KATEGORİLER

10 Temmuz 2021 Cumartesi

SON DANS BÖLÜM 40

Seyahat başlayana kadar geçen bir hafta boyunca Esther'in yanına hiçbir gün eli boş gelmedi Martin. Getirdiği çiçekler, ufak hediyeler arasında Macar dilinde yazılmış kitaplar fazlasıyla hora geçmiş Esther’in çok hoşuna gitmişti. Hafta sonu karısı Lilla ve küçük oğlu Daniel’i de yanına alarak birlikte güzel vakit geçirdiler.

Hiçbir ortak geçmişi bulunmayan bu iki insanın konuşacak onca şeyi nereden bulduklarını merak ediyordu, Kemal. Bir köşede sessizce otururken onların masanın başına geçip bazen saatler süren samimi sohbetlerinden tedirgin oluyor, bu esnada arada bir yüzüne bakıp gülümsemelerinden sanki kendisini çekiştiriyorlar izlenimine kapılıyordu. Her fırsatta Martin’e ne konuştuklarını sormak, öğrenmek istiyordu ama alacağı cevabın konuştuklarıyla ilgisi olmayacağını düşünüyordu. Kendisiyle yine dalga geçecek, ya "Patron merak etme, Prenses Nora'ya hediye etmeyi düşündüğün muhteşem şatodan bahsediyorum."  diyecek, ya da "Prenses Nora'nın çok sevdiği güveçte pancarlı ördek ciğerinin tarifini veriyorum." deyip saçma sapan bir şeyler söyleyecek ama asla gerçekte ne konuştuklarını öğrenemeyecekti.

Bilgisayarın karşısına ilk kez geçtiklerinde ekranda beliren resimler, videolar Esther'i ürkütmüş, bir ara çığlık çığlığa kaçmaya kalkmıştı. Martin, onu zorlukla ikna etmiş, dünyayı ayağına getiren bu sihirli cihazın kendisine zarar vermeyeceğini anlatmıştı. Martin’in bir hafta boyunca bütün yapmak istediği Esther’i er ya da geç yüzleşeceği modern yaşama alıştırmaktı. Bilgisayar ekranından gösterdiği kalabalık caddeler, Esther'e tuhaf gelen kılık, kıyafetler, şehir hayatı, hızlı trenler, kuş gibi havada süzülen uçaklar, denizleri süsleyen devasa yolcu gemileri genç kadını hayretler içinde bırakmıştı. Heyecanla sorduğu çocuksu sorulara cevap yetiştiren Martin’in halini gören Kemal, otelde ilk karşılaşmalarında kaba bir şaka olarak nitelediği, "Şimdi siz bana Prenses Nora’nın dadılığını teklif ediyorsunuz, öyle mi?" sorusunun hiç de yersiz olmadığını düşünmeye başlamıştı.

Martin gelene kadar odasından dışarı çıkmıyordu Esther, kahvaltı için salona çağrıldığında ise daima prenses kostümü içinde gösteriyordu kendini. Evin yeni düzenine alışmaya çalışan Selmin, hanımına karşı duyduğu tedirginlik ve korkuyu üzerinden atmış görünüyordu. Esther’le birlikte Martin ve Kemal kahvaltı masasındaki yerlerini aldığında Selmin çay servisine başlıyor, daha sonra, önce Esther’in kaldığı yatak odasını, ardından Kemal’in yattığı misafir odasını derleyip topluyordu.

Bir öğlen yemeği sonrası salonun pencere tarafındaki koltuğa yerleşen Esther, Martin’in getirdiği kitaplardan birini açıp okumaya başladı. Gevezelikte birinciliği kimseye kaptırmayan Martin ise eline bir gazete almış, nasıl olduysa Esther’i ilk kez kendi haline bırakmıştı. Kemal Martin’in yanına yaklaştı ve elini adamın omzuna atarak dostça gülümsedi.

- Seninle hiç ciddi bir şey konuşamayacak mıyız? diye sordu yumuşak bir ses tonuyla.

- Benden bunu bekleme Patron dedi, Martin. Bak dostum, dünyada hiçbir şeyi ciddiye almamak lâzım. Her zaman eğlenerek hayatın tadını çıkarmaya bakmalı insan. Ciddiyet körlüğe yol açan bir hastalıktır.

- Ne alakası var körlükle şimdi? diye sordu Kemal.

- Ciddiyet insanı belli bir konuya yoğunlaştırır. Onun dışında her şeyi unutursun, sadece görme yeteneğini değil bütün duyu organlarını kaybedersin. Ciddiye almaya değen tek şey nedir biliyor musun? Biraz bekledikten sonra kendi sorusunu kendi cevapladı Martin. Elbette yaşamın ta kendisi. Yaşamdan başka hiçbir şeyi ciddiye almamalısın.

- Dur, dur. Kafam karıştı şimdi. Sen yaşamı ciddiye alıyor musun, almıyor musun?

Martin her zamanki neşeli haline dönüp bir kahkaha patlattı ve devam etti.

- Kimine göre ciddiye alınması gereken aşktır. Aşkın da envai türlüsü var tabii. Kimi işine aşıktır, kimi eşine… İşte bu tür bağımlılıklar kör eder gözlerini adamın. Paraya, giyimine kuşamına, arabasına, yatına, köpeğine aşık olanları saymıyorum bile. Bu dünyadan ümidi kestiysen bak o başka. O zaman Mevlâna, Yunus Emre örneğinde olduğu gibi manevi aşkla kör edebilirsin gözlerini. Bu yolu hiç denemedim Patron. Ama ben yaşamı bütünüyle ciddiye alırım, onu asla parçalamam.

Martin’in sözleri Kemal’in üniversite yıllarında ezberlediği Nazım Hikmet’in "Yaşama dair" şiirini getirmişti aklına, mırıldanmaya başladı hafızasından hâlâ silinmeyen dizeleri,

Yaşamak şakaya gelmez, büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın

Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,

Yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin.

Hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,

Ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,

Yaşamak, yani ağır bastığından.

Esther okumaya ara verdi, gözlerini kucağına düşürdüğü kitaptan ayırmadan konuşulanları sanki dinler gibiydi. Martin, Kemal’in atladığı dizelerle devam etti.

Bir sincap gibi mesela,

Yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,

Yani, bütün işin gücün yaşamak olacak.

Kemal, yıllar önce ezberlediği bu dizelerde şairin ne demek istediğini şimdi daha iyi anlıyordu.

***

Martin’lerle birlikte havaalanına gitmek üzere yola çıktıklarında arka koltukta Lilla’yla Selmin’in arasına almışlardı Esther’i. İlk kez karşılaşacağı insan kalabalığına ve caddelerin yoğun araç trafiğine nasıl tepki vereceği merak konusuydu.

Martin’in haftanın her günü Esther’e bilgisayardan gösterdiği resimler, filmler epey işe yaramış, korktukları kadar büyük bir aksilik çıkmamıştı. Yol boyunca zaman zaman panikleyip küçük çığlıklar atmış, gözlerini açıp şaşkın bir şekilde etrafına bakınmış, dudaklarını titretip bir şeyler mırıldanmıştı sadece. Sürekli onunla konuşup meşgul olmasını sağlayan Martin’in yanı sıra, türlü şirinlikler yapan küçük Daniel de Esther’in sakinleşmesinde önemli bir rol üstlenmişti. İçlerinde en tedirgini, Selmin’di kuşkusuz. Sol tarafındaki kapıya iyice yapışmış, çökmüş omuzlarından sarkan ellerini dizlerinin üzerinde kavuşturmuş halde ürkek bakışlarla çaktırmadan hanımı izlemekle meşguldü yol boyunca.

