KATEGORİLER

5 Şubat 2016 Cuma

05/02/2016 Cumartesi, Tire

Yağmura uyandık bu sabah. Bu kez meteoroloji yanıltmadı. Çalışma havası değil bu. Yaylaya çıkmadım bu yüzden. Hastaneye gittim eşimle. O, fizik tedavi seanslarına devam ederken ben de numune verdim. Haftaya Çarşamba yine kızımın hastanesindeyiz. Sabahına randevu almış benim için. İstersen gitme. Ne kadar bir şeyim yok desem de kurtuluş yok. İçimiz rahat etsinmiş. Etsin bakalım. İlaçlı tomografi mi ne, bir şeylere sokacakmış bu sefer. Şekerim çıkmadı ya. Ona seviniyorum. Lakin bu rahatlık bana kilo aldırıyor. Şeker hastaları uzun yaşar dememişler boşuna.

Elif Şafak'ın ikinci kitabı "Mahrem"i aldım elime bu aralar. Masal havasında yazmış. Okurken kendimi çocukmuş gibi hissediyorum. Akşam geç vakte kalırsa okumam, hemen uykum geliyor. Uykum gelmeden okuduğum tek yer var ama söylenmez burada şimdi. Kitaba dair daha fazla ayrıntıya girmek istemiyorum. Nasıl olsa bittiğinde kitap köşemde anlatacağım. Her şey bir tarafa Elif Şafak tam bir laf cambazı. Bu yönünü takdir ediyorum kadının.

Bugün küçük pazarı kuruluyor Tire'nin. Epey tartıştıktan sonra gitmemeye karar verdik. Yağmurun devam etmesi en büyük cayma nedenimiz oldu. İştahımızı Salı Pazarına sakladık artık.

Albert Genau'cular aradı. Pazar günü gelip cam vitrinin eksik kalan bir parçasını takacaklarmış. Yarın hava yine açacak sanırım. Kablo kanalına bir an önce başlasalar bari.

GÖZLERİMLE İŞİTTİĞİMİ, SİZ KULAKLARINIZLA GÖRECEKSİNİZ

Yağmurlu bir günde evde yapılacak en güzel şeylerden birisi de klasik müzik dinlemek. Eşimin bilgisayarından tanıdık bir ses, avının kokusunu almış bir kurt gibi sessizce kendine doğru çekti beni.
- "Nedir bu çaldığın?" diye sordum. 
- "Ay Işığı Sonatı, Beethoven'in", dedi. Bir yandan da kitabını okuyordu.

Kadınlar böyledir işte. Pek çok işi eş zamanlı götürebilirler. Ben ise tam aksine, yalnız bir işe yoğunlaşmalıyım. O kadar ki, onun kitap okuması bile benim dikkatimi dağıtmaya yetti. Elinden aldım kitabı. Hayret, itiraz etmedi. Ve birlikte dinledik bu şaheseri.

Ludwig Van Beethoven (1770-1827); benim şu anki yaşımda noktalamış hayat serüvenini. Sıkıntılı, çalkantılı bir hayat sürmüş bu kısa ömründe. İntihar etmeyi düşünmüş bir kez. Babasından ve sağlık problemlerinden çok çekmiş. Hatırladığım ilk klasik müzik ezgilerinden biriydi onun 9. Senfonisi, lise çağlarında. Harika bir müzik öğretmenimiz vardı. Derslerinde bize ünlü bestecilerin plaklarını dinletirdi. "Neşeye Övgü" adıyla ünlenen 9. Senfoni için uyarlanan sözleri de ilk ondan öğrenmiştik.
"Mutlu olun ey insanlar, bunu ister Tanrımız" Bu büyük eseri bestelediği sıralarda, işitme duyusunu tamamen kaybetmiş birinden bahsediyorum. Buna rağmen çevresine mutluluk dağıtan birinden. Avrupa Birliği'nin Milli Marşı seçilen eserin sahibi, büyük besteci Beethoven, "Gözlerimle işittiğimi, siz kulaklarınızla göreceksiniz" diyerek notalar üzerindeki hakimiyetini haykırıyor adeta. Orkestranın bastığı her notayı gözleriyle takip eder, sağırlığına rağmen çıkan sesleri zihninden dinlediği söylenir.  

