KATEGORİLER

Gezi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Gezi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Şubat 2018 Pazartesi

ROMA I

05/02/2018 Pazartesi,
İzmir, İstanbul, Roma

İtalya gezimizin tarihi yaklaşınca bir heyecan sardı beni. Aslında hemen her şeyi çok önceden planlamıştım. Bir ikisi dışında bütün otel rezervasyonları yapılmış, şehirler arası tren biletleri internet üzerinden alınmıştı. Havaalanından şehre transfer için otobüs biletlerine kadar...

Yola çıkmadan bir gün önce bilgisayarıma kaydettiğim bilet ve rezervasyon bilgileri ile gezeceğimiz yerler hakkında resimli kısa bilgi notlarının çıktılarını aldım. Yanımda nasıl olsa cep telefonum var deyip bunları yapmayabilirdim de. Yine de ne olur ne olmaz deyip işimi sağlama almak doğru olacaktı. Önceden hazırladığım üç sayfalık bilgi notu benim için en önemlisiydi. Zira uçak biletlerinin rezervasyon ve PNR numaraları, uçuş bilgileri, otellerin isimleri ve booking.com rezervasyon numaraları, tren biletlerinin tarih, saat ve yolculuk sürelerini belirten bilgileri tarih sırasına göre yazmıştım bu notlarıma. Tren ve otobüs biletlerinin çıktılarını alıp son kontrollerimi yaptım. Bu esnada Roma Fiumicino havaalanı ile şehir merkezi arası yolculuk en az bir saat süreceğinden dönüşte otobüs saatini en az bir saat öne almam gerektiğini fark ettim. Bunu düzeltmem gereken bir iş olarak not ettim.

Elimizdeki valizlerle sabah erkenden yola çıkmamız gerekiyordu. O saatlerde İzmir'de metro çalışmadığı için arabamızı Gaziemir metro istasyonunun yakınlarında bir sokağa bıraktık. Zira havaalanı otoparkını kullanmak oldukça tuzluya kaçacaktı. Şans eseri arabamızı park ederken hemen yanımızda yolcu indiren bir taksi gördük. Hemen o taksiye atlayıp Adnan Menderes Hava Limanına attık kendimizi. Hafiften yağmur çiseliyordu. Yaklaşık iki ay önce İstanbul'a en uygun bileti Sun Express şirketinden bulmuştum. Şubat ayının beşinci günü adı geçen şirketin yönünü İstanbul Sabiha Gökçen havaalanına çeviren uçağıyla  İtalya seyahatimiz başlamış oldu.

Bu arada eşimin ve benim cep telefonlarımıza gezimiz boyunca çok faydasını göreceğimiz "Here WeGo" adındaki navigasyon programını indirmişti kızım. Bu sayede göreceğiniz yerlerin adı ve adresi olduktan sonra haritaya hiç gereksiniminiz kalmıyor. Sadece internet olmaksızın kullanabilmek için hangi ülkede kullanacaksanız o ülkenin haritasını önceden indirmeniz gerekiyor.

Pek zaman bulacağımızı düşünmesem de yanımıza iki kitap aldık. En azından yolculuklarımız esnasında okuruz diye. Eşim her ikisini de okumaya başlamış. İki kitabı aynı anda okuyanlara hayranım. Bunlardan biri Osman Balcıgil'in kaleme aldığı "İpek Sabahlık" diğeri ise Susan Abulhawa'nın "Filistin Sabahları". "Hangisini istersen okuyabilirsin." demişti eşim. Tercihim "İpek Sabahlık" tan yana oldu. Bu kitap hakkında değerlendirmemi ayrı bir yazıda kaleme almayı düşünüyorum. Uzun bir ara verdiğim okuma alışkanlığıma yeniden kavuşmamın heyecanını da yaşıyordum bu seyahatle birlikte.

Açık söylemek gerekirse bu yazım tam anlamıyla bir gezi rehberi kıvamında olmayacak. Zira hazırlık döneminde gezeceğimiz, göreceğimiz yerlere ilişkin çok sayıda gezi bloğu okudum, vlog izledim ve internet üzerinde araştırma yaptım. Çok faydalandığım güzel ön bilgilerdi bunlar. Nereleri gezmeli, nerelerde yemeli, neler yapmalı türünden. Ben ise kendi yaşadıklarımı sohbet tarzında yazacağım.

İstanbul'dan Pegasus Havayolları uçağı Roma semalarında süzülürken saat farkından dolayı iki saat kazanmamızın keyfine varırken kaptan pilotumuz ne yazık ki havanın yağmurlu olduğunu anons ediyordu.  

Uçaktan inip pasaport kontrolünden geçtikten sonra valizlerimizi alıp Bus Shuttle otobüslerinin kalktığı yöne doğru ilerledik. Olası rötarları düşününce tedbir olsun diye otobüs biletini bir buçuk saat geç almıştım. Yetkili alışkın olduğu bu durumu normal karşıladı ama kalkmak üzere olanda yer kalmadığından dolayı yarım saat sonra kalkacak otobüse aldı bizi. Bir saat süren yolculuktan sonra Roma Termini tren istasyonunda indik. Kalacağımız otel bu noktaya sadece 200 metrelik bir mesafede. İstasyonun önünde bir sağa bir sola bakarken aklımıza "Here WeGo" geldi. Hemen cep telefonumuzu çıkardık. Otelin adını girdik. Başlat düğmesine basınca bizi gitmemiz gereken yönü gösterdi. XIX. yüz yıldan kalan tarihi binaların yer aldığı geniş Via Cavour caddesinde ilerlerken yağmur çiseliyordu. Telefon "Hedefinize ulaştınız." diye anons etmesine rağmen görünürde otelin adını yazan ne bir tabela ne de bir işaret vardı. Bulunduğumuz yerdeki bir restorana sorduk otelin nerede olduğunu. "Bilmiyoruz." cevabını alınca eşim panikledi. Yanımdaki bilgi notlarından adrese ve kapı numarasına baktım. Alt kattaki dükkanların kapılarında biri eski biri yeni olmak üzere ikişer numara vardı. Kocaman kapılı iş hanına benzer bir binanın önünde aradığımız numarayı bulduk. Kapının yanında yer alan zil etiketleri arasında otelin adı yazılıydı. Zile bastık, beklemeye koyulduk. Cevap alamayınca eşim söylenmeye başladı. "Nasıl bir otel burası böyle?" Roma'da eski evlerden bozma kat otellerinden biri olmalıydı. Zile tekrar bastık, kapı açılınca rahatladık. "Elimizdeki valizlerle birlikte asansörün üçüncü kat düğmesine bastık. Asansör üç kişilik olmasına rağmen küçücük kabinine valizlerimizle birlikte zor sığdık. Rastgele bastığımız üçüncü kat düğmesi sekiz numaralı dairenin katına denk gelmesi bir şanstı. Otelin kapısına gelmiştik ama kapıyı açan kimse olmadı. Yan tarafta elektronik bir şifre yardımıyla açılan kapıdan içeri girmek mümkün görünmüyordu. Eşim yine başladı söylenmeye. Kapının üzerine iliştirilmiş bir kağıt üzerinde Check-in yapmak için aranması gereken numara yazılıydı. Telefonumu değiştirdikten sonra yurt dışı görüşmelerine açmadığım geldi aklıma. Eşime kapıda beklemesini hemen bir çözüm bulacağımı söyledim. Kağıdın üzerindeki numaranın resmini çektim telefonuma. Hemen dışarı çıkıp alt kattaki restorandan telefonlarını kullanmak istedim. Bunu yapamayacaklarını söylediler. Hemen yanında doğulu olduğunu düşündüğüm bir pizzacıya girdim. Adam Bangladeşliymiş. Sabit bir telefon gösterdi. "Oradan arayabilirsin." dedi. Numarayı çevirdim. "Pronto" diyen bir hanımefendi çıktı karşıma. Durumu anlattım, kapıda beklediğimizi söyledim. "Hemen geliyorum" dedi isminin sonradan Julia olduğunu öğrendiğim kız. Eşimin yanına çıktım ve beklemeye başladık. Beş dakika geçmeden Julia geldi. Son derece kibar bir şekilde karşıladı düzgün İngilizcesiyle. Odamızı gösterdi, kapının şifresini, internet parolasını söyledi ve giriş holündeki mutfağı kullanabileceğimizden bahsetti. Roma'nın turistik yerlerini ve metro planını gösteren bir harita verdi. Otel paralarını ödediğimiz için sadece kişi başı günlük 3,5 Euro olan şehir vergisini ödedik, hemen faturamızı düzenleyip uzattı. Kendisine teşekkür ederken dönüşümüzde aynı otelde bir gün daha kalacağımızı söyledim. Odanın temizliğini görünce eşim yanmakta olan korun üzerine su dökülmüş gibi sakinleşti. Gerçekten bembeyaz çarşaf ve yastıklar, pırıl pırıl bir banyosu vardı odanın. Hemen telefonlarımıza şifreyi girdik. Gayet güzel bağlandık internete. Vakit henüz erken olmasına rağmen hava kapalıydı. İnceden yağmur serpiştiriyordu dışarıda. Klimayı çalıştırdık. Odanın içi ısındı. Buradan Roma deyince ilk akla gelen Colosseum'un bulunduğumuz yere mesafesi sadece 1.400 metre olmasına rağmen eşim oraya kadar yürüyemeyeceğini söyledi. Roma'da her ne kadar güzel bir metro sistemi olsa da yürüyerek gezilecek bir şehir. O kadar çok tarihi yapı var ki. Her durakta en az bir iki tanesini görebilirsiniz. Ertesi gün, sabah erkenden Napoli'ye gideceğimizi dikkate alıp bugün görülecek yerlerin bir kısmına gideceğimizi düşünmüştüm ben oysa. Ne var ki eşimin daha ilk günden ayak ağrısı çekmesini göze alamazdım.
Yanımızda götürdüğümüz şemsiyeyi açıp çıktık otelden dışarı. Bize en yakın yapı olan Basilica Papale di Santa Maria Maggiore bulunduğumuz yere sadece 200 metre mesafedeydi. Papa, Meryem'i görmüş rüyasında. Bir kilise inşa ettirmesini istemiş işaretleyeceği yerde. Yaz günü Esquilini tepesine bembeyaz kar yağınca "Tamam" demiş papa "İşte Meryem validemizin istediği yer burası." Bu bazilikanın işte böyle bir öyküsü varmış. Roma kiliselerden geçilmiyor. Hepsinden tarih ve sanat fışkırıyor. Pek çoğunda tanınmış heykeltıraş ve ressamların heykel ve tablolarına duvar ve tavan süslemelerine rastlamak mümkün. Her resim ve figürün ayrı bir anlamı var. Bunların tam anlamıyla hakkını verebilmek ve anlamak için özellikle Hristiyan dinini ve sanat tarihini bilmek gerek.  Oysa apayrı bir ihtisas konusu olan bu işe hiçbir zaman heves etmedik. Bazilika, kilise, şapel ve vaftizhanelerin içleri ayrı dış görünüşleri ayrı güzel. Bu tür yapıların yanı sıra Roma deyince akla meydanlar ve çeşme dedikleri heykellerle süslü havuzlar geliyor. Bizim yaptığımız bu devasa yapıları, içindeki heykel ve tabloları, süslemeleri hayranlıkla  seyretmekten başka bir şey değil. Kiliselerin bizim açımızdan bir başka faydası da yorulduğumuzda sıralarına oturup biraz dinlenmemiz ve bir sonraki durağımızı belirlememiz için imkan sağlamasıydı. Bugün ziyaret ettiğimiz ikinci bazilika Basilica di San Pietro in Vincoli oldu. Michelangelo'nun ünlü Musa heykelini burada görmek mümkün. Havanın yağışlı olması durumunu dikkate alarak diğer önemli yerleri sonra gezmek üzere otelimize dönmeye karar verdik. Sabah erkenden kalkmalı, Napoli trenini kaçırmamalıyız. Kahvaltılıklarımızı Türkiye'den götürdük. İki otel dışında oda ücretlerinde kahvaltıyı hariç tuttuk. Otellerde kahvaltı zaten en erken 07.30'da başlıyordu. Oysa bu saatler bizim tren hareket saatlerimize denk geliyordu. 

