KATEGORİLER

9 Temmuz 2020 Perşembe

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 67/4


Ertesi gün Kansas'a döndüğümde, yanıma bir not defteri alıp aşağı indim ve Moss'a verdim.

“Kocana kendisini daha iyi hissetmesi için bir şeyler yazmak istersen, onu senin adına kendisine teslim edebilirim ancak yazdıklarını okuyacağımı bilmeni isterim. Notunu almak için birkaç gün içinde geri döneceğim." dedim.

Kapıyı kapatırken Moss, sandalyesine oturmuş, not defteri kucağında, kalemini elinde oynatarak yazmak istediği mesajı düşünmeye başlamıştı. Stream'e duyamadığım bazı şeyler söylüyordu. Stream’in ona verdiği cevabı da duyamamıştım ancak onun tedirgin halini görmüştüm. Moss’a doğru eğilmiş işaret parmağını kullanarak bir şeyler anlatıyordu. Konuşmalarının sona erdiğinden emin olana kadar birkaç dakika daha gözetleme deliğinden baktım, sonra merdivenden tırmanmaya başladım. İki kat yukarı çıkınca sol dizime bir ağrı girdi ve öksürük krizine tutuldum. Nefes almak için durmak zorunda kaldım. Gece boyunca yediklerim ağzıma geliyor ve boğazım yanıyordu. Uyumadan önce dilimin altına bir pastil yerleştirip internet üzerinden sipariş ettiğim kondisyon küreğine baktım. Teslim edilmesinin üzerinden bir ay geçtiği halde, onu hala kutusundan çıkarmamıştım.


Moss’un mektubunu almak için yanına geldiğimde, Stream kendisinin de oğluna bir mesaj gönderip gönderemeyeceğini sordu. Ona, Jane’in kocasına yazmasıyla yeterince büyük bir risk aldığımı söyledim.

“Son on yıldır her gece, eşimle barışmanın hayalini kurmuştum.” dedi.

Eski eşiyle boşanmasından dolayı oğlunun onu suçladığını, bu yüzden annesinin kira parasını ödeyebilmek için iki ayrı işte çalışmak zorunda kaldığını anlattı. Evden ayrıldıkları günden beri, baba oğul birbirleriyle hiç konuşmamışlardı.

Oğlu şimdi, Kentucky'de büyükbaş hayvan veterineriydi. Yarış atlarının bakımını üstlenmişti ve ülke çapında seyahat ederek varlıklı at sahiplerine hizmet ediyordu.

“İntihar eden bir Katolik hakkında bazı şeyler okumuştum.” dedim. “Papaz, ailesine, onun hala cennete gitme ihtimalinin bulunduğunu, çünkü adam, tetiği çektiği zamanla merminin beynine girdiği an arasında fikrini değiştirmiş ve günahlarından bağışlanması için Tanrı'ya dua etmiş olabileceğinden bahsediyordu.


Stream, “Beni ilgilendirmiyor.” dedi.

“İnsanın kendini kandırma kapasitesinde sınır yoktur. Oğlunla aranı düzeltmek için on yılını harcadın.” dedim.

Stream, çıplak ayaklarına baktı ve

“Sanırım haklısın.” dedi.

“Hadi sen de mektubunu yaz bakalım.” dedim. “Ne yapabileceğime bir bakayım.”


Annem, henüz yürümeye başlamadan önce bana klasikleri okumaya başlamıştı. Tek odalı köy evimizin kütüphanesinde Dr. Seuss yoktu ama Hemingway, Yeats ve Jane Austen'in birçok eserini bulmak mümkündü. Dört yaşında bana “Gurur ve Önyargı”, altı yaşındayken “Çanlar Kimin için Çalıyor” u, ondan sonraki yıl Donne'nin şiirlerini ve yatmadan önce her gece İkinci Geliş'i okumuştu. Onu her zaman masa başında, burnunun üzerine tünemiş eczacı gözlükleriyle kitap okurken buluyordum. Ama onun defalarca okuduğu tek eser, büyük babasının hediye ettiğini söylediği, ismini okuyamadığım ünlü biri tarafından yazılmış, Talmudla ilgili sözlerin bulunduğu ince, ciltli bir kitaptı. Hapishaneden çıkarıldıktan sonra, Kansas'a döndüğümde, onu mutfakta bulmuştum. Oraya nasıl geldiğini bir türlü çıkaramamıştım.

Kitapla birlikte Stream ve Moss'un yazdığı mektupları uçuş çantama koydum ve uçağıma binip güneye doğru yola çıktım. Livingston'da idam cezasına çarptırılan mahkûmların kaldığı koğuşun hemen karşısında, küçük ve kendi haline bırakılmış havaalanına indim. İki şeritli otobanı geçip hapishanenin ön kapısına doğru ilerledim. Gözetleme kulesindeki gardiyanların tüfek nişangâhlarını üzerime çevirmiş, beni gözlediklerini hissettim ama dönüp baktığımda orada hiç kimsenin olmadığını fark ettim.


İçeride ayakkabılarımı çıkardım ve metal detektöründen geçtim. Beni arayan ve ayaklarımın altına kadar bakan gardiyanların kim olduğuma dair hiçbir fikirleri yoktu. Kadın güvenlik görevlisi ehliyetimi aldı, onun yerine boynuma astığım plastik bir kimlik verdi. Kimliğin üzerinde “Ziyaretçi” yazıyordu. Elektronik bir kapıdan, sonra başka bir kapıdan, kilitli bir kapıdan, iki elektronik kapıdan daha geçtim ve artık oradaydım, mahkûmların, camın özgür dünya tarafı dedikleri yerde beklemeye başladım.