Arabayı çok katlı otoparka bıraktıktan sonra bekleme salonuna doğru ilerlerken bütün gözlerin üzerine çevrilmesi Esther'i rahatsız ediyordu. Martin onun göz kamaştıran kıyafetiyle bütünleşen endamının meraklı gözleri mıknatıs gibi üzerine çekeceğini tahmin etmişti aslında. Bu yüzden kendisi de abartılı bir şövalye kıyafeti giymiş, bunu da yeterli bulmayınca karısı Lilla’dan da nedime kıyafeti giymesini rica etmişti. Hatta üç yaşındaki Daniel’i bile küçük bir şövalye kılığına sokarak Esther’in üzerinde toplanan dikkatleri dağıtacağını düşünüyordu. Onun bütün bu iyi niyetli çabaları yine de sonuç vermemiş, Esther’e gösterilen ilgiyi zerre kadar azaltmamıştı.

Budapeşte Havalimanı çıkış kapısında işletmenin gönderdiği beyaz minibüsün şoförü karşıladı kafileyi. Güneşin gri bulutların arkasına saklandığı sıkıcı bir havada çıktılar yola. Havanın sıkıcılığı Martin’i etkilememiş görünüyordu, yaptığı espriler ve komikliklerle gruba neşe saçmaya devam ediyordu. Şoförün yanındaki koltuktan arkaya çevirdi başını.

- Sayın Misafirlerimiz, şu anda Prenses Nora’nın ülkesine doğru yol almaktayız. Kendisi sizleri topraklarında ağırlamaktan onur duymakta Sonra Esther’e dönüp onun anladığı dilden bir şeyler söyledi. Esther, gülümseyip saygıyla başını hafifçe öne eğene kadar hiç biri Martin'in az önce söylediklerini aynen tercüme ettiğine ihtimal vermemişti. Hepsi birden sevinçle bağırıp alkış tuttular.

Taş kemerli demir kapıdan bahçeye girdiklerinde gördükleri manzara hayli büyüleyiciydi. Golf sahasını andıran çimlerle yeşillendirilmiş bakımlı geniş bir bahçe içinde bütün ihtişamı ile kendini gösteren şato, hareketli gri bulutların oluşturduğu fonla daha da gizemli bir hal almış, yeni misafirlerini rüyalarında görebilecekleri bir âleme sürüklemişti. Sabahın erken saatlerinde yağan yağmurla birlikte toprağın havaya saldığı tazelik ve huzur hissettiren kokuyu içlerine çektiler. Bulundukları tepenin yamacında nazlı kıvrımlarla süzülen Tuna Nehrinden gözlerini alamıyorlardı. Görevliler eşyaları odalara taşırken kendilerine ikram edilen şarabı keyifle yudumladılar.

Kenarı işlemeli krem renkli bir örtünün serildiği beyaz çiçek ve mumlarla süslenmiş oval yemek masasında Esther’in tam karşısına oturmanın heyecanını yaşayan Kemal, özel misafirlerine usulen bir "Hoş geldiniz" konuşması yapmayı geçiriyordu aklından. Özellikle Cevdet Bey ve bugün tanıştığı eşi için bu nezaket gereğiydi. Görevliler şarap servisini tamamlandıktan sonra konuşmasını yapmak üzere ayağa kalktı.

- Sevgili Dostlarım, Bu zor günlerimde beni yalnız bırakmadığınız için sizlere müteşekkirim. İnsanın canı pahasına değer verdiği bazı şeyleri fark edebilmesi için bazen onları kaybetmesi gerekiyormuş demek. Ben bunu geç de olsa öğrendim. Umarım sevgili karım bir an önce bulunduğu yerden çıkıp yeniden aramıza döner. Şunu bilmenizi isterim ki, o zaman gelinceye kadar kendimi asla affetmeyeceğim. Elindeki şarap kadehini havaya kaldırdı. Prenses Nora'nın şerefine!

Devam edecek



6 Temmuz 2021 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 98

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimizin 98. Haftasına girmiş bulunuyoruz. Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu sevgili DeepTone / Sade ve Derin belirledi

"Sokak arasında yapılan düğünlerden rahatsız olmuyor musunuz?"

Sokak arasında hâlâ düğün dernek yapılıyor mu, doğrusu bilmiyorum. Ama çocukken bu tür kutlamalara sıklıkla rastlanırdı. Özellikle sünnet düğünlerini ve kına gecelerini hatırlıyorum. Düğün evinin bulunduğu evin iki tarafındaki sokak parçası branda çekilerek kapatılır ve geçici bir salon meydana getirilirdi. Davetli sayısına göre ahşap sandalyeler kiralanır, roman vatandaşlardan oluşan orkestra genellikle evin duvarının önünde yerini alır, ortada bırakılan boş alan dans etmek ya da göbek atıp oynamak isteyen  davetliler için pist görevini görürdü. Sokak sakinlerinin tamamı doğal olarak davetli sayılırdı. Bu tür düğünler sebebiyle herhangi bir kişinin rahatsız olduğunu hiç duymadım. Son derede doğal bir olaydı bu tür etkinlikler eskiden. Düğünün yapıldığı gün aynı sokakta bir komşunun vefat etmesi, düğün sahibinin en büyük şanssızlığı, korkulu rüyasıydı. O zaman sokakta çalgı çengi çalınmaz, son anda bir kahve ya da düğün salonu kiralanır, düğün oraya taşınır, cenaze evine saygı gösterilirdi. Her zaman söylendiği gibi eskiden komşular arasında yardımlaşma, sevgi ve saygı vardı.

Bir süre sonra bu tür düğünler kışın kapalı salonlara yaz mevsiminde açık bahçelere  taşındı. Bir ara oteller düğünlere ev sahipliği yaptı, şimdilerde ise kır düğünleri moda. Bazen bu tür yerler meskûn bölgelere yakın olabiliyor. Her gün yüksek sesle düğün gürültüsü çekmek hoş olmayabilir. Bu konuda fazla hassasiyeti olan biri değilim. Örneğin bazıları araç sesinden dolayı cadde üzerinde oturmayı tercih etmez. Ama biz ailecek genellikle cadde üzerinde oturur, trafiğin sesinden rahatsız olmayız, belli bir süre sonra insan duymuyor bu sesleri. 

Düğün olayından fazla hoşlanmadığım halde bu tür aktiviteleri seven kişilerin vur patlasın çal oynasın tarzı eğlenmeleri beni rahatsız etmiyor. Fakat hasta ve küçük çocukları düşünerek bu tür eğlence mekânlarının meskûn mahallerden uzak olmasında yarar var elbette. Madem lâf sesten ve gürültüden açıldı;  bir yandan çevre rahatsız oluyor gerekçesiyle yazlık yerlerde bile gece saat on ikiden sonra müzik yayını yapılmasına yasak getirirken diğer yandan sabahın köründen başlayarak ezan ve sela ses düzeylerini ideolojik olarak yasal sınırların üzerine çıkaran siyaset kurumuna, ondan yüz bulan Diyanet İşleri Başkanlığı yetkililerine ve ona bağlı bilcümle yalaka  müezzin, imam, müftü ve diğer din adamlarına saygılarımı sunmadan yazımı sonlandırmış olmayayım yeri gelmişken

5 Temmuz 2021 Pazartesi

SON DANS BÖLÜM 39

Zilin sesini duyduğunda bütün korkularından arınmış içine bir ferahlık gelmişti Selmin’in. Sabah gelir gelmez çayı koymuş kahvaltıyı hazırlamıştı ama Esther’in odasına girmeye bir türlü cesaret edemiyordu. Göz deliğinden bakmaya bile gerek duymaksızın hemen açtı kapıyı. Adını unuttuğu komik adamın gelmesi inanılmaz ölçüde rahatlatmıştı kendisini. Yoksa söylediği hiçbir şeyi anlamayan hanımıyla nasıl anlaşacaktı. Ya o tuhaf bakışlarına ne demeli. Sabah eve geldiğinden beri hanımının her an odasından çıkıp boğazına sarılacağını düşünüyor, tedirgin oluyordu. Bir anda Martin'le göz göze geldi.