Otelin bulunduğu cadde üzerinde bir pizzacıda karnımızı doyurduktan sonra eşimi odaya bırakıp biraz market alışverişi yaptım ve bu her bulunduğumuz şehirde adet haline geldi. Market fiyatları restorana ya da kafelere göre daha uygun olsa bile Türkiye ile mukayese edildiğinde oldukça yüksek. Meyve fiyatları dört beş katına kadar çıkarken muz en ucuz olanı bu memleketin. Aşağı yukarı bizdeki fiyatlar seviyesindeydi. Yarım kiloluk meyveli yoğurt ve litrelik kolayı üç-üç buçuk Euro'ya alabiliyorduk. Yanımızda bolca üçgen eritme peyniri, zeytin, bisküvi ve atıştırmalıklar hayli işe yaradı. Odaya döndüğümde eşimle her gece müptelası olduğumuz TV2 de yayınlanan "Kelime Oyunu" nu buradan da izlemek çok hoşumuza gitti. Odamızda mevcut televizyonda bütün uydu kanalları İtalyanca yayın yaptığı için cep telefonumuz imdadımıza yetişti. Otele dönünce diğer bir etkinliğimiz kızımızla yaptığımız görüntülü whatsapp görüşmeleriydi. Zaman zaman Venüs'ü görmek de mümkün oluyordu bu sayede. Ardından yaptığımız sohbetin hem bir sonra gezeceğimiz yerler hakkında hem de okuduğumuz kitaplar üzerine oluyordu. Genellikle eşim bu sohbetlerin ardından uykuya teslim oluyor ben ise geç vakitlere kadar İpek Sabahlık romanını okuyordum. 

26 Aralık 2016 Pazartesi

PAZARTESİ PAZARI

26/12/2016 Pazartesi, Tire


Ne kadar ilginç... Genel olarak pazartesi günü insanların hafta başıyken bizim hafta sonumuz oluyor. Bu garip duruma tam olarak uyum sağladığımı söyleyemem. Günler baş döndürücü bir hızla geçiyor. Bu sabah evden çıkıp Toplu Konut pazarına uğradım. Manzara şaşırtıcı. Bütün pazarcı ve köylülerin getirdiği ürünler araçlarının üzerinde bekliyor...  Bir tek tezgah açılmamış daha. Saate baktım, dokuz buçuğa geliyor. Doğrusunu söylemek gerekirse "Nasıl böyle rahat olabiliyor bu insanlar? Bu saate kadar pazar kurulmaz mı?" soruları uçuşmaya başladı kafamda. Diğer taraftan ortalarda dolaşan zabıta memurları, polisler olağanüstü bir durumun olduğuna işaret ediyordu. 

Zerzevat yüklü bir kamyonetin yanında duran köylü kadınlardan birine sorup meseleyi öğrendim. Meğerse pazar yerinin ortasından doğal gaz borusu geçiyormuş. Bu konuyla ilgili muhtarlık ile belediye arasında bir ihtilaf doğmuş. Pazar kurulması yasaklanmış. Eğer tezgah açarlarsa 200 TL para cezasına çarptırılacakları söylenmiş pazarcılara.

Önümdeki kamyonetin üzerinde ihtiyacım olan yeşillikler görünüyordu örtülerin altında. Köylü kadın belediye zabıtalarından korka korka istediklerimi verdi.

Alışverişimi tamamladıktan sonra önce Adnan Şefi, daha sonra yeni elemanımız Yakup'u alıyor ve yayla yoluna koyuluyoruz. Hüseyin her zamanki gibi önceden gelmiş temizliğe başlamış. Zeytin bahçenin içinde oradan oraya koşuyor.

Sabah haberlerinde Rus uçağının düştüğünü ve meşhur Kızıl Ordu korosunun yaşamını yitirdiğini öğrendim. Suriye'deki Rus birliklerine moral vermeye gidiyorlarmış. Neye niyet neye kısmet. Öyle bir dünyada yaşıyoruz işte. Buna benzer haberler çok duyuyoruz. "Can kurtarmaya giderken canından oldu." sözü sıklıkla kullanılıyor. Kızıl ordu belki can kurtarmaya gitmiyordu ama cephedeki askerin en fazla ihtiyaç duyduğu moral desteği vermeye gidiyordu. Bu gözle bakarsanız onlar da vatanlarına hizmet yolundayken bir kaza sonucu can vermiş oldular. Aynı çerçeveden bakılırsa şehit oldular diyebiliriz. Şimdi birileri çıkıp gavurdan şehit olur mu sorusunu sorabilir. Evet, bana göre olur. Neden derseniz, şehidin TDK sözlük anlamı "Kutsal bir ülkü ve inanç uğrunda ölen kimse" olarak açıklanıyor. Aynı sözcüğün karşılığı İngilizcede "martyr" olarak geçiyor. Yunanca çıkışlı bu kelime şahitlik anlamında kullanılıyor. Bilindiği gibi şehit de aynı kökten yani şehadetten (tanıklık) geliyor.  

Hava düne göre daha soğuk geldi bana. Çarşambaya kadar yağış yokmuş. Yağmur duasına mı çıksak acaba?

14 Aralık 2016 Çarşamba

MASANIN BU TARAFI

13/12/2016 Salı, Kuşadası

Bugün tatil günümüz. Pazar alışverişinden önce Taş Ev'imizle hemen hemen aynı günlerde faaliyete geçen bir kafede kahvaltı ettik. Aklıma "masanın karşı tarafı" anekdotu geldi. Meslek hayatımda masanın hep bu tarafında oturdum. Karşı tarafımda oturanlar genellikle devlet memuruydu. Genç yaşlarımda kamu kurumu yetkilileri, onlardan haklı bir talepte bulunduğumda bana karşı koyacak haklı bir neden bulamazlarsa eğer, "Sen masanın karşı tarafında oturdun mu?" diye sorarlardı. "Hayır, oturmadım." derdim. Bu sorunun altında yatan gerçek şuydu: İstediğin yönde karar verirsem bunu amirlerime, müfettişlere, Sayıştay denetçilerine anlatamam, soruşturma geçiririm. Bu korkunun esas nedeni kurumu zarara sokacak bu talebin kendi yanlış kararlarından kaynaklanmış olmasıydı.

Bu kez masanın bu tarafına geçtik. Kahvaltılıklar, çaylar önümüze geldi. Bize hizmet eden kafe sahiplerinin gözlerindeki mutluluğu okuduk. Bizi tanımadılar, biz de tanıtmadık kendimizi. "Buralı mısınız?" diye sordu biri, bizim bazen gelen misafirlere sorduğumuz gibi. "Evet" dedik sadece. "Sizi daha önce hiç görmedik." dediler. Kalkarken tanıttık kendimizi. Biz de sizi ziyarete geleceğiz dediler. Kafelerin kardeşliği... Hak ettikleri beş yıldızı verdik facebook 'ta. Hayır, torpil yapmadık, gerçekten iyilerdi. Aslına bakarsanız bakış açısı. Çekilen sıkıntılar ortak olunca biraz daha anlayışlı oluyor insan. Mesela biz kahvaltımızı yaparken tadilat vardı hemen yanımızda. E, burası beş yıldızlı otel değil ki o katı kapatasın.

Pazar alışverişi kısa sürdü. Oradan matbaacıya uğradık, kartvizitim bittiği için yenisini hazırlamalarını istedim. Öncekinin aksine "Bu sefer fon beyaz olsun." dedim. Bir dost tavsiyesine uyup yönümüzü Kuşadası'na çevirdik. Uzun zamandır ihmal ediyorduk bu şirin beldeyi. Akşama doğru tavsiye edilen Davutlar yolundaki et lokantasına vardık. Bahçede lokantaya adını veren 800 küsur yaşında bir çınar ağacı karşıladı bizi. Yine masanın bu tarafında olmanın rahatlığı içinde etrafı gözlemlemeye başladık. Sol tarafta bütün kuzular ateş üzerinde çevriliyor. Özellikle mezeleri övülmüştü. Salonun ortasındaki kocaman ocak üzerinde iri kütükler yanıyor içeriyi ısıtıyordu. Dışarının soğuğuna aldanıp şömine adını verdikleri ocağın hemen yanındaki masaya oturduk ama kısa zamanda aşırı sıcaktan rahatsız olduk.

Meze vitrini bizimkine benziyordu. Yan tarafta tatlılar ve meyveler için bir bölüm daha ilave etmişler. Dört meze seçtik. Her birimiz farklı yemek söyledik. Buraya gelmemizin bir nedeni değişik bir şey yapma arzusu, bir diğeri ailecek güzel bir yemek beklentisiydi. Gizli niyetimiz ise aynı sektörde faaliyet gösteren bizler için eksik ve fazlalarımızı görmekti. Masaya oturur oturmaz garson bizimle ilgilendi. Bu önemli bir ayrıntı aslında. Bizdeki bazı durumlarda mutfaktan başka bir masanın siparişini götürmeye çalışan garsonun salona geç geldiği, bu nedenle misafirlere yer göstermekte gecikildiğini konuştuk. Böyle durumlarda zaman zaman bizzat kendim devreye girsem de gözden kaçan durumlar oluyordu zaman zaman. Belki bu konuda Hüseyin'i de ikaz etmek gerekecek.

Yemek salonu, tuvaletler, mutfak pırıl pırıldı. Tam puan aldılar bu konularda. Mezelere gelince; Fiyatlar bizim meze fiyatlarından % 15  daha düşüktü ancak porsiyonlar bizimkilere oranla çok daha küçük. En önemli eleştirim menü sorduğumda menülerinin olmadığını ancak ağız yoluyla bana söyleyebileceklerini ifade etmelerineydi. Böylesine güzel bir işletmeye yakıştıramadım. Mezeler fena değildi ama lezzet olarak bizimkilerin yerini tutmadı. Bunun nedeni Aşkın Şefin zeytinyağı ve lezzet verici diğer malzemeleri kullanmada elinin bolluğu olabilir. Yapılan keyifle yendiğinde problem yok. Ancak geri gelip çöpe atılan konusunda çok katıyım.