Bu, idam mahkûmlarının kaldığı koğuşa ziyaretçi olarak ilk gelişimdi. Karşı tarafta, gardiyanların birbirleriyle gevezelik yaptıklarını ve demirlerin çıkarttığı metalik sesleri duyabiliyordum. Birbiri ardına gelen matkap sesleri kulaklarımı deliyordu. Her tarafı idrar ve çamaşır suyu kokusu sarmıştı. Telefonların yapış yapış olmuş,  ağza tutulan kısımları üzerinde küf lekeleri vardı. Benim bulunduğum taraf ise, hastane bekleme odası gibiydi: soğuk, steril ve konuşmalar fısıltı halindeydi. Bayan Johnson görevde değildi. Ziyaretçileri izleyen gardiyan yeni gelenlerden biriydi.


Sargent ve ben, serbest bırakıldığımdan bu yana haberleşiyorduk. Birkaç hafta önce artık onu ziyaret etmeye hazır olduğumu söylemiştim. Bana üç kelimeden oluşan bir mektup yazmıştı.

“Harika, ne zaman?” Mektubun altına da gülen bir surat çizip imzalamıştı.


Uzaktan onu gördüğümde keyfi yerine gelmiş, kahkahalar atmaya başlamıştı. Gardiyanlar kelepçelerini çıkarabilmeleri için çömeldiğinde dudaklarını okuyabiliyordum.

“Vay canına şu işe bak,” diyordu, “Inocente, harika görünüyorsun.”

Güvenlik timindeki iki gardiyanı tanıyamamıştım ama Lila hâlâ oradaydı. Beni görünce yüzü aydınlandı ve bana içtenlikle el salladı. Sargent ayağa kalktı, bileklerini ovuşturdu, sonra öne doğru eğilip camı öptü.

“Hayatımda belki de ilk kez ne diyeceğimi bilemiyorum. Harika görünüyorsun.” dedi.

“Sen de öyle.” dedim.

“Anlat bakalım, neler yapıyorsun görmeyeli, Inocente.” dedi.

(Devam edecek)

8 Temmuz 2020 Çarşamba

ŞİNASİ BEY 3

Parka girdiğinde duraksadı. Artık on beş dakikalık yürüyüş bile yoruyordu onu. Oscar'ın ipini iyice gevşetir gevşetmez hayvan çimenleri koklayarak hacetini giderecek kendine uygun bir yer aramaya başladı. Şinasi Bey, bunu fırsat bilip etrafına bakındı ama kimseyi göremedi. 

Ağaçların arasında turlamaya başladı. Gözüne kestirdiği yeşil boyalı bir banka oturup köpeğin kemendini çözdü. On dakika boyunca başını bir o yana bir bu yana çevirip etrafı gözledi. Can sıkıntısı ve merak içinde zaman geçmek bilmiyordu. Feriha Hanım onun bu halini görse ona neler söylemezdi. 

Köpeğini dolaştırmaya gelen genç bir kız Şinasi Bey'in yanından geçerken gülümseyerek ona selâm verdi. Oscar, kızın köpeğine doğru koştu. Genç kız, köpeklerin koklaşıp oynaşmasına bir süre izin verdikten sonra Şinasi Bey'e 'İyi günler' dedi ve arkasını dönüp uzaklaştı. 

Tam kalkmaya hazırlanırken kırkbeş yaşlarında, sarışın bir kadının kendisine doğru yaklaştığını fark etti. Dikkatlice o yöne baktı, evet, oydu. Heyecandan kalp atışları hızlandı, etrafına bakındı, Oscar'ı göremeyince panikledi. Telâş içinde yerinden fırladı.

"Günaydın Şinasi Bey, nedir bu telâşınız?" 

"Oscar, hay Allah, az önce şu ağacın dibindeydi."

Sarışın kadının gezdirdiği aynı cins köpeği fark eden Oscar, saklandığı yerden şimşek gibi fırlayıp yanlarına koşunca Şinasi Bey derin bir nefes aldı. Kadın muzip bir gülümsemeyle,

"O sevgilisini bırakıp gider mi hiç?" dedi.

Şinasi Bey gözlerini yere indirirken kadının cesur ve imalı sözlerinden dolayı mahcubiyetini gizleyemedi. Tanışalı henüz bir hafta bile olmamıştı. Önceleri ortak sohbet konuları sadece köpekleriydi. Sonraki günlerde sohbet etmek için konu sıkıntısı çekmediler. Aralarında sözleşmedikleri halde her ikisi de aynı saatte ve aynı yerde bulunmaya özen gösteriyorlardı. O gün ilk kez gecikince Şinasi Bey'in canı sıkılmıştı. Bir şeyler söylemek istiyordu ama kelimeler boğazında düğümleniyor, bir yandan Feriha Hanım'ı düşünürken sohbetinden büyük zevk aldığı bu kadını kaybetmekten korkuyordu. Sonunda cesaretini topladı.

"Bugün geç kaldınız Şazende Hanım, sizi merak ettim."

"Sormayın Şinasi Bey'ciğim. Bildiğiniz gibi yalnız başına yaşamak çok zor. Elektrik faturasının son ödeme günüymüş bugün, gidip onu yatırıverdim."

"Aman iyi, iyi. Acaba başınıza bir şey mi geldi diye endişe ettim. Zaten kalkmak üzereydim ben de. Feriha Hanım geç kalırsam düşüp kaldım mı diye merak eder şimdi."