- Merhaba Fıstık!

Elinde büyükçe bir paketle içeri daldı Martin. Selmin, gözlerini açıp bu adam da Esther’i hiç aratmıyor diye geçirdi aklından. Şimdiye kadar kimse kendisiyle bu kadar laubali tavırlar içinde olmamıştı. Kemal’in bu manyağı ciddiye almaması yönünde söylediklerini hatırlayıp kendini rahatlatmaya çalıştı. Doğruca salona geçen Martin, Selmin'in şaşkın bakışları altında rahat tavırları ve el kol hareketleriyle neşeli bir şekilde adeta dans ediyordu.

- E, nasıl bakalım prensesimiz?

- Siz gittiğinizden beri odasından çıkmadı efendim.

- Hanımefendi! Bizi dün tanıştırmayı unuttular mı yoksa? Adım Efendim değil, Martin. Sürekli yaptığı şirinlikler Selmin'i ilk zamanki kadar huylandırmıyordu ama yine de bu tuhaf adama alıştığı söylenemezdi.

- Peki, Martin Bey, benim adım da Fıstık değil, Selmin.

- Hayır Martin Bey de değil, sadece Martin. Ama ben sana Fıstık demeye devam edeceğim. Selmin de neymiş, dilim dönmüyor ona.

Esther Hanım’ın kahvaltısını odasına götürmem sizce uygun olur mu şimdi?

- Esther Hanım mı, o da kim?

- Prenses Nora demek istemiştim dedi, Selmin gülümseyerek.

- Ha evet, sen kahvaltıyı salona hazırla, üç kişilik servis aç, hep birlikte yeriz.

- Yok yok, ikiniz için hazırlarım, ben kahvaltımı mutfakta yaparım diye karşılık verdi, Selmin. Şimdiye kadar hanımıyla birlikte aynı masaya oturmadığını ve asla böyle bir saygısızlık yapmayacağını düşündü. Selmin'in içinden geçenleri sezen Martin birden ciddileşti. Üstüne gidip talimat verircesine karşılık verdi.

- Ne diyorsam onu yapın lütfen. Prenses buna üzülür sonra. Yine eski doğal haline dönüp Selmin’e göz kırptı. Esther Hanım geldiğinde siz yine mutfakta yaparsınız kahvaltınızı!

- Kemal Bey yok mu? diye sordu Martin.

Selmin salondaki masaya beyaz bir örtü sererken başını kaldırıp cevap verdi.

- Sanırım işe gitti. Prenses Nora’ya bakmamı ister misiniz?

Geldiğinden beri yatak odasından en ufak bir ses duymadığı için hanımını merak ediyordu. Aklına içerdeki pencere geldi. Birden hanımının pencereyi açıp oradan kendini boşluğa bıraktığı korkunç bir sahne canlandı gözünde. Daha ne olduğunu anlamadan sekizinci kattan yere çakılması ne kadar acı bir son olurdu.

- Önce masa hazırlansın, daha sonra kahvaltı için haber verirsin diyerek cevap verdi Martin. Koltuğun üzerine bıraktığı paketi gösterdi. Ama sen şunu Prenses’in odasına bırak istersen, bu arada ben de sana yardım edeyim.

Martin mutfaktan aldığı servis tabaklarını taşımaya başladığında Selmin, heyecanla içinde ne olduğunu bilmediği paketi alıp yatak odasına doğru yürüdü. Kapıyı hafifçe tıklatıp içeri girdi. Hanımını yatağında huzurlu bir şekilde uyur vaziyette görünce rahat bir nefes aldı. Paketi sessizce masanın üzerine bıraktığı anda Esther’in gözlerini açtığını fark etti. Pencereyi kontrol ettikten sonra az önceki kuruntularının ne kadar yersiz olduğunu düşündü. Yeniden eline aldığı paketi yatağında doğrulmakta olan Esther’in ayak ucuna bıraktı ve hiçbir şey demeden arkasını dönüp kapıya yöneldi. Donuk gözlerle pakete bakan hanımından tedirgin olmuştu. Korku içinde odanın kapısını çekip salona attı kendini.

***

Arabasına bindiği anda Kemal’in ilk gözüne takılan torpidonun üzerindeki derin çizik oldu. Esther'i düşündü. Kim bilir ne durumdaydı şimdi. Galibi belli olmayan bir savaşın içinden çıkmış gibiydi. Az önce işini kaybetmişti ama giderayak lâf yemediği için teselli ediyordu kendini. İzin isteyeceğini tahmin edebilseydi Ümit’e sarf ettiği kaba sözlerin çok daha fazlasını çekinmeden ona da söylerdi Feridun Bey. İşini kaybetmiş olması umurunda değildi artık. Sırtından büyük bir yük kalkmış, hafiflemiş hissediyordu kendini. Hatta bu duruma içten içe seviniyordu bile. Eşinin gerçek rahatsızlığını gizleyip önemsiz bir hastalığı var diyerek işten ayrılacağını söylemek göründüğü kadar kolay değildi. Belki de işini bırakmak için geçerli bir sebep bulamadığı için Feridun Bey’e yeniden teslim olacaktı. İzin konusunda ısrarcı olması işini kolaylaştırmış, amacına ulaşmasına vesile olmuştu. Bundan sonra gerisini Feridun Bey düşünsün artık dedi içinden. Aklından Cevdet Bey’e uğramak geçiyordu fakat son anda bundan vazgeçti. Şimdi bir an önce eve dönüp Esther’i görmek istiyordu sadece.

Cevdet Beyin numarasını tuşladı. Esther’in dün gece odasından çıkıp yanına geldiğini ve “Son Dans” şarkısını dinlerken hıçkırarak ağladığını, daha sonra tekrar odasına döndüğünü anlatacaktı. Ayrıca Doktor'a tatil projesinden bahsedecek, onu eşiyle birlikte yanlarında görmekten ne kadar mutlu olacağını söyleyecekti.

Konuşmanın bitiminde Esther’in odasından çıkıp yanına gelmesini iyiye yoran Doktor, yaptığı davet için Kemal’e teşekkür ettikten sonra eşiyle konuşması ve randevularını ayarlaması için Kemal'den biraz zaman istedi.

 ***

Yatak odasının kapısını hafifçe tıklattı Selmin. Kapalı kapının önünde bir süre bekledi. Tam kolu çevirip içeri girmeyi düşünüyordu ki, Martin’in getirdiği paketin içinden çıkan kıyafetleri giyen Esther kapıyı açıp nazlı adımlarla çıktı dışarı. Kenarları siyah işlemeli uzun lacivert kostümü ile birlikte topuz yaptığı siyah saçlarını toplayan hennini* üzerinden omuzlarına dökülen beyaz ipek şal genç kadına çok yakışmıştı. Salona girdiğinde Martin’in Esther’i her gördüğünde yaptığı gibi "Matmazel" deyip önünde diz çökmesinden sonra zarifçe kendisine uzanan eli öpme seremonisini ilgiyle izleyen Selmin hemen sıvışıp mutfağın yolunu tuttu. Esther’e nazik bir şekilde yemek masasında kendisi için hazırlanan yeri gösterdi Martin, rahat oturabilmesi için sandalyesini çektikten sonra tam karşısındaki sandalyeye geçti. Selmin, çay servisini henüz tamamlamıştı ki, kapının zili duyuldu.

- Geldim Kemal Bey, diyerek hemen koştu kapıya Selmin. Kapının önünde bekleyen Selma ve Jale’den başkası değildi. Hanımının arkadaşlarını bir anda karşısında görünce çok şaşırmıştı.

- Affedersiniz Kemal Bey geldi sandım, içeri buyurun efendim.

İki kadın salona girdiklerinde masada prenses kıyafetleriyle kahvaltıya oturmuş Esther ile onun karşısında Martin’i görünce birbirlerinin yüzüne anlamsızca bakıp ne diyeceklerini bilemediler.

