Ağaç Ev Sohbetlerinin 27. Hafta konusunu sevgili Manxcat/Kuyruksuz Kedi belirledi. Konuya ilişkin samimi fikirlerini ortaya koyan ilk yazıyı da şurada yazmış. Sorular güzel...
1) Kimsin sen? Kendini ne kadar tanıyorsun?
2) Sahi, nasıl tanırız kendimizi? Nasıl buluruz hayattan ne istediğimizi?
3) Ne kadar gerçekten "ben" olabiliriz acaba?
Ben kim miyim? Hani kavgada karşılıklı horozlanır ya iki insan. Sen kimsin? Kim oluyorsun sen? Karşısındakine üstünlük sağlamak için devam eder, haddini bil, sen benim kim olduğumu biliyor musun? Elbette Mrs. Kedi'nin böyle bir niyeti yok, eminim ki bunu aklından geçirecek son insandır. Sadece soruyu okuyunca benim aklıma ilk gelen bu oldu, ciddi konulara girmeden önce gülümsemek istedim. Şimdi biraz ciddileşip konumuza dönelim.
Kimim ben? diye beni bana sorduğumda zihnimde beliren ilk cevap, bir garip Adem oğlu oluyor. Adem'i peygamber olarak düşünmedim. Aklınız takılmasın, insanoğlu diyelim daha iyi. Kendime hakaret ettiğimi düşünmezseniz, evet, düşünebilen ve konuşabilen, hatta yazabilen bir... Şey, çok affedersiniz! evet, düşünüp konuşan hatta yazan bir hayvanım. Kulakları çınlasın hiçbir memeli, memesiz hayvanda yoktur bu özelliklerim. Bu bakımdan özellikle ayırırım kendimi bu niteliklere sahip olmayanlardan.
Diğer özelliklerimin çok fazla değeri yok. Ne eksiğim ne de tam. Kimseye zarar vermemeye çalışan fakat bunu tam olarak başaramayan, kendi halinde bir insan. Devamlı sorgulayan, körü körüne hiçbir şeye inanmayan, hiç kimsenin uydusu olmayan biri. Zaman bolluğunda zamana hasret, bilgiye susamış, öğrendikçe cahilliğinden utanan nevi şahsına münhasır bir zat işte.
Evet, ben kendimi tanıyorum deyip kestirmeden bir cevabın altında ezilmemek için yine zor olanı seçip işi biraz yokuşa süreyim. İlk soru en zor olanı. Kendimi tanıdığım taraflarım var, tanıdığımı sandığım ve hiç tanımadığım taraflarım var. Fakat bunları ne kadar diye soracak olursanız ve ben de oranlamaya kalksam cevabım daha da zorlaşır, hatta imkânsız bir hâl alır.
Kimim ben? diye beni bana sorduğumda zihnimde beliren ilk cevap, bir garip Adem oğlu oluyor. Adem'i peygamber olarak düşünmedim. Aklınız takılmasın, insanoğlu diyelim daha iyi. Kendime hakaret ettiğimi düşünmezseniz, evet, düşünebilen ve konuşabilen, hatta yazabilen bir... Şey, çok affedersiniz! evet, düşünüp konuşan hatta yazan bir hayvanım. Kulakları çınlasın hiçbir memeli, memesiz hayvanda yoktur bu özelliklerim. Bu bakımdan özellikle ayırırım kendimi bu niteliklere sahip olmayanlardan.
Diğer özelliklerimin çok fazla değeri yok. Ne eksiğim ne de tam. Kimseye zarar vermemeye çalışan fakat bunu tam olarak başaramayan, kendi halinde bir insan. Devamlı sorgulayan, körü körüne hiçbir şeye inanmayan, hiç kimsenin uydusu olmayan biri. Zaman bolluğunda zamana hasret, bilgiye susamış, öğrendikçe cahilliğinden utanan nevi şahsına münhasır bir zat işte.
Evet, ben kendimi tanıyorum deyip kestirmeden bir cevabın altında ezilmemek için yine zor olanı seçip işi biraz yokuşa süreyim. İlk soru en zor olanı. Kendimi tanıdığım taraflarım var, tanıdığımı sandığım ve hiç tanımadığım taraflarım var. Fakat bunları ne kadar diye soracak olursanız ve ben de oranlamaya kalksam cevabım daha da zorlaşır, hatta imkânsız bir hâl alır.
