ediyorum. Şanslı günümdeyim. 

Eşimi eve bıraktıktan sonra elemanları alıp yaylaya çıkıyorum. Aşkın Şef "Yarın kandil fazla iş beklemeyelim." diyor. "Mekanımız açık olacak miasafirlere, ister fazla iş olsun, ister olmasın." Kapalı olduğumuz dün kapımıza kadar gelip telefon eden misafirlerimiz geliyor aklıma. Üstelik İzmir'den misafirlerini getirmişler yanlarında. Kapımızdan dönmek zorunda kaldıkları için özür diliyorum. Facebook sayfamızda, trip advisor, foursquare gibi sitelerde salı günlerinin tatil günümüz olduğunu duyurmuş olmamıza rağmen bundan haberi olmayan misafirlerimiz karşısında mahcup duruma düşmek ağırıma gidiyor yine de.

Öğleden sonra çatırtı sesleriyle birlikte yer hareket ediyor. Bu bir deprem olmalı. Birkaç saniye sonra eşim arıyor. "Depremi duydun mu?, ben çok korktum." Sadece birkaç saniye süren depremin merkezi yakınlarda bir yer ise problem yok. Uzak merkezli bir depremin etkisi ise, o zaman kötü. İlk aklıma gelen yer Aydın oluyor. On dakika sonra Kandilli Rasathanesinin web sitesinde 3,5 büyüklüğündeki deprem merkezinin tahmin ettiğim gibi Aydın'a bağlı bir köy olduğu bildiriliyor.  Eşimi arayıp bilgi veriyorum. Eşim çocukları çoktan aramış bile.

Şömine sobayı yakıyoruz. Soğuklar bitene kadar hazırladığımız odunlar yetecek görünüyor. Birbiri ardına gök gürültüleri ortalığı inletiyor. Şehirde bardaktan boşanırcasına yağan yağmur bir saat sonra uğruyor yaylaya. Diğer günlere göre sakin bu akşam. Kaplan Köyüne doğru dürüst araç girişi yok. Hatırlı misafirlerimiz için bugün iyi bir fırsat. Yağmuru izlerken koyu bir sohbete dalıyorlar.

Eve döndüğümde gündüzden başladığım yazımı tamamlamak mümkün olmuyor. Fox TV den sabah haberlerini izliyoruz. Fetö bahanesiyle gözaltına alınan personelden bazıları, soruşturmaları tamamlanıp görevlerine iade edilmeye başlanmış. Haberi banttan sunan hanım spiker iki kez "geriye iade edildi" ifadesini kullanıyor. Eşimle birlikte tüylerimiz diken diken oluyor. Türkçeyi doğru kullanmak önemli. Büyük TV kanallarında böylesine büyük hatalar yapılırken okullarda öğrenciye nasıl öğretilecek doğrusu?

29 Mart 2017 Çarşamba

AŞK-I MEMDUH

28/03/2017 Salı, İZMİR

Kendimi bildim bileli gece kuşuyum. Öğrencilik yıllarımda, meslek hayatım boyunca saat 2.00 den önce uyku girmezdi gözüme. Gecenin sessizliğini severim. Bazen hızımı alamayıp sabaha kadar çalıştığım, okuduğum, yazdığım, TV de haber programlarını ya da tekrarlarını izlediğim olmuştur. Sabah yeniden doğuşu simgeler. Çoğu insana umut veren günün bu ilk bölümü bende farklı duygular uyandırır. Geceyi bitirdiği için sabaha öfkelenirim. Güneşin doğup ortalığı aydınlatmaya başladığı saatler bana daha hızlı akarmış gibi gelir. Ömrümden bir günün gittiğini bu saatlerde düşünürüm. Bitmez gibi gelen gecenin sakinliği sabahın telaşına bırakır yerini. Bir koşturmadır başlar hayatta kalma mücadelesinde.  Sabahları günün sürprizlerine hazırlarken kendimi, geride bıraktığım gecede kalır aklım. O bir daha hiç gelmeyecek, giderken ömrümüzden bir günü de yanında götürecektir. Bu yüzden sabahın erken saatleri hüzün çöker üzerime.