Sıcakları söyledik. Medium pişmiş dana antrikot istedim. Tam zamanında gelen servis tabağında garnitür olarak patates kroket ve brokoli ile pirinç pilavı vardı. Bıçağı vurduğumda kolayca kesilen etin rengi, olması gerektiği gibi, pembemsiydi. Ağızdaki yumuşaklığı ve lezzeti yerindeydi. İkinci tabak olarak tandır dedikleri kuzu çevirmeyi denedik. Altından ısıtmalı biz düzenek içinde bakır kapta sunulan et gerçekten tandır kıvamındaydı. Her iki et yemeğini de kusursuz gördüm. Üçüncü tabak konusunda aynı şeyleri söyleyemeyeceğim. O kadar güzel et yemeklerinin yanında ızgara köfte sönük kaldı. Parmak patates eşliğinde sunulan ızgara köfte bizimkilerin yarısı kadar irilikteydi. İçi kırmızıya yakın pembe olmasına rağmen suyunu kaybetmiş, kurumuştu. Et porsiyon büyüklükleri bizimkilerden az değil, fiyatları ise ucuz. Izgara köfte ise porsiyon büyüklüğü ve lezzeti bakımından bizimkine göre sınıfta kaldı diyebilirim.  

Sezar'ın hakkı Sezar'a. Ziyaret ettiğimiz işletme bizden beş kat daha büyük oturma yerine sahip ve daha profesyonel. Daha uğrak bir yer olması itibarıyla ekibi daha kalabalık. Bizim bu ziyaretimiz hem gözümüzü hem midemizi şenlendirirken bize yeni ufuklar kazandırdı. En önemlisi masanın bu tarafının keyfini yaşattı.  

8 Mayıs 2016 Pazar

DÖNÜŞ

07/05/2016 Cumartesi, Salzburg-Viyana-İstanbul

Her güzelliğin başı olduğu gibi bir de sonu var. Yeni yerler görüp eğlendiğimiz, yeni şeyler öğrendiğimiz, kafamızı dinlendirdiğimiz bir gezinin sonuna gelmiş bulunuyoruz. Otelde eşyalarımızı toplarken burukluk çöküyor üzerime. Bu şehirden ayrılmak sevilen bir tatlının ağızda eriyen son parçasını yutmak gibi bir his uyandırıyor içimde...

Tarihi, doğal güzellikleri, kültürü ile bir hafta boyunca yaşadığımız en güzel anları yerleştiriyoruz hafızamızın en mutena köşelerine. Bu zevk sarhoşluğu içinde beni kendime getiren otelden ayrılırken yaşadığımız Salzburg-Viyana biletlerini arama telaşıydı. Muhafaza edilmesi gereken önemli belgeleri daima ulaşılması güç yerlere koyar, lazım olduğu vakit bulmakta güçlük çekeriz. Eğer bir de zamana karşı yarışıyorsak, panik kaçınılmaz olur. Treni kaçırırsak, uçak da kaçacak... Acaba yeni bilet bulabilecek miyiz? Tam umutların tükendiği andı eşimin çantamdan çıkan biletleri gösterdiği an... Nasıl olduysa her şart altında sükunetini muhafaza etme becerisini gösteren ben bile fena halde paniklemiş iken her daim panik halindeki eşim son derece sakin bir şekilde davranmış ve sonuca ulaşmıştı.

Bu badireyi kazasız belasız atlattıktan sonra tren yolculuğumuz başladı. Gelirken ÖBB'nin  ücretsiz internet erişimi sağlayan Railjet treni ile ekspres kalitesinde bir yolculuk yapmış iken dönüşte aynı şirketin IC (InterCity) treni ile seyahatte internet bağlantısı yoktu ve yolumuz üstündeki birçok yerde iki dakikalık duruşlar oldu. Diğer taraftan koltuklar rahat pencereler daha ferahtı. Elimizde kitaplarımız olduğu halde yemyeşil doğa manzaralarını seyredebilmek için okumayı bıraktık. Yol boyunca akarsular, göller, köy ve ormanlar birbiri ardına gözümüzün önünde sıralandılar. Üç saat süren bu yolculukla ilgili rahatsızlık veren tek şey, her istasyona yaklaşma esnasında kötü sesli bir kadın tarafından yapılan bilgi amaçlı anonslardı. 

Biletimiz Viyana şehir garına kadar geçerli olduğundan kondüktöre fark ödeyip havalimanına kadar aktarmasız gittik. Viyana Havalimanı oldukça geniş bir alana yayıldığı için yoğunluk yaşanmıyor. Online check-in yaptırdığım için sıraya girmeden valizimizi verip bir kafede karnımızı doyurduk. 

Uçağımız zamanında kalktı. Anadolu Üniversitesi konservatuvar öğrencilerinden seksen kişilik bir grup dışında yolcuların çoğu işçi aileleri ve öğrencilerden oluşuyor. Oldukça az sayıda yabancı var uçakta. Benim solumda oturan orta yaşı geçmiş kadın, küçük dünyaları ben yarattım edasıyla çevresini süzüyor. Öğrencilerden birine laf atıp sohbet başlatması sayesinde kendi hayatını anlatma imkanı buluyor. Sohbeti kısa kesmemek için gençlerin ilgi alanından dem vuruyor önce. "Geçen geldiğimde Fazıl Say'ı dinlemiştim." Çocuklar "Ya öylemi? nerede?" falan diye ilgi gösterir gibi olunca, "Benim damadım Avusturyalı, eşimin kız kardeşi de  doktor otuz beş yıldır Viyana'da oturuyor. Ben yılda üç beş sefer mutlaka gelirim konser dinlemeye buraya..."

Teyzemi bırakıp kitabımı okumaya başlıyorum. Franz Kafka'nın "Dönüşüm" üne başlamıştım. Yolculuk esnasında uyumaz, okuyabilirsem bitecek gibi görünüyor. Kitabın kahramanı Gregor, bir sabah uyandığında hamam böceğine dönüşüyor. Gregor'un bu dönüşümden sonra yaşadıklarını ilgiyle okusam da arada uykuya yenik düşüyor ve gözlerim kapanıyor. Kısa bir süre geçtikten sonra yanımdaki kadına bakıyor onu Gregor olarak hayal ediyorum. Bu benim uykulu halimden sıyrılmama yetiyor. Kesintiler halindeki uyku ve okuma seanslarından sonra uçağın anonsu duyuluyor. "Sayın yolcularımız İstanbul Sabiha Gökçen Uluslararası Havalimanı için alçalmaya başlıyoruz..." Birkaç sayfa kalmış geriye. Onu da İzmir uçağında okurum nasıl olsa.

Uçağın tekerlekleri piste değer değmez bir alkış kopuyor. İşçi ailelerinin geliştirdiği eşi benzeri olmayan bir kültür bu. Kanlarına işlemiş, nesiller boyunca. Dillerini unutsalar bile yere konduklarında alkışlamayı asla unutmayacaklar. 

İstanbul'a indikten sonra pasaport kontrolünden geçiyoruz. İzmir uçağımız önce yirmi dakika rötar yapıyor. Sonra otuz dakika pistte sıramızı bekliyoruz. İzmir'e vardığımızda saat 02.00 yi geçiyor. Kızım karşılıyor bizi. Tatlı bir yorgunluk içinde evin yolunu tutuyoruz.        

7 Mayıs 2016 Cumartesi

SALZBURG: AŞK KADAR TATLI, ÖPÜCÜK KADAR YUMUŞAK

06/05/2016 Cuma, Salzburg


Bugün şehri rahat bir şekilde gezebilecek kadar zamanımız olduğunu düşünüyorum. Hava o kadar güzel ki anlatamam. Güneş şehri pırıl pırıl aydınlatıyor. Bugün ideal bir hava sıcaklığı var, ne üşütüyor ne de terletiyor. Kahvaltıdan sonra biraz şehre karışalım deyip nehir kıyısından iç taraftaki sokaklara sapıyoruz. Türkler burayı da abluka altına almış. Tesettür giyiminden, altın ziynet eşyası satan kuyumcularına, döner kebapçılarından bildiğimiz kahvehanelere kadar ne ararsanız var. Yolda yürürken yanından Türkçe konuşan birine rastlamazsanız eğer sürpriz olur. Hemen hepsi kafaları kapalı işçi aileleri.

Çin malları bu memleketi bile sarmış. Hem sıradan hem de turistlere hediyelik eşya satan  yerlerde Çin malı ürünlerle karşılaşabilirsiniz. Fakat satılan eşyaların çoğu Alman menşeli. Bunu gayet doğal karşılamak lazım zira kuzeyde iki ülke arasını Salzburg'un ortasından geçen Salzach Nehri ayırıyor. Dilleri de aynı olunca neredeyse birbirlerinin içine girmişler. Almanların katı kuralları burada aynen uygulanıyor. Çok kişi İngilizce bilmesine rağmen levhalar, afişler ve duyuruların hemen hepsi sadece Almanca yazılmış. İnsan yazılanı anlamayınca kendinde eksiklik hissediyor. Yine de dillere olan aşinalığım sayesinde durumu kurtarıyorum. Adamlar işte böyle sahip çıkıyorlar dillerine...

Salzburg beni bir konuda çok şaşırttı ve insanlarını bana bu yüzden sevdirdi. Şehir sakinlerinin yapısal olarak soğuk ve ketum Almanlara benzediğini düşünüyordum. Ancak sokak ortasında önüme açtığım haritayı incelerken bir değil, iki değil tam üç kere yaşlıca teyze ve amcalar yanımıza kadar gelip "Sormak istediğiniz bir şey varsa yardımcı olayım" demeleri beni tam anlamıyla şoka uğrattı. Bu yakın ilgilerinden dolayı şehre verdiğim puanlara bir yıldız daha eklendi.


Gelelim turumuza... Dünkü genel keşif gezimizden sonra bugün detaylara gireceğiz. Önce şehir içinde tek katlı bir AVM ye giriyoruz. burası. Burada bizdeki "bir milyoncular" gibi, çamaşır ipinden el fenerine kadar ne ararsan var. Ülke geneline göre daha hesaplı olsa da fiyatlar Türkiye rayiçlerine göre yüksek. 

Mirabell bahçelerine doğru yürüyoruz. Niyetimiz önce nehrin sağ yakasını tamamlamak. Dün nehir kıyısını takip ederek otelimize dönerken arka cephesini gördüğümüz 1863-1867 tarihleri arasında yapılan Evangelist Kilisesinin bu kez önünden geçiyoruz. Sarayı dün görmüştük. Bu yüzden bahçeye girmeden parkın içinden ilerliyoruz. Burada bulunan ağaç ve çiçek türlerinden hiç görmediklerimiz var. Park çıkışında karşılaştığımız geniş alan Mozart Meydanı. Meydana bakan görkemli bina ise Hotel Bristol. Tam karşımızda iki kule ve bir kubbeden oluşan Holy Trinity Kilisesini görüyoruz. 1694-1702 yılları arasında inşa edilen kilise üçlü inanışı (teslis) yani baba, oğul ve kutsal ruhu temsil ediyor. Viyana'da olduğu gibi buradaki tarihi yapıların kapı üstlerinde latince yazılar var. Dar sokaklara açılan avlular ve meydanları kafeler işgal etmiş. Hava da güzel olunca boş masa bulmak hayli güç. Tatlısından tuzlusuna Avusturya mutfağı ağırlığını hissettiriyor ancak İtalyan lokantaları da azımsanmamalı. Burger sandviç satan fast food'çular yok değil ama çok fazla dikkat çektiklerini söylemek doğru olmaz.