Size asıl bahsetmek istediğim, onun işitme kaybının başladığı yıl olan 1801'de tamamladığı, 14 Numaralı Do Diyez Minör Sonat, yani nam-ı diğer Ay Işığı Sonatı. Her eserin bir doğum hikayesi vardır. Ben de bu güzel eseri ortaya çıkaran olayı merak ettim. Çok farklı rivayetler var aslında. Üç bölümden oluşan Ay Işığı Sonatında ilk bölümde romantik, ikinci bölümde dramatik, üçüncü ve son bölümünde ise neşeli bir hava seziliyor. Esere yakıştırılan öykü ne ise, onu hayal ediyorsunuz dinlerken. Dinledikçe daha derinlere dalıyorsunuz. Hikayeler üzerine yapılan değerlendirmelerden birisi benim çok hoşuma gitti: Eserin gerçek hikayesinin ne olduğu önemli değil, önemli olan hangisini ona yakıştırmış olduğunuzdur. Bana göre, Ay Işığı Sonatı, daha birçok hikayelere ilham kaynağı olacaktır. Okuduklarım arasında besteciye benim en çok yakıştırdığım hikaye şöyle;

Viyana sokaklarında bir arkadaşı ile birlikte dolaşırken üst katlardan harika bir piyano sesi gelmektedir. Beethoven sese kulak verir ve arkadaşına bunu çalan her kimse mutlaka onu görmek istediğini söyler. Müziğin geldiği evin kapısına vururlar. Az sonra bir kadın açar kapıyı. Kulağa gelen seslerin yukarıda piyano çalan kızına ait olduğunu söyleyip iki arkadaşı içeri davet eder. Beethoven genç kızı görür görmez güzelliğine çarpılır. Ne var ki, kızın gözlerinin görmediğini anlamakta gecikmez. Değişik duygulara kapılır birden. Aniden doğan romantik havaya acıma duyguları karışır birden. Onu mutlu etmek için ne yapabilirim diye düşünmeye başlar, işin içinden çıkamaz.

Genç kız, henüz 16 yaşındaki Kontes Giulietta Giucciardi'den başkası değildir. Çaldığı müziği bitirdiğinde gelen misafirleri tanımak ister. Gelen kişiler kendisine övgüler düzünce çok duygulanır. Beethoven, sonunda dayanamayıp kıza sorar.
- "Sizi mutlu edecek ne yapabilirim?
Kız başını yukarı doğru kaldırıp ellerini kavuştururken der ki,
- "Ben hiç ay ışığı görmedim. Bana onu anlatabilir misiniz?

Giulietta'ya tutkulu bir aşkla bağlanan Beethoven, piyanonun başına geçerek hemen "Ay Işığı Sonatı"nı besteler. Ne yazık ki bu büyük aşktan karşılık bulamaz besteci. Ona ithaf ettiği bu güzel eseri geri çevirir Kontes Giulietta.

Hikaye hazin bir sonla bitse de bundan şahane bir sonuç çıkıyor. Müzik aletleri arasında en sevdiğim keman olmasına rağmen, kemanla çalınan versiyonlarını fazla tutmadım. "Ay Işığı" sadece piyano için bestelenmiş, orkestra bile bozuyor sihrini. Başka hiç bir müzik aleti aynı hazzı vermiyor. Piyanoya en çok yakışan eser aynı zamanda. Bu güzel parçayı ünlü Ukraynalı piyanist Valentina Lisitsa'dan dinleyebilirsiniz. 
   

4 Şubat 2016 Perşembe

04/02/2016 Perşembe, Tire

Saat yediyi çeyrek geçe çıkıyorum evden. Çarşıdan işçileri alıp yaylaya götüreceğim. Onlarla buluşacağımız kahveye vardığımda, oturmuş çay içiyor, kendilerince kahvaltı ediyorlardı. Buyur ettiler, hemen bana da bir çay söylediler. Az sonra ayaklandık, kazma kürekler, öğlen yemeği için hazırladıkları nevaleler yerleştirildi arabanın arkasına. Çıkıyoruz yola, Kaplan'a doğru. 

Elektrikçi arıyor, gönülsüz bir havada. Hava yağmurlu görünüyor, çalışma olacak mıymış? Evet, diyorum, "Az sonra ekip bahçede olacak, ne yap yap gel de istediğin güzergahı göster bunlara." "Tamam" diyor, "İşleri dağıtır dağıtmaz geliyorum." Bekçi Ahmet'e haber verdin mi?" diye soruyor. "Evet, bizi köy meydanında bekleyecek." diyorum. Her şey yolunda görünüyor şimdilik.