"Aşkolsun Şinasi Bey, durun bakalım, daha düşüp kalkacak yaşa gelmediniz. Ama madem kıymetli eşiniz Feriha Hanımefendi merak buyururlar, o zaman müsaade sizin."

Şinasi Bey Oscar'ın tasmasını taktıktan sonra Şazende Hanım'a veda edip evinin yolunu tuttu.

Bunları nerden mi biliyorum? Çünkü öğle üzeri şirkete gelir gelmez her şeyi ballandıra ballandıra anlatırdı bize Şinasi Bey. Yoksa Şazende Hanımı nereden bilecektik? Emekli öğretmenmiş Şazende Hanım, iki yıl kadar önce eşini kaybetmiş. Onların da tıpkı Şinasi Beyler gibi çocukları olmamış, evlât sevgisini köpekleriyle gideriyorlarmış.

(Devam edecek)

ŞİNASİ BEY 2

Yemekhanede patronların ve üst düzey yöneticilerin oturduğu birbirine bitişik üç masa vardı. Diğer personel metal tepsilerine aşçının servis ettikleri yemekleri alıp diğer masalara oturuyorlardı. Şinasi Bey de onlar gibi tepsiyi eline alıp yemek kuyruğuna girdiğini gördüğümüzde hemen çağırır, masamıza davet ederdik. Yaşı yetmişi geçmiş koca müsteşarın bu davranışı bizi her zaman utandırırdı.

Değişik karakter yapısının dışında dış görünüşü de müsteşarlık yapmış birini çağrıştırmıyordu. Şinasi Beyi ilk kez gören biri, onun Hintli bir profesör olduğu konusunda rahatlıkla bahse girebilirdi. En az üç yabancı dil bilirdi ama siyasi tartışmalarda hiçbir zaman rengini belli etmezdi.

Neşeliydi, keyfi yerindeydi o gün yine. Gözlerinin içi gülüyordu. Masadakilere bir fikra anlatmaya başladı. Herkes pür dikkat onu izliyordu. Fıkranın sonunda herkes kahkahaya boğuldu. Aradan epey bir süre geçmiş etrafındakiler sakinleşmişti ama onun kahkahaları artarak devam ediyordu. Bu halini görünce biz de gülmeye başladık. Bu kez o sustu ve "Nasıl, fıkrayı beğendiniz mi?" diye sordu. Evet, dedik hep beraber, çok güldürdün bizi, Allah da sizi güldürsün. Şinasi Bey yine gülmeye başladı. Buna bir anlam verememiştik. "Şinasi Bey, siz hâlâ  anlattığınız fıkraya mı gülüyorsunuz?" diye sordu birisi. "Yok, yok ona değil, fıkraya gülmüyorum, sizin halinize gülüyorum." dedi. Meraklanmamız onu iyice neşelendirmişti. "Yahu size anlattığım fıkra falan değildi." dedi. "Ya neydi, gerçek mi?" diye sordum. Bir yandan gülerken "Onu şimdi kafamdan uydurdum." dedi. İşte böyle matrak bir adamdı bizim Şinasi Bey.

Yapacak fazla bir işi olmadığından olsa gerek, düzenli olarak işe gelmezdi. Belki de bu yüzden ona özel bir oda verilmediğini düşünüyordum. Muhtemelen şirkete gelişleri iki nedenden ötürüydü. Ya yeni bir maden sahasına ruhsat çıkarılması ya da bir taş ocağının işletme süresinin uzatılması için patron tarafından göreve çağrılır ya da eşi Feriha Hanımefendinin başını şişirmesinden dolayı eşi tarafından kibarca evden kovulurdu!

Teknik Üniversitenin eski mezunlarından Şinasi Bey, iş dışında vaktinin çoğunu yaşıtlarıyla birlikte kurdukları musiki cemiyetinde geçirirdi. Herhangi bir müzik aleti çalmasını bilmezdi fakat bütün sanat müziği makamlarını hem teorik hem de icra yönleriyle çok iyi bilirdi. Her ay en az bir kez, üç beş arkadaş eşleri ile birlikte evlerde toplanır, çalınan sazların eşliğinde repertuvarındaki yüzlerce şarķıdan birini yorumlarken, hanımların hazırladığı muhteşem mezelerden atıştırıp arada rakısını yudumlardı. Feriha Hanım'ın keyfi yerinde olduğu akşamlarda ise Şinasi Bey, eşinin udundan çıkan nağmelere sözleriyle eşlik ederdi.

Müziğin dışında Şinasi Bey'in diğer bir meşgalesi de evde besledikleri Kaniş cinsi köpekleri Oscar'dı. Feriha Hanım da severdi ama onun mamasını, suyunu vermek, bakımıyla ilgilenmek sadece Şinasi Bey'in göreviydi. Her gün sabah serinliğinde, bazen öğleden sonraları Oscar'ın tasmasını takıp on beş dakikalık yürüyüş mesafesindeki parkın yolunu tutardı. Parka yaklaştıkça ihtiyar kalbi bir başka çarpmaya başlardı Şinasi Bey'in.

(Devam edecek)

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 66/4

Tieresse, çama benzeyen yumuşak ağaç kerestesinden üretilen kapı ve pencere kasaları ithal etmek için bir anlaşma yapmak üzere görüşmelerde bulunmak için Almanya'da bulunuyormuş. O ise, ancak orta düzey yöneticiliğe talim edebilecek bir C+ öğrencisiymiş ama babası ölünce ona kalacak bir kereste şirketi varmış. Kısa bir zaman önce boşanmış. Her gün işlerini başkalarının üstüne yüklüyor ve bu sayede saat beş der demez kendini dışarı atıyormuş. Saat beşi çeyrek geçe bir bar taburesinde yerini alıyor ve kadınları tavlamak için pusuya yatıyormuş.