Son zamanlarda değişmeye başladı bu güzel huyum, geceleri oturamıyorum artık. Bilgisayarımın yanı başında  koltuğuma kaykılıp hemen sızıyorum. Eşim halimi görüp yatağa gitmemi söylüyor. Gözlerimi açıyor, yazımı yazdıktan sonra yatacağımı söylüyorum. Bedenim laf dinlemiyor. Kısa bir süre sonra tekrar uyuklamaya başlıyorum. Yaşıma göre beş saat uyku yetiyor bana. Sabaha karşı saat 3.00'te bazen 4.00'te ya da en fazla 5.00'te uyanıyorum.

Yine her zamanki koltuğumda sızarken bir rüya görüyorum. Belki rüya bile denemez buna. Sadece bir sahne var gözümün önünde. Eşimin elini sıkıyorum. İşte bütün rüya bu. Zorum ne idi bilmiyorum, oldukça sert sıkıyorum eşimin elini. Sağ elim hissiz, on gündür ağrıyan kolumun acısıyla uyanıyorum. Bir üşüme hissi sarıyor bedenimi. Saat sabaha karşı üçü çeyrek geçiyor. Bilgisayarı bile kapatmadan yatağa atıyorum kendimi.

Sabah ilk işim şu Hepatit aşısının ikincisini yaptırmak. Tahlil sonuçlarında herşey negatif çıkınca kızım paniklemiş, hazır hastaneye gitmişken oracıkta yaptırmıştı ilkini. Hava serince. Güneş bulutların arasında saklambaç oynuyor. Eşimin aksine dakik bir insanım. Eşim dakikten de öte. Eski genel müdürüm gibi ne olur ne olmaz diye bir saat öncesinden hazırlanır. Ben ise tam vaktinde giderim randevularıma. Ne erken, ne de geç. Saatime baktım, duşumu alıp, traş olacağım. Evden çıkıp yürüme mesafesindeki hastaneye doğru yol alıyorum. Enfeksiyon Hastalıkları bölümünü danışmadan sorup öğrenmem bir kaç dakika ilave zamanımı alır. Tam saatinde poliklinikte doktorun kapısındayım. Kapının üzerinde başka birinin ismi yazıyor. Genel bilgilendirme ekranında benden sonra gelen kişi bu. Hemen danışmadaki sekretere saatimi gösteriyorum. Tam randevu saatim. Erken gelmiş doktor, beni anons edip bulamayınca yerime benden sonrakini almış. Görevli "Hasta çıksın, siz girersiniz." diyor. On dakika kadar bekliyorum. Kapının üzerindeki ışıklı bilgi levhasında şimdi benim adım yazıyor. İçeri giriyorum, doktordan başka kimse yok. Ben kapıda beklerken dışarı çıkan biri olmadığından eminim. Doktorun ancak gönlü oldu demek. Durumu anlatıyorum. Orada aşı yapılmıyormuş, ilgilenip bir başka servisi arıyor. Gidip orada aşımı yaptırıyorum.

Pazar alışverişini bir an evvel tamamlayıp yola çıkmam lazım. Çarşıdaki alışveriş merkezinin otoparkında güç bela bir yer buluyorum. İşlerimi tamamlayıp yaylaya çıkıyorum. Kapıyı açık gören Aşkın Şef içeri giriyor. Akşam saatlerinde ucuzladığı için sarmaşıkları onun almasını istiyorum. Fifi'ye biraz ekmek parçalıyorum. Aldığım malzemeleri dolaplara yerleştikten sonra İzmir'e doğru yola koyuluyorum.

Kızımın evine vardığımda Venüs ile birlikte karşılıyorlar beni. Görmeyeli epey büyümüş. Yaramaz mı yaramaz. Tüyleri beyaz bir pöstekiyi andırıyor. Saatlerce oynuyoruz. Bitmez, tükenmez bir enerji ile yerinde duramıyor. Dişleri çok keskin ama canımı yakmamaya özen gösteriyor. Türlü türlü oyuncaklar almış kızım ona. Dün geceyi kızımla birlikte geçiren eşimi alıp alışverişe çıkıyoruz. Taş Ev'i süslemek için Alaçatı aydınlatması adını verdikleri ağacın dallarına asıldığında ortama güzel bir ahenk getiren renkli avizelerden aldıktan sonra sahil yolu üzerinden kızımın evine dönüyoruz. Sahil yolunda çalışmalar henüz bitmemiş. Güneş kalın bulutların arasında sönük bir ışık olarak kendini belli ediyor. Deniz dalgalı.