Köy kahvesinin önünde Ahmet Usta biraz bekletiyor bizi. Sonra, o da bize katılıp yaylaya çıkıyoruz. Üç kişi hat başından itibaren hendeği kazmaya başlıyorlar. Kerim, Bekçi Ahmet'le birlikte ağaçların arasından aşağı doğru  yol almaya başladıktan kısa bir süre sonra gözden kayboluyorlar. Onları almak üzere arabaya binip ben de aşağı doğru inmeye başlıyorum. Yarı yolda genişçe bir yerde durup onların aşağı inişlerini takip ediyorum. Biraz izledikten sonra buluşma yerine geliyorum.

Beni görür görmez, söylenmeye başlıyor Kerim. Yok efendim, iş zormuş, ağaç kökleri varmış, ya taş çıkarsaymış, bir yığın mazeret. Bu kadarı da fazla artık. Kardeşim, sen dün bakmadın mı bu yere? Anlaşmadık mı seninle? E, nedir o zaman problem?  "Valla", diyor. "Burası yevmiyeyi kurtarmaz." Anlaştığımız fiyatın % 50 fazlasını istiyor, ya da "Yevmiye usulü çalışalım", diyor. Karslıymış bu ekip. Karslılar benim bildiğim sözünden dönmezler. Ama Kars'la ilgileri kalmamış bunların. Şaşkın durumdayım. Oysa, başkalarını şikayet ediyordu yolda bana. Yok efendim, sabah söz vermişler de gelmemişler, olur muymuş böyle şey. E, peki, ya senin yaptığına ne demeli?. Dün anlaştığını bugün boz. Yevmiyesi kurtarmıyormuş. Ne yevmiyesi anlamadım zaten. Gidip kahve köşesinde oturursan yevmiyen nasıl kurtulur acaba. Gerisin geriye yüklediler kazma küreği arabaya, bıraktım onları tekrar çarşıya.

Hazır çarşıya inmişken Ziraat Odasına uğrayıp çiftçi belgelerini aldım. Oradan Tarım İlçe Müdürlüğüne götürdüm evrakları ve kaydımı yaptırdım. Şimdi artık resmen çiftçiyim. Yani üretici oluyorum değil mi? Yaşasın.

İki haftadır balık düzenimiz aksamıştı. Güya en azından her Salı balık sofrası kuracaktık kendimize. İzmir'e gidişler ve diğer programlar Salı Pazarına çıkmalarımızı bile engelledi. Değişiklik olsun diye büyük balık aldım bu sefer Carrefour'dan  Bir de yanına kalamar. Balık güzeldi ama kalamarı soslamayı beceremedim galiba. Sert oldu. En kısa zamanda öğrenmem lazım bu işi.

Eve döner dönmez bir telefon. Yakup Usta ile yukarıda konuşmuştuk zaten. Gerekirse, dedim, birkaç adam bul ve şu kablo kanalını sen aç bana. "Taş duvar işi bittikten sonra başlayalım." demişti. Akıllarına Gani Usta geldi, Çukurköy'den. Bir soralım bakalım, demişlerdi, yapsa yapsa o yapar bu işi. Telefon eden Gani'ydi. Yaylaya gelmiş, güzergahı gezmişler, kanalın sonlanacağı noktayı soruyorlar. Bekleyin orada dedim, ben geliyorum.

Eşim de uzun zamandır görmek istiyordu yukarıyı. Yol üstünde bir arkadaşına uğrayacaktı zaten. Birlikte çıktık evden. Dağ Restoran'ın önünden orman yoluna girdik. Sesler geliyordu. Gani Usta ve oğlu çok uzaktan inmişler  yola. Tarif ettim güzergahı bir kez de onlara. Elle kazılacak kanalın bittiği noktadan başlayarak,  bir de bayır yukarı çıktılar taş eve doğru. Yukarıda buluştuk yeniden. Biraz onlar da işin zorluğundan bahsettiler ama sonuçta anlaştık. İnşallah bunlar da vazgeçmez. Şu elektrik işinde bir terslik var ama sonu hayır olsa bari. 