Tieresse bana, onun büyüleyici bir serseri, kendisinin ise çocuk kadar savunmasız biri olduğunu söylemişti.

“Bütün hayatım boyunca, ikisi kadın olmak üzere toplam üç kişiyle seks yaptım.” dedi.

Onunla her üç ya da dört haftada bir yurtdışına seyahat ettiğinde ya da o, aynı sıklıkta ABD’ye ve Kanada'ya geldiğinde görüşüyorlarmış. İkinci kez birlikte olduklarında hamile kalmış.

“Kürtaj yaptırmayı ve ona asla söylememeyi düşündüm. Bunu neden yapmadım, bilmiyorum.” dedi.

Hamile olduğunu çıtlattığında, bir şişe şampanya açmış ve artık evlenme teklifinde bulunmanın kaçınılmaz olduğunu söylemiş. Tieresse buna karşı çıkmış, aradaki mesafe konusunda endişelendiği gibi, onu   yeterince tanıyıp  tanımadığından da emin değilmiş. O ise, Tieresse’nin istediği her şeyi yapacağını söylemiş.

“Gözlerimi kör eden bir cazibesi vardı” dedi.

Evlenmelerinden iki ay sonra Tieresse’yi dövmüş.

“Sanırım, hemen önüme diz çöküp ağlasaydı, özrünü kabul ederdim. Ama o, benden özür dilememi istedi.” dedi.

“Neden senden özür dilemeni istedi?” diye sordum.

Tieresse, “İşe olan bağlılığım sebebiyle kendini aşağılanmış hissettiğini söyledi.” dedi.

Ona, pazarda anneme kötü gözle baktıktan sonraki gün ortadan kaybolan adamı hatırlattım.

Tieresse, “Evet, bu hikâyeyi iyi hatırlıyorum. Bazen intikam alma isteğinin ne kadar ilkel olduğunu düşünüyorum. Babana hayranım. Tanıştığımız gün senin de onunla aynı sadakate sahip olduğunu anlamıştım.” dedi.

“Ben, onun kadar güçlü değilim.” dedim.

Tieresse, “Tıpkı benim gibi sen de kendini şaşırtabilirsin.” dedi.

Tieresse, Reinhardt'ın doğumundan iki ay önce onu terk etmiş.

“Merak ettiğin ve bana sormak istediğin herhangi bir şey var mı?” diye sordu.

“Evet.” dedim. “Baban biliyor muydu?”

“Bazı evliliklerde aşk olmaz.” dedi. “Babam gibi evlilikte aşkın ne olduğunu bilmeyen insanlar, başkalarının buna sahip olabileceğini asla düşünmezler.”


Evet, hata yapmıştım. Moss'unki bir mantık evliliğiydi, kariyeri için ona ihtiyaç duyduğunu ve papaz kocasının da ona ihtiyacı olduğunu, söylentileri bastırmak için kadınlara ilgi duyduğunu göstermesi gerektiğini düşünüyordum. Bir restorana gitmek için birlikte dışarı çıktıkları zaman el ele tutuştuklarına hiç şahit olmadım, hatta birbirlerine dokunmuyorlardı bile. Hiçbir zaman uzaktan bile olsa romantik bir şey yaptıklarına şahit olmadım ve bu yüzden evliliklerini mantık çerçevesinde yürüttüklerini tahmin ediyordum, çünkü beni yanıltacak herhangi bir davranışlarını görmemiştim, hiçbir ortak zevkleri yok gibiydi. Duygusuz ilişkilerine dayanarak aşk kapasiteleri hakkında varsayımlarda bulunmaya başladım. Büyük bir kilisenin papazı olduğunu düşünerek onun hakkında değerlendirmeler yaptım. Şimdi bütün bunlarda yanılmış olup olmadığımı merak ediyordum, hem de çok merak ediyordum. Karısının kayboluş öyküsünün onu üzeceği hiç aklıma gelmemişti. Belki de Moss, benimle oynuyordu. Belki de baştan beri düşüncelerimde haklıydım ve bana sadece rol yapıyordu. Ama ya yanılıyorsam? Gerçekten de acı çekiyor gibiydi ve bu durumu düzeltmem gerektiğini hissettim.


Moss'a, “Kocan için gerçekten üzülüyorum. Ancak bazı sorunların çözümü yoktur. Bunun için üzgünüm.” dedim.


Nebraska, Lincoln'daki Fıçı adındaki bir barda genç bir kadın yanıma gelip oturdu ve ona bir içki ısmarlamak isteyip istemediğimi sordu. Daha önce onun altı ya da yedi kızla birlikte yuvarlak bir masa etrafında sohbet ettiklerini fark etmiştim. Başımla masama oturabileceğini işaret ettim,

“Arkadaşlarınızla bahse mi girdiniz?” diye sordum.

“Hayır. Henüz vakit çok erken olsa da, her akşam burada buluşuyoruz.” dedi.

“Bak sana ne diyeceğim, orada otururken dikkatimi çektin. İstediğin kadar içki ısmarlayabilirim ama şu anda sana ancak bir içki ısmarlayabilecek kadar zamanım var. Ardından sana iyi geceler demek zorundayım, çünkü St. Gregory'de öğretmenlik yapıyorum ve eğer gecikirsem kıçıma tekmeyi basarlar." dedim.

“Şaka yapıyorsun değil mi! Vay, sen gerçekten St. Gregory'den misin?” dedi.

“Görünüş aldatıcı olabilir.” dedim.