Kızımın sesi kısık hala. Nöbetini bir arkadaşına devretmiş. Akşama Bostanlı Suat Taşer Tiyatrosunda Aşk-ı Memduh isimli bir oyuna bizim için de bilet almış. Nice zamandır tiyatroya gitmediğimden ilaç gibi geliyor bu bana. Evden çıkıp Bostanlı'ya varıyoruz. Oyunun başlamasına daha bir saat var. Eşimin geç kalacağız nidalarına kulak tıkayan kızım bizi ünlü bir pizzacıya sürüklüyor. Dükkan tıklım tıklım. Tam geri dönmeye hazırlanırken bir masa boşalıyor dışarıda. Garson siparişleri alıyor. Onlarca seçenekler arasından hepimiz farklı türden pizza sipariş ediyoruz. Benim tercihim dört peynirli olanından. Pizza hamurları ince ama gerçek İtalyan pizzası kadar değil.

Yemekten sonra tiyatro binasına doğru acele adımlarla yürüyoruz. Kızım sinirleniyor birden. Telefonundan oturacağımız yerleri öğreniyor. Birinci sınıf diye aldığı biletler ortadaki bölümlerin en arka ve en kenarından. Bilet satış görevlisi ile konuşuyoruz. Birinci sınıf dedikleri bölümler seyircilerin oturacağı yerlerin yüzde doksanı. Sadece sağlı sollu iki küçük kanat ikinci sınıfmış. "Sıkılmayın siz." diyor görevli, "Nasıl olsa önde boş yerler olacak, oraya geçersiniz." İçeri girip kötü yerlerimize oturuyoruz. Oldukça rahatsızlık verici. Kızımın yüzünden düşen bin parça. Aldatıldığını düşünüyor. Koltukların arkalığı bile yok, duvara sırtımızı dayıyoruz. Oyunun başlamasına dakikalar var artık. Kızım sahneyi ortadan gören boş bir yer kestiriyor gözüne. Hadi kalkın diye işaret ediyor önümüzden giderken. Gidip bize ait olmayan yeni yerlerimize yerleşiyoruz. Bizi gören birkaç kişi de yan taraftaki boşlukları dolduruyor. Oyun eski zamanların bir pop şarkısıyla başlyor. "

Biraz oyundan bahsetmek gerekirse; Dört oyuncu var sahnede, Volkan Severcan, Nurseli İdiz, Melda Gür ve Erhan Yazıcıoğlu. Oyun iki perdeli komedi. Volkan Severcan, oyundaki adıyla Memduh, çok sevdiği karısı tarafından aldatılmış, titizlik hastası, asansöre, uçağa binme, kapalı yerde kalma, köprüden geçme gibi daha bir sürü şeye fobisi olan sümsük bir karakteri canlandırıyor. Uçakta karışan valizini değiştirmeye geldiği evin sahibesi Canan rolünde Melda Gür oynuyor. Melda, evde kalmış, bir yuva kurmanın hayalini yaşayan, Memduh'un aksine kontrolü her zaman elinde tutmaya çalışan bir kız. Melda'nın annesi Münevver'i ise Nurseli İdiz canlandırıyor. Münevver, kızına aşırı derece düşkün, sık sık onu telefonla arayarak bunaltan bir tip. Dr. Aşkın Sevgiseli rolündeki Erhan Yazıcıoğlu ABD Başkanı tiplemesine bürünmüş, seyircilerle interaktif diyalog kurmaya çalışırken kendini aşk doktoru olarak lanse eden bir tip.