  

3 Şubat 2016 Çarşamba

İTİRAF EDİYORUM

Bir itirafta bulunacağım bugün sizlere. Hem de çok büyük bir itiraf. Çok düşündüm bunu sizlerle paylaşmaya karar vermeden önce. Kalan yaşamımı alt üst edecek bu kararım, biliyorum. Sevenlerimi de çok şaşırtacak. Şaşırmaları üzülmelerinden daha şiddetli olacak, bunu da biliyorum.

Kimseler inanmayacak bunu yaptığıma. "Şaka yapıyorsun" diyecekler. Ama şaka falan değil, yaptım bunu ben, hem de kendi ellerimle. Artık saklayamıyorum içimde. Vicdanım rahatsız, geceleri yıllardır uyuyamıyorum. Bıktım, usandım artık bu sırrı içimde tutmaktan.

Kimse suçlayamaz beni aslında. Ama ben kendi kendimi suçlamaya başladım artık. Gidip savcılığa teslim olacağım. Davacı olacağım kendimden. Davalı da ben. Mahkemeler kurulacak. Şahit olarak da beni gösterecekler. Kimsenin haberi yok ki bu durumdan, benden başka.

Neden yaptın bunu diyecekler bana, ne zorun vardı? Kazaen mi oldu yoksa? Hayır, diyeceğim. İsteyerek yaptım. Yani planlanmış bir hareket. Ama kusursuz bir plan. Ne iz var ne şahit. İzler silinmiş, tek şahit yine ben. Yetti artık bu kaçış. Kendimden kaçıyorum, beni ele verir diye. Ne yapacağı belli olmaz onun bilirim. Hoş etmemi ister gönlünü her daim. "Yoksa attırırım seni içeri" der, "İki dudağımın arasında sırların, biliyorsun"

Korkuyorum, korkuyorum ama korkum kodese tıkılmaktan değil. Kendimden korkuyorum. Bir kez itiraf edersem cezamı çeker, kapatırım bu defteri. Bu tehdit, bu şantaj canıma tak etti artık. Ne olacaksa olsun.

Şeytan bile benim yanımda kendime karşı. Bak bana hala "İtiraf etme bu sırrını" diyor, sana rağmen. Ama sen kazandın. Şeytana bile üstün geldin. Evet, sonunda sayende itiraf edeceğim. Annem, babam, eşim. çocuklarım şaşıracak. Vay be, diyecekler, nasıl saklamış bunca yıl, hiç birimize sezdirmeden. Ama bilmiyorlar hiçbiri neler çektiğimi.

Ne olmuş yani, idam cezası yok nasıl olsa. Yaşadığımı da yaşadım artık. Bundan sonra yaşasam ne olacak. Belki de yaşıma hürmet gösterirler içerde. Her şeyden önce artık yanımda sen olmayacaksın ya, benim yol arkadaşım, tek şahidim. Başta biraz zor olacaktır hapishane hayatı. Tuvalet yıkatmazlar umarım artık bana. Yıka derlerse de yıkarım, ne yapalım. İyi geçinmeye bakarım. Sensizliğin keyfini çıkara çıkara.

Artık istemiyorum cezamı çekince serbest kalmayı. Sonunda seninle yeniden karşılaşmayı. Kim bilir daha neler açacaksın başıma? Benim unuttuğum, senin silinmez yazılarla duvarına astığın. Bitti artık, işte şimdi burada korkmadan anlatacağım, senin bana anlatırım diye korkuttuğun her şeyi. Sana hiçbir şey bırakmayacağım geride, beni korkutacak neyin varsa anlatacağım herkese.

Ne zaman gelirler beni almaya? Fazla zaman geçirmeseler bari. Kimseyi görmek istemiyorum artık. Kendimi baştan yaratacağım ben içeri girince. Sen dışarıda ne yaparsan yap umurumda bile değil. Git, kime takılırsan takıl. Ama benden uzak dur artık.  

03/02/2016 Çarşamba, Tire

Döndük yine kürkçü dükkanına. Dün saat akşam dokuza doğru Gaziemir'de kıl payı yakaladık servisi yakalamasına ama önce yer yok dediler. Her şart kabulüm, gerekirse ayakta giderim dedim de, öyle aldılar içeri. Kızımla vedalaşıp ondan ayrılır ayrılmaz saat dokuz olmasını beklemeden hareket etti aracımız. Beklemek anlamsızdı çünkü.  