Garsondan bir votka Collins istedi. Sosyal hizmetler dalında yüksek lisansını bitirmek üzere olduğunu ve çocuk kaçakçılığı mağdurlarına yardım konusunda çalıştığını söyledi. Dünyada onun gibi insanların olduğunu bilmek beni rahatlattı. Onu büyük bir dikkatle dinledim. Hesabı ödedim, yanağından öpüp iyi geceler diledim.

Kansas'a yerleştiğimden beri, her zaman gittiğim lokantadaki garsonları saymazsam, bir restoran veya barda benimle konuşan ilk kişi o oldu. Yoksa beni takip eden bir dedektif miydi, konuşmamızı kayda aldı mı diyerek kuşkulandım. Ama bu mümkün olamazdı. Kapıdan içeri girene kadar ben bile orada içeceğimi bilmiyordum. Onu daha önce görüp görmediğimi anımsayamadım. Tanrı elinizi tutmaya başladığında, her yerde onu görürsünüz. Buna bazen paranoya da derler.

(Devam edecek)

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 65/4


Stream ve Moss'la olan ateşli tartışmamızın ardından, öğleden sonra Olvido’yu aradım ve ona kısa bir sorum olacağını söyledim.

“Teksas’ın masum birinin idam edilemeyeceğine dair bir kuralı var mı hala?” diye sordum.

“Aynı kural geçerli. Sen şimdi niye  bunu kafana takıyorsun ki?” dedi.

“Bilmiyorum.” dedim. “Uyuyamıyorum, belki travma sonrası stres bozukluğum var. Hayatta olmamın nedenini anlamaya çalışıyorum.” dedim.

“Hayattasın, çünkü sonunda t.lı bir Federal yargıca denk geldik. Bu bakımdan şanslısın.” dedi.


“Aynı zamanda harika bir hukukçu ekibim olduğu için şanslıyım.” dedim.

“O da var tabii.” dedi. Telefonun karşı ucunda gülümsediğini hayal ettim.


Tartışmalarımız, en azından şimdilik, kendimden şüphe duymama son vermişti. Bir sürahi dolusu taze limonata yaptım, kırılmış buz ve nane ilave edip uzun bir bardağa boşalttım ve onları alıp dere kenarına gittim. Bir yusufçuk bulutu üzerimden geçti ve havada bir vızıltı onu takip etti. Limonatamdan bir yudum aldım. Haklı olduğumu biliyordum. Belki bu benim için yeterliydi.

Yoksa gitmelerine izin mi vermeliydim?

Stream'e söylediğim gibi, planımın amacı,  gerçekten caydırıcılık ise, hedefime zaten ulaşmamış mıydım? Ve eğer böyle bir amacım olmasaydı, bu işlere girişir miydim? Şimdi onları salıverirsem, bu benim için ne anlam ifade ederdi?


Stream, bana “Bu yaptığın büyük saçmalık” dediğinde haklıydı. Gerçekten saçmalamıştım. Fakat onun düşündüğü gibi değildi. Her şeyi inceden inceye planlamıştım ve eğer bana soracak olursanız, bunu oldukça iyi yaptığımı söyleyebilirdim. Fakat sonunun nereye varacağını tam olarak tasavvur edememiştim. Onların suçu ölümü hak etmiyordu belki ama benim de hapse geri dönmeye hiç niyetim yoktu. Benim hatam, aynı onların yaptığı gibi, oyunun son hamlesini iyi hesaplayamamış olmamdı. Tabii, devlet görevlilerini kaçırmam sebebiyle hapse geri döndüğüm takdirde diğer mahkûmlar arasında ünlü olabilirdim fakat gardiyanların hayatımı kolaylaştıracağını beklemek yersiz olurdu. Onların acımasız zulmünü ve beni ilk kez gaza boğduklarında aldıkları zevki hatırladım. Kimyasalların tadını, kırılmış dişimin pürüzlü kenarını, yaşlar içinde kükürtle yanan gözlerimi hatırladım. Moss ve Stream ile benim aramda karşılaştırma yapmam kolaydı. Onlar, İskoç viskisi ve şarap içip zaman zaman ev yapımı yemeklerin tadını çıkarıyorlardı. Kitapları ve televizyonları vardı. Ve en önemlisi, onurlarıyla oynamamıştım. Fakat duruşma anımı gözümde canlandırdığımda, onlara gösterdiğim nezaketin hiç de önemli olmayacağını biliyordum.


Limonatamı bitirdim ve kararımı verdim. Eğer ikiyüzlülük ya da tutsaklık arasında bir seçim yapmak zorunda kalırsam, her seferinde ilkini tercih edecektim.


Ertesi sabah MRE sistemini kontrol etmek ve çöp torbasını çıkarmak için aşağı indim.

Moss, “Bugün yirmi beşinci evlilik yıl dönümüm.” dedi.

İçine çöplerini atabilsin diye çöp torbasının ağzını açıp uzattım.

“Ben sadece on dört ay evli kalabildim.” dedim.

"Kaybolmuş olsaydı, siz ne düşünürdünüz ya da eğer siz kaybolsaydınız o ne düşünürdü?” diye sordu.

“Sen ve John benimle artık iyi polis, kötü polisi mi oynayacaksınız?” dedim.

Stream’e baktı, daha sonra bana dönüp,

“Size hiçbir zararı olmayan kocama bu kadar kayıtsız kalmanızın nedenini gerçekten merak ediyorum.” dedi.

“Hayır, hiç de kayıtsız değilim ama seni uygun şekilde cezalandırmanın başka bir yolunu düşünemiyorum, bu ona herhangi bir zarar vermez, değil mi?” dedim.