Tarihi ve dar sokak aralarından dükkanlara baka baka yürüyoruz. Pasaj içlerinde hediyelik eşya satan butik dükkanlar var. Bu şehirde doğan Mozart en önemli figür. Ne tür hediyelik eşya alırsanız alın mutlaka üzerinde ünlü bestecinin ya çocukluk ya da erişkin resmini göreceksiniz. Bazı meydanlarda yerden fıskiyelerle su fışkırıyor. Fıskiyelerdeki su bazen kesiliyor, bazen azalıyor ve bu şekilde güzel bir ahenk oluşuyor. Pastane, lokanta ve dükkanların genelinde sadece Mozart'ın eserleri çalınıyor. Dükkan isimleri duvardan dışarı doğru uzatılmış ferforje demir konsollardan sarkan levhalar üzerine yazılmış.  Doğrusunu söylemek gerekirse bu da hoş bir görüntü oluşturuyor.

Salzburg'un kendine has bir tatlısı var. Salzburger Nockerl! Yumurta sarısı, un, şeker, vanilya ve sütün birlikte yoğrulduğu ince hamurdan yapılan bu tatlı fırından çıktıktan sonra üzerine pudra şekeri ilavesiyle sıcak olarak sunuluyor. Tatlının üzerindeki üç çıkıntı Salzburg'un üç tepesini, beyaz pudra şekeri ise tepelere düşen karı temsil ediyor. On yedinci yüzyıldan bu yana yapılan bu tatlının güzelliğini tarif etmek için Fred Raymond'un "Season in Salzburg" adlı operetinde geçen "aşk kadar tatlı, öpücük kadar yumuşak" sözleri kullanılıyormuş.

Önümüze restore edilmek için iskele kurulmuş bir kilise çıkıyor. Aziz Sebastian Kilisesi. 1505-1512 yılları arasında inşa edilen kilisenin arkasında bir mezarlık bulunuyor. Bahçe içinde süslü kemer ve sütunlar, mermer heykeller görülmeye değer. Birçok ünlü ile birlikte Mozart'ın babası Leopold ile onun baba tarafından akrabaları burada yatıyor. Aziz Sebastian mezarlığının içinde Salzburg Piskopos Prensi Wolf Dietrich Raitenau'nun (1559-1617) bir de anıt mezarı bulunuyor.

Linz sokağı boyunca ilerlemeye devam ediyoruz. Bu sokak son derece hareketli ve oldukça uzun. Hediyelik eşya ve mutfak ve pastacılık malzemeleri satan dükkanları geziyoruz.  

Yolun sonuna doğru sol tarafa dönen merdivenli bir sokak var. Yan duvarda çarmıha gerilmiş yara bere içindeki İsa heykelinin altında bir isim okuyoruz. "Joseph Mohr" (1792-1848) Hristiyan dünyasındaki Noel kutlamaları sırasında söylenen "Silent Night" adlı şarkının sözlerini yazan papazın adıymış bu. Doğduğu eve bu merdivenlerden çıkılıyor. Salzburg yöresinin neredeyse milli marşı olmuş ve dünyada ün kazanmış "Silent Night", alınan karar gereği Noel haftası haricinde radyoda çalınmıyormuş. Saat ikiye yaklaştı ve eşimin ayak ağrıları da yoğunlaştı. Salzach Nehrinin sağ sahilini bitiriyor ve sağ yakaya geçmek üzere meşhur kilitli köprüye doğru ilerliyoruz.

Bir an önce oturacak bir yer bulmalıyız. Karşı tarafa geçerken köprünün her iki tarafına bakıp güzel resimler çekiyoruz. Öyle güzel bir yeşil ki Salzach, bu renge bir isim koymalı. "Salzach Yeşili" ona çok yakışır mesela. 

Rathans Meydanını geçtikten sonra Getreidegasse (Tahılgeçidi) sokağında Die Teekanne (Demlik) adlı kafeye atıyoruz kendimizi. Aslında niyetimiz dondurma yemek ve biraz dinlenmek ancak sorduğumuzda dondurmanın olmadığını öğreniyoruz. Güzel pasta ve keklerin yanı sıra kahve çeşitleri bulunuyormuş. Eşim burada sachertorte denerken ben kendime melange kahve söyledim. İşin garibi burada yediği "sacher"i Viyana'da yediğimiz "original sachetorte"den daha güzel buldu eşim. Bazıları malını daha güzel boyamasını biliyor işte. Benim içtiğim kahve de hiç fena değildi yani.

Biraz dinlendikten sonra oradan çıkıp Herbert Von Karajan Meydanına doğru yürüyoruz. Meydanda ilk önce Atlı Havuz'u görüyoruz. Onun yanında Oyuncak Müzesi ve Aziz Blaise's Kilisesi var. Sokak aralarından Mönchsberg Asansörünün önüne geliyoruz. Asansörle çıkılan tepede, Seyir Terası, Modern Sanatlar Müzesi ve güzel bir kafe bulunuyor. Gidiş dönüş biletimizi alıp asansöre biniyoruz. Hızlı asansör onca yüksekliği kısa zamanda katederek bizi yukarı taşıyor. Tepeden Salzburg manzarası bir başka güzel. Şehrin buradaki manzarasına aşık olmamak mümkün değil!

Seyir platformundan sonra nehrin solundan aşağıya doğru bir orman yolu iniyor. Aralara seyir için piknik masaları ve sıralar yerleştirilmiş. Buradan iniş zevkli olurmuş ama daha görecek yerlerimiz olduğu için zaman kaybetmek doğru olmayacak. Eşim dinlenirken iki yüz metre kadar yürüyorum. Biraz daha ilerde beş yıldızlı otel ve bira içilebilecek bir kafe olduğu yazıyor tabelalarda. İlk seyir platformunda yer alan levhanın üzerinde 1669 yılında meydana gelen bir heyelandan bahsediliyor. 220 kişinin can verdiği bu felakette 13 ev ve bir kilise Salzach nehrine sürüklenmiş. O tarihten bu yana dik yamaçlar düzenli olarak dağcılar tarafından kontrol edilerek serbest kayalar kontrollü şekilde düşürülüyormuş. 

Mönchsberg Tepesinde manzara resmi çekmeye doyamıyoruz. Burada diğer bir atraksiyon ise İtalyan sanatçı Mario Merz'e ait. Ünlü matematikçi Leonardo da Pisa'nın (Fibonacci) buluşu olan bir matematik serisinden yola çıkarak yaptığı eser Merz'e 2003 yılında ödül kazandırmış. Adını "The Iglo" koyduğu bu çalışmada sanatçı 12 eğri çelik borunun üzerine flüoresan lambalar kullanmış.

Asansörle aşağı indikten sonra eski şehir merkezine doğru ilerlerken faytonlar dolaşıyor etrafımızda. Tarihi Üniversite Kütüphanesinin ve Festival Salonlarının önünden geçiyoruz. Reinhardt Meydanına geldiğimizde restore edilen Franziskaner Kilisesini geçip Dom Meydanına geliyoruz. Burada karşımıza çıkan Salzburg'un en görkemli yapıtı olan Dom Katedrali günümüze son noktayı koyuyor. Avrupanın en güzel ve en büyük katedrallerinden biri olan Dom'un güzelliğini anlatmaya kelimeler kafi gelmez. İçeride özel kıyafetler içindeki müzisyenler nefesli çalgılarla yapının müthiş akustiğinden faydalanarak gösteri yapıyorlar. 

Salzburg'ta son gördüğümüz yer Altın Küre ve Aziz Michael's Kilisesi. Altın Küre Mozart çikolatalarını temsil ediyormuş. Kürenin üzerinde ayakta bir insan figürü var. 

Mönchsberg Tepesinde beni beklerken eşim açlığına yenik düşerek bisküvi ile karnını doyurunca akşam canı yemek istemedi. Ama ben allem ettim kallem ettim dönüş yolumuzu Mozart'ın doğduğu evin önünden geçecek şekilde ayarladım. Hazır oradan geçerken hemen yanındaki Nordsee'ye girdik. Buz gibi Viyana birasının yanında bir tabak "Mussel" salatası yedim. Böyle bir sos olamaz! Bayıldım.

Bugün belki de gezinin en güzel günüydü bizim için. Güzel havanın etkisi büyüktü büyük olmasına ama yine de Salzburg her mevsimde güzel olması muhtemel bir şehir...  

6 Mayıs 2016 Cuma

SALZBURG, RÜYA GİBİ...

05/05/2016 Perşembe, Salzburg

Viyana'ya veda etme zamanı. Kahvaltımızı otelde yaptıktan sonra eşyalarımızı alıp çıkıyoruz yola. Peron numarasını kolaylıkla buluyoruz. Ne olur ne olmaz deyip boşu boşuna o kadar erken çıkmışız. Yine de tedbirli olmakta fayda var. Tren istasyona girince kendimize birer koltuk seçiyoruz. Koltuklara numara verilmiyor zaten. Kısa bir bekleyişten sonra 2,5 saat sürecek Salzburg yolculuğumuz başlıyor. Bu şirin şehre önceki gelişim yaz mevsimindeydi. "Salz" tuz, "burg" kale anlamına geliyormuş. "Tuzkale" yani. Yolculuğumuz  rahat geçiyor. Kompartımanlardaki havalandırma iyi, ses yalıtımı güzel. Yol üstünde bir kaç istasyonda mola veriliyor. Vagonlarda internet bağlantısı var. Avusturya'nın aklımızda kalacak en güzel özelliği bu. Kafe, market, tren AVM vs. yerlerin çoğunda ücretsiz internet hizmetinden faydalanmak mümkün. 

Yolun yarısını geçtikten sonra fevkalade bir doğa manzarası yolculuğumuza eşlik ediyor. Her taraf yemyeşil. Çok yüksek olmayan dağların tepelerinde karlar henüz erimemiş. Yol boyunca tipik köy yaşantısından kesitler çıkıyor karşımıza. Arada ufak sanayi tesisleri görüyoruz bazen. Her taraf tablodan kopup gelmiş gibi. Şirin bir gölün yanından geçiyoruz. Avusturya'ya geldik geleli ilk kez bilet kontrolü rast geliyor. Online aldığımız biletleri gösteriyorum. Memur kağıtların üzerine penseye benzer bir araçla tarih basıp teşekkür ediyor. Zevkli geçen yolculuk çabuk son buluyor.

Salzburg tren garında iniyoruz. Arkamdan gelenleri bekletmemek için rafa koyduğum valizi aceleyle indirirken açık bıraktığım masaya bacağımı sert bir şekilde çarpıyorum. Gar çıkışındaki şehir haritasından yönümüzü ve gideceğimiz otelin bulunduğu yeri sapıyoruz. Gezilecek yerlerin hepsi yürüme mesafesinde... Kalacağımız otel şehri ortadan ikiye bölen Salzach Nehri kıyısında. Bu da işimizi kolaylaştırıyor. 

Eşyalarımızı otele bıraktıktan sonra bize verilen turistik haritamızla birlikte nehir kıyısını takip ederek şehre doğru yürüyoruz. Salzach Nehrinin genişliği 40 metreden fazla, koyu yeşil akan bir nehir. Zaten her yer yeşil bu memlekette. Yağışlı ve kapalı geçen günlerden sonra güneş parlıyor bugün. Bu yüzden nehrin kenarları güneşlenen insanlarla dolmuş. Kimi eline birasını almış kimi de dondurmasını... 