Yirmi kişilik midibüste kaç kişiydik saymadım ama aradaki koridor boşluğuna iğne atsan yere düşmez durumda. Koridor aralarına bir kaç tabure koymuşlar. İnsan kalabalığı arasında ayakta durmaya çalışıyorum. Tutunacak bir yer de yok doğru dürüst. Hemen sağımda tek kişilik koltuğa oturmuş gençten biri, elinde geniş ekran cep telefonu, ha babam mesajlaşıyor birileriyle. Arada telefonlara verdiği yüksek sesli cevaplardan şoför olduğunu anlıyorum.  

Ne kadar zaman geçti toplu taşım araçlarına binmediğim. Ön tarafa, yola doğru bakmaya çalışıyorum, boyum yüksek geliyor yolu görmek için. Biraz eğiliyorum ama bu pozisyon yoruyor beni kısa zamanda. Sol tarafımda kasanın üzerine yerleştirilen kapak koltuk görevini görüyor. Bu yapma koltuğa ana kız olduğunu tahmin ettiğim iki kişi, yönleri aracın arkasına bakacak şekilde ters oturuyorlar.

Normal yolcu koltuklarının çoğuna genç ve orta yaşlı erkekler oturmuş. Kimi yorgun, kimi sıkkın bakışlı. Koltukların arasındaki koridorda nereye iliştikleri belli olmayan kızlı erkekli bir sürü çocuk gürültü yapıyor. Koridorun arka tarafına doğru tabureye ilişmiş türbanlı bir kadın ilişiyor gözüme. Tekmili birden insan manzaraları, hepsinin ayrı dertleri, hayalleri var. Benim derdim ise bir an önce bu rahatsızlık verici seyahati tamamlayabilmek.  Koltuğuma oturup kitabımı okumaktı hayalim oysa.

Subaşı köyüne varmadan evvel aniden frene basıp sağa yanaşıyor şoför. Sendeliyorum. Ne olduğunu anlamadan otomatik kapılar açılıyor, benimle birlikte yolcuların yarısı iniyor aşağı. Servise bir genç kız biniyor bu sefer. Artık ayakta duracak yer de yok aslında. Biraz daha arka tarafa yanaşıp kıza yer açıyoruz. Kapasitesinin üzerinde yolcu alan servis şoförünün yaptığı doğru mu diye bir soru dolaşıyor kafamda. Eğer yapılan doğru değilse, ben de binemeyecektim servise, o genç kız da. Ben neyse ama bir genç kız nasıl bekler o karanlıkta, yalnız başına, hele hele sapıkların kol gezdiği ortamda! Merakla bakıyorum, gençlerden biri yer verecek mi diye. Sonra boşuna beklediğimi anlıyorum. Hiç kimsenin umurunda değil. Yer olmadığını bildiği halde bindiyse servise, ayakta seyahat etmeyi göze almış olmalı diye düşünüyorlar muhtemelen. Genç kız, "Yerini verir centilmenlerden biri, nasıl olsa" diye aklından geçirmiş midir acaba?  

Yeniçiftlik köyüne gelince midibüsten bir iki kişi iniyor. Servisin yarısı aşağı inip tekrar biniyor inene yol verebilmek için. Her durduğumuz yerden yeni binenler de oluyor. Bir delikanlı insafa gelip taburesini bana veriyor, "Siz çok yoruldunuz" diyerek. Teşekkür edip oturuyorum daracık koridorun arasındaki tabureye.

Hastanenin önünde inip eve doğru yürüyorum. Sokaklar sessiz ve karanlık. Evin kapısında karşılıyor eşim. Olan bitenleri konuşuyoruz birlikte. Saatler çabuk geçiyor ve yatıyoruz. Güzel bir uykudan sonra, gözlerimi açtığımda, güneşin ilk ışıklarının evimize dolduğunu fark ediyorum. Kahvaltıdan sonra telefon zilini duyuyorum.  Atilla Bey arıyor. Yeni işçiler bulmuş bana, kablo kanalını kazmak için, Kaplan'da. Hemen yukarı çıkmam lazım. Hem de ödeme günüm bugün.

Ustayı alıp işi tarif etmek üzere Kaplan'a doğru yola çıkıyoruz. Bahçe kapısı açık. İyi o zaman. Belli ki ustalar çalışıyor. Epey yükseldiğini görüyorum taş duvarın. Patlayan borudan sızan sular, yolu çamur yapmış. Bereket onarmış borudaki kaçağı Yakup Usta, zaman geçirmeden. Güzergahı gösterip istediğim işi tarif ediyorum Kerim Ustaya. Anlaşmamız uzun zaman almıyor. Benim adama onun çalışmaya ihtiyacı var. Yarın ekibiyle işe başlayacak, bakalım nasıl olacak? Her gün ben getirip götüreceğim ekibi. Bir hafta, on gün arasında bir sürede tamamlanacağını umuyorum.