“Evet, belki zarar vermez ama ben de sana kasıtlı olarak bir zarar vermedim.” dedi.

“Bana ölüm cezası hükmünü vermenizden sonra, avukatım davayı kazanmak için en güvendiğimiz dalın kırıldığını söyledi, çünkü Federal mahkemelerin aksine, Teksas mahkemelerinin, masum olan birinin infaz edilemeyeceğine dair yazılı olmayan bir kuralı varmış.” dedim.


“Bay Zhettah, başınıza gelenler için üzgünüm.” dedi. “Keşke zamanı geri alabilmem mümkün olsaydı.”


“Sizin gibiler, ölüm yoluna giren herkesin aklına İsa gelir, derler. Soruma cevap vermediğinin farkındayım.” dedim.


Çöp torbasını Stream’in demir parmaklıklarının dışına uzattım ve

“Çöp?” dedim. Oturduğu sandalyeden kalkmadan

“Bugün bana soru sormadın” dedi.

"Sormamış mıydım?" Moss bir şeyler mırıldanmaya başlamıştı, ancak neden bahsettiğinden emin olamadım.


Tieresse'nin, neden bana önceki evliliğimi sormadın dediğinde, onunla görüşmeye başlayalı yaklaşık üç ay olmuştu.

“Merak etmiyor musun?” diye sormuştu.

“Şimdiye kadar sen de bana  hiçbir kız arkadaşımı sormadın ki.” dedim.


“Belki bir gün ben de sana onları sorabilirim ama seninki aptalca bir karşılaştırma. Bildiğim kadarıyla kız arkadaşlarından biriyle nikâh masasına oturup ona ölüm ayırana kadar birlikte olmaya söz vermedin.” dedi. Ölüm ayırana kadar derken gülümsemişti.

“Peki, hadi bana ondan bahset o zaman.” dedim.

“Madem ısrar ediyorsun, amor.” derken yine gülümsüyordu.

*TSSB: Travma Sonrası Stres Bozukluğu

(Devam edecek)

7 Temmuz 2020 Salı

ŞİNASİ BEY 1

Size Şinasi Bey'den hiç bahsettim mi? Sanmıyorum. Şimdi nereden aklına geldi diyeceksiniz. Elbette eşi Feriha Hanımefendi'den. Geçenlerde bir iş için İstanbul'a gittiğimde onu parkta kedileri beslerken görmüştüm. Az kalsın tanıyamayacaktım, insan yaşlandıkça tanınmaz hale geliyor. Fakat o yine de giyimi kuşamı ve hayvanlara gösterdiği şefkatiyle kendini belli ediyordu. Açık renk bir döpiyes giymiş, kolunda zarif bir çantayla ulu çınar ağaçlarının gölgelediği bir banka oturmuş dinleniyordu. Beni tanıyacağını hiç sanmıyordum. Yine de yaklaşıp bir selâm verdim. Yüzünü kapatan maskeyi ağır hareketlerle aşağı sıyırırken gülümseyen  gözleri parladı.

"İyi günler evlâdım, sizi çıkartamadım, kusuruma bakmayın, yaşlılık işte."

Onu sadece bir kez görmüştüm ama unutmam mümkün değildi. Öyle düzgün bir İstanbul şivesiyle konuşan, hal ve tavırlarından zerafet akan Osmanlı hanımefendilerinden günümüzde kaç tanesi kalmıştı ki. 

"Efendim, ben Eşref, rahatsız ettiğim için affınıza sığınıyorum, yıllar önce Şinasi Bey'in rahatsızlığı sebebiyle Ankara'daki evinizde size geçmiş olsun ziyaretinde bulunmuştum."

Feriha Hanım dikkatle sözlerimi bitirmemi bekledi. Gözleri dolmuştu. 

"Rahatsızlık ne kelime Eşref Bey oğlum, bilâkis çok mutlu ettiniz beni. Rahmetli Şinasi Bey, bana sizden çok bahsederdi." 

Onu anılarıyla başbaşa bırakıp elini öpemememin huzursuzluğu içinde yanından ayrıldım.

Şinasi Bey, elli yıl aynı yastığa baş koyduğu eşi Feriha Hanım gibi asil, namuslu, herkes tarafından sevilen bir beyefendiydi. Her zaman koyu renk takım elbisesine uygun renk ve desenlerde kravatlar uydurur, pırıl pırıl parlayan ayakkabılarını giyip dışarı öyle çıkardı. İstanbul'da Bölge Müdürlüğü yaptığı sırada yardımcılarından genç bir mesai arkadaşı Sanayi Bakanı olunca Şinasi Bey hemen telefon açıp onu tebrik etmiş, ayrıca makamına gösterişli bir çiçek göndermeyi de ihmal etmemişti. Aralarındaki dostluk bu kadarla kalmamış, Bakan Bey, eski müdürünü arayıp ona müsteşarlık teklif etmiş, böylece ister istemez canları kadar sevdikleri İstanbul'dan ayrılmak zorunda kalmışlardı.

Şinasi Bey pek çok İstanbullunun aksine Ankara'yı da sevmişti. Kısa zamanda geniş bir çevresi olmuş, kendine değişik uğraşılar edinmişti. Sık sık sanat sever dostlarıyla buluşur, sanat müziği icra ederek ruhunu dinlendirirdi. 