Bir müddet ilerledikten sonra kıyıdan sola saparak şehri görmek istiyoruz. Karşımıza bir kilise çıkıyor. Bu memlekette bizdeki camiler kadar olmasa da kilise sayısı hayli fazla. Cadde boyunca biraz daha ilerleyip karşıya geçiyoruz. Tamamen hislerimize dayalı çizdiğimiz bu rota bizi Mirabell bahçelerine götürüyor. Bahçenin orta yerinde İmparatorluğun bahçeye adını veren sarayı bulunuyor. Odalar kapalı olsa da merdiven boyunca duvarlara ve tırabzanlara yerleştirilmiş bir çok heykel görüyoruz. Tırabzanlardaki heykellerin hepsi üç beş yaşlarındaki çıplak çocuk heykelleri.    

Mirabell bahçesinde pek çok değişik bitki türü yer alıyor. Alan güzel bir peyzajla  süslenmiş. Ortadaki heykellerin içinden fıskiyelerin geçtiği havuzlar var. Bahçe çok kalabalık. Buradaki insanların çoğunu da uzak doğudan gelen turistler kafileleri oluşturuyor.

Bahçeden çıktıktan sonra caddenin karşısında Mozart'ın evini işaret ediyor eşim. Benim önceden gördüğüm Mozart Evi değil bu. Yanına yaklaşınca okuduğum tabelaya ünlü bestecinin bu evde yedi yıl yaşadığı notu düşülmüş. Giriş bileti diğer Mozart Evi ile aynı, yani 10 Euro. Eşime "Eğer ben Mozart olsaydım çocuklar köşe olmuştu" diyorum. Şimdiye kadar yaşadığım ev sayısı herhalde yirmi beşi geçer! Her bir eve birer karyola ve dolap atılsa 10'ar Euro'dan al sana kafa başı 250 Euro. 

Eşimin bana sözü var. Bugün Nordsee'de yiyeceğiz yemeği. Dolayısıyla karşı yakaya geçmemiz lazım. Kullandığımız köprü meşhur kilit köprüsü. Yüzlerce, belki binlece asma kilit var üzerinde korkuluklarının. Herkes bir dilek tutmuş. Rengarenk kilitler güneşin altında parlayınca ilginç bir görüntü oluşuyor. Köprüyü geçip hediyelik eşya satan küçük dükkanların önünde ilerliyoruz. 

Sağ tarafa döndüğümüzde yine uzak doğulu misafirlerin yoğunlaştığı bir pasajda buluyoruz kendimizi. Çin mahallesi gibi bir yer. Bir de Çince ismi olan butik otel var burada. Pasaj çıkışındaki yolu görünce gözümün önünde bir şeyler canlanıyor. Hafızam beni yanıltmıyorsa bu cadde Mozart'ın doğduğu sarı evin önünden geçecek. Sokak boyu dükkanlara bakarak ilerliyoruz. Kısa bir yürüyüş sonunda Mozart'ın doğduğu eve geliyoruz. Bizim Nordsee de hemen yanı başındaymış zaten. Ben mantarlı ve kaşarlı balık fileto alıyorum, eşim ise kedi balığından şnitzel. 

Biramı bitirdikten sonra biraz dinlenmiş olarak çıkıyoruz balıkçı dükkanından. Bu bölgeye yarın yine geleceğimiz için sadece genel havayı kokluyoruz bugün. Yol genişçe bir meydana açılıyor. Burası katedrale benzer bir yapının avlusu. Şansımıza bir festivale denk geliyoruz. Müziğin ana vatanı burası zaten. Kurulan stant üzerinde özel giysiler içindeki sanatçılardan oluşan filarmoni orkestrası hareketli parçalar çalıyor. Sahnenin ön tarafına bir sürü piknik masası yerleştirilmiş. Seyyar satıcılar gelen ziyaretçilerin öğle yemeği ihtiyacını karşılıyor. Herkes elindeki biralarla neşe içinde. Burada biraz oturup müzik dinledikten sonra kalkıyoruz. Az ilerde güzel balkonu olan bir pastane görünce içeri giriyoruz. Üst kata çıkıp dondurmalarımızı söylüyoruz. Meydandaki müzik buradan gayet güzel duyuluyor.

Artık dönme zamanı. On beş dakikadan fazla yol yürüyeceğiz. Dönüş yolunda butik dükkanlara dalmadan olmuyor. Noel kutlamaları için süs eşyaları satan büyükçe bir dükkanın en önemli malzemesi yumurta. Altından ve üstünden bir delik açıp yumurtanın içini boşalttıktan sonra binbir çeşide boyayıp üzerini nakış gibi işliyorlar. 

Kilitli köprüyü geçip Salzach boyunca otele doğru ilerliyoruz. Nehre paralel araçlar, yayalar ve bisikletler için ayrılmış üç yol var. Yolun kenarında Evangelist'lere ait bir kilisenin önünden geçiyoruz. Güneş parlıyor, nehir boyu gittikçe kalabalıklaşıyor. Yarına enerji toplamamız lazım. Hava kararmadan dönüyoruz otelimize.

5 Mayıs 2016 Perşembe

SCHÖNBRUNN SARAYI

04/05/2016 Çarşamba, Viyana

Bugün hava nispeten daha serin, ara sıra yağmur atıştırıyor. Bu yüzden şemsiye ve yağmurluklarımızı aldık yanımıza. Yerler ıslak ama herhangi bir su birikintisi görülmüyor. Asfalt kaplanmış yolların kenarları bordür taşlarıyla itinalı bir şekilde birleştirilmiş. Yer altı tesisat kapakları, mazgallar, bedensel engelliler için getirilen kolaylıklar adeta kalemle çizilmiş. Ne bordür çizgisi şaşmış ne de  bordürün üzerine taşmış asfalt. Ben böyle deyince eşimin milliyetçilik duyguları kabarıp beni Avrupa'ya özenticilikle suçluyor. Sadece Avrupa'ya değil, pek çok Orta Doğu ülkesinin büyük şehirlerine de özenti duyuyorum. Evet, ben bunu yapıyorum. Mesleğim olduğu için özellikle dikkat ediyorum buna. Keşke ülkemizde de biraz alt yapıya dikkat edebilseler de gözlermiz estetik yapılara alışsa...

Sabah kahvaltı etmedik özellikle. İlk önce Demel Pastahanesinde "Apple Strudel" yerken yanında Melange kahvemizi yudumlayacağız. Bakın bu konu çok ama çok önemli. Paris'te yine o kafe senin bu kafe benim dolaşırken canı macaron isteyen eşime "sonra" deme gafletinde bulunmuş fakat o "sonra" maalesef bir türlü denk gelmemişti. O gün bu gündür ne zaman aklına düşse "Bana Paris'te macaron yedirmedin ya, alacağın olsun." der durur. Yine mezar taşıma yazmasın diye şu "Apple Strudel" konusunu öncelikle halletmem şart.

Avusturya'da Demel ve Sacher Pastahaneleri arasındaki rekabet 1963 yılına kadar devam etmiş. Başlangıcı 1799 yılına dayanan Demel Habsburg hanedanının tedarikçisi olarak saraya hizmet vermiş fakat daha sonra çok el değiştirmiş. Son olarak Do&Co firması tarafından satın alınıp kurumsal bir kimliğe  bürünmüş. Demel Pastahanesi'ni diğerlerinden ayıran özellik; imalat yapılan yerin cam arkasından rahatlıkla görülebilir olması. 

Demel'in yerini bulmakta hiç zorlanmadık. İçeri girer girmez çeşit çeşit çikolatalar, reçeller, pastalar, kurabiyeler, güzel ambalajlara yerleştirilmiş şekerlemeler başımızı döndürdü. Arka taraftaki barda ana yemekler de servis ediliyor. Ancak salonun sonundaki yer bizim aradığımız yani pasta imalatlarının yapıldığı bölüm. Eğer rezervasyonunuz yoksa hemen masaya almıyorlar. Ne gam. Sabaha kadar bekletseler razıyız. Camlı bölmenin arkasından beş altı pasta ustasının çalışmasını izliyoruz. Pastacılar kah kekleri içine krema koymak üzere yatay dilimlere ayırıyor kah renkli gıda boyaları ile süslemeler yapıyor. İçeride yoğun bir trafik var.

Burada yediğimiz "Apple Strudel" o kadar hoşumuza gitmedi. Yine de gelip denemedik demeyeceğiz. 

Schönbrunn Sarayına gitmek için metroya biniyoruz. Yeşil hat üzerinde dört ya da beş durak ilerliyoruz. Metrodan inip yukarı çıktığımızda soğuk bir rüzgar bize kendini gösteriyor. Üzerimdeki kalın montu eşime veriyorum. Ben malumunuz ezelden beri üşümem nasıl olsa. Havaya aldırmayan sadece biz değiliz. Özellikle uzak doğu, İskandinav ülkelerinden gelen çok turist var. Rehberleriyle birlikte sarayı gezecekler. Ziyaretçilerin önemli bir kısmı da öğrenci. Saray girişine ulaşmak için üç yüz metre kadar yürüdük. Bu saray hanedanın yazlık sarayı. Mevsim itibarıyla binaların ihtişamı dışında bahçede dikkat çekecek bir şey göremedik. Sarayın değişik bölümleri farklı ücretlere satılan biletlerle gezilebiliyor. Biz resim çekmenin yasak olduğu müzelerden biri olan Schönbrunn Sarayı için Imperial Tour" bileti aldık. İmparator ve ailesinin yaşantısından kesitler gördük bu bölümde. Zamanın büyük ressamlarının tabloları ile süslenmiş odalar büyük seramik sobalarla ısıtılıyormuş. Franz Josef I ile Sisi'nin yatak odalarından, Sisi'nin süslendiği tuvalet odasına kadar pek çok odayı kulaklıktan verilen bilgiler eşliğinde geziyoruz.

Bir yandan soğuyan hava diğer yandan atıştıran yağmur altında yürürken bir de eşimin ayak ağrısı nüksedince programımızı kısaltmak zorunda kaldık. Belvedere Sarayı bizim için ulaşımı son derece kolay olmasına rağmen geniş bahçelerini gezmek mümkün görülmüyordu. Onun yerine Prater denilen bölgeye gittik. Burada büyük vagonlardan oluşan tarihi bir dönme dolap, ünlülerin bal mumu heykellerinin bulunduğu Madame Tussauds Müzesini gördük. Bulunduğumuz yer Tuna Nehrine en fazla yaklaştığımız bir bölge olması itibarıyla ilginçti. Burada da Türk lokantaları, dönerciler kebapçılar bulunuyor. Aslına bakılırsa Stephanplatz Meydanına bir durak mesafedeyiz. Ring otobüslerine binip bir tur atalım diye düşünsek de sonradan vazgeçip şehir merkezine dönüyoruz. Karnımızı doyurduktan sonra da otelimize...

