KATEGORİLER

12 Aralık 2020 Cumartesi

ÇOCUKLUĞUMUN KOMŞULARI # 3


"De gidi günler de" derdi eskiden büyüklerimiz, eski günleri aklına gelince. Ben de o moddayım. Doğduğum evin aşağı sırasındaki komşularımızdan sonra, karşı tarafa geçmeden, şimdi yukarı doğru ilerleyelim. Bitişik evde oturan komşumuz Fatma Ablamızı çok iyi hatırlıyorum. Karşımızdaki sarışın Fatma Ablayla karıştırmamak için "Kara Fatma" derdik ona. Bir yandan da üzülürdük, çünkü "karafatma" evlerimizin mutfak ve kilerlerinde eksik olmayan böcekgiller familyasına ait, karanlık ve loş yerlerden hoşlanan tombul, tiksindirici böceklerinden birinin adıydı aynı zamanda. Haksızlıktı bu Fatma Abla'ya. Esmer tenli, dudağının altında iri bir beni olan, lise mezunu dünyalar iyisi bir insandı. Çocukluğumun lise mezunları bugünün üniversite bitirmişlerinden daha bilgiliydi ve çevrelerinden daha çok saygı görürlerdi. Yaz mevsiminde kapısının girişindeki serin holde sandalyesine oturur, Türk yazarlarının romanlarını okurdu. Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun Yaban romanını ondan duymuştum ilk kez. Fatma Abla dışında çevremde kitap okuyan başka birini görmedim diyebilirim. Annesi ölmüştü. Benden, on beş yaş kadar daha büyüktü sanırım. Çocuk yaşından beri ailesinin bütün yükünü sırtlanmıştı. Adının aklımdan silindiği babasına, ağabeyine ve iki oğlan kardeşine bakıyordu. Ağabeyi üniversiteyi bitirip evlendi, Ziraat Fakültesinde profesör oldu. Sonra babasını kaybetti. Diğer kardeşlerinden Hasan ve İbrahim de kendilerine sağlam birer iş bulup evlendiler ve evden ayrıldılar. İbrahim Abiyi çok severdik, bazen kapının önüne ip gerip voleybol oynadığımızda bize katılırdı. Bazen de sokakta oynadığımız futbol maçlarında hakemimiz olurdu. Komşumuz Fatma Ablayı her andığımda arka bahçelerindeki erik ağacı gelir aklıma. Büyük bir ağaçtı. Üzerinde sarıdan turuncuya çalan kayısı eriği yüklü dallar bizim evin bahçesine sarkardı ama biz onlara dokunmamak konusunda tembihliydik. Fakat Fatma abla o canım eriklerden tabak tabak bize ikram eder, bunlar sizin, "göz hakkı" derdi. Bu muhteşem meyveye Kayısı eriği denmesinin sebebi harika lezzetinin yanı sıra çekirdeğinin etinden kolayca ayrılmasıydı. Bizim evle birlikte aynı müteahhit yıkmıştı onların evini, ve söküp atmıştı o güzelim ağacı. O zamandan beri o kadar lezzetli erik yemedim desem yeridir. Yıllar sonra yalnızlık canına tak deyince kendinden daha yaşlı bir adama varmıştı. Bir süre sonra kocası olan adam da öldü, apartman haline dönen eski evine geri geldi. Hala annemin kapı komşusu. Yetmiş yılı aşan bir komşuluğu hayal edebiliyor musunuz?

Bir üstteki kapı iki yaşlı kardeşin yalnız yaşadıkları bir eve aitti. Anneleri Adile Hanım sanırım ben doğmadan önce ölmüştü. Hani geçen bölümde bahsettiğim aklını yitirmiş yaşlı ninenin kapı kapı dolaşıp "Adilanum öldü mi?" dediği, Adile Hanım'dan bahsediyorum. Garip bir yaşantı sürüyordu bu yaşlı adamlar. Mustafa evin reisi gibi alışveriş yapardı. Bir yerde çalışıyor muydu, yoksa emekli mi olmuştu hatırlamıyorum. Ağabeyi Ali, ise pek çıkmazdı evden. Temizlik, yemek yapma işi ondaydı. Yaz kış kapısının önüne çıkardığı mangalı yakmakla uğraşırdı. Konuşmayı pek sevmeyen içine kapanık bir tipti. Günlerden bir gün mahalle büyük bir olayla sarsılmış, mahallenin bütün kadınları toplanıp Ali'yi linç etmeye kalkmışlardı. Başta ne olduğunu anlamamıştım. Önceki bölümlerde bahsettiğim dip komşumuz manav Hasan'ın küçük kızı Cazibe'yi hatırlarsınız. Henüz üç beş yaşlarındaki bu küçük kızı çikolata vereceğim diye kandırıp evine almış. Küçük Cazibe komşularında gördüğü erkek bebeğin cinsel organıyla Ali dedesininkiyle mukayese edip "Ali Dedeninki bebeğinkinden daha büyük" deyiverince, kızılca kıyamet kopmuştu. Daha sonra polislerin geldiğini, zabıtların tutulduğunu hatırlıyorum. Bu olaydan sonra kimse bakmadı ihtiyarların yüzüne. Zaten kısa süre sonra Ali, arkasından Mustafa göçtüler bu cihandan. Evlerinin akıbetini bilmiyorum, zira bildiğim kadarıyla kimseleri yoktu.