Martin, neşe içinde ellerini havaya kaldırdı.

- Buyurun, sizler de buyurun bayanlar! Prenses Nora’mızın masası şenlensin diye bağırdı. Salonun girişinde ayakta kalan Selmin’e seslendi.

- Hadi, iki tabak kap sen de gel Fıstık dedi gülerek. Hanımının arkadaşları önünde Martin’in ona hitap şeklinden utanan Selmin kızararak mutfağa geçti. Esther’in sağına Jale, soluna da Selma oturdu. Esther belli belirsiz başını sallayıp selamladı yeni gelen misafirleri. Halinden oldukça memnun görünmesine karşılık Esther'in güzel mavi gözlerindeki şişlik ve kızarıklık, bir kez daha dikkatinden kaçmadı Selma’nın.

 ***

Üzerinden büyük bir yük kalkmıştı. Esther iyileştikten sonra kendine zaman ayırabileceği bir iş nasıl olsa bulurdu. Garaj kapısını açmak için uzaktan kumandanın tuşuna basarken onca yolu nasıl geldiği, hangi caddelerden, sokaklardan geçtiği zihninden silinmişti. Aklında kalan son görüntü Feridun Bey’in arkasını dönüp masasına doğru yürümesiydi. Sanki görünmez bir el onu almış, arabasına koyup garajın önüne getirmişti. Torpidonun üstündeki derin çiziği görünce bu kez Martin geldi aklına. Bu saate kadar eve çoktan gelmiş olmalıydı.

Salona girdiğinde gördüğü manzara karşısında küçük dilini yutacaktı. Başındaki hennin ve büyüleyici lacivert kostümüyle gerçek bir prensesten farkı olmayan Esther, arkadaşlarıyla birlikte salonda kahvaltı ediyordu. Martin'in icadı olmalıydı bu yine. Şaşkın gözlerle etrafına bakıp gülümsedi.

- Merhaba, hepiniz hoş geldiniz dedi masadakilere.

Martin Kemal'i görünce masadan fırlayıp yanına geldi.

- Patron, bak iyi adam lâfın üstüne gelir. Kaynanan seviyormuş seni, hadi geç sen de otur şöyle. Mutfağa doğru seslendi. Fıstık, bir servis daha getir, büyük patron geldi.

- Şimdi, neler yumurtlayacaksın bakalım dedi, Kemal. O da Martin’le nasıl konuşulması gerektiğini öğrenmişti sonunda.

- Biliyor musun patron, Prenses Nora hep senden bahsediyor bana. Kim bu kibar beyefendi diye sorup duruyor durmadan.

Esther’in üzerindeki bakışlarını kaçırmadı Kemal,

- Peki sen ne cevap verdin ona? 

Bir kahkaha patlattı Martin, salondaki herkes büyük bir sessizlik içinde onun ne diyeceğini bekliyordu.

- Prens Kemal dedim, Osmanlı Hanedan’ından. Hepsi birlikte gülmeye başladılar. Esther de bir kahkaha kopartarak katıldı onlara.

- Peki nereden buldu bu kıyafetleri? 

- Evden getirdim, kıyafet balosu için eşim Lilla almıştı bir zamanlar. Ha, o da çok selâm söyledi sizlere. Şaşırdın değil mi?

- Evet, ama benim sürprizim daha çok şaşırtacak sizi dedi, Kemal gülerek.

Martin duraksadı,

- Patron, hadi söyle de meraklandırma bizi.

- Hemen pasaportlarınızı hazırlayın, eşlerinizle birlikte bir haftalığına Macaristan’a gidiyoruz. Peşin peşin söyleyeyim, kimse mızıkçılık yapmasın yerleriniz ayırtıldı.

Martin Esther’in yanına gidip hemen müjdeyi verdi. Selma Hasan’ı, Jale de Ayhan’ı aradı. Kemal kapının önünde sessizliğini koruyan Selmin’in yanına gitti.

- Sen de bizimle geliyorsun tamam mı dedi. Hiç beklemediği bu davet Selmin’in de çok hoşuna gitmişti.

* Hennin: Orta Çağ sonlarında Avrupa'da kadın soylular tarafından giyilen koni, çan kulesi veya kesik koni şeklindeki başlık.  

Devam edecek



1 Temmuz 2021 Perşembe

SON DANS BÖLÜM 38

En iyisi kaçıp kurtulmaktı buralardan, en azından bir süreliğine. Bilgisayarının başına geçip internet sayfalarını karıştırırken gözüne taştan bir şato ilişti. Tam aradığı gibi, şehir dışında, yemyeşil çimle kaplı geniş bahçesi, sekiz yatak odası olan, arkadaş grupları ya da aile fertleriyle baş başa güzel vakit geçirmek için düşünülmüş şirin bir tatil köşesiydi. Binaya bitişik Ortaçağdakilere benzeyen üzeri konik şapkalı silindirik kuleler, yapıya olağanüstü bir ihtişam veriyordu. İç mekân resimlerine baktı dikkatlice. Süslemeli tavandan sarkan göz kamaştırıcı avizelerle bezenmiş büyük salonu dolduran geniş yemek masası ile oturma gruplarının yanında davetkâr bir şömine ve ona bitişik duvarın üstünde ise yağlı boya bir prenses portresi. Bu sıkıntılı dönemde kendisini yalnız bırakmayan dostlarıyla birlikte, işi gücü unutup şehrin karmaşasından bir hafta olsun uzaklaşabilmek, Esther’e de iyi gelecekti şüphesiz. Yer durumuna baktı, evet müsait görünüyordu. Hiç zaman kaybetmeden, Feridun Bey’den bile izin almaya tenezzül etmeden yaptı rezervasyonu. Eşleriyle birlikte Doktor, Martin, Hasan, Ayhan'ı, bir de emektar Selmin Hanım’ı eklemişti listeye. Kendisi, karısı ve çocuklar dâhil toplam on üç kişi olduklarını hesapladı. Esther ile aynı odayı paylaşamayacağı aklına gelince içi biraz burkuldu ama doktorun dediği gibi sabretmesi gerektiğini düşündü. Bu durumda sekiz odanın neredeyse tamamı doluyordu. Kendisinin asla kabul etmeyeceği böyle bir oldu bittiyi, Cevdet Bey dışında diğerlerinin reddetmeyeceğinden neredeyse emindi. Bu müthiş sürprizi bir an önce duyurmak için sabırsızlanıyordu. Belki Cevdet Bey'i bile ikna edebilirdi ancak ilk önce Feridun Bey'le konuşması gerekiyordu.

Yatmadan önce Esther’in açık bıraktığı sayfanın hâlâ aynı şekilde durduğunu görünce şaşırdı. Oysa dün sayfayı kapatmış olduğundan emindi. Demek ki yanlış hatırlıyordu. Indila’nın etkileyici sesiyle bir kez daha büyülenmek, dün gece yaptığı gibi şarkının sözlerinde Esther’i keşfetmek için kuvvetli bir istek duydu içinde. Kulaklığı aradı, bıraktığı yerden kaldırmış bir yerlere koymuş olmalıydı Selmin. Bu sefer kendini tutmak, defalarca dinlememek konusunda kesin kararlıydı. Son Dans’ı son kez dinlemek daha doğrusu içinde hissetmek için play düğmesine bastı.

Yüreğine bir ok gibi saplanan etkileyici melodinin ardından Indila dokunaklı sesiyle şarkıya başladı. Sözler salonun duvarlarından sekip içine işliyordu. Dün gece defalarca dinlediği şarkının Fransızca sözlerinin ne anlama geldiğini ezberlemişti neredeyse.

Oh ma douce souffrance- "Ah benim uysal kederim"

….