SACHERTORTE UND WIENER SCHNITZEL

03/05/2016 Salı, Viyana

Karl Kilisesi
Bugün Hofburg Sarayını ve Karl Kilisesini görmek istiyoruz. Bu yüzden başlangıç noktamız yine şehrin merkezi sayılan Stefan Meydanı oldu. Stephanplatz metro istasyonundan bir çok caddeye çıkış var. Graben caddesine yönelirseniz Aziz Stefan Kilisesiyle burun buruna geliyorsunuz. Bu caddenin sonundan sola dönünce Kohlmarkt caddesi sizi Hofburg Sarayına götürüyor. Farklı yerler görmek, Viyana sokaklarında kaybolmak istiyoruz. Ara sokaklardan biri bizi Evangelist Kilise ve Tiyatro Müzesinin önünden Albertina Sanat Tarihi Müzesinin önüne çıkarıyor. Müzenin arşivinde Monet'ten Picasso'ya kadar 65.000'in üzerinde orijinal, bir milyonun üzerinde baskı resim varmış.

Müzenin girişine iki kat yüksekliğindeki merdivenlerden ulaşılıyor. Basamak rıhtlarına ustaca resimler yapılmış. Yakından anlaşılmıyor ama uzaktan bakınca tabloyu yakalıyorsunuz. Yukarıya çıkınca meydana hakim geniş bir platform var. Çevrede bulunan tarihi binaların resimlerini çekiyoruz. En önemlisi şüphesiz Viyana Opera Binası. Bunun dışında kuruluş tarihi 1838 yılına kadar uzayan İtalyan sigorta şirketi RAS, ve 1828 yılında kurulan Grawe Sigorta şirketi üzerindeki yeşil kubbeleriyle dikkat çekiyor. Tam karşımızda Hotel Sacher ve onun alt katında Cafe Mozart görülüyor. Arkamızı döndüğümüzde ise Avusturya'nın efsane İmparator'u Franz Joseph'in at üstünde bir heykeli bulunuyor. 

Cafe Mozart'ın diğer köşesinde ünlü Cafe Sacher bulunuyor. Hemen girip içeri "sachertorte" ile birlikte "melange" kahvemizi sipariş ediyoruz. Yanında süt kreması ile servis edilen "sachertorte" nin niçin bu kadar ünlendiği onun ağzımızla buluştuğu ilk anda anlaşılıyor. Her bakımdan kendilerini satmayı biliyorlar ama lezzet deyince de hakkını veriyorlar. Bir aile şirketi olan Sacher pastane ve otel işletmeciliği yapıyor. İlginç tarihi 1832 tarihinde başlıyor ailenin. 1832 yılında Prens Klemens von Metternich sarayda önemli kişilere yemek daveti verecektir. Sarayın ahçıbaşı rahatsızlanınca Prens, henüz 16 yaşındaki çırağı Franz Sacher'i çağırıp ondan içinde çikolata, kayısı reçeli ve krema olan bir tatlı hazırlamasını ister. Çırak Sacher tarafından hazırlanan bu pasta bugün bütün dünyaca tanınıp Avusturya'nın sembolü haline gelir. Reçetesi aileden sadece birkaç kişi tarafından biliniyormuş ama eşime sökmedi bu tabi. Hemen olayı çözdü ve eminim yediğimizden daha güzelini yapacaktır. Yine de "Mutfaklarını bir görmek isterim." deyince bize hizmet eden bayanı çağırdım. Ancak bizim bu masum talebimizi geri çevirdi. Gizli tutuyorlar ya reçeteyi ondan olmalı bu titizlikleri!

Artık Hofburg Sarayına iyice yaklaştık. Hava kapalı ama yağmur bize bugün de müsaade edecek gibi duruyor. Köşede taştan oyulan heykeller görüyoruz. Bunlar savaşa ve faşizme karşı duruşu sembolleştiren sanat eserleri. En heybetlisinin üzeri örtülmüş, restore ediliyor. 

Hofburg Sarayının geniş bahçesinde ilerlerken karşımıza ilk çıkan Kelebek Evi. Kral Franz Josef I ve takma adı Sisi olan karısı Elisabeth'in talebi üzerine sarayın bahçesine kurulan kelebek evinde 400 canlı kelebek türü ve bu narin canlılar üzerine yaratılan sanat sergileniyor. 

İmparatorluğun kışlık sarayı olan Hofburg birçok bölümden oluşuyor. Binaların bazı kısımları müze olarak kullanılırken diğerleri Parlamento Binası, Viyana Belediyesi Sergi salonu, Avusturya Ulusal Kütüphanesi, Viyana Devlet Orkestrası gibi pek çok kuruma hizmet ediyor. İmparatorluk ikametgahı, Sisi Müzesi ve Gümüş Eşyalar Koleksiyonu sarayın müze olarak kullanılan bölümleri. Diğer bir bölüm ise İspanyol Binicilik Okulu. Yıllar boyu eğitimli atların gösterisinin sergilendiği bir alan mevcut burada.

Hofburg saray binalarının birinin üzerinde Latince bir yazı göze çarpıyor. "His Aedibus Adharet Concors Populorum Amor". İmparator tarafından söylenen bu söz "Bu binaya halkların ortak sevgisi bağlanmıştır." anlamına geliyor.

Ağaçtan yapılmış devasa kapılardan geçip Sarayın arka avlusuna çıkıyoruz. Burada at üstünde Franz Josef'in bir heykeline tanık oluyor, butik dükkanların yer aldığı pasaj içlerinden geçerken el yapımı goblen işlemeler satan yerlerde takılıyoruz. Pasajın çıkışındaki saray kapılarından bir tanesi notlarımda yer alan Swiss Gate. Eskiden  gariban bir ülke olan İsviçre'nin gençleri kudretli Avusturya İmparatorluğunda çalışmaya giderlermiş. İşte bu kapının muhafızlık görevi İsviçre'den getirilen gençlere veriliyormuş. 

Avludaki diğer bir gösterişli heykelin üzerinde Latince "Amorem meum populis meis" yani "Ben insanları seviyorum." sözü yine dönemin güçlü imparatoru Franz Joseph'e atfedilmiş. 

Bahçede çok sayıda fayton turist gezdirirken hoş bir görüntü oluşuyor. Beyaz mermerden heykel figürleri oldukça etkileyici. Binicilik Okuluna gelirken içinden geçtiğimiz bir pasajın kubbesi işlemelerle süslenmiş ve yukarıdan ışık alması için sekiz dairesel pencere açılmış. Aşağıdan bakınca estetik görünüyor. Sarayın arkasına açılan kapıdan Michaelerplatz meydanına çıkıyoruz. Bu meydanda beşinci yüzyıldan kalan eski Roma kalıntıları koruma altına alınmış. 

Biraz yürüyünce karşımıza çıkan Raiffeisen Bankasına ev sahipliği yapan binada kullanılan yeşil renkli doğal taşlara hayran oluyorum. Bu taşları yer altı metro istasyonlarında ve daha pek çok yerde gördüm. İleride St. Michael Kilisesi var. Kilise turistlere bilet karşılığı tanıtım turu düzenliyor ve org konser biletleri satıyor.

Geriye dönüp Graben sokağının başındaki Julius Meinl alışveriş merkezini geziyoruz. Her şey var ama fiyatlar çok yüksek. Örneğin mandalin 5,99 Euro, soğan 1,49 Euro. Oradan çıkıp dün hava kararmaya başlarken ancak yakalayabildiğimiz Anker Saatini görüntülüyoruz. Karnımız acıkınca FigsMüller'e doğru rotamızı belirledik. Dünyanın en güzel şnitzelini yiyeceğiz.

Rezervasyonumuz olmadığından kapıda on dakika bekletiyorlar. Yer boşalınca siparişler alınıyor. Şnitzel kadar meşhur olan patates salatsı ve Viyana gold birası söylüyoruz. Tek kelime ile harika. Böyle şnitzel hiçbir yerde yenemez! Patates salatası da öyle... Fiyatlar aynı oranı koruyor. Yani o kalitede olmasa da bir benzerini Türkiye'de üçte bir fiyata yemek mümkün.

Karl meydanına geldiğimizde tarihi tren garı karşıladı bizi. Daha sonra geniş bir bahçe içinde yer alan Karl Kilisesi. Bahçede büyük bir havuz bulunuyor ama çok temiz değil. Diğer kiliselerin çoğunda olduğu gibi burada da konser biletleri satılıyor.

Bugün hava biraz daha mutedil olduğu için çok yer dolaştık. Eşim artık tamam demeye başladı. Son olarak bir ring turu yapalım dedik. Yanlış taraftan binince bizimki ringlikten çıkıp şehrin bir ucuna Baden denilen yere kadar uzadı. Karşımızda oturan iki Türk kızına sorduk da öğrendik yanlış bindiğimizi. Birkaç durak sonra büyük bir AVM varmış. Onlarla birlikte indik ama AVM'yi gezmeden hemen karşı yöne binip otelimize geri döndük.  

Bugün son olarak şunu söyleyim. Çok Türk var burada. O kadar çoklar ki bir ara etrafımızda Avusturyalı aradık diyebiliriz. Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'nın alamadığı Viyana'yı çoktan ele geçirmiş bizimkiler. Yurt dışında olduğumuz hissini yaşatmadılar bize.

Yarın Shönbrünn Sarayında buluşmak üzere...  

4 Mayıs 2016 Çarşamba

MEYDANLAR ŞEHRİ, VİYANA

02/05/2016 Pazartesi, Viyana
Geceyi kızımın evinde geçirdikten sonra sabah erkenden çıktık yola. İstanbul-Viyana uçuşumuzun 25 dakika rötar yapmasının dışında her şey yolunda gitti. Sabiha Gökçen Havalimanında eşim çayını yudumlarken hazırladığım seyahat planını okudum ona. O da beni kendi tuttuğu notlarla tamamladı. İlk iki günümüz genel olarak birbiriyle uyumlu olsa da üçüncü günümüz taban tabana zıttı. Ben Belvedere Sarayının ardından kuzeyde Kahlenberg tepesine kadar geniş bir alanı planımıza katmış iken o, benim zamansızlık yüzünden planıma dahil edemediğim ve içimde ukde kalan Prater bölgesi ile Tuna Nehri kıyılarını düşünmüş!

Viyana uçağında yanıma aldığım Kafka'nın "Dönüşüm" ünü okuyacaktım güya. Henüz uçak pistte uçuş sırasını beklerken kapandı gözlerim. Ne kalkışını anladım uçağın ne de iki buçuk saat süren yolculuğu... İki gün boyunca uykusuzluk beni bu duruma getirdi. Oysa kitap okumak isterdim. Sırf bu yüzden her türlü yolculuğu -süresi ne kadar uzun olursa olsun- severim. Kitap okuduğum en güzel saatlerdir yolda geçen...

Pegasus Havayollarına ait uçağın "Viyana Hava Meydanına alçalıyoruz, lütfen kemerlerinizi bağlayın..." anonsu ile açtım gözlerimi. Bembeyaz bulutların doldurduğu gökyüzünü delerkek alçalmaya başladık. İlk gözüme çarpan sınır çizgileriyle birbirinden ayrılmış yemyeşil arazi... Yere biraz daha yaklaşınca köylerin yöresel mimarisini yansıtan çiftlik evleri görülür olmaya başladı.

