Dün gün içinde gelen iki gençle iyi vakit geçiriyoruz. Biri Almanya'da yaşıyor, arkadaşı aslen Bayındırlı ama İzmir'de oturuyor. Gezmeye gelmişler Tire'yi. Yolları nasıl onları Taş Ev'e getirdi bilmem ama buradan çok büyük keyif aldıkları her hallerinden belli. Her baktıkları yer bir fotoğraf karesi... Bol bol fotoğraf çekiyorlar, kurumakta olan domates ve biberleri, Taş Evin her bir köşesini, çalışanların kabak çiçeği dolması sarışlarını... Bir anda mutfakta beliriyorlar. Eşim her zaman olduğu gibi telaşlanıyor. Mutfakta tezgah üzerinde hiçbir şey olmamalı. Fotoğraf karesine girebilecek çöp kovası bile tedirgin ediyor onu. Oysa çalışan bir mutfağın görüntüsünü almak istedikleri. Salonda oturuyorlar, manzara fotoğrafları çekiyorlar, sipariş edip keyifle yedikleri mezelerin, keşkeğin fotoğrafını çekip paylaşıyorlar. Fotoğraf çekmeleri yetmiyor video kaydı yapıyorlar. Türkiye özlemi içinde kor bir alev gibi yanıyor Almanya'da yaşayanın. Kuru kırmızı biber almak istiyorlar. İhtiyacımız olanı kurutabiliyoruz oysa. Çektikleri sayısız fotoğraf ve videoyu sosyal medyada paylaşıyorlar, altına "Harika bir yer burası." kaydını düşüyorlar. Kara kızların yumurtaları, organik ve katkısız reçel kavanozları sosyal medya aracılığı ile yakınlarına ulaşıyor. Şehre indikten sonra geri geliyorlar, acaba ne unuttular derken, "Reçel siparişi aldık Almanya'dan, gerisin geriye döndük geldik." Paylaştıkları fotoğrafları gören yakınları Taş Ev'e has organik reçellerimizden ısmarlamış.
OSB'den bir müdür ağırlamışız bir müddet önce. Kayınpederine anlatmış Taş Ev'i. "Tire'de yeni bir yer açılmış, Taş Ev diye. Mutlaka gidin görün." Beyefendi Ankaralı, eşi Torbalı'dan. Hayatımın yarısından fazlasını yaşadığım şehir Ankara. Bu yüzden Ankaralıları yarı hemşehrim sayarım. Bahçelievler'deki bir okulda İngilizce öğretmeniymiş. "Çocuklarla yine geleceğiz mutlaka, bayıldık buraya." diyerek ayrılıyorlar.
İlk açıldığımız günden beri bizi yalnız bırakmayan misafirlerimizden biri telefon ediyor. "Açık mısınız?" Tatil günümüzü değiştirdiğimizden bu yana bu soru çok sorulmaya başladı. Gelecek olanın önceden araması büyük incelik. Ama onun gibilere her zaman kapımız açık. "Bayan arkadaşlarımızla geleceğiz bu akşam." diyor telefonun ucundaki hanımefendi. Her zamanki yerlerine alıyoruz. En çok sevdiği Fellah köftesiyle başlıyorlar. Masayı donatıyoruz. İş arkadaşlarıymış. "Bütün kızlar toplandık." şarkısını hatırlatıyorlar bana. Sohbet koyu, hava güzel... Canları şeftali istiyor. Gidip bahçedeki ağaçtan topluyorum. Öyle kocaman değiller, hatta normal şeftaliye göre oldukça küçük kalırlar. Hormonsuz, ilaçsız. Ağızlarına götürür götürmez aldıkları tat onları çocukluklarına götürüyor. "Bu çocukken yediğimiz şeftalilerin tadında, çok hoş."
Sabah yataktan kalkarken sol bacağıma müthiş bir kramp giriyor. Hareket ettikçe dayanılmaz bir acı çekiyorum. Kalkmak istiyorum, bu kez sol baldırımda ayrı bir kramp çıkıyor ortaya. O kadar kuvvetli bir acı ki bağırmak istiyorum. Bağırsam kramptan kurtulur muyum? Düşününce bağırmanın gereksiz olduğunu düşünüyorum. Bir süre hareketsiz bekliyorum. Şöyle hafifçe hareket edip yokluyorum. Yok, geçecek gibi değil, ayaklarımı oynattıkça daha şiddetli bir acıyla kıvranıyorum. Geç kalacağım, zor bela yüzü koyun yatar pozisyona geliyorum. Ağrı şiddetini azaltıyor. Usulca, yoklayarak yataktan kalkıyorum. Elemanları toplayıp yeni bir güne açıyoruz pencereyi.
Bugün 9 Eylül, İzmir'in kurtuluşu. Bütün yurtta coşkuyla kutlanıyor. O Atatürk posterlerinin, Türk bayraklarının altında olmak isterdim, unutturmaya çalıştıkları kurtarıcımıza sahip çıkmak adına. Müfredattan Atatürk'ü anlatan ne varsa çıkarmışlar. İlköğretime başlayan yeni nesil Atatürk'ü bilmeyecek. Onun bir ideali vardı, çağdaş, laik bir yönetim, modern, eğitimli bir toplum, kadın erkek eşitliği. Kıymeti bilinmedi.