Onu çok sonraları tanımak şerefine nail oldum. Emekli olmuş, saçları beyazlaşmıştı. Eski fotoğraflarından gördüğüm o heybetli halinden eser kalmamıştı, kocaman burnu dışında esmer yüzü iyice küçülmüş, gözlerinin feri kaybolmuştu. Müsteşarlık döneminde çok iyiliğini gören şirketimizin yönetim kurulu başkanı, vefalı bir davranış göstererek Şinasi Bey'i şirkete danışman olarak almıştı. 

Emekli bir müsteşarın şirketimizde göreve başlaması hem şirketin hem de çalışanların nezdinde onur duyulacak bir mevzuydu. Zaman içinde onu daha iyi tanıdım. En önemli özelliği mütevazılığıydı. Onun gibi bir adamın Bakan'nın sağ kolu bir müsteşar olabileceğine ihtimal vermezdim. Şirkete ilk geldiğinde en geniş odayı hemen ona tahsis edeceklerini düşünüyordum. Oysa onca boş oda varken ona bir odayı dahi çok görmüşlerdi. Boş odalar, kimi eğitimini tamamlamakla meşgul, kimi askerden dönüşü beklenen patron çocuklarına ayrılmıştı çünkü. Şinasi Bey, bu durumu bile kendine dert etmemiş, zerre kadar umursamamıştı.

(Devam edecek)

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 64/4


Stream'e, “Sen farkı görmüyorsun ya da görmek istemiyorsun belki ama ben gerçeğin farkındayım. Churchill, "Demokrasiye karşı en iyi argüman, ortalama bir seçmenle beş dakikalık konuşmanızdır." demiş. Aynı şey ortalama bir yargıç için de rahatlıkla söylenebilir, çünkü ne siz, ne de size oy verenler, safsatalarınızın gerçek dünya üzerinde nasıl bir etki yarattığını anlamaktan hayli uzaksınız.” dedim.

Stream, “Churchill asla böyle bir şey söylemez.” dedi.

“Haklı olabilirsin, John. Belki de uydurmuş olabilirler. Ama asıl mesele bu değil.” dedim.

Önemli olan, sözün doğruluğuydu. Yanlarından ayrılmak için eşyalarımı toplarken Moss tartışmaya katıldı.


“Avukatının ünlü biri olduğunu bildiğini sanıyorum. Pek çok kez idam cezanı neredeyse müebbede çeviriyordu. Fakat yargıçların çoğu, sistemden yararlanan birine karşı cömert davranmaya pek meyilli değiller.” dedi.


“Jane, müvekkilinin zihinsel engelli olduğuna dikkat çeken bir avukata tam beş bin dolar para cezası verdin. Adamı tanıyordum. Yaşamım boyunca engelli olduğu bu kadar belirgin olan başka bir insan görmedim.” dedim.

Moss, “Üzerimize molotof kokteylleri atan sadece senin avukatın değildi.” dedi.

“Sizden anladığım şu: Agresif avukatlara kızıyor, bu yüzden acısını müvekkillerinden çıkarıyorsunuz. Diğer taraftan söyleyecek bir şeyleri olmasa bile beceriksiz avukatları daha fazla dikkate alıyorsunuz. Doğru mu anlıyorum?” dedim.

Stream” Eğer duruşmada bir avukat yüz kez itiraz etmezse sizin gibi adamların gözünde beceriksiz oluyor. Gerçek şu ki, pek çok avukat her konuyu gündeme getirmiyor, çünkü onların çoğu anlamsız olduğu için sonucu etkilemez. Zayıf bir iddiada bulunmanın, hiçbir iddiada bulunmamak kadar zararlı olduğu kabul edilir.” dedi.


Ailem dindar değildi, ama hem annem hem de babam iyiliğe ve kötülüğe inanıyordu. Belki de bu yüzden Utah'daki üniversitede kendimi evimde hissetmiştim. Beni çevreleyen Mormonların çok net bir doğru ve yanlış görüşü vardı. Dini inançlarını paylaşmadım ama ahlak anlayışlarını kolaylıkla benimseyebilirdim. Ne kadar yanıldığımı anlamak için cinayetten hüküm giymem gerekiyormuş.


Stream'e, “İdam koğuşunda ölümü bekleyen kaç mahkûm var?” diye sordum.

“Kesin bir bilgim yok.” dedi.

Moss'a baktım. Omuz silkti.

“Üç yüz kırk beş” dedim. “Eğer şu anda ikinizi de vurup öldürecek olsam, üç yüz kırk tanesi, dama oyunlarından başlarını bile kaldırmaya tenezzül etmez. Hatta onlar, bu yaptığımın doğru bir şey olduğunu gayet rahat söyleyebilirler. Bu ahlaki mutlaklar neyi gösterir biliyor musun?" dedim.


Stream, “Katillerle dolu bir hapishanede ahlaki otorite mi arıyorsun?” diye sordu.

“Aslında, ölüm hücrelerindeki birçok mahkûm, idam cezasının olması gerektiğine en az sizin kadar inanıyor. Ancak onlardan hiçbiri, devlete, birini öldürmesi için yeşil ışık yakmadan önce, her şeyin araştırılıp kesin kanıtlarla ortaya dökülmesini istemenin gereksiz bir talep olduğunu düşünmüyor." dedim.

Stream, “Hiçbir şeyden kesin olarak emin olamayız.” dedi.

“Ben olurum. Ben karımı öldürmediğimden kesinlikle eminim.” dedim.

Bir süre duraksadım. Döndüm ve TV'nin yanında, duvara astığım katilin resmini gösterdim. Stream'e baktım,

“Kesinlikle emin olduğum başka bir şey daha var. Sen ve Jane, eğer sizin kafanızdan gidilseydi, ben ölecektim ve ne siz ne de başka biri masum olduğumu asla öğrenemeyecekti.” dedim.