- Ahh Indila,

Pour oublier ma peine immense – "Büyük acımı unutmak için,"

Je veux m'enfuir, que tout recommence – "Kaçmak istiyorum, her şey yeniden başlasın diye"

Tam bu esnada yatak odasının kapısı aralandı ve Esther beyaz geceliğiyle salona girdi. Masada oturan Kemal’in farkına varmadan, belki de onu görmezden gelip ayaklarını sürüyerek geçti oturdu karşı koltuğa. Gözyaşlarını içine akıtan Kemal, şaşkın gözlerle takip ediyordu karısını. Şarkının sona ermesiyle birlikte kendisini tutamayıp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladığını görünce kalkıp yanına gitti. Ne diyeceğini, nasıl davranması gerektiğini bilmiyordu. Güzel karısının bu halini görünce yüreği parçalandı. Uzattı ellerini karısına doğru. Yanağından inci tanelerinin süzüldüğü bir çift mavi göz üzerine çevrildi. Elleri havada, donmuş bir halde Esther'in yanı başında kalakaldı. İçinden onu kucaklamak, af dilemek, yalvarmak geçtiği halde ona daha fazla yaklaşmaktan çekiniyordu. Hiçbir şey söylemeden yaşlı gözlerle sessizce kalktı yerinden Esther, odasına geri dönüp kapattı kapıyı. Kemal arkasından izlerken onu, adeta bir heykel gibi çakılıp kalmıştı olduğu yerde. Şarkıyı bir kez daha dinleyim dese Esther’in yine odasından çıkıp geleceğinden kuşkusu yoktu ama onu yeniden ağlatmak istemedi.   

 ***

Feridun Bey’in ofisine doğru yaklaşırken Ümit’ten almıştı haberi. "Gelmeyeceğinizi bilseydim daha iyi hazırlanırdım toplantıya." demişti telefonda.

Beş kişilik Reynolds heyetini gönderdikten hemen sonra Feridun Bey’in öfkeyle "Hepinizi koyacağım kapının önüne." deyip söylene söylene şirketten ayrıldığını öğrendiğinde Kemal’in sinirleri iyice gerilmişti. İçindeki heyecanı bastırmakta zorlanarak sekreterin önündeki koltuklardan birine oturdu.

"Hoş geldiniz Kemal Bey," dedi Yasemin gülümseyerek. Ayağa kalkıp elini sıktıktan sonra Feridun Bey’in kapısına yöneldi. "Geldiğinizi haber vereyim."

Az sonra dışarı çıktı. İçeri girdiği zamanki neşesi kaybolmuştu.

- Biraz bekleteceğim sizi, Kemal Bey, bu arada içecek bir şey söyleyeyim size.

Bekletme işini üzerine alarak kendisine gizli bir üstünlük sağlama çabalarını ukalaca bulmuştu sekreterin. Bal gibi Feridun Bey söylemişti beklesin diye. Dünkü toplantıya gelmemesine bozulduğu için kapısında bekleterek aklı sıra ondan intikam alıyordu.

- Hayır, bir şey istemiyorum.

Huzursuzluğunu gizleyemiyor, bir an önce ne olacaksa olmasını istiyordu. Eskiden içeride bir başkası olsa bile rahatlıkla kimseye sormadan odasına dalabiliyordu patronun. Ama şimdi bunu yapabilecek cesareti bulamıyordu kendinde. Yasemin'e sıkıntısını, bekletilmekten hoşlanmadığını hissettirecek bir tavır içinde sordu.

- İçeride kimse var mı? 

- Hayır, efendim.

Verdiği cevabı kısa bulmuş, zoraki bir izahat vermek durumunda kalmıştı Yasemin. Eliyle kulağına işaret edip sesini alçalttı.

- Telefon görüşmesi yapıyor.

Sekreterin bu açıklamasını hiç inandırıcı bulmadı.  Yalan söylediğini adı gibi bilmesine rağmen sesini çıkarmadı. Sekreter sıfatını küçümseyip kendilerini yönetici asistanı diye tanıtan bu süslü tazeleri iyi tanırdı. Bu takım çoğu zaman hizmet ettikleri insandan daha üstün görürler kendilerini. Kimlerle ne zaman görüşüleceğini, kimlerin kabul edilip edilmeyeceğini emir aldıkları kişiden daha iyi bilirlerdi. Dilediklerini dost ya da düşman yapmak onların elindeydi. İşin dışında aile ilişkilerine bulaşmaktan kendilerini alamazlar, canları isterse hizmet ettiği yönetici eşlerini, kocaları adına sürpriz hediyelerle onurlandırır, özel günlerinde evlerine çiçek gönderirler, aralarını yaparlardı. Patroniçeler onlarla her koşulda iyi geçinmek zorundaydılar.  Hele bir ukalalık yapmaya görsünler, kocalarına bütün cazibelerini gösterip onları kıskançlık krizine sokmaları işten değildi. Bu yüzden kendi sekreteri Nalân’a hep mesafeli yaklaşmış, onun yönetici asistanı sıfatını kullanmasını engellemişti.

Ensesini ancak kapatan kısa kesimli siyah saçları, renkli gözleriyle değme mankenlere taş çıkartıyordu. Parlak koyu gri renkli gömleğinin altına beyaz bir pantolon giymiş kulaklarından sarkan altın sarısı halka küpelerine uyumlu bir kolye takmıştı. İlk kez bu kadar dikkatli bakıyordu otuz yaşlarındaki genç kadına.

Aradan on dakika geçmiş ama içerden bir ses çıkmamıştı. Kendini yönetici asistanı olarak tanıtan ve işinin gerektiği gibi davranan Yasemin, önündeki bilgisayarla meşgul olmayı bırakıp kalktı yerinden. Elindeki ince dosyayı göğsüne dayayıp salına salına Feridun Bey’in bulunduğu odanın kapısının önünde birkaç saniye duraksadı. İçerdeki havayı bir tazı gibi kokladıktan sonra kolu çevirip içeri girdi. Kapıyı çalmaya gerek bile duymaması şaşırtmıştı Kemal’i. Birkaç dakika sonra odadan sessizce çıkıp Kemal'in yüzüne bile bakmadan dönüp masasına oturdu. Hiçbir neden yokken kalkıp Feridun Bey’in odasına girmesine anlam veremedi Kemal. Bir an sekreterin bu hareketiyle kendine nispet yaptığını dahi düşündü. Öyle ya, kendisi patronun gönlünün olmasını beklerken, o kırıta kırıta çat kapı girebiliyordu patronun odasına. En azından telefon görüşmesinin bittiğini, birazdan onu içeri alacağını söyleyebilirdi. Sekreterin bu ilgisizliği iyice canını sıkmaya başlamış, Feridun Bey’den yiyeceği lâfları bile unutturmuştu. Artık buradan çıkıp kurtulmaktan başka hiçbir şey düşünmüyordu. Güçlükle duyulan telefonun bip sesiyle ahizeyi kulağına götüren Yasemin nihayet başını kaldırıp zoraki bir gülümsemeyle,

- Feridun Bey, sizi bekliyor efendim, dedi.

Ayağa kalkıp kendine çeki düzen verdi, kravatını düzeltti. Sağ elini yumruk yaptıktan sonra ileri çıkardığı orta parmağıyla kapıyı tıklatırken Yasemin'e heyecanını gizlemeye çalıştı.

Geniş makam odasının en uzak köşesinde, fazla büyük olmayan masanın arkasından ayağa kalkan Feridun Bey, ortada büyük bir sehpanın bulunduğu açık sarı renkte deri kaplı dört koltuğu işaret etti.

- Geç şöyle otur. dedi.

Yüzündeki yorgunluğun dışında ne öfke, ne neşe, ne de hislerini ele verecek başka bir ifade vardı. Karşılıklı oturur oturmaz kapı açıldı, sekreter ne almak istediklerini sordu. Birer çay söylediler.