Terminal binasına girer girmez dikkatimi çekecek kadar yakın bir mesafede pasaport kontrolü kontuarından geçiyoruz. Almanca ve İngilizce olarak yazılan çok sayıda yön levhası yolu bulmamızda yardımcı oluyor. Bagajımızı banttan alıyoruz. Daha sonra önceden internet üzerinden aldığım tren biletimiz sayesinde bilet satış yeri aramıyor, yakın mesafedeki kalkış yerine doğru yürüyoruz. Yanıma almayı unuttuğum tek şey turistik şehir haritası ve toplu taşıma planları. Ne olur ne olmaz diyerek kırtasiye malzemesi satan dükkanların birinden bir şehir rehberi alıp yürüyen merdivenleri kullanarak alt kata iniyoruz. 

Hani Avrupa ve ABD'de her şeyin düzenli olmasından dem vururlar ya, burada ilk dikkatimi çeken oluyor bu düzenlilik. Günler öncesinden trenin tam zamanında gelip 15.33'te hareket edeceğini ve varış noktasına on beş dakika sonra ulaşacağı biliniyor. Hani trafik sıkıştı, elektrikler kesildi, trafoya kedi girdi gibi belirsizlikler yok burada. İşte bu yüzden tam planladığımız gibi saniye sapmadan gerçekleşiyor otele varışımız. Yurt dışında kalan bazı adrenalin tutkunları böylesine bir düzenden sıkıldığını, ülkemizin "Her an her şey olabilir" havasını aradıklarını biliyorum. Ben buradaki gibi bir düzeni her zaman tercih edenlerdenim.

Kullandığımız tren Salzburg'a kadar gidiyor ancak biz Merkez Tren Garı'nda indik. Rahat ve sessiz bir yolculuktu. Sessiz diyorum, çünkü o bildiğimiz demir tekerleklerin ray üzerinde çıkardığı sesler neredeyse hiç duyulmuyor, bir hava yastığının üzerinde sarsıntısız bir yolculuk yapılıyor adeta.

Otelimizi yön levhalarını kullanarak bulmak çok kolay oldu. Sadece genç bir Alman kadına adres sorduk. O da bize canı gönülden yardımcı oldu.

Otele eşyalarımızı bırakıp günü kazanmak istiyorduk. Öyle de yaptık. Otelden aldığımız şehir planını kaptığımız gibi düştük yine yollara ayağımızın tozuyla. Metro istasyonuna tren garının içinden geçip ulaşılıyor. Aradığımız istasyon umduğumdan daha yakın bir yerdeymiş. İlk olarak meydanla aynı adı taşıyan durakta indiğimizde karşımıza çıkan Aziz Stefan Katedrali  (Stephansdom) ile başladı Viyana maceramız.

Tek kelimeyle muhteşem! Katedralin büyüklüğüne gözümüzü alıştırmaya çalışıyoruz. O taşlar ne sabırla oyulmuş, o yüksekliklere nasıl yerleştirilmiş onca taştan heykel. Tarihi on ikinci yüzyıla kadar uzayan katedral pek çok defa yıkılmış, yeniden yapılmış ve elden geçmiş. Kiliseden içeri girip ağzımız açık yukarılara bakıyoruz. Bütün oymalar, kabartmalar saygı ve hayranlık duygusu uyandırıyor üzerimde. Sol taraftan ön tarafa doğru ilerliyoruz. Bir yandan içerideki sıralara oturmaya başlıyorlar. Pek çok yerde fotoğraf çekmek yasak ama burada sadece mum yakılan bölümde resim alınmıyor. Bu bölümün yan tarafında vişne çürüğü renginde bir kürsü ve onun üzerinde bir defter var. Üzerindeki notu okuyorum. " Tanrıdan ne dileğiniz varsa kağıda yazıp aşağıdaki kutuya atabilirsiniz. Dileğinizin gerçekleşmesi için ilk ayinde sizin için Tanrı'ya dua edilecektir." Katedralin rutin bakımına yıllık 120.000 Euro harcanıyormuş. Bu para bir yerlerden gelecek tabii. Tanrı'dan ricacı olmanın bedelinin kaç Euro olduğunu sormadım.

Duvarlarda İsa, Meryem ve Azizlerin heykelleri haçlarla süslenmiş. Her heykel ve tablonun ayrı bir konusu var. Bugün şanslı günümüzdeyiz. İşimizi bitirip geri dönerken bariyerleri koymaya başlıyorlar. Az sonra ayin başlayacak. Ayin yapılırken ziyaretçi girişi kısıtlanıyormuş. 

Katedralin yan tarafındaki "Adlerturn" Kartal Kulesinin (Eagle Tower) önünden geçiyoruz. Şehirde çoğu heykel ya da havuzla süslenen irili ufaklı, meşhur olan olmayan çok sayıda meydan var. Her meydan adının yanına Almanca "meydan" anlamına gelen "platz" kelimesi ekleniyor. Stephanplatz eski şehrin tam göbeğinde oldukça geniş bir meydan. Az ötede sekiz on tane kadar fayton şehir turu yaptırmak üzere turist müşterilerini bekliyor. Atlar ve arabacılar temiz ve bakımlı. Sürücülerin hepsi fötr ya da melon şapka takıp siyah elbise giyiyorlar. Az sayıda da olsa bayan sürücülere rastladım. Onların da başlarında aynı şapkalardan olduğu için kadın oldukları zorlukla ayırt ediliyor. Bu bölgenin bir başka özelliği Mozart peruk ve kıyaetleri. Sokakta konser ve tiyatro bileti satan ne kadar insan varsa hepsi saçıyla kıyafetiyle birer Mozart olmuş. Meydanlara uyarı levhaları yazılmış. "Sahte Mozart'lara kanmayın, bilet alacaksanız resmi satış yerlerinden alın." diye.

Resmi yer deyince devlet opera binaları ve konser salonları geliyor akla. Ancak buralara gitmek ve iyi denebilecek bir yere oturmak için en azından 100 Euro'yu gözden çıkarmanız sorunu çözmüyor. Çünkü buralarda kıyafet zorunluluğu var; ya frak ya da koyu renk elbise. Kiliselerde ya da özel salonlarda verilen konserlerde ise pek kıyafete bakılmıyor. Buralarda elli-altmış Euro'ya kadar konser izlenebiliyor. Fırsatımız olursa tavsiyelere uyarak bir konser dinlemek isteriz ama ondan önce yapmaya kararlı olduğumuz üç şey var. Demel pastanesinde "applestrudel", sacher pastanesinde "sachertorte" ve Figlmüller Restaurant'ta "şnitzel" yemek.

Kah tuttuğumuz notlara göre elimizdeki şehir haritasını takip ederek kah hızımızı alamayıp karşımıza çıkan güzel yapıları ya da dükkanları takip ederek bırakıyoruz kendimizi Viyana sokaklarına. 

Dar bir pasajın girişinde genç bir sokak çalgıcısı elinde kemanıyla güzel bir eser icra ediyor. Pasajın sağında ve solunda butik dükkanlar var. Fiyatlara hem gözümüzü hem kendimizi alıştırmaya çalışıyoruz. Merak edip baktım: 2015 yılında Tokyo'dan sonra gelen dünyanın en pahalı şehriymiş Viyana. Biz sonradan yolunu bulduk. Euro yazılı etiketlere bakınca döviz kurundan TL'ye çevirmeden Türkiye'deki fiyat karşılığını tahmin edebiliyorduk. Bazen çok daha fazlasına bile şahit olduk. Örneğin merkezi yerdeki meşhur AVM'lerin birinde cherry domatesin kilosu 10 Euro yazıyordu. Oysa çoğu yerde 2 Euro'nun üzerinde bir paraya satılan 330 cc kutu kolayı burada 1,29 Euro görünce burasını en makul yerlerden birisi sanmıştık. 

Pasajdan geçince şnitzel üzerine dünyada nam yapmış Figlmüller çıkıyor karşımıza ama aksilik bu ya hiç aç değiliz! İki tane var bu lokantadan Viyana'da, ikisi de birbirine çok yakın. Biri cadde üzerinde Figlmüller Bäckerstraße - bira satışı olan - diğeri ise pasaj içindeki. Her ikisi de aynı kalitede yapıyorlarmış şnitzeli. Neyse yerini öğrenmiş olduk en azından, yolumuza devam edelim.

Bir başka meydan çıkıyor karşımıza Gutenberg. Ortada Gutenberg heykeli, onun arkasında haşmetli bir bina... Binanın üst katları Wüstenrot isimli ünlü bir finans ve emlak firmasına tahsis edilmiş iken alt kat Figsmüller ailesinin akrabalarınca Lugeck adı ile çalıştırılıyor. "Biz de o aileden geliyoruz, bizimki de en az onlarınki kadar iyi." deseler de kimse inanmıyor. Rotenturm sokağında ilerlemeye devam ediyoruz. Tam karşımızda iki kuleli yüksek bir yapı görünüyor.  Buradaki pek çok sokakta olduğu gibi kafe'ler sokaklara taşmış. Büyük tentelerin altındaki masalar her zaman dolu. Derken ünlü Anker saatinin önünde buluyoruz kendimizi. 1911-1914 yılları arasında sıra dışı Art Nouveau tarzında yapılan bu saatin çevresindeki tarihi yapılar çok zarar gördüğü halde şans eseri savaş sırasındaki bombardımandan etkilenmemiş. Bu bölge bir zamanlar büyük ticaretin yapıldığı Hoher Markt, yani büyük pazar yeri. Aynı yerde 1732 yılında mermer ve bronzdan yapılmış bir çeşme olan Vermahlungsbrunnen'i görüyoruz. Çeşmenin dört sütunundaki melekler tarafından korunan Meryem ve Azizlerin heykelleri mevcut. 

Biraz yürüyünce yolumuz bizi St. Peter's Kilisesine götürdü. Çok uzaktan iki kulesini gördüğümüz tarihi ve güzel bir yapı bu işte! Hava kararırken yağmur da başladı. Yağmur derken, gün boyu takıldım eşime. Viyana'da bulunacağımız üç gün boyunca her ne kadar hava raporları sağanak yağmur gösterirken, tanrının bir sevgili kulu olarak ben, olumsuz koşulları daima kendimden ve çevremden uzaklaştıracağımı ve bana inanmasını istedim. Gerçekten de özellikle bugün gök gürültülü sağanak yağış var denmesine rağmen yeni yeni atıştırmaya başlamıştı. Peter'in kilisesi bize iyi geldi. Hemen soktuk başımızı içeri. İçi dışından da güzel. Dışarıdan yeni gelen insanlar hemen gidip sıralara oturuyorlar. Belli ki yağmurdan kaçmak için! Sıralar yavaş yavaş dolunca bir şeyler olacağını sezdim. Sanki ayine başlayacaklar  ama bu saatte ayin olur mu hiç bilemiyorum. Girişteki masada bir görevli oturuyor. Onun yanı başındaki panoya ilişiyor gözüm. Bu kadar da ballı olamayız! Saat'e bakıyorum 19.25. Tam beş dakika sonra bir org konseri başlayacak. Programda Hendel, Bach, Schuman, Mozart, Bach, Schubert'ten eserler var. Hemen eşime söylüyor ve gidip oturuyoruz sayısı azalmış boş sıralardan birine. Tam saatinde başlıyor konser. Kilisenin muazzam akustiğinde arkamızda bulunan kilise orgu ölümsüz eserleri seslendirmeye başlıyor. Yarım saat kadar huşu içinde ruhumuzla birlikte ayaklarımızı da dinlendiriyoruz. Kilise orgu bana göre senfoni orkestralarının yerini tutmuyor tabii. Belki ilk defa dinlediğimiz için bize değişik geldi. Kötü değildi, hoşumuza da gitti ama iki saat çekilemez sanki. Birinin kalktığını görür görmez sessizce biz de peşinden dışarı sıvıştık. 