Moss, “Bu doğru, Bay Zhettah.” dedi. “Ne demek istediğinizi anlıyorum, gerçekten anlıyorum fakat ondan önce, jürinin eldeki kanıtlara dayanarak karar verdiği bir hukuk sistemimiz var.” dedi.

“Yanlış yargılanan siz olmadığınız sürece on iki yabancıya güvenmek kolay olmalı. Belki bu beni ahlaki evreninizde otoriter yapar, ama ölüm ateşine odun taşıyan bir çete üyesi olmaktansa doğru şeyi yapmaya çalışan bir diktatör olmayı tercih ederim.” dedim.

Tabağımı plastik çöp torbasına koydum. Görüşmek üzere, dedim.

Stream, “Omlet için teşekkürler.” dedi.

Çabuk ayrıldım, bu yüzden benim öfkeli halimi fark etmediler. Bana göre bu son tartışmayı kazanmıştım ama bunun sebebi bana zor soru sormuş olup olmamaları mıydı, merak ettim: Bu bize bir şeyler öğretebiliyorsa, tam olarak beklediğimiz hangi dersi öğrenmekti? Ve mesele eğer öğrenmek değilse, neden buradaydık? Sofist oluyorum diye endişelenmeye başlamıştım.

Ölüm hücresinde kaldığım yıllarda Olvido ile ailem hakkında sadece iki kez konuşmuştum: tanıştığımız gün ve bana temyiz başvurumuzun geri çevrildiğini söylediği gün.

“Haberler kötü.” demişti.  Bu her şeyi kaybettiğimiz anlamına gelmiyordu ama Eyalet Mahkemesinden gelecek karara epeyce umut bağlamıştık.

“Federal hâkimlerin daha adil olduğunu duymuştum.” dedim.

“Adil olmakla hiçbir ilgisi yok.” demişti. Anladığım kadarıyla Olvido, Eyalet Mahkemesinden çıkacak kararları önemsiyordu. Çünkü Federal Mahkemede yargıçların masum olup olmadığınız konusunu daha fazla dikkate aldıklarını düşünüyordu.

“Peki, ne anlatmaya çalışıyorsun?” diye sormuştum.

Olvido, “1990'lı yıllarda yayınlanan Yargıtay emsal kararında, yargılamada kanaat ve karar adil olduğu sürece, devletin masum bir insanı idamla cezalandırmasında, ABD Anayasası bakımından hiçbir engel bulunmadığına hükmetmişti.” dedi.

“Eğer masum bir kişi ölüm hücresine gönderilirse, bu durum açık bir haksızlık değil mi?” dedim.

“Elbette, senin bunu haksızlık olarak düşünmen mümkün.” dedi.

Ona babamı en son gördüğüm bir anımdan bahsettim. Üniversite birinci sınıftayken Noel tatili için eve gitmiştim. Sınavlarımız ocak ayında olduğu için zamanımın çoğunu çalışmakla geçiriyordum. Bir sabah, felsefenin ne olduğunu bile bilmeyen babam ne okuduğumu sorduğu sırada, Sokrat’ın diyalogları arasında kaybolmuştum. Onların, hükümetin insanlara adil davranmasının ne anlama geldiğini düşünerek zamanlarını geçiren gerçekten zeki insanlar olduğunu söyledim. Annem odaya girdiğinde babamın keyfi yerindeydi.


Quizás mi hijo va a ser un profesor.”* demişti. Ben istesem bile öğretmen olmam için notlarım yeterli değildi ama onun gururunu kıracak bir şey söylememiştim. Annem ise ikimizden de daha gerçekçiydi ve boş konuşmaktan hoşlanmazdı.


Qué loco.** Bardağın yarısı boş mu, yoksa dolu mu diye tartışarak geçimini sağlayabileceğini mi düşünüyorsun?” dedi.

Babam güldü ve annemi alnından öptü. Kolunu boynuma doladı ve beni kendine çekti. Motor yağı, deri ve taze biçilmiş çimen kokuyordu.


En mi vida, el vaso siempre está medio lleno”*** dedi. Dediği doğruydu. Onun bardağı her zaman yarı doluydu.


Federal Polis ve ordunun onun peşinde olduğunu bilmiyordu. Otuz altı saat sonra öldü, fakat yatağında hâlâ gülümsüyordu.

Olvido'ya “Neden biliyor musun?” diye sordum.

Başını sallamıştı. Biliyordu. Amacı doğrultusunda hizmet etmişti. Karısını sevmiş ve onun geçimini sağlamıştı. Oğlunu Amerika'ya göndermişti. 



“Ona Amerika'da masum ya da suçlu olmanın herhangi bir fark yaratmadığını söyleseydim bana asla inanmazdı. Senden ve diğerlerinden Meksika'ya gitmemenizi ve akrabalarımı bulmamanızı istediğimde, onların benden utanacaklarından endişeleniyordum. Fakat artık benden utanacaklarından eminim.” dedim.



Sonra, Olvido bana şaşırtıcı bir şey söyledi. Ona eyalet mahkemelerinin neden daha iyi olduklarını sorduğumda,


“İster inan, ister inanma, Teksas'ta << masum birini asla idam edemezsiniz >> diye kendine has bir kuralı var.” demişti.


*“Quizás mi hijo va a ser un profesor.”: İspanyolca, "Benim oğlum öğretmen olacak."


**Qué loco.”: İspanyolca, "Çıldırmışsın sen."


***En mi vida, el vaso siempre está medio lleno”: İspanyolca, "Hayatım boyunca bardağım hep yarı doluydu."


(Devam edecek)