11 Aralık 2020 Cuma

ÇOCUKLUĞUMUN KOMŞULARI # 2


Düşündükçe canlanıyor hatıralar... Dip komşumuzun adını şimdi hatırladım, Hasan'dı evet, Manav Hasan. Coşkun'un küçük kız kardeşi vardı bir de, onu da unutmuşum. Adı Cazibe'ydi. Biz ilkokula giderken henüz iki üç yaşlarında bir çocuktu o. Cazibe'nin maruz kaldığı çirkin olaya daha sonra değineceğim. Onu zaten sırf o olay aklıma geldiği için hatırladım. Neyse, kaldığım yerden devam edeyim. Bütün evlerin cepheleri rengarenkti. O zamanlar akrilik, sentetik dış cephe boyaları yoktu. Ya kireci söndürdükten sonra sulandırıp bir fırça yardımıyla beyaz renge boyanırdı evler, ya da toz boyalar sulandırılarak farklı renkler elde edilirdi. Bir aşağıdaki kireç badanalı o evlerden birinde dünyada yaşayan bir kimsesi kalmamış, kırışık yüzlü yaşlı bir nine vardı. Kocasını hiç görmedim. Yaşlı kadın ömrünün son demlerinde iyiden iyiye yitirmişti aklını. Bazen öğlen vakitleri, bazen de akşama doğru evlerin kapılarını teker teker çalar, "Adilanum öldi mü?" diye sorardı. Onun bu sözü aklımdan hiç çıkmamış, dilime pelesenk olmuştu. Lisede Alper Tunga Destanı'ndan bahsedilirken, sorduğu soruyu Alper Tunga'nın sagusuyla (ağıt) eşleştirip "Issız acun kaldı mu?" diyerek peşine ekler, eğlenirdim. Adile Hanım, çok önceden ölmüştü tabii. Ama ninemiz her Allah'ın günü kapıları çalmaya devam eder, çok sevdiği komşusunun öldüğüne bir türlü inanamazdı. Biz çocuklar alışmıştık bu hadiseye. Yaşlı kadın kapımıza gelip yine aynı soruyu sorduğunda "Öldi" derdik. Zavallı bu cevabı alınca iyice bastonuna abanır, kuruyan gözleri buğulanır ve bizim anlamadığımız bir dilde, "O theos na ma se voithiksi"* diyerek kendi kendine söylenir, ağıtlar yakardı.

Sokağımızı kesen ilk ara sokak alttaki caddeye açılırdı. Kürt mahallesi denilen bu bölgeye inmemiz büyüklerimiz tarafından kesinlikle yasaklanmıştı. Bunun sebebini sormak aklımıza gelmemişti o zamanlar ama bu yasak, Kürtler hakkında ilk olumsuz algıyı oluşturmuştu küçük beynimizde. Belki çocukları kaçıran ve onlara kötülük yapan kimselerdi onlar. Sokağın köşesinde Saime Hanım teyzeler otururdu. Kocası ölmüştü, biri evli olmak üzere yetişkin dört çocuğu vardı. Evli olan kızı Necla Teyze, kocası Ali Amcayla birlikte yine sokağımızdaki başka bir evde otururdu. Onlardan daha sonraki bölümlerde bahsedeceğim. Küçük kızı Bedriye, gelinlik çağa gelmiş uzun, düz sarı saçları olan bir kızdı. Büyük oğlu Samim hafızamda fazla bir iz bırakmamış ama yirmili yaşlardaki küçük oğlu Sedat'ı unutamam. Çok güzel saz çalardı. Necla Teyze'nin ikinci çocuğu, Saime Hanım teyzenin torunu, Mustafa'yla samimiydik. Bu aile Tatar kökenli olduğu için onlardan "Tatar Necla", "Tatar Mustafa" diye bahsedilirdi. Tamamı Girit kökenli komşularımızın arasına nasıl girdiklerini bilemiyorum. 

Biraz ileride birkaç ev daha vardı fakat orada oturanlarla sanki görünmez bir duvar örülmüştü aramıza. Onlar hakkında bildiğimiz tek şey muhacir olduklarıydı. Mübadele sırasında Balkanlardan gelen ve bizim "Macır" dediğimiz bu insanlar hakkında çok fazla şey bilmezdik. Kadınlarının giydikleri sadece yüzlerini açık bırakan kara çarşaflar tuhaf gelirdi bize. Bu tarz giyinmelerinin sebebi bir tarikata bağlı olduklarından değil, geldikleri yerin kültürüyle ilgiliydi. Sütçülük yapıyorlardı, eve süt lazım olduğunda annemizin verdiği tencereyi alıp kapılarına giderdik. İnekleri evin arkasındaki o küçücük bahçede miydi? Kaç inekleri vardı, bilmezdik. Geçen yıl evlere servis yapan yaşıtım bir sütçüyle tanıştım. Sohbet sırasında yıllar önce aynı sokakta oturduğumuz çıktı ortaya. Bize "Macır" derlerdi, dediğinde o günleri hatırladım, "Babanın da çok sütünü içmişizdir o zaman." dedim. 

Sokağımızın sonu beton yol dediğimiz caddeye çıkardı. Oradaki ihtiyar bakkal dedemin arkadaşıydı. Dedemin her zaman beni alıp götürdüğü Küçük İhsaniye Camisinde sık sık karşılaşırdık. Bu yüzden beni bir başka severdi. Hacca gidip geldiğinde yeni adetler çıkarmıştı. Bakkal dükkanına yaklaştığımda pür dikkat beni izler, şaşırıp sol ayağımla içeri girdiğimde, dışarı çıkartır yeniden sağ ayağımla dükkana adım atmamı isterdi. Dükkanın bereketi kaçarmış! Bir de alışkanlıkla söylediğim "Rüstem Dede" şeklindeki hitap tarzıma bozulurdu, "Bana artık Hacı Dede diyeceksin." derdi. Bu zorlamalar bir süre sonra iyice canımı sıkmaya başlamıştı. 

* "O theos na ma se voithiksi" Giritçe, "Tanrım bana yardım et" 

10 Aralık 2020 Perşembe

ÇOCUKLUĞUMUN KOMŞULARI # 1


Yarım yüzyıl öncesine gidiyorum. Padişah Abdülhamit'in Girit'ten gelen dullara tahsis ettiği, dedemin her iki yanına diktiği, bana birer nöbetçiyi andıran çam fidanlarının arasında kendini korumaya almış, arkasında küçük bir avlusu bulunan, iki göz odalı bitişik nizam evlerden birinde açmışım gözlerimi bir bahar ayında...

Küçükken dünyanın en uzun sokağı gibi gelirdi bana sokağımız. Sağlı sollu birbirine yaslanmış çoğu birbirinin aynı, tek katlı kagir evlerde yaşam mücadelesi veren komşularımızdan bahsedeceğim size. Zaman hatıraları bir sis bulutu gibi örtüyor...