İşçilerin haftalık ödemelerini yapıyorum. İnşaat malzemecisinin hesabını kapatıp Kerim Ustayı çarşıya bırakıyorum.

02/02/2016 Salı, İzmir

Güneşli bir bahar günü. Nöbetten çıkan kızımın eve dönünceye kadar geçirdiği süre uzayınca, onun bana eşlik edeceği doktor randevumun saati de iyiden iyiye yaklaştı. Bu yüzden dün tasarladığımız deniz kıyısında kahvaltı keyfi hayallerimiz de suya düştü. Üçkuyular metrosu çıkışında buluşup alelacele Kumrucu Şevkinin kumrusuna razı olduk sonunda. Uzun zamandır ekmek yemiyordum ama kumruya da dayanamadım doğrusu. Diş doktoru ile olan randevuma tam zamanında yetiştik.

Diş doktorum Abdullah bey, Ankara'daki aile doktorumuzun tam aksi. Şimdiye kadar böyle seri çalışan bir diş hekimi gördüğümü söyleyemem. Yirmi dakika içinde bir azı dişimi söküp iki tane implant taktı çeneme. Bu sürenin önemli kısmı zaten iğne, anestezi ve dikiş işleriyle geçti. Bir yandan işini yaparken diğer yandan sohbet ediyordu benimle. Operasyon bittikten sonra çeneme yarım saate yakın soğuk jel uyguladım. İki saat sıcak bir şey koymayacağım ağzıma ama zaten çenemdeki uyuşukluğun çözülmesinin dört beş saat alacağı söylendi. Hemen orada ilk ağrı kesiciyi aldım.



Dışarıda çok güzel bir bahar havası var. Çenemde buz torbası dayalı vaziyette Balçova Kipa'ya doğru çıktık yola. Önce arabayı oto-yıkamaya verdik. Daha sonra Starbucks'tan birer kahve aldık elimize.  Benimki espresso frappuccino, mecburen soğuk elbette. Kızım sıcak kahveyi tercih etti.



İnciraltı caddesi boyunca Çeşme Otoyolunun üzerindeki köprüyü geçtik önce. Sağımızda solumuzda ağaçlar, yerlerde ve boş alanlarda yemyeşil çimenler, otlar baharı müjdeliyordu adeta.  Yolumuz üzerindeki bir arsada beyaz bir teke dikkatimizi çekiyor, yaklaşıp seviyoruz onu.











7 Şubat, Hamsi Festivali günüymüş İnciraltı'nda. Geçen sene tesadüfen katılmıştık. Pek bir eğlenceli geçmişti. O zaman ekmek arası hamsinin ekmeğini yedirmemişlerdi, yeni ortaya çıkan şekerim yüzünden. Hatta kaderime kızıp hamsisinden bile yemediğimi hatırlıyorum, ekmek arası hamsinin.




Sahil boyunca Konak yönüne doğru, Kent Ormanı denilen ağaçlı yollar arasında, uzun bir yürüyüş yaptık ve bol bol resim çektik. Güneş tepede bütün sıcaklığıyla gülümsüyor, solumuzda masmavi bir deniz, yemyeşil bir park içinde bakımlı envaı çeşit ağaçlar, hafta arası olmasına rağmen bir yolunu bulup kendilerini bu güzel havanın içine atan insanlar, bilmem ki insan daha başka ne ister. Yolda giderken balıkçı barınağında bir sürü tekne gördük. Az ilerde üzeri naylon branda ile kapatılmış başka tekneler ve deniz kıyısına kurulmuş küçük oturma gurupları yer alıyor. Teknelerin içinde balık pişiren ve müşterinin tercihine göre ekmek arası ya da tabakta sunulan taze balıkları görünce burada takılmayı koyduk kafamıza.



Yürümeye devam ediyoruz. Şimdi deniz, hem sağımızda hem de solumuzda. Bu nasıl olur derken, kısa bir süre sonra iki bölümü birbirine bağlayan boğazı görüyoruz. Boğazda suyun derinliği olsa olsa bir metre en çok. Su oldukça temiz, suyun dibi berrak bir şekilde görülüyor. Sağ tarafta deniz kuşları, karabataklar suyun ortasında kalan ada oluşumları üzerinde güneş banyosu yapıyorlar.