Feridun Bey, "Evet," diyerek konuşmaya başladığında nefesini tutmuş onun ağzından çıkacak sitem, tehdit, hakaret sözcüklerini bekliyordu,  Kemal.

- Esther Hanım nasıl? diye sordu. Hiç beklemediği bu soru karşısında şaşırmıştı Kemal.

- Daha iyi, Feridun Bey, sağ olun.

- Aman, aman her şeyin başı sağlık.

Nezaketinden mi yoksa az sonra sarf edeceği kötü sözlere altlık olsun diye mi söylemişti bunları Feridun Bey, anlayamadı. Konuya patronundan önce girerse gergin ortamın biraz yumuşayacağını düşündü.

- Dünkü toplantı için sizden özür dilemeye geldim. Bunu derken yüzünün kızardığını hissetti.

Beklediğinin aksine ne hazırlanması için ona gönderdiği klasörden bahsetti, ne de arayıp gelemeyeceğini bildirmemesinden. Telefonlarına cevap vermediğini bile yüzüne vurmadı Feridun Bey.

- Boş ver şimdi, olan oldu artık, dedi. Yapacak bir şey yok. Ama gelmiş olsaydın eminim temsilciliği kaptırmazdık. Şu senin Ümit ne tür makineler imal ettiklerini sordu adamlara. Kardeşim onca yazışma yapmışsın, makinelerin teknik özelliklerini sorgulamışsın, belgelerinden referanslarına kadar araştırmışsın, sonra kalkıp ne tür makineler imal ediyorsunuz diye saçma sapan bir soru sorabilir mi insan? İnan bana adamlar şoka girip acaba doğru yere mi geldik diye birbirlerinin yüzüne baktılar. O an yer yarılsaydı da içine girseydim dedim. Yahu adam bir kere olsun açıp bakar, bu heriflerle neler konuşulmuş, ne yapmaya gelmişler, hani bilmiyorsa da açıp sorar. Sadece o da değil, toplantıya katılan bir Allah’ın kulu Reynolds adını duymamış, sorsan adamların çiklet sattığını söyleyecekler. Bu kadar ciddiyetsizlik, bu kadar kepazelik olur mu yahu? Adamların yerinde ben de olsam gider doğru dürüst bir firmaya verirdim temsilciliği. Yani senin anlayacağın Kemal’ciğim, sen olmasan var ya, batar bu şirket batar. Bak bir gün gelmedin, gör işte halimizi.

Feridun Bey’in yumuşak tonda başlayan konuşması gittikçe sertleşiyor, öfkesi artıyordu. Ancak sonradan söyledikleri Kemal’in içine su serpti. Öyle ya onun gibisini nereden bulacaklardı. Bir taraftan Feridun Bey'in kendisi hakkında söyledikleri gururunu okşarken diğer taraftan enayi yerine koyuyordu kendini. Bu işin orta yolu olmadığını biliyordu; ya işi bu denli ciddiye almayacak, kendine ve ailesine zaman ayıracak buna karşılık patronun ağır laflarını sineye çekmek zorunda kalacak, ya da it gibi çalışıp yaşadığını unutacak, bunlara karşılık ayda yılda bir patronundan iki güzel lâf işitecekti.

Esther’in durumunu bahane edip patrondan izin istemenin zamanı değildi. Aslında bunun "bahane" olmadığını gayet iyi biliyordu. Her zaman olduğu gibi yine patron gözüyle bakmıştı olaya. Hep böyle yapardı zaten. Bu yüzden işten başka bir şey düşmüyordu aklına.

Feridun Bey’e bakarsan, karısı hastaneden çıkıp eve döndüğüne göre Kemal de artık işinin başına geçebilirdi. Ama durum hiç de onun düşündüğü kadar basit değildi.

Sekreter çayları bırakıp dışarı çıktıktan sonra, söylemekte zorlandığı fakat illâ söylemek zorunda olduğu izin meselesini açmak istedi.

- Feridun Bey, dedi. Ben sizden izin isteyecektim. Büyük bir suç işlemiş gibi bakışlarını kaçırırken Feridun Bey’in öfkeyle karışık söylediği "Sen olmasan batar bu şirket" sözleri çınlıyordu kulaklarında. Bir bakıma meydan okurcasına "Ben yokum, şirket batarsa batsın." demekti bu. Kendisinden beklenmeyen bu umursamaz tavrından yine kendi rahatsız olmuştu.

- Esther’in durumu iyi değil, yanında olmak zorundayım.

Feridun Bey’in hoşuna gitmedi bu haber,

- Neyi var, kötü bir hastalık mı? diye sordu, merakla gözlerinin içine bakarken. Esther'in kansere ya da ölümcül bir hastalığa yakalandığını düşünüyordu. Kemal ise daha fazla açık etmek istemiyordu karısının durumunu. Kestirme yollu cevap vermeyi yeğledi.

- Hayır, o kadar kötü değil çok şükür, dedi. Başka bir şey söylemeden sessiz kaldı. Feridun Bey, ciddileşti birden,

- Kemal, dedi, net bir ses tonuyla. Şu sıralar izin kullanman çok zor. Bunu aklından çıkar. Arada gider karınla ilgilenirsin, onun dışında başka bir şey kabul edemem. Ümit’le falan yürümez bu işler, biliyorsun.

Çok fazla şaşırmamıştı patronunun bu tavrına. İşten başka her şey teferruattı onun için. Ama gelirken hazırlamıştı kendini.

- Gitmek zorundayım Feridun Bey, biliyorum sizi zor durumda bırakacağım ama gitmek zorundayım.

- Kesin kararını vermişsin anlaşılan. O zaman, sen bilirsin deyip kalktı ayağa. Bunun ne anlama geldiğini biliyordu, Kemal. Dönüp masasına yürüyen Feridun Bey’in arkasından o da kalktı. Elini sıkmaya lüzum kalmadığını düşündü, kapıya yöneldi. Söylenen söylenmiş, yapılması gereken yapılmıştı…

Devam edecek



30 Haziran 2021 Çarşamba

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 97

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimizin 97. Haftasına girmiş bulunuyoruz. Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu sevgili DeepTone / Sade ve Derin belirledi

"Hayatta en çok neye veya nelere önem verirsiniz?"

Sorunun öncelikle kişisel düşüncelerimizi öğrenmek amacıyla sorulduğunu sanıyorum. Aksi takdirde yazılacak çok şey var bu konuda. Hayatta en çok önem verdiğim şeyi soracak olursanız benim aklıma ilk gelen sözcük "dürüstlük". Bu sözcüğe farklı anlamlar yüklenip kullanımı geniş bir alana yayılmış. Dürüstlük ahlâki ya da etik bir değerdir demekten kaçınıyorum bu yüzden. Benim esas anlatmaya çalıştığım dürüstlük, dar anlamıyla "iki yüzlü olmamak" şeklinde karşılığını buluyor. Zira doğruluk, iyilik, ahlâki ilke ve toplumsal değerlere bağlılık, erdem gibi tanımlar kişinin fikrine ve özellikle kişinin içinde bulunduğu sosyal ve kültürel şartlara bağlı olarak değişiklik göstermekte. Dolayısıyla "içi dışı bir olmak" deyimi dürüstlüğü hangi manada algıladığım hususuna açıklık getirecektir. Diğer taraftan dürüstlüğün bile yeri geldiğinde işe yaramayacağını, gerçekleri yüzüne vurduğumuz için karşımızdaki insanı kırabileceğini biliyorum. Riyâkarlık, iki yüzlülük, yüzüne gülüp arkasından iş çevirmek, yalan söylemek, kendini olduğundan farklı göstermek en sevmediğim davranışlar. Bunların hepsini kapsayan siyaset kurumundan nefret etmemin bir nedeni de bu olabilir.  