Yağmur kesilmişti. Bu bölgede göreceğimiz çok yer var daha ama yarının yükünü hafifletmek istiyoruz. Belki de Viyana'nın en meşhur caddesi Graben. Bu caddeye vardığımızda iş yerlerinin çoğu çoktan kapanmıştı. Cadde boyunca yürürken Veba anıtı çıkıyor karşımıza. Alaca karanlıkta bir başka güzel göründü gözüme. Sağlı sollu ünlü mağazalar arasında dönüş yolculuğumuz başlıyor. Türkler ve onlara ait iş yerleri var bu cadde üzerinde. İkinci katta kocaman harflerle "Topkapı" adını okuyorum uzaktan. Kuaförmüş. 

Öğlen bir ara fırsatını bulup yediğimiz dondurma ile duruyoruz. Belki de açık kalan son mekanlardan biri olan Nordsee'ye attık kapağı. Ben seviyorum fast food tarzı çalışan bu balık lokantasını. Bir de merak edip cam fanusun içindeki suya bir tutam nane koyup limon sıktıktan sonra bardağını 8 TL'ye sattıkları tatsız tutsuz içkiyi almasaydım yanına daha da güzel olacaktı. Almanca bilmiş olsaydım hiç denemeye kalkmazdım. "Güzel bir şeydir herhalde" deyip kimseye sormak da gelmedi aklıma.

Otele döndük. Yorgun düştüğümden aynı günün akşamına yazamadım. Çok sayıda resim çekim ancak geçen sefer olduğu gibi memlekete döndükten sonra yayınlayacağım onları. Yarın kaldığımız yerden devam... 

2 Mayıs 2016 Pazartesi

URLA ENGİNAR FESTİVALİ

01/05/2016 Pazar, İzmir

Gider ayak güzel bir gün geçirdik. Sabah yataktan çıkamıyorum diye eşim söylenmeye başlamıştı. Bütün derdi  yorgun argın nöbet çıkışı Gaziemir'de bizi karşılayacak olan kızımızı bekletmemesi idi. Ben ise geç vakit yattığım için en az bir saat daha uyumak istiyordum. Hem ne vardı ki bu kadar aceleye getirilecek? Gerekirse otobüs veya metro gider, bir şekilde başımızın çaresine bakabilirdik. "Aç söyle o zaman kızına."

Gece elektrikler kesildiği için belge ve aldığım notları yazıcıdan çıkartamadım. Bir saat gecikerek çıkabildik evden. Geçen sefer sol kapısını boya altına kadar çizdikleri aklıma gelince arabayı burada kapalı garaja koymak varken İzmir'e götürmenin ne alemi vardı. Bir saat otobüs yolculuğu bize ne kaybettirirdi ki?

Çoktandır Urla Enginar Festivaline gitmeyi koymuşlar kafalarına meğer. Bugün festivalin son günü olması ve pazar gününe denk düşmesi insanların akın akın Urla'ya gelmelerini sağlamış. Caddelerde trafik çok ağır ilerliyordu. Çeşmealtı tarafına arabayı bırakıp dolmuşla geldik kutlamaların yapıldığı panayır yerine.


Sanat Sokağı adını verdikleri uzun bir sokak ve bu sokağın her iki yanına açılan tezgahlarda yöresel yiyecekler ile ve el sanatları sergileniyor. Urla'da bugün yer gök enginar ve onun ikiz kardeşi bakla. Giritli ve Egelilerin olmazsa olmazları bunlar. Çeşmealtı pazarında bütün tezgahlar tıklım tıklım dolu. Enginarın tanesi 1,00 TL'ye, içli baklanın kilosu 2,00 TL'ye, diğer bir lezzet olan şevketi bostanın kilosu ise 10 TL'ye düşmüş. Enginarın tatlısından tuzlusuna kadar her türlüsü yapılmış. Bana en ilginç gelenler enginar tatlısı - herkesin dilinde olan bu tatlı yok satmış, enginarlı baklava, enginar reçeli, enginar çorbası, enginarlı boyoz. Son ikisini denedik, epey hoşumuza gitti. 

El sanatlarında yaratıcılık ön planda. Sergilenen eserlerde incik boncuk işleri, tekstil ürünleri, bez baskıların yanı sıra zeytin ağacı ve deniz taşları ana malzeme olarak bolca kullanılmış. İleriden hoş bir müzik sesi yükseliyor. "Grup Son Dakika" adını okuyorum yaklaşınca. Sağ tarafta küçük bir tezgahın üzerinde kapağı açılmış bir diz üstü ve az sayıda broşür var. Arkada düzgün giyimli orta yaşlı bir adam. Anlamaya çalışan bakışlarımdan sonra yarım kartvizitten daha dar bir kart uzatıyor. Kartı alıp bir taraftan üzerindeki yazıları okurken diğer taraftan yürümeye çalışıyorum.  Kartın arka yüzünde merak uyandıran bir slogan: "Yukarı Bak! Bunlar bizi zehirliyor!!" Ön yüzde Türkiye Chemtrails Mücadele Grubu - Bülent Özgüvenç.



Bu ismi duyunca eşim Ertuğrul Özkök'ün bu konuda bir şeyler yazdığını ve söz konusu kişinin hafiften tırlattığını ima ettiğini söyledi. Özkök'ün hem festivalle hem de Bülent Özgüvenç adındaki bu garip adamla ilgili yazısını internette buldum. Allah selamet versin gerçekten de adamı tutmasalar dünyayı kurtaracakmış!

Sokağın bittiği yer çok sayıda kahve ve lokantaların yer aldığı bir meydana açılıyor. Meşhur "Beğendik Abi" de bu bölgede. Dedim ya, bütün lokantalar ve sokak satıcıları festivale adını veren enginar dışında bir şey düşünmemişler. Enginar çorbasının tadına bu meydandaki şirin bir lokantada baktık. Oturduğumuz masanın karşısında enginarlı boyoz satıyor bir fırın, dumanı üzerinde. Sade boyoz 1,25 TL, içine enginar girince 2,00 TL olmuş. Hem boyoz hem de enginar İzmir'in simgesi olmuş ama bir İzmirli olarak bu kadar taze ve sıcaklığını yitirmemiş boyozu ilk kez yedim desem yalan olmaz. Sefarad Yahudilerinin İzmir kültürüne miras bıraktığı boyoz özellikle soğuyunca sertleşir, zor çiğnenir. Ancak bu kez eşim bile beğendi, sanki milföy hamuru ile yapılmış gibi hem çıtır hem de yumuşak. 

Kızım rahat resim çekmek için çantasını tutmamı rica ediyor. İçinden broşüre benzer bir kağıdın düştüğünü fark etmiyorum. Etrafımda bir uğuldama sesi beliriyor, sanki düşen önemsiz bir kağıt değil de çantayı boşaltmışım yere... Tam o sırada biri omuzuma dokunuyor arkamdan, elindeki düşürdüğüm kağıdı uzatıyor bana. Teşekkür ederim diyorum ama yanımdan ayrılmak niyetinde değil!
Ayağında açık renk  pantolon ve üzerinde beyaz bir ceket taşıyan orta yaşlı kadın ilgiyle peş peşe sorular soruyor. "Festivalimizi beğendiniz mi? Nereden geliyorsunuz?"
"Kim bu kadın?" diyorum içimden, bu kadar ilgili. Festival Düzenleme Komitesinin bir üyesi olmalı... Çok fazla önemsemiyorum sorularını...
"Güzel, yani... Biz de buralıyız sayılır..." diyorum. Hani röportaj yapacaksan, git İstanbullu bul, Ankaralı bu, vaktimi alma kabilinden... Gel gelelim kadın meraklı, devam ediyor sormaya...
"Buralı mısınız? A, çok güzel, neresinden?"
Kadın kararlı öğrenecek nereli olduğumuzu, işin peşini bırakmamaya ant içmiş bir kere. Kıvırtmak zorunda kalıyorum bu durumda.
" Yani buralı dediysem, İzmirliyiz, Tire'den geliyoruz."
"Harika" Tekrarlıyor bir kez daha. "Peki, sevdiniz mi festivalimizi?"
"Tabi, tabi her şey çok güzel" diyorum ama gözlerim kadına "Sen de kimsin?" der gibi bakıyor. Bunu farkeden kadın elini uzatıyor bu sefer.
"Ben, Belediye Başkanıyım, Urla'nın" deyiveriyor. Arkasında sıraya dizilmiş kalabalığı ondan sonra fark edebiliyorum. Az önce yılgın cevaplar vermeye çalışan ben, tanımadığım için özür diliyor birden hareketleniyorum.
"Festival şahane, emeklerinize sağlık, her şey süper" diyerek yalakalık yapmaya başlıyorum. Aslında yalakalık da denmez pek. Genel olarak Urla'ya güzel bir hava katmış ve tanıtımına büyük katkı sunmuş.

Aynı güzergahtan dönerken "Grup Son Dakika" Onuncu Yıl Marşını çalıyor. Kalabalık var güçleriyle seslendiriyor başta belediye başkanı Sibel Uyar hanım olmak üzere hep bir ağızdan. Bayrağı olan sallıyor, olmayan elleriyle tempo tutuyor. Bu marş hep duygulandırır beni. Biz de katılıyoruz marşı söylemeye. Kelimeler düğümleniyor boğazımda, sözlerin anlamını düşününce... "On yılda on beş milyon genç, yarattık her yaştan..." Sokak bayraklarla süslenmiş. Adı "Enginar Festivali". Burada bağnazlık yok, çağdaşlık var. Burada kadın ezilmiyor, başı dik gururla. Festival sokağında satıcılarının önemli bir kısmı şehirli. Ancak para kazanmak değil amaçları. "Buradan elde edilecek kazanç sokak hayvanlarını beslemekte kullanılacak" yazılı pankartlar açmışlar tezgah üstlerine. Sokak öylesine kalabalık ki, insanlar zorlukla yürüyebiliyorlar. Burada taciz, tecavüz, sapıklık yok. Herkes birbirine dostça gülümsüyor. Bir an tereddüt edip duraklasanız, mutlaka çevreden birileri yolunu değiştirip gelir yanınıza. "Bir şey mi soracaktınız?" diye. 

Burası Urla, burası İzmir. Hani şu gavur olan. Bugün bir post paylaşmış dostumun biri, face'ten. Peygamberler şehri Urfa Türkiye'de % 60 oranında en fazla kaçak elektriğin kullanıldığı şehirmiş. En düşük oran ise % 6 ile gavur olan İzmir'inmiş. O % 6'lık oran da şehrimize sızmış din tacirlerinin olmalı... Gurur duydum bugün yine, memleketimle ... 

Günümüz dolu dolu geçti. Yazacak çok şey var daha ama yazacak zaman o kadar çok değil...