Kendimizi tanıdığımız konuları zikretmek kolay. Bunlar yakın çevremizdeki insanlar tarafından da bilinen hususlardır ekseriya. Somutlaştırmaya çalışalım: Türk'üm, doğruyum, çalışkanım. Fiziksel özelliklerimiz, cinsel tercihlerimiz, hoşlandığımız müzikler, sevdiğimiz yemekler vs. Geçelim;
Kendimizi tanıdığımızı sandığımız hususlar şaşırtır bizi. Bu şaşırmanın sonucu olarak üzülürüz ya da seviniriz. Öyle ki bazen canımıza mal olur verdiğimiz kararlar. Ben yaparım zannetmiştim diyecek zamanı bile bulamayabiliriz. Şöyle ki; Öğrenciliğimizde bazen sınav öncesi ne kadar hazırlanırsak hazırlanalım, kendimizi güçsüz ve yetersiz hissederiz. Hatta sınavdan sonra aynı karamsarlığımız devam eder. Fakat sonuçlar açıklanıp aldığımız notu öğrenince kulaklarımıza inanamayız. Vay be, deriz şaşırıp kendimize, ben neymişim. Oysa zihnimiz alacağını almıştır ama biz bunun farkına varamamışız. Bazen de tam tersi olur. Tamam deriz, bu iş bitti. Konuların hepsini sular seller gibi yuttum deriz. Sınavdan çıkıp sağa sola caka satarız bir de, hepsini yaptım soruların diyerek. Sonucu öğrenince yıkılırız bazen. Ne olduğunu anlayamayız. Şoka gireriz, nasıl oldu bu iş diye. Aslında öğrendiğimizi, bildiğimizi sanmışız, tanımamışız kendimizi. En vahimi de nedir biliyor musunuz? Güvenmek kendine, gereğinden fazla, gücünü bilmeden, kendini tanımadan. Örneğin dağcısınız, gücünüz, kuvvetiniz yerinde. Rahatlıkla aşabileceğinizi düşündüğünüz bir yar çıktı karşınıza. Arkadaşlarınız, yapma etme gel şuradan gidelim dese de onlara aldırmadınız. Ne ki bu, benim için çocuk oyuncağı dediniz, kaslarınıza, atletik vücudunuza ve tecrübelerinize güvendiniz. Kendinize öyle güvendiniz, işi öyle küçümsediniz ki, belki de sizi kurtaracak emniyet teçhizatınızı kullanmaya bile gerek duymadınız. Sonuç, uçurumun dibi. Oysa siz yarı kolaylıkla aşabileceğinizi düşünmüştünüz. Yanıldınız. Bir daha deneme şansınız yok. Kendinizi tanıyorsunuz sandınız, ne yazık ki tanımamışsınız.
Hayatın akışı içerisinde kendimi tanıyıp yanılmadığım ya da tanıdığımı sandığım bir çok olayla karşılaşmışımdır ben de diğer insanlar gibi. Neyse ki bu zorlu parkurda kalıcı bir hasar almadan yoluma devam ediyorum. Ya kendimi tanıyamadığım durumlar? İşte en berbatı budur. Ruhum ve aklım bedenimi terk eder. Nereye gider, bilmiyorum. Fakat boşluğu dolduran şeytan olur. Ben artık ben değilimdir. Bambaşka biri. Sinirimle beslenirim, her türlü fenalığı bekleyin o zaman benden, her türlü ahlaksızlığı da. Bir nevi cinnet hali. Düşünüyorum, kendimden bir örnek vereyim diyorum bu halime. Evet, belki başkaları da var ama tek bir örnek geliyor aklıma:
Yıllar öncesi Irak'tayız. Fırat 2 yaşlarında. Irmak ise üç ya da dört aylık henüz. Fırat geceleri ayrılmıyor yanımızdan. Odanda uyuyacaksın diyorum. "Hayıl" diyor. Yatacaksın diyorum, "hayıl" diyor. "Döverim bak!" diyorum. O hayılına devam ediyor. Korkutmak için poposuna birkaç kez vuruyorum. Değişen bir şey yok. İnatlaşma büyüyor. Ufacık çocuk, bana meydan okuyor. Sindiremiyorum içime. Resmen savaşıyoruz. Ben galip geleceğim, yeneceğim seni diyorum içimden. Elim daha sert kalkıyor, o pembiş bacakları kıpkırmızı oluyor ellerimin izinden. O hem ağlıyor hem de "hayıl" demeye devam ediyor. Öldüreceğim çocuğu, en ufak bir geri adım yok. Yok, bu çocuk değil, karşımdaki bir canavar. Teslim oluyorum sonunda. Ertesi gün sakinleşiyorum. Ne yaptım ben diye soruyorum kendime. Bu ben miyim? Otuz yıl geçti aradan en az, o gün bugündür hiçbir konuda inatlaşmıyorum artık onunla.