Doğduğum evi merkez alıp aynı taraftan aşağı doğru yol alalım. Dip temel komşumuzun adı silinmiş hafızamdan. One minute, Zeugma aklıma getirdi, Tabii, Zeliha'ydı adı. Babaları Eşrefpaşa Caddesinin bir köşesinde, Şişmanoğlu fırınının tam karşısında tezgah açan bir manavdı. Öyle dükkanı falan yoktu adamcağızın. Metruk bir dükkanın önündeki sahanlığı işgal ediyor olmalıydı. Karısı ev hanımı, sakin sessiz, zaman zaman hastalıklarıyla uğraşan bir kadıncağızdı, onun da adını hatırlayamıyorum. Mahallemizde ailesini geride bırakıp sonsuzluğa ilk yelken açanlardan biriydi. Kızları Saliha, ki herkes ona "Saliko" derdi, sessiz, ürkek bir kızdı. Erkenden kocaya vardı, sonradan bir sürü çocukları oldu. Kardeşi Coşkun, ondan birkaç yaş ufak, boğazını seven, turp gibi bir çocuktu. Okumaya pek yoktu niyeti. Sokakta oyun arkadaşlarımdan biriydi. Bazen onunla birlikte babasının manav tezgahına gider, vakit geçirirdim. Öğleden sonra babası işi ona bıraktığında, Coşkun, tezgahtaki en gösterişli topan patlıcanlardan ikisini kaptığı gibi karşılarındaki fırına götürür, daha sonra elleri yana yana kabuklarını soyup ilik gibi kıvama gelmiş içlerini kaşık kaşık midesine indirirdi. O zamanlar patlıcan, kabak, biber, bamya gibi birçok sebzeyi yemezdim. Üniversiteyi bitirdiğimde ilk kez patlıcanın tadını alınca ilk aklıma gelen Coşkun'un patlıcanları olmuş, neler kaçırdığımı düşünüp hayıflanmıştım kendi kendime. Oturdukları ev, Laz müteahhite verilen ilk evlerden biriydi. 

Sokağımızın henüz asfaltla tanışmamış yolunu kaplayan, hafif bombeli, yüzeyleri aşınmadan dolayı parlak bir hal almış Arnavut kaldırımı iri taşlarını hatırlıyorum. Bahsedeceğim evin hemen tam karşısındaki dikçe yokuş oyun alanımız sayılırdı. Yollar asfaltlandıktan sonra altına kuru sabun sürdüğümüz tahta parçalarının üzerine oturup aşağı doğru kayar, eğlenirdik. Yokuşun alt köşesinde, henüz evlerine şebeke suyu bağlanmamış komşuların su aldığı çeşme başına ellerindeki kovalarla gelen kadınlar birbirleriyle çene çalar, bol bol dedikodu yaparlardı. O zamanlar haline bakıp hüzünlendiğim, bakımsızlıktan mecali kalmamış evlerden biri de Coşkun'ların hemen yanında, hafızamda unutulmaya yüz tutmuş bir evdi. Ensesine yakın yerdeki kısa ak saçları dışında başında tüy kalmamış tıknaz bir adam yaşardı o evde. Yaşlı adamın ölüsünü yıkamak için çeşmenin yanı başına koydukları, odun ateşiyle ısıtılan içi su dolu kocaman kara kazan, uzun yıllar bana hep ölümü hatırlatır. Adamın karısının kaşları tamamen dökülmüştü. Çakır gözlerinin üzerine acemice çizdiği kömür karası bir çift yay kendisini güzelleştireceği yerde onu korkunç bir hale sokardı. Mahallelinin kendi aralarında "Kaşsız Fatma", "Kaş" ya da "Kaşsız" dediği Fatma teyzenin bu lakaplardan haberi olup olmadığını bilmiyorum. Bir de yetişkin, hatta tohuma kaçmış denilebilecek kızları vardı. "Çakır Emine". Gözlerini anasından almış, sarışın, uzun boylu, güzel hatları olan bir genç kızdı. Neden onu isteyen biri çıkmadı diye hep merak etmişimdir. Epey bir zaman sonra dip komşuları, oğulları Arif'e almışlardı Emine'yi. Arif, Emine'nin aksine koca göbekli, kısa boylu ve yaşça kızdan daha küçük biriydi.

Kaşsız Fatma'nın sonradan dünürü olan Orhan Amca'nın nerede çalıştığını bilmiyorduk. Akşamları traktörünü kapılarının önüne çeker, bazen römorkuna bindirdiği mahalle çocuklarına kısa bir tur attırır, onları sevindirirdi. Orhan Amca'nın karısı Şadiye Hanım, her zaman aşırı kiloluydu. Yakın zamana kadar kendisini gördüğüm ender eski komşularımızdan biriydi o. Kalın gözlüklerinin altında yumuşak, gülümseyen bakışları vardı. Son zamanlarında yalnızlığından olsa gerek, anneme yaptığı iflah olmaz gece misafirlikleri unutulur cinsten değildi. Yukarıda Arif'ten bahsettim. Arif'in ağabeyi Ali, yani Şadiye Hanım teyzenin büyük oğlu, bir devlet kurumunda sağlam bir iş bulmuştu kendine.  

* Deep, 572 kelime oldu, biraz aştım, bu seferlik idare ediver:)   

 

BORGEN - DİZİ FİLM

Dizi filmlerle pek haşır neşir olduğum söylenemez. Fakat sevgili DeepTone'un sayesinde bu aralar biraz ilgilenmeye başladım. Kitap mı film mi konulu sohbetimizde sanırım oyumu kitap okumaktan yana kullanmıştım ama Borgen gibi kaliteli dizileri izledikten sonra her ikisinin de değerli olduğunu düşünmeye başladım. Genellikle okuduğum bazı kitapların tanıtımından ziyade bende bıraktığı izleri paylaşmayı tercih ediyorum blogumda. Bundan sonra film ve dizi filmler için de aynı yolu takip edeceğim. Aynı üç yıl kadar önce, Kaplan'da bulunduğum günlerde, izlediğim ilk dizi filmlerden biri olan, dünyaca meşhur uyuşturucu kaçakçısı Pablo Escobar'ın hayatını konu alan "Narcos" adlı sekiz bölümlük muhteşem diziden bahsettiğim gibi.  