Boğazı geçmemiz, yarım daire şeklinde tabanı beton kendisi çelik bir köprü sayesinde oluyor. Yürümeye devam ediyoruz. Kediler, köpekler etrafımızda rahatça dolaşıyor. Kediyi köpeğin biri sıkıştırıyor. Kedi, kamburunu çıkarıp garip sesler çıkarıyor. Hareketsiz köpeğin iki arkadaşı daha geliyor kedinin etrafına. Biz ve bizim gibi yolda yürüyenler olduğumuz yerde durup ne olacak, diye bekliyoruz. Orta yaşını biraz geçmiş teyzenin biri laf atarak,. "Kedi köpek kavgası bu olsa gerek" diyor. Gülüyoruz. Tam o esnada çevik bir hareketle yanındaki ağaca tırmanıp kendini emniyete alıyor zavallı kedi. Köpekler bir kaç havlamadan sonra ağacın tepesindeki kediye bakıyor, onu nasıl ellerinden kaçırdıklarına hayıflanıyorlar. Ağacın altında ne kadar süre bekleyeceğini bilmeden köpeklerin, arkamızı dönüp yürümeye devam ediyoruz.

Kızım, baba hadi diyor, bisiklete binelim. Belediyenin güzel bir hizmeti bu. Ama ben kırk yıldır bisiklet kullanmamışım. Bunca yıl aradan sonra kullanabilir miyim yeniden? Üstelik ayağımdan iki önemli ameliyat geçirmiş iken. Kartını okutup iki bisikleti yuvasından çıkarıyor fazla düşünmeden. Birini alıyor, sele yüksekliğini ayarlıyorum. Eğer beceremezsem yine yerine koyarız diye geçiyor aklımdan. Biraz sürmeye çalışıyorum. Yolun bu tarafı sakin. Bir iki denemeden sonra, evet, sürebiliyorum. Kızım önde, ben arkada yayan geldiğimiz yol boyunca ilerliyoruz bisikletlerimizle. Sürdükçe daha çok güveniyorum kendime, sanki eski günlerdeki gibi. Kızım olmasa asla cesaret edemezdim buna.



Bisikletleri elimize alıp sağlı sollu iki suyun birleştiği boğazın üzerinde bulunan demir köprüyü  geçiyor ve karşısında ilk molamızı veriyoruz. Biraz dinlendikten sonra balıkçıları görüyoruz karşımızda. Hemen yanaşıp, sardalyelerimizi sipariş ediyoruz. Çıtır çıtır balıklar, yanında marul salatası, soğan ve taze ekmek. Bırakıyorum artık rejimi, diyeti. Nerede bulacağım bir daha böyle güzelliği. Yine de tutuyorum kendimi bir porsiyon daha söylememek için.

Tekrar çıkıyoruz yola, altımızda bisikletlerimiz. Yol iyice kalabalıklaştı birden. Çocuklar, bebekler, çocuk arabaları, teyzeler, ablalar. Hepsinin aralarından süzülüyoruz. Kazasız her geçişimiz güven veriyor bize. Belki marifet değil bisiklet sürmek ama kızım da yeni öğrendi daha. Ben ise, kırk yıl aradan sonra...

Dönüşte, kızım "Buralarda çok güzel midye dolma yaptıklarını duydum" diye bir laf atıyor. Yani, bu kadar olur. Önümüzde beliriyor birden sözünü ettiği midyeci. Koca kazan içinde, üzerinden dumanları tüten taze midye dolmaları. Eskiden bir oturuşta seksen tane yerdim. Beşer tane indiriyoruz mideye, aklımızda kalmasın diye,

Artık bisikletleri koyacak bir istasyon arıyoruz. Yoksa gerisin geriye gideceğiz onca yolu. Gideriz gitmesine ama hava da kararmaya başlayacak neredeyse. Neyse ilerde görüyoruz istasyonu. Teker teker koyuyoruz bisikletlerimizi yuvalarına. Zaman kazanmak için, büyük bir alışveriş merkezinin servis otobüslerine biniyoruz. Bırakın zaman kazanmayı, tam aksine zaman kaybediyoruz. İnciraltı köprüsünün üzerinde bir kaza olduğundan şoför gerisin geriye dönüp yolu iyice uzatıyor.  Yürüyerek daha kısa sürede ulaşacağımız Kipa'ya varmamız yoğun trafik nedeniyle yaklaşık bir saati buluyor.