İki zıt karakterin komik ilişkisi üzerine kurulan oyunda Melda Gür ve Volkan Severcan'ı başarılı buldum. Nurseli İdiz oyunun birkaç bölümünde rol alıyor. Güzelliği ile göz dolduran sanatçı kapasitesinin altında bir rol üstlenmiş. Erhan Yazıcıoğlu ise tam bir fiyasko. Onun rolü sanki sonradan oyuna iliştirilmiş. Bir bakıyorsunuz seyircilere karışmış, bir bakıyorsunuz kızın yatak odasından fırlayıvermiş. Sanki yoldan çevirip, "Sen de doğaçlama bir şeyler söyle bari." demişler. Doğal olarak oyunun büyüsünü bozarken "Hiç olmasaydı daha iyiydi." dedirtiyor. Nurseli İdiz özellikle ikinci perdede şuh pozlarla seyircinin dikkatini çekiyor. Bu roller ona güzel oturuyor zaten. Sahnede oldukça rahat.

Tiyatrodan çıkıp eşime soruyorum kaç puan verdiğini. "Yedi puan" diyor. Ben ise en fazla beş puan veriyorum. Her şeye rağmen sahne çalışanlarının emeği var elbette. İyi ki gitmişim yine de. Ayrı ayrı puan vermem istenirse Melda Hanıma on puan Volkan Severcan'a dokuz puan, Nurseli İdiz'e yedi puan, Erhan Yazıcoğlu'na ise sıfır puan verirdim. Sahne dekoru idare eder, ışıklandırma vasat. Müzikler de çok daha iyi seçilebilirdi.

Gece evimize dönüyoruz. Kızım Venüs'ü alıp geliyor yanıma. Geç saatlere kadar oynuyoruz onunla. Uyku ağır basınca günlüğü yazmam yarına kalıyor. 

28 Mart 2017 Salı

KARA KIZLARIMIZ

27/03/2017 Pazartesi, Tire


Bugün ilk kez Fifi kapıda karşılıyor bizi. Hem de ne karşılama. Henüz bahçenin demir kapısını açmadan son sürat yanımıza koşuyor. Bizi selamlayıp aynı hızla Taş Ev'in yanına dönüyor. Arabadan iner inmez sevinci görülmeye değer. Onu bu kadar sevindirecek ne yaptık diye düşünürken aklıma aç olabileceği geliyor. Hemen kaynatılmış kemik ve et suyundan ağzına layık bir yemek hazırlıyorum. Öyle ya, onun gösterdiği bu sevginin bir sebebi olmalı. Yemek kabını her zamanki yerine bırakıyorum. O güzelim yağlı kemiklere bakmıyor bile. Duvarın üzerinde oturup başını bana doğru uzatıyor, kuyruğunu sallayarak. Göz göze geliyor, bakışıyoruz. Keşke dili olsa da anlatabilse aklından geçenleri. Hayır, hayır onun sevgisi karşılıksız. Ne yemek verdiğim ne de kömür yardımı yaptığım için... 

Hava düne göre daha serin. Aşkın Şef tavukları beslemeye gidiyor. Su kovalarından birini alıp ona eşlik ediyorum. Kümese doğru yaklaşırken tavuklar kapıya üşüşüyor. Biliyorlar ki onları doyurmak için geliyoruz. Karınları çok acıkmış. Kümesin kapısını açıyor Şef. Hepsi birden önlerine atılan sebze artıklarına ve yemlere hücum ediyor. Geldiklerinden bu yana epey serpilmişler. Bir ay sonra yumurtalarını toplar artık eşim. Bu onun en çok sevdiği iş. Tavukları almamın sebebi de eşime yumurta toplatma zevkini yaşatmak. 

Sabah kızım arıyor. Ne söylediği anlaşılmıyor. Ses telleri gitmiş. Anlaşamayınca whatsapp tan mesajlaşıyoruz. Bugün teziyle ilgili anketlerini tamamlayacak, yarın ise tek başına poliklinikte nöbet tutacakmış. "Devlet memurusun izin al." diyorum, "Olmaz." diyor. Bizim sülale hep böyledir işte. "Ben geleyim, ya da annen gelsin yanına." diyorum. "Annem gelsin, Venüs'e baksın." diyor. Annesi, "Ben ona bakmaya giderim, Venüs'e bakmak için değil." diyor.