Bugün ise size Borgen'ı anlatmak istiyorum. Danimarka yapımı politik bir drama dizisi bu. Danimarka'nın ilk kadın başbakanı seçilen Birgitte Nyborg'un yaşadıklarını konu alan başarılı bir yapım. İlk sezonunun on bölümünü bitirdim. Filmde siyasette dönen entrikaların yanı sıra siyaset-medya ilişkileri ve başbakanın ailesiyle yaşadıklarından söz ediliyor.

İlk bölümü izlemeye başladığım andan itibaren ülkemizdeki kısır siyaset döngüsüne ne denli sıkışıp kaldığımızı, medya denilen organın gelişmiş bir ülkede ne kadar etkili olduğunu fark ediyorum. Brigitte, hayalini kurduğum dürüst, çalışkan ve kendini ülkesine adamış bir başbakan profili çiziyor. Ülkemizde şark usulü, hayal mahsulü, Hürrem, Kuruluş gibi geçmişe dönük dizilerle beyinler uyuşturulurken, birçok ödül kazanan Borgen dizisi yayınlanmaya başladıktan kısa bir süre sonra ülkesinin siyasi geleceğini etkilemiş. Brigitte başarılı bir oyunculuk sergiliyor sergilemesine fakat karşılaştığı politik sıkıntılarda en doğru kararı veren, hatasını gördüğü en yakın çalışma arkadaşlarını gözünü dahi kırpmadan kapının önüne koyan, ülkesinin çıkarları söz konusu olduğunda ailesine bile arkasını dönen, medya özgürlüğüne, eşitlik ve adalet ilkesine ilk sırada yer veren böyle bir kişilikle gerçek hayatta karşılaşmamız söz konusu olabilir mi diye soruyor insan kendine. 

Diğer taraftan kendisine hak gördüğü şatafatı ülkesinin itibarı olarak gösteren siyasetçilerimize inat Başbakan Brigitte'nin mütevazı yaşamı takdire şayan. Zamanının çoğunu devlet işlerine ayırdığı için çocukların bakımı ve evin idaresi kocası Phillip'e kalıyor. Koskoca başbakanın eve bir kadın yardımcı bile tutmamasının sebebini anlayamadım. Zaten bu yüzden kocasından da oluyor. Meral Akşener'e bu diziyi izleyip izlemediğini sormak geçti aklımdan. Muhalefet parti yetkilileriyle adeta bir satranç oynarcasına yapılan seviyeli tartışmalar demokrasiye yapılan bir güzellemeydi sanki. Fakat en önemlisi, ister iktidara, ister muhalefete mensup olsun medyanın muazzam bir gücü var ve bu güçle siyasilerin yaptığı en küçük bir hatayı affetmiyor. Yapılan anketler dürüst ve siyasetin nabzını tutuyor. Brigitte gibi bir siyasi profilin her ülkede kendine destek sağlayacağını düşünüyorum. Yeter ki ülkede güvenilir bir adalet ve bağımsız bir medya olsun.   

"Kale" anlamına gelen "Borgen", Kopenhag'daki Parlamento, Başbakanlık, Yüksek Mahkeme binalarının içinde bulunduğu kompleksin takma adı. Düşünebiliyor musunuz, yasama, yürütme ve yargı hepsi bir arada tıkır tıkır çalışıyor. Medya, istediği her kuruma, istediği soruyu sorabiliyor ve halkı derhal bilgilendiriyor. İnsan kendine sormadan edemiyor, bunlarınki demokrasi ise bizimkisi ne?

Not: Sevgili Deep; Yazım toplam 441 kelime, Katrine ve Kasper'den de bahsedecektim fakat senin 500 kelime sınırına takıldım:)

KELİMELERLE DANS # 1


Bazı sözcükler vardır, yakın anlamlarından dolayı birbirine karıştırılır. Örneğin Tavsiye, Teklif ve Öneri üçlemesi bunlara örnek gösterilebilir. 

Kitap yazmanı öneriyorum

Kitap yazmanı teklif ediyorum. 

Kitap yazmanı tavsiye ediyorum. 

İlk bakışta yukarıdaki cümlelerden aynı anlamları çıkartırız. Önce TDK sözlüğündeki karşılıklarına bir bakalım:

Tavsiye (Arapça): Öğütleme, yol gösterme, 

Teklif (Arapça): İncelenmek veya kabul edilmek için bir şey sunma, önerme, öneri

Öneri (Türkçe): İncelenmek üzere öne sürülen şey, düşünce, görüş

Düşüncemiz yine fazla değişmedi değil mi? Neticede zorlama yok hiçbirinde. Sadece tavsiye, yani teklif ya da öneri...

İşin aslına bakılırsa her üç kelimenin de doğru yerlerde kullanılması lazım gelir. Bunlardan teklif ve öneri diğer kelime olan tavsiyeye göre birbirine anlam bakımından daha yakındır. Çünkü öneri Arapça "teklif etmek" fiili olan "önermekten" türetilip sonradan dilimize kazandırılan türemiş bir sözcük. Böyle olmasına rağmen aralarındaki nüansı gözden kaçırmayalım. Teklif, öneriden bir derece daha üstün, biraz daha üzerinde durulması gereken durumlarda kullanılır. Öneri ise teklife göre daha esnek bir tercih hakkı bırakır muhatabına. 

Tavsiye diğerlerinin yanında en sinsi olanıdır. Arkasında bir tehdit içerir çoğu zaman. Saklı bir yaptırım gücü hissettirir. Teklif ve öneri, tavsiyenin yanında muhatabını daha özgür bırakır. Tavsiyede mutlak bir yaptırım yoktur ama uyulmadığında gizliden başa gelecekleri hissettirir.

Konuyu örneklerle biraz somutlaştıralım. Hekim hastasına falanca ilacı teklif etmez mesela. Hele hele hiç önermez. Eğer hekim şu ilacı kullanmanı öneriyorum diyorsa hastasına, bilinmelidir ki ya diline hakim değildir, ya da Hipokrat yeminine. Hekim hastaya ilacı kullanmasını tavsiye eder. Çünkü bu cümlesinin arkasında "Eğer kullanmazsan seni iyileştiremem." yatar. Bir başka ifadeyle hastanın ilacı kullanıp kullanmama tercihi iyice daralmıştır. 