İkinci olarak düşünme, akıl yürütme, sorgulama vazgeçemeyeceğim olgular. Pozisyonu ne olursa olsun, sorgusuz sualsiz birinin peşinden yürümeyi, onun fikirlerini savunmayı, yalakalık yapmayı kendime yediremem. Farklı fikirlerden yararlanmayı ve aldığım bilgileri akıl süzgecimden geçirip karar vermeyi önemserim. Okumayı, sanatsal faaliyetleri, bilgi ve görgümü arttıracak her şeyi ve doğruya ulaşmak için tartışma ortamlarını severim.

Sevmenin ve sevilmenin birer sonuç olduğunu düşünüyorum. Yukarıda bahsettiğim konularda bana yakın düşünceye sahip olanları severim, onlarda beni sever zaten. Bu kategorideki insanlara saygı duyarım. Toplumda herkesin saygıyı hak etmediğini düşünüyorum. Örneğin yalancı, hırsız, düzenbaz birine saygı göstermem. Diğer taraftan aşkı ve sevgiyi  önemsiyorum demekle bir yere varılamayacağına inanıyorum. İnsanların sevgisini kazanabilmek için kişiliğimden taviz vermek suretiyle onlara kendimi şirin göstermem, yalakalık yapmam. 

Adalet ve fırsat eşitliğine, başkasına zarar vermemek koşuluyla sınırsız özgürlüğe büyük önem veriyorum ama bunlara sahip olmak sadece benim elimde değil. Bu konularda ülkemizin durumu beni kahretmekte.

Sağlık, belki de en önemlisi ama elimizde olmayan bir şey. Sağlığa önem vermemiz, karşılaşabileceğimiz rahatsızlıkların cüzi bir kısmına faydası olabilir. Ne olur, her yıl check-up yaptırırsın, erken teşhis falan. Dişlerini fırçalarsan daha az çürür. Hepsi bu işte. Bir pandemi geldi, sağlığına önem verenlerle vermeyenler arasında fark kalmadı. Hatta sağlığına önem veren kişiler daha fazla zarar gördü. Sağlık konusu bence piyango, kime ne zaman vuracağı belli değil. 

Huzur? Önemli tabii. Ama bu hayatta huzura da huzursuzluğa da kapılar açık. Huzursuz olduğumuzda sabretmek, huzurluysak tadına varmak tek çare.     

24 Haziran 2021 Perşembe

SON DANS BÖLÜM 37

İşe başladığından bu yana Kemal Bey’le bu kadar uzun konuşmadıklarını düşündü Selmin. Aylar süren sakin hayatı bir anda hareketlenmişti. Sessizce kalktı masadan.

- Ben yemeği hazırlayayım.

Kemal başını hafifçe sallayıp gülümsedi. Sabahtan beri ağzına bir lokma girmemişti. Selmin'in özenle hazırladığı bir masada Esther’le karşılıklı oturup keyifle yemek yemeyi ne kadar çok özlemişti. Eski günlerin hayalini kurarken kendine gelmesi uzun sürmedi. Bu şimdi mümkün değil tabii dedi, içinden. Esther'in tepkisini nasıl kestirebilirdi? Bir bakmışsın masada ne kadar tabak çanak varsa üzerine fırlatır kaçar gidebilirdi yanından. Martin'e güvenip böyle bir şeyi denemeye değer bulsa da tek başına boyundan büyük işlere kalkışması delilik olurdu. Mutfağa doğru seslendi,

- Selmin Hanım, Prenses Nora’nın yemeğini odasına götürün lütfen!

***

Bir saattir ne yapıyorlardı içeride? Sessizce yaklaşıp yatak odasına açılan kapının aralığından gözetlemeye başladı. Pencerenin yanındaki yuvarlak masada Esther'le Martin karşılıklı oturmuş hararetle bir şeyler konuşuyorlardı. Daha doğrusu her zaman olduğu gibi konuşan Martin’di yine. O kadar konuşacak şeyi nereden buluyordu bu adam! Kim bilir belki o ana kadar Esther anlatmış, şimdi de sıra diğerine gelmişti. O kadar dalmışlardı ki Kemal'i fark etmediler bile. Martin’i büyülenmişçesine dinleyen Esther arada bir gülümsüyordu. Onu böylesine mutlu görmek biraz olsun içine su serpmişti Kemal’in. Bu tabloyu sabaha kadar seyredebilirdi. Arkasından yaklaşan Selmin’in ayak seslerini fark etmedi.

- Esther Hanım’ın, pardon Matmazel Nora’nın yemeğini getirdim efendim.

Hemen toparlandı. Hizmetçinin gözünde kapı dinleyen ya da röntgencilik yapan bir insan durumuna düşmesi canını sıkmıştı. Sesi duyup konuşmasına ara veren Martin, elinde yemek tepsisi ile odaya giren Selmin'in arkasına gizlenen Kemal'i gördü.

- Ooo Patron, gel gel, ben de senden bahsediyordum Prenses Nora'ya.

Selmin, yemek tepsisini sessizce masaya bıraktı, hafifçe diz çöküp selamladı.

- Matmazel Nora… dedi. Yemeğinizi getirdim diyemedi. Boğazı düğümlenmişti, kaldı öylece, bir şeyler söylese de anlamayacaktı nasıl olsa. Belki kısa kesmesi daha iyiydi.

Şaşırmıştı Kemal. Gözlerini Esther'den alamıyordu. Martin'e çevirdi başını.

- Senden bahsediyorduk derken…

Martin ve Esther’in aynı anda kıkırdamasına alınmıştı. Yine de hesap sorar gibi bir sertlik yoktu ses tonunda. Sadece kendisi hakkında ne konuştuklarını merak etmişti. 

- Arabanı nasıl çizdiğimi anlatıyordum, Prensese dedi, bir yandan kıkırdamaya devam ediyordu.

- Bırak dalga geçmeyi, gerçekten ne konuştuğunuzu merak ediyorum.

Elindeki boş tepsiyle kapıda bekleyen Selmin, Martin’in cevabından önce araya girdi.

- Kemal Bey sizin yemeğinizi de mutfağa hazırladım.

Kemal tamam gibisine elini salladı.

- Eee? diyerek Martin’in cevabını beklemeye koyuldu.

- Yemin ederim seni anlatıyordum. Çok matrak adam şu bizim patron dedim, son model arabasını çizdim, adamın gıkı bile çıkmadı. Bunu duyar duymaz Prenses Nora gülmeye başladı. O gülünce beni de bir gülme krizi tuttu ki deme gitsin.

Esther, göz ucuyla Kemal’e bakarken utangaç bir şekilde gülümsüyordu. Kemal ne yapacağını bilemedi, o da başladı gülmeye.

- Peki dedi, o sana neler anlattı?

- Hayatını dedi Martin. Bana hayatını anlattı. Tuna Nehrinin kıyısında, Szentendre kasabası yakınlarında, büyük bir şatoda yaşıyorlarmış. Bir sürü hizmetçi, aşçı, bahçıvan ve savaşçı varmış etrafında. Doğum günü için büyük bir ziyafet veriliyormuş. Envai çeşit yemek ve meyvelerle donatılmış büyük bir masanın etrafında saygın misafirleri ağırlıyorlarmış. Büyük salonun kapısı açılmış birden. İçeri bir sürü savaşçı girmiş, anne ve babasını öldürmüşler. Askerlerden biri onu atının terkisine alıp kaçırmış. O askerin yüzünü bir türlü aklımdan çıkaramıyorum dedi. Bu olaydan sonra gözünü odada açtığını söyledi.

Esther masanın üzerindeki çorba kâsesini önüne çekti. Eline aldığı kaşığı dikkatle incelemeye koyuldu. Martin dönüp ona bir şeyler söyledikten sonra yeniden Kemal’e dönüp gülmeye başladı.

- İşin tuhafı ne biliyor musun patron?

- Neymiş?

- Prenses Nora’yı kaçıran asker vardı ya... Gülmekten konuşamıyordu Martin.