Daha temizlik işleri bitmeden telefonum çalıyor. Ekranda oğlum yazıyor. Hiç aramazdı bu saatte. Geçenlerde yazdığım blog yazısını okumuş. Sık sık annesini aradığına değinip, uzun bir aradan sonra beni arayınca ne kadar mutlu olduğumdan bahsetmiştim. "Ben seni aramıyor muyum?" deyip sitem ediyor. "Yalan mı, yüz defa anneni aradıktan sonra bir defa beni arıyorsun." diyorum abartarak. Düzeltiyor, "Beş sefer annemi, bir sefer seni arıyorum." diyor. Annesine ne kadar düşkün olduğunu düşününce yüzde yirmilik oran, hiç fena değil.

Bahçeye bir araba giriyor. Oğlumla telefon görüşmesini sonlandırıyorum. Genç bir beyefendi levhamızı görüp gelmiş. Her geldiğinde Kaplan'a uğradığını söylüyor. Bu kez öğlen yemeğinde bizim konuğumuz oluyor. Tanınmış bir petrol dağıtım firmasının bölge sorumlusuymuş. Üst kattaki salona alıyoruz. Dün aynı saatlerde misafirlerin doldurduğu teras üşütüyor. İç mekanlar soba yakacak kadar soğuk değil. Misafirimiz ceketini çıkarıp masanın üzerine diz üstü bilgisayarını açıyor. Elinden düşürmediği telefonla yaptığı iş görüşmelerinin ardı arkası kesilmiyor. Birkaç çeşit soğuk mezenin yanına bonfile sipariş ediyor. Yemeğini yedikten sonra özellikle bonfileyi çok beğendiğini, şimdiye kadar yediklerinin en iyisi olduğunu söylüyor.

Öğleden sonra eşim arıyor. Ankara'dan bir arkadaşı oğluyla birlikte geliyormuş. "Gel beni al." diyor. Hemen iniyorum şehre. Evden eşimi alıp yeniden yaylaya çıkıyorum. Misafirler, gelmiş terasta güneşleniyorlar. Delikanlı başarılı bir mühendis, Cezayir'de baraj yapıyor. Eşimle arkadaşı üşüyüp salona geçiyorlar. Biz sohbete devam ediyoruz. İki barajcı bir araya gelince konu konuyu açıyor. Ortak tanıdıklardan bahsediyoruz. İyi tanıdığım bir arkadaşım onun amcasıymış meğer. Selam gönderiyorum.

Misafirler yemeklerini yedikten sonra eşimi de alıp İzmir'e gidiyorlar. Boğazından rahatsız kızım annesinin gelişine seviniyor.  

Akşam saatlerinde hava iyiden iyiye soğumaya başlıyor. İki gündür yakmadığımız şömine sobayı artık yakma zamanı. İki genç misafirimizin ısrarla terasta oturmak istemesi şaşırtıcı. Servisi terasa açıyoruz. Üşümelerine rağmen yerlerinden memnun görünüyorlar. Güneş battıktan sonra ısı düşmeye devam ederken kendilerine birer şal getirmemizi istiyorlar. Şalları verirken içeri geçmelerine dair önerimi tekrarlıyorum. Yerlerinden kalkmak istemiyorlar. Anlıyorum ki bu ısrarın tek nedeni diledikleri gibi sigara içebilmek.

Akşam misafirlerini uğurladıktan sonra bahçeye çıkıyorum. Gözlerim Fifi'yi arıyor. Ayşe Hanımın onun akşam yemeğini verdiğini öğreniyorum. "Fifi, Fifi gel kızım." Sesimi duyar duymaz kümes tarafından çıkıyor ortaya. Son sürat koşuyor yanıma. Gündüz çekemediğim fotoğrafını çekmeye çalışıyorum. Telefonun düğmesine her basışımda kafasını çeviriyor. Hareket edince resim flu çıkıyor. Yılmayıp güzel bir pozunu yakalıyorum sonunda.