Mesela ihalelerde "Teklif Mektubu" verilir. İşveren bu mektubu ciddiye alır. Çünkü alıcı teminat mektubu vermiştir, hazırlık yapmış, bazı külfetlere girmiştir. Evlenme teklif edilir. Artık birlikte yuva kurma konusunda kuvvetli bir beklenti vardır. Ama kitap önerileri keyfe keder bir tekliftir. Yani bir kitabı önerdiğiniz arkadaşına şunu demiş olursunuz: "Ben okudum beğendim, senin de sevme ihtimalin var."

Şimdi yukarıdaki örnek cümlelerimizi yeniden yorumlayalım:

Kitap yazmanı öneriyorum.

Yazarsan iyi bir netice elde edebilirsin, bir şansını dene ama  beklediğini bulamazsan beni sorumlu tutma. 

***

Kitap yazmanı teklif ediyorum.

Sendeki cevheri gördüm, başarılı olacağını düşünüyorum. Senin için risk alabilirim.

***

Kitap yazmanı tavsiye ediyorum.

O iş sana göre değil, sen iyisi mi otur kitap yaz. (Burada vurgulanan kitabı yazması değil, işi bırakması)

Dilimizi doğru kullanalım, ağzımızdan çıkanı bilelim, anlayalım derken TV'nin sabah haberlerinde ekranda beliren bantta okuduklarım beni dumura uğrattı.

"AB'nin yaptırım kararı Türkiye'yi IRGALAMAZ." AKP cumhurbaşkanının edebi! ve diplomatik! sözü! İnanamıyorum, yok bu benim cumhurbaşkanım olamaz. Benim cumhurbaşkanım böyle bir seviyesizlik yapamaz. Cumhurbaşkanım konuşmasını bilmeli, biraz olsun diplomasiden anlamalı. Beni asla temsil edemez böyle bir kabadayı, utandırır beni. Atatürk'ün, Fahri Korutürk'ün naifliğini, nezaketini, asaletini düşündüm. Sonra da bu kaba adamım sözlerini, "Nereden nereye..." Hakikaten nereden nereye! 

* Bu konuyu biraz araştırdım. Farklı düşüncelerinizi yorumlarda tartışmak eğlenceli olabilir. Dilimizi doğru kullanalım. Benzer şekilde anlam bakımından birbirine yakın ve bu yüzden birbirine karıştırılabilen kelime önerileriniz varsa doğrusunu birlikte anlamaya çalışabiliriz. Sevgiyle kalın...

9 Aralık 2020 Çarşamba

CONFESSION CABINET 2


- Günaydın Papaz Efendi.

-Günaydın, yine neler karıştırdın.

- Tanrı sizden razı olsun Papaz Efendi. Günahlarımı size anlattıktan sonra kuşlar kadar hafifliyorum.

- Peki, anlat bakalım.

- Büyük deprem olmuştu İstanbul'da. Bütün patronlar krizi fırsata dönüştürmekte birbiriyle yarışıyorlardı.

- Bu onların günahı, sana ne?

- Evet ama yine ben aracı oldum ve onların bu emellerine hizmet ettim.

- Nasıl yani? 

- Londra'daydık. Çalıştığımız yabancı firmayla projenin son detaylarını görüşüyorduk. Tanrı şahidim olsun adamlar güzel bir iş çıkartmışlar, en ekonomik çözümü önermişlerdi. Ben her ne kadar projeyi beğensem de genel müdürüm iş miktarını arttırmakta ısrar ediyordu.  İngilizlerin biraz şaşkın biraz alaycı bakışları altında komik bir duruma düştüğümü hatırlıyorum. Herkesin bildiği gibi  bu tür toplantılarda projeciden her zaman beklenen, işin emniyeti, işlevselliğinin yanı sıra tasarımın ekonomik olması. 

- Genel müdürün devleti zarara sokan bu garip isteği sakın yabancılara söyledi deme.

- Hayır Papaz Efendi, keşke kendisi söyleseydi. Yabancı dil bilmediği için bu uygunsuz talebi bana söyletti. İngilizlerin bana öyle tuhaf, öylesine manyak mısınız der gibi  bir bakışları vardı ki yer yarılsaydı içine girseydim.

- Peki bu talebinizi kabul ettiler mi? 

- Hiç de kolay olmadı, Papaz Efendi. "Biz ciddi bir firmayız, gereksiz yere proje maliyetini arttıramayız." dediler. İçin için bir rahatlık çökmüştü içime. Elin İngilizi bizim vatanımızı bizden çok sevemezdi ama iş ahlakları beni bir kez daha kendilerine hayran bırakmıştı. Fakat genel müdürüm teslim olmadı. Israrını sürdürdü. Tabii ben de onun söylediklerini toplantıdaki yabancı mühendislere aktarmaya devam ettim. Siz bizim genel müdürü tanımazsınız Papaz Efendi. Kendisi beş vakit namazında ama günah işleme konusunda şampiyon. Benim eski dinimde tövbe istiğfar edince bütün günahlar affediliyor nasıl olsa, muhtemelen ona güveniyor olmalı.

- O zaman sen niye dinini bırakıp bana geldin?

- Güzel bir soru Papaz Efendi. Ben sizin şu günah çıkarma olayını daha mantıklı buluyorum. Doğrudan Tanrı'yla muhatap olmak utandırıyor beni. Sanki ilahi bir ses "İyi halt etmişsin" diyecekmiş gibi geliyor bana. Oysa siz benim adıma Tanrı'ya dua edip günahlarımı affetmesi için dua ediyorsunuz. 

- Anladım, peki sonra ne oldu? İngilizler ahlaksız teklifinizi kabul etmedi değil mi?

- Sormayın Papaz Efendi. Müdürleriyle kısa bir toplantı yaptıktan sonra bizim genel müdürün istediği oranda olmasa da projenin ciddi oranda maliyetini arttıran değişiklikleri yapmayı kabul ettiler. Belli ki onlar da çıkarları doğrultusunda hareket etmişlerdi. İşi kaybetmeyi göze alamadılar. Beni soracak olursan, milletime ihanet edilmesine sadece seyirci kaldım, hatta bir ölçüde vesile oldum. Bu olayı kafamdan bir türlü atamıyorum.