Nasıl mı tanırız kendimizi? Ne zaman ki yaşamın amacını idrak edeceğiz, işte o zaman tam olarak kendimizi tanıma imkanımız olur. O zaman hayat bizden ne ister biz hayattan ne bekleriz çıkar ortaya. Bunu anlayana kadar savruluruz bir taraftan bir tarafa. Kah ağlarız, kah güleriz. Kah üzülür, kah seviniriz. Anlamını bilmeden "hayat işte" der, çıkarız işin içinden.
Ne kadar gerçekten "ben" olabiliriz? Kendimizi tanıdığımız kadar "ben" olabiliriz dersem cevabım eksik kalır. İlla ki çevre ve mahalle baskısı vardır elbet gerçekten benliğimizi yaşamak için.
Hayatın akışı içerisinde kendimi tanıyıp yanılmadığım ya da tanıdığımı sandığım bir çok olayla karşılaşmışımdır ben de diğer insanlar gibi. Neyse ki bu zorlu parkurda kalıcı bir hasar almadan yoluma devam ediyorum. Ya kendimi tanıyamadığım durumlar? İşte en berbatı budur. Ruhum ve aklım bedenimi terk eder. Nereye gider, bilmiyorum. Fakat boşluğu dolduran şeytan olur. Ben artık ben değilimdir. Bambaşka biri. Sinirimle beslenirim, her türlü fenalığı bekleyin o zaman benden, her türlü ahlaksızlığı da. Bir nevi cinnet hali. Düşünüyorum, kendimden bir örnek vereyim diyorum bu halime. Evet, belki başkaları da var ama tek bir örnek geliyor aklıma:
Yıllar öncesi Irak'tayız. Fırat 2 yaşlarında. Irmak ise üç ya da dört aylık henüz. Fırat geceleri ayrılmıyor yanımızdan. Odanda uyuyacaksın diyorum. "Hayıl" diyor. Yatacaksın diyorum, "hayıl" diyor. "Döverim bak!" diyorum. O hayılına devam ediyor. Korkutmak için poposuna birkaç kez vuruyorum. Değişen bir şey yok. İnatlaşma büyüyor. Ufacık çocuk, bana meydan okuyor. Sindiremiyorum içime. Resmen savaşıyoruz. Ben galip geleceğim, yeneceğim seni diyorum içimden. Elim daha sert kalkıyor, o pembiş bacakları kıpkırmızı oluyor ellerimin izinden. O hem ağlıyor hem de "hayıl" demeye devam ediyor. Öldüreceğim çocuğu, en ufak bir geri adım yok. Yok, bu çocuk değil, karşımdaki bir canavar. Teslim oluyorum sonunda. Ertesi gün sakinleşiyorum. Ne yaptım ben diye soruyorum kendime. Bu ben miyim? Otuz yıl geçti aradan en az, o gün bugündür hiçbir konuda inatlaşmıyorum artık onunla.
Nasıl mı tanırız kendimizi? Ne zaman ki yaşamın amacını idrak edeceğiz, işte o zaman tam olarak kendimizi tanıma imkanımız olur. O zaman hayat bizden ne ister biz hayattan ne bekleriz çıkar ortaya. Bunu anlayana kadar savruluruz bir taraftan bir tarafa. Kah ağlarız, kah güleriz. Kah üzülür, kah seviniriz. Anlamını bilmeden "hayat işte" der, çıkarız işin içinden.
Ne kadar gerçekten "ben" olabiliriz? Kendimizi tanıdığımız kadar "ben" olabiliriz dersem cevabım eksik kalır. İlla ki çevre ve mahalle baskısı vardır elbet gerçekten benliğimizi yaşamak için.