İkiçeşmelik Caddesine koşardık çocukken resmi geçidi izlemek için. Efsane belediye başkanı Osman Kibar, nam-ı diğer Asfalt Osman, üstü açık bir araba içinde ayakta dikilir, halkı selamlardı. Süvariler geçerdi önümüzden. Bazen yürüyüş tıkanır, atlar nefes alırdı. Çok mu sıcak olurdu o günler? Atın üzerinden inen asker tören kılıcının keskin olmayan tarafı ile alımlı doru atının kalçasını sıyırır, yerlere şakır şakır hayvanın teri boşalırdı. Bakıldığında hiç belli olmayan bu sıvı atın tüyleri arasında nasıl kendine yer buluyor çözemezdim. Süvarilerin arkasından özel olarak süslenmiş, firmaların reklamını yapan kamyon ve kamyonetler, bazen traktörler bir karnaval havasında geçiş merasimine katılırdı. Araçların üzerindeki yöresel giysiler giymiş genç kızlar kalabalığın içine imal ettikleri ürünlerden oluşan küçük eşantiyonlar savururdu. Bazen bir şeker, bazen bu özel gün için paketlenmiş kuru incir, küçük ambalajlar içinde toz deterjan ya da tanıtım broşürleri... Çoluk çocuk küçük bir çikolata, ya da bisküvi kaparım ümidiyle araçların etrafında koşturup dururduk. Ve nihayet bu özel gün için hazırlanmış okul grupları, ellerinde trampetlerle günümüze neşe katarlardı. Çok gösterişli olmasa da bize yeterdi bayram havasındaki bu eğlence. Bayram günleri bile sönük kalırdı yanında. Akşam olmadan dönerdik evlerimize. Şimdi müzelerde yerini bulan eski model radyomuzda 19.00 ajansını dinlerdik. "İzmir'in kurtuluşu bütün yurtta coşkuyla kutlandı." Ne şehit haberi duyardık radyodan o zamanlar, ne kadın cinayeti. Fetö'ye kol kanat gerilmezdi o zamanlar.
Öğleden sonra hanımlar acı biberleri iplere diziyorlar. Bu işe alışık oldukları belli. Kilolarca biberi bir çırpıda hallediyorlar. Verandaya açılan demir parmaklıklı kapı geçen sene olduğu gibi bu sene de kırmızı gerdanlıklarla süslenince Taş Evin havası daha bir güzelleşiyor.
Akşamın erken misafirleri yakında evlenecek bir çift. Delikanlı benim gençliğim gibi. Mantar sevmez, dereotu, sarımsak yemez. Onu yemez, bunu yemez. Onca meze arasından yiyebileceği üç meze çıkıyor zorlukla. Kızın çekeceği var diyeceğim ama "Evlenince sen de alışırsın her şeyi yemeye." diyorum.
Selçuk'ta bir açılış töreni. Başbakan yapıyor açılışı. Belediye Başkanı ilk konuşmayı yaptıktan sonra nezaketle verecek sözü başbakana. İzmir Büyük Şehir Belediyesinin büyük emek verdiği proje hükumet tarafından siyasi ranta çevriliyor. Yalakalar yuhalıyor, hakaret ediyorlar başkana. Başkan sitem ederek konuşmasını tamamlamadan kürsüden iniyor. Bulunduğu mevki üzerine bol gelen başbakan keyifli. "Şekeri var başkanın, her halde dayanamadı." diyerek dalga geçiyor. Siyaset kötü bir kurum. Yalakalık onun mayasında var. Aziz Kocaoğlu'nu tanımam. İzlediğim kadar beyefendi biri. Ama Binali Yıldırım'la ve birçok bakanla işim gereği tanıştım, görüştüm. Hepsi sıradan insanlar. Ülkenin ne değerli insanları varken onların bu makamlara gelmesinin tek nedeni var. "Yalakalık."
Yalakalık nedir? "Peki efendim." ciliktir. "Haklısınız efendim." cilik, "Tensip buyurdunuz, emredersiniz." ciliktir. Düşünmeden, akıl yürütmeden üstünün her dediğini fazlasıyla yaparlar bunlar. Üstünün isteği doğrultusunda yaptıkları yanlış bir şey olsa dahi "Ya patron, bunu yapmamızı sen istedin." demezler. Her türlü karar kendilerine aitmiş gibi bir de üstlerinden fırça yerler. Yine sineye çekerler. Yeri gelir, onları yanlış yönlendiren üstlerinden özür bile dilerler. "Efendim, siz öyle demek istememiştiniz ama biz yanlış anladık, bu yüzden beklediğimiz sonucu alamadık." Oysa içlerindeki ses bunun tamamen patronun hatası olduğunu söyler. Yıpranınca buruşuk bir kağıt mendil gibi kenara atılırlar. O etrafındaki kalabalık yoktur artık. Kendi kendine hesaplaşma dönemi başlar. Patronun sayesinde haksız edindiği mala mülke bakar, bir de itibarına. Bu mal mülk, hem benim hem de çocuklarımın itibarını kurtarır derler sonunda. Evet, malın mülkün, paranın itibar olduğu bir ülke yarattık. Ahlak, adalet, dürüstlük, sözün namus sayıldığı eski defterler kapandı. Efendilik, insan ve hayvan sevgisi yerlerde sürünüyor.