- Senin için dua edeceğim. Lakin yine aklıma takılan soruyu sormama izin ver. 

- Tabii efendim, sorabilirsiniz.

- Siz Londra'da bu pazarlığı yaparken devlet yetkilileri neredeydi?

- Ah Papaz Efendi, onlar Londra'nın tarihi yerlerini, müzelerini geziyorlardı biz toplantıdayken. Bütün devlet yetkililerimizin yurt dışı iş seyahatlerinde her zaman yaptıkları gibi.

- Anlıyorum, evlat. İşiniz çok zor. Onlar için de dua edeceğim.

KELİME OYUNU # 2

Kelime Oyununun bu haftaki kelimelerini yine Kırmızı Ruh seçti. Haftanın kelimeleri Kırmızı, İrlanda, Tutku, Kitap ve ViskiBütün blog yazarlarına açık bu güzel etkinliğin organizasyonunu sevgili DeepTone sürdürmekte


MOLLY MALONE

Hayatında hiç bu denli heyecanlanmamıştı. Bilgisayarının başından fırladığı gibi mutfakta kahvaltı hazırlayan eşinin yanına koştu.

- İnanamıyorum, İrlanda'dan bir alıcı çıktı. E-mail göndermiş, Çeşme'deki villayı beğenmiş, en kısa zamanda görmek istiyormuş! 

Genç kadın elindeki çaydanlığı ocağın üstüne bıraktı. Sorgulayan gözlerle adamın söylediklerini anlamaya çalıştı.

- Bu kadar erken mi?

- Evet, ben de bu kadar erken olmasını beklemiyordum. Haftaya gelebileceğini söylüyor. Aşkım, çok fazla ümitlenmeyelim ama adam o kadar yoldan gelmek istediğine göre gerçek alıcı.

- Hadi bakalım, inşallah. Cevap yazdın mı?

- Hayır, e-mail'imde görür görmez sana koştum. Bolca fotoğraf, ayrıntılı bilgi vermem sanırım işe yaradı. Hemen gidip cevap yazayım. Eğer anlaşma sağlanırsa satış için hangi belgeler lazım araştırmam gerekiyor. Malum emlak işine henüz yeni girdik. İlk kez yabancıya gayrimenkul satacağız, bir acemilik yapmayalım. Mal sahibine de bilgi vermem lazım, gerçi aramızda sözleşmemiz var ama kimseye güvenilmez, bakarsın sattım deyiverir, kalırız ortada.

- Tamam, tamam ne gerekiyorsa yap, aman bu işi kaçırmayalım.   

***

Serin bir sonbahar sabahı erkenden kalkmış, diğer işlerini yoluna koyup Adnan Menderes Hava Limanına tam iki saat önceden kapağı atmıştı. Uçakların inişlerini gösteren ışıklı dijital panoya nazır kafelerden birine oturdu ve kendine bir Türk kahvesi söyledi. Havaalanındaki bir dükkandan sadece vakit geçirsin diye aldığı Can Yayınlarının İrlanda Güncesi isimli kitabın sayfalarını karıştırmaya başladı. Bir hafta boyunca internetten araştırma yapmış, İrlanda tarihi ve kültürü hakkında epey bilgi sahibi olmuştu. Deri kaplı sandalyesine yaslandı, elindeki kitabı masaya bırakıp yapacaklarını aklında sıraya dizmeye koyuldu. Eğer bir gecikme olmazsa saat 16.00 da uçak piste inmiş olacaktı. Siyah çantasının fermuarını açıp içine bir göz attı, önceden hazırladığı üzerinde "Mr. Harry Cillian" yazılı isim levhasını yanına aldığından emin oldu. Yolcu karşılama salonunda, beklediği adamın elindeki valizi sürükleyerek kendisine doğru yaklaşmasını gözlerinde canlandırdı. Valizini elinden almalı mıydı? Yoksa, bunu yaparsa kendini küçük mü düşürmüş olurdu? Kararını verdi, evet, bu davranış adamın zihninde kötü bir intiba bırakabilirdi. 

Kahvesinden bir yudum daha aldı, masanın üzerindeki kitaba baktı fakat içindeki okuma arzusu yok olmuştu birden. Eski Büyük Efes Otelinden dönüştürülen Swissotel'de rezervasyon yaptırdığını öğrenmişti. Bu oteli kendisi önermişti. İlk olarak misafirini havaalanından alıp otele götürmesi gerekecekti. Akşam yemeği için onu eve çağırmanın uygun bir davranış olup olmayacağını düşündü. Eşini telefonla arayıp bunu ona sormaya karar verdi. 

- Hayatım misafiri akşam yemeğine davet etsek nasıl olur?

- İyi fikir ama keşke daha önce söyleseydin, hiç hazırlığım yok.

- Sorun değil, ben onu biraz oyalarım, saat sekize kadar bir şeyler yapamaz mısın, fazla bir şey hazırlamana gerek yok. Bak bu işi becerirsek elimize geçecek parayla en az bir daire satın alabiliriz. 

- O kadar olur mu? Ama biliyorsun aşkım hoşlanmıyorum ben böyle emrivakilerden, alınması gereken bir sürü şey çıkacak şimdi. 

- Hadi canım, sen yaparsın, daha epey zaman var, sana söz veriyorum akşam saat sekizden önce gelmeyiz.

- Peki tamam o zaman, yine yapacağını yaptın.

- Seni seviyorum aşkım.

***

Kitabı eline aldı genç adam. Arka kapağını okumaya başladı. "İrlanda Güncesi, İrlanda ve İrlandalılar hakkında, yoksulluk, mutsuzluk, içtenlik ve inançlar üzerine yazılmış bir gezi kitabı. Almanya'dan ilk kez yurt dışına çıkan Heinrich Böll, daha ilk andan başlayarak bambaşka bir dünyaya adım attığını hisseder ve o ülkeyi solumaya başlar..." Birden aklına saate bakmak geldi. Yarım saat kalmıştı uçağın inmesine. Misafiri otele götürdükten sonra epey bir zamanı olacaktı. Yemekten önce bir iki kadeh bir şeyler içmenin her daim sarhoş bir İrlandalının hoşuna gidebileceğini düşündü. Alsancak'ta otele yakın tipik bir Irish Pub olan Molly Malone's bunun için biçilmiş kaftandı. Hem ambiyansı güzel hem de yüksek volümlü müziğiyle sohbeti bölmeyen bir yerdi. Hemen telefona sarılıp iki kişilik güzel bir yer ayırmalarını rica etti.   