- Eee ne olmuş ona?

- İşte o askerin sen olduğunu söylüyor.

- Hoppala dedi, Kemal. Anlaşıldı, bana olan düşmanca tavrı bu yüzden demek. 

- Ama merak etme, onu kaçıran askerin sen olmadığını söyledim kendisine, hani fena adam sayılmaz bile dedim senin için. Gülmekten yerlere yatıyordu Martin. Bak, patron bu iyiliğimi sakın unutma dedi, son olarak.

Kemal, Martin’i tanımış, onun her şeyi yapabileceğine inanmıştı artık. Bütün bu anlattıklarını Esther’e rahatlıkla söylemiş olabileceğini düşündü. İçin için Martin’e kızıyordu kızmasına ama bir yandan da ona muhtaç olduğunu biliyordu. Belki bu iş için biçilmiş kaftandı ve başkası ile olamazdı bu iş. Kısa zamanda karısının güvenini kazanmış ve en azından sakinleştirmesini bilmişti.

- Hadi gel bir şeyler atıştıralım dedi, Kemal.

- Yok, ben kaçayım, Patron, yoksa evde dayak var dedi, gülerek. Bak bir şeye ihtiyacın olursa ara beni tamam mı, yirmi dört saat açık telefonum.

Kapıyı kapattıktan sonra geldi aklına. "Anlaştık" demişti demesine ama yaptığı hizmetin bedelini konuşmamışlardı daha. Paragöz biri olsa şimdiye kadar kaç kez konuyu önüne getirir, pazarlığa girişirdi. Hoş, kendisinin de aklına gelmemişti ne istediğini sormak, onca sıkıntının arasında. Sadece o değil, Cevdet Bey’in de kaç para isteyeceğini bilmiyordu. Karşılığın almadan bütün günlerini Esther’e ayırmak zorunda değildi bu insanlar.

Mutfaktan Selmin’in sesini duydu, yemeğin hazır olduğunu hatırlatıyordu.

Selmin’i de gönderdikten sonra evde Esther’den başka kimse kalmamıştı. Yatak odasına gidip boşalan tabakları tepsiye yerleştirdi. Önüne koyulan ne varsa hepsini yediğini görünce sevindi. Hele karısının kendisine bakıp gülümsemesiyle dünyalar onun oldu. Dolabından pijamalarını aldıktan sonra dışarı çıkıp odanın kapısını çekti sessizce.

Mutfaktaki soğutucudan bir bira alıp bilgisayarın başına geçti. Reenkarnasyon olayının sadece bir inanç olduğunu, bilimsel açıdan henüz kanıtlanmadığını söylemişti Doktor Cevdet Bey. Bununla birlikte Esther’in hiç bilmediği bir dil konuşması kafasını meşgul etmeye devam ediyordu. Öyle biri yaşamış olabilir miydi gerçekten? Google arama motoruna "Prenses Nora" yazdıktan sonra karşısına çıkan sayfalara bakmaya başladı. Evet, 1989 yılında yaşamını yitirmiş Liechtenstein’lı bir prenses aynı adı taşıyordu ama aradığı kişi bu olamazdı. Bir de Suudi Arabistan Krallığında, dünyanın en büyük kadın üniversitesinin adıymış "Prenses Nora". Bu ikisinin dışında başka bir şey bulamadı. Ortaçağ Avrupa’sının feodal sisteminde, derebeylerin idaresi altında birçok küçük devletçik kurulduğunu hatırladı. Kendilerine ait toprağı olan ve karın tokluğuna köylüleri köle gibi çalıştıran soylular sınıfı, şövalyelerle korunan ve etrafı kalın taş duvarlarla çevrili görkemli şatolarda yaşıyordu. Kim bilir belki de Esther, önceki yaşamında, tarihin sayfalarında iz bırakmamış yüzlerce şatodan birinin prensesiydi. Hemen toparlandı. Jale'nin düşüncesi olabilirdi bunlar ancak. Yok, daha neler, hiç böyle bir şey mümkün mü? Hayalini kurmaya başladığı şatonun koridorlarında salınarak yürüyen prenses kılığında Esther figürünü utanılacak bir şeymiş gibi hemen silip atmaya çalıştı kafasından.

Üzeri boncuk boncuk terlemiş bira şişesine şöyle bir baktıktan sonra dikti kafasına. Gözleri yan taraftaki dolabın rafından dışarı sarkan ve buradayım dercesine kendini gösteren klasöre kaydı. Feridun Bey’in pek bir önem verdiği toplantıya gitmemiş, bir telefon edip gelemeyeceğini dahi bildirmemişti. Bu yetmezmiş gibi telefonunu sessize alarak şirketi zor durumda bırakmıştı. Kendisinden asla beklenmeyen, aynısını bir başkası yapsa küplere bineceği bir davranıştı bu.

Cebinden telefonunu çıkardı, yığınla cevapsız aramalar... Yarın sabah erkenden şirkete uğramak farz olmuştu. Ümit’ten toplantının sonucunu öğrenmeyi geçirdi aklından ama vazgeçti. Reynolds’un temsilciliğini başkalarına kaptırdılarsa Feridun Bey’in gözüne görünmemesi gerektiğini az çok tahmin ediyordu. Evet, toplantıya katılmamasının geçerli bir nedeni vardı ama bunu önceden gelemeyeceğini bildirmemesine, telefonlarını açmamasına ne kılıf uyduracaktı. Esther’i bu durumda yalnız bırakamayacağı için yıllık iznini kullanmak zorundaydı. Arada gidip işleri yoluna sokmak onun tarzı değildi. Şirket kapısından girdiği anda bambaşka bir varlığa dönüşeceğini, işin dışındaki aleme bütün kepenklerini kapatacağını gayet iyi biliyordu. Kontrolü dışında yaşadığı bu durum karısında süregelen rahatsızlığın bir başka versiyonuymuş gibiydi sanki. Evet, her ikisi de birlikte yaşayacakları dünyaya sırtlarını dönmüş, başka dünyalarda arıyorlardı mutluluğu. Sonuçta her ikisi de yıkıcı bir hastalığın pençesine düşmüşlerdi, farkında olmadan.

Şişenin dibinde kalan son yudumu devirdi kafasına. Hâlâ işi düşündüğü için kızdı kendine. "Tamam, yarın şirkete uğrayıp hemen döneceğim, o kadar. Başka bir şey düşünmeyeceğim, ne Feridun Beyi, ne de Reynolds’u" diye söz verdi kendine. Sabah erkenden bir taksiye atlayıp hastanenin kapalı otoparkında bıraktığı arabasını almalıydı önce.

Devam edecek



23 Haziran 2021 Çarşamba

KÖLELER ADASI


Kitabın Adı: Köleler Adası

Yazar: Pierre de Marivaux

Sayfa Sayısı: 55

Çeviri: Berna Günen

Yayınevi: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

Türü: Oyun

Pierre de Marivaux (1688-1763) oyunları en çok sahnelenen Fransız bir yazar. 1725 yılında yazılan Köleler Adası isimli oyun Paris'te bir İtalyan tiyatrosunun oyuncuları için yazılmış ve ilk kez onlar tarafından sahnelenmiştir. Oldukça kısa 11 sahnelik oyun hayali bir Köleler Adasında geçmektedir. Bu adanın özelliği kölelerin efendi, efendilerin köle olması. Bir deniz kazası sonucu kölesiyle birlikte bu adaya çıkan efendi Iphicrate ile kölesi Arlequin adanın yasaları gereği rolleri değişir. Komedi tarzındaki oyun, efendi-köle ilişkilerini mizahi bir dille hicvetmekte. Birkaç saatte okunacak bir kitap. Kitabı Fransızca aslından dilimize çeviren Berna Güven'i başarılı bulduğumu söyleyebilirim. Oyuncu sayısı az ve okunması kolay.