Yolcular ellerinde valiz ve çantalarıyla salona doğru akmaya başladıklarında elindeki isim levhasını iyice yukarı kaldırmıştı. On dakikadan fazla beklemesine rağmen beklediği misafir görünmedi. Bir karamsarlık çöktü içine. Uçağı kaçırmış, ya da son anda başka bir aksilik çıkmış olabilir miydi? Tam uçağa binmek üzere aldığı bir telefon mesela... Çocuğu bir trafik kazası geçirmiştir belki de. Hepsi insanın başına gelebilecek şeylerdi. Elindeki levhayı indirip yorgun kollarını serbest bıraktı. Derin bir nefes aldı. Epeydir yolcu bekleme salonuna açılan karşısındaki fotoselli kayar kapı hareketsiz duruyordu. Çevresinde yolcu bekleyen hiç kimse kalmamıştı neredeyse. Tam dönüp ayrılmaya hazırlanıyordu ki kayar kapı aralanmaya başladı, elinde tekerlekli bir valiz sürükleyen kızıl saçlı, uzun boylu, orta yaşlarda, takım elbiseli bir adam göründü. Hemen kollarını kaldırıp levhayı yanına yaklaşan adama doğru gösterdi. Adamın gülümsemesini gördüğünde bütün sıkıntısı kaybolmuştu.

- Hoş geldiniz, umarım yolculuğunuz iyi geçmiştir, Mr. Cillian.

- Teşekkür ederim Mr. Naci, keyifli bir yolculuktu fakat, pasaportumu uçakta düşürmüşüm, geri dönüp onu aramaya gittim. Neyse ki kabin ekibi fark etmiş, sorun çıkarmadan bana teslim ettiler, bu yüzden sizi biraz beklettim, lütfen kusuruma bakmayın.

- Ne demek, rica ederim, aksilik işte, olur böyle şeyler. Her neyse, pasaportunuzu bulmanıza sevindim. Peki o zaman, şimdi sizi otelinize götüreyim, eşyalarınızı bıraktıktan sonra eğer kendinizi yorgun hissetmezseniz bir iki kadeh atabiliriz. Hoşunuza gideceğini düşündüğüm bir mekanda rezervasyon yaptırdım. 

Akşam trafiği henüz başlamamıştı. Naci misafirini otele götürdükten sonra arabasın yan sokaklardan birine park edip lobide beklemeye koyuldu. Gidecekleri yer yürüme mesafesinde olduğu için yeniden bir park yeri arama zahmetinden kurtulduğuna seviniyordu. Bir çeyrek saat bekledikten sonra misafiriyle birlikte otelden ayrılıp yürümeye başladılar. Hava kapalı olmasına rağmen henüz yağmur başlamamıştı. Yine de yanına şemsiyesini almayı ihmal etmemişti. Yağmura her zaman hazırlıklı olan bir İrlandalı'ya şemsiye almasını hatırlatmanın kabalık olacağını düşünmekte ne kadar haklı olduğunu adamın elindeki şemsiyeyi görünce anladı.

Naci, mekanın en güzel yerini kendilerine ayıran personelin eline bir banknot sıkıştırdıktan sonra konuğunun karşısındaki koltuğa kuruldu. Aklında sohbetlerini dolduracak bir sürü konu vardı ama heyecandan hepsi birbirine geçmişti. İrlanda'nın yeşile olan ilgisinden üç yapraklı yoncanın onlar için ne anlama geldiğinden, eskiden kadınların girmesine müsaade edilmeyen, localarında evlenecek çiftlerin düğün hazırlıklarının konuşulduğu tarihi pub'larından bahsedecekti. Sonra bunun tereciye tere satmak olacağını fark etti. Adama kalkıp kendi ülkesinin tarihi ve kültürü konusunda ders mi verecekti? Onun yerine kendi kültüründen bahsetmenin daha mantıklı olacağını düşündü ama aklına saat kulesinden başka bir şey gelmedi. Adam gelir gelmez ayağının tozuyla, satın almayı düşündüğü villadan bahsetmek de pek uygun olmayacaktı. Nasıl olsa yarın gidilip villa görülecek, öğrenmek istediği bütün bilgi orada kendisine verilecekti. 

Yanlarına yaklaşmakta olan garsonu görünce toparlandı.

- Mr. Cillian, akşam yemeğini bizim evde yeriz, eşim size şu an güzel bir menü hazırlamakla meşgul. Şimdi aperatif olarak ne almak istersiniz? Viski, şarap? 

- Biliyor musunuz, İskoçlar hep kendilerine mal ederler ama viskinin asıl ana vatanı İrlanda'dır. Eğer varsa ben bir bardak "tullamore dew" alırım. 

Garsona kendisi için de bir "guinness draught" söyledi. Harry gözlerini genç adama dikti.

- Ağzınızın tadını biliyorsunuz. İrlanda'da en sevilen birayı istemeniz gözümden kaçmadı. Bu mekanın adının nereden geldiğini biliyor musunuz? Yani Molly Malone'dan bahsediyorum. 

Guinness birası söyleyerek İrlandalılar hakkında yaptığı araştırmaların karşılığını almasının mutluluğunu yaşamaya fırsat bulamadan Harry'nin çalışmadığı yerden sorduğu bu soru canını sıkmıştı genç adamın. Bilmiyorum demektense sessiz kalmayı tercih etti. Bir süre bekledikten sonra İrlandalı anlatmaya başladı.

- 17. yüzyılda yaşayan genç, güzel bir kız olan Molly Malone, iki tekerlekli bir el arabasına koyduğu kum midyesi ve diğer kabuklu deniz mahsullerini şehrin dar sokaklarında satarak geçinirmiş. Yaşamı hakkında pek çok rivayet anlatılır. Neredeyse milli marşımızdan sonra bizde en çok bilinen "Cockles and Mussels" şarkısı ondan bahseder. Bir de onun Dublin'de bir heykeli var, biliyor musunuz? Göğüslerini okşayınca kendilerine uğur getireceğine inanır insanlar. Önünden geçen herkesin kadının göğsünü okşamasından dolayı heykelin o bölgesi ışıl ışıl parlamakta. Haa, haa, haa. 

Harry'nin samimi davranışları bütün gerginliğini almıştı Naci'nin. Biranın da etkisiyle tuvalete gitmek üzere izin istedi. Sohbetin tatlılığı zamanı unutturmuştu. İçki şişelerinin dizildiği rafın üzerindeki saat sekize yaklaşıyordu. Eve telefon edip eşinin hazır olup olmadığını öğrenmek için bir fırsat doğmuştu. İşini bitirdikten sonra tuvaletlerin girişindeki holün duvarına asılmış bir tablo dikkatini çekti. Kadın yanındaki adamın gözlerinin içine büyük bir tutkuyla bakıyordu. Cebinden telefonunu çıkardı eşini aradı, gözlerini tablodan ayırmıyor, adeta büyülenmiş gibi resme bakıyordu. Eşinin alo deyişini güçlükle fark etti. Sadece "Geliyoruz." kelimesi döküldü dudaklarından. Telefonu kapattı. Tablodaki kadının baktığı adama ait bütün detaylar adeta hafızasına kazınıyordu. Yeşil gözlü, yakışıklı, kendi yaşlarında biriydi. Onu kadına çeken şey gözleri miydi? Olduğu yere çakılmış, bir an olsun tablonun başından ayrılamıyordu. Dışarıdan hole açılan kapıdan giren adamı fark etmedi. Bir el sırtına dokununca yerinden sıçradı, dönüp arkasına baktı. Gözlerine inanamadı, gördüğü kişi tablodaki adamın ta kendisiydi. Aynı beyaz ceket, yeşil gözler, düzgün yüz hatları, siyah saçlar... Bir an göz göze geldiler. Adam birden geri dönüp çıkışa doğru koşmaya başladı. 

Yerine döndüğünde şaşkınlığı daha da artmıştı. Oturduğu masada İrlandalı yoktu, içtikleri içkilerin bardakları da dahil olmak üzere hiçbir şey görünmüyordu. Koşar adımlarla geri dönüp tuvaletlere baktı. Mr. Cillian diyerek kapılara vurdu. Sadece bir kapıdan "dolu" sesi geldi ama o Harry olamazdı. Salona geri dönüp kendilerine hizmet eden garsonu aradı gözleri. Onu da bulamadı. Bardaki görevliye yanaştı.

- Pardon, az önce şu köşedeki masada oturuyorduk, bir İrlandalı misafirimle birlikte. 

Barmen boş boş yüzüne baktı genç adamın. Sağa sola başını sallayıp cevap vermeye tenezzül bile etmedi. Aklını kaçırdığını düşündü. Dışarı, caddeye çıktı, bir aşağı bir yukarı bakındı, İrlandalı ortalarda görünmüyordu. Sakin olmaya çalıştı. İçeri girip başka bir garsona seslendi.

- Hesap lütfen! Şu karşı köşedeki masada oturuyorduk. 

On kat hesap ödemeye razıydı, yeter ki yaşadıklarına bir şahit bulsun, aklını kaçırmadığına inansındı. Garson:

- Hesap falan yok, o masa hep boştu dedi.

Yağmur başlamıştı hızlı adımlarla Swissotel'e doğru yürümeye başladı. Şemsiyesini barda unuttuğunu fark etti ama yaşadıklarının yanında ihmal edilebilecek bir ayrıntıydı bu. 

Otelin resepsiyonundaki görevliye,

- İyi akşamlar, "Mr. Harry Cillian" odasında mı, bir bakabilir misiniz, lütfen?  

Görevli bayan, bilgisayarına baktı, kısa bir süre sonra başını kaldırdı.

- Efendim otelimizde söylediğiniz isimde biri kalmıyor.

- Nasıl olur, girişini birlikte yapmıştık. 

Genç kadın "Ne yapabilirim?" anlamına gelen bir şekilde ellerini iki yana kaldırdı.

Bütün bu olayları eşine nasıl anlatacaktı. En kötüsü de, o kadar hazırlık yaptırdıktan sonra misafirin gelmeyeceğini eşine söyleyecek olmasıydı. Dalgın bir halde arabasını park ettiği sokağa doğru yürüdü. Birden içinde bir şeylerin çekildiğini hissetti. Tansiyonu düşmüş olmalıydı. Yanındaki aydınlatma direğine tutundu. Başını kaldırdı, park ettiği yerde başka bir araba duruyordu. Oysa oraya park ettiğinden son derece emindi. İşte tam da orası, Tekel büfesinin önü... Büfedeki adama seslendi.

- Affedersiniz iki üç saat önce buraya park etmiştim arabamı. Kırmızı bir Peugeot, hatchback. Gördünüz mü onu? Trafik mi çektirdi acaba? 

Büfeci başını sağa sola salladı, ağzını açıp tek kelam etmedi.

Sanki herkes dilini yutmuş, hepsi bir olmuş ondan bir şeyler gizliyorlardı. Çaresiz bir halde taksi çevirip evine döndü. Kapının zilini çaldı. Cevap veren olmadı. Israrla zile basmaya, daha sonra var gücüyle kapıyı yumruklamaya başladı. Bir yanıt alamayınca cebinden anahtarını çıkardı, kapıyı açtı. Gördüğü manzara karşısında şaşkına dönmüştü.

Salonda muhteşem yemeklerle bezenmiş masada ilk olarak Harry gözüne çarptı. Eşinin yanında oturan kişi, tuvalette karşılaştığı ve tabloda kadının baktığı adamın ta kendisiydi. Hepsi birden başlarını adama çevirdi. 

Naci şaşkın bir vaziyette masayı süzdü.

- Neler oluyor burada? 

Kadın yerinden kalktı, gözlerini kocaman açarak,

- Asıl siz kimsiniz? Nasıl girdiniz evime? diyerek hiddetle çıkıştı.

Tabloda gördüğü, tuvalette karşılaştığı adama baktı, aynı beyaz ceket, yeşil gözler, düzgün yüz hatları, siyah saçlar...  Adam sinir bozucu bir şekilde gülümsüyordu.