Eve gidip eşyalarımı alıyorum. Artık hava karardı. Kızım kal diyor bana, sabah erken bırakırım ben seni servise. Ben yola çıkmak istiyorum fazla geç olmadan. Gaziemir'e doğru ilerlerken çevre yolunda, Selway Outlet'e uğruyoruz, yazıcının biten kartuşlarını almak için. Bir izdiham dikkatimizi çekiyor. Nedir bu kalabalık anlamaya çalışıyoruz. Uzun bir kuyruk var önümüzde. Soruyoruz "Bu neyin kuyruğu?" diye. "Köfteci Yusuf'un" diyorlar. Ne özelliği var ki? sorup öğrenelim diyoruz. Diyorlar ki, "Köfteleri çok güzel". Akın akın geliyorlar, kuyruk uzun. Bedava dağıtsalar bu kadar büyük izdiham olmaz. Şaşırıyoruz. Bir dahaki sefere yapılacak işlerin en başına yazıyoruz ismini Köfteci Yusuf'un..  

2 Şubat 2016 Salı

DOĞDUĞUM EV


Doğduğum Ev

Bugün tesadüfen siyah beyaz bir fotoğraf geçti elime. Tam da doğduğum evin önünde çekilmiş. O kadar mutlu oldum ki anlatamam. İki çam ağacının arasında kalan evde doğmuşum, 57 yıl önce, bir bahar ayının Kadir gecesinde. Eşrefpaşa semtinin 513. sokağında. İzmir'in plakasıyla aynıydı kapımızın numarası, otuz beş.

İki odalı evimizin tam seksen metrekareydi, avlu dahil kapladığı alan. Ankara'da oturduğumuz evin sığamadığımız salonu kadardı yani. İki göz odalı evimizde iki aile otururduk mutlu ve umutlu. Dış cephede gördüğünüz o kanatlı pencere var ya, gündüz misafir salonu, gece dedem ile anneannemin yatak odası. 10 yaşımda kaybettiğimde dedemi, verdiler bana yattığı döşeği. O odanın dili olsa da konuşsa... Yazları beş kişilik bir aileyi tam bir ay konuk ederdi yer yataklarında.

Arka tarafta bir oda daha vardı avluya bakan. Annemle babamın odasıydı orası. Dört çocuk nereye sığardık hiç hatırlamıyorum. Hiçbir formüle sığmıyor çünkü. Kapının karşısında dar bir holümüz vardı ta bahçe kapısına kadar uzanan. Hayat derdik adına, girişinde ve çıkışında, ayakkabıları giyip çıkarttığımız, eski Rum karolarıyla döşenmiş birer taşlık. Duvar boyunca yerleştirilmiş tahta bir divan, divanın altında içinde sabunların saklandığı sürme kapaklı ahşap bir kasa. Kışın, divanın ucunda kurulan sobanın üzerinde kızartılan mis kokulu ekmekler, kestaneler...

Mobilya mı dediniz? Olmaz mı? Anneme ve anneanneme ait birer Sınger dikiş makinesi. Yüz yaşında hakkın rahmetine kavuşan ve benim üzerimde çok hakkı bulunan Giritli anneannem. Pedalını ayağıyla bir aşağı bir yukarı hareket ettirirken dikiş makinesinin çıkarttığı sesler. Üzerine monte edilmiş orijinal lambanın ışığı altında, kasnağa geçirilmiş beyaz kumaşlardan çeşit çeşit, desen desen ortaya çıkan masa örtüleri, yatak örtüleri. Gecelerin birinde, benim yüzümden, eline dikiş makinesi iğnesinin batması anneannemin. 

Hiçbir yavrusunu birbirinden ayırmayan kuşlar gibi, yer sofrasında dört çocuğunu "Anikse bukasu" ve benzeri Giritçe sözlerle beslemesi annemin.  (Anikse Bukasu = Aç ağzımı)

Elinde bir kese kağıdı meyve, birden sokak başında görünmesiyle hayalet görmüş gibi eve kaçıp saklandığımız babamız.

Kapı önü oturmalarımız, sokak satıcılarımız, mahalle arkadaşlarımız, kapı önü oyunlarımız...

Türkçe öğrenmeye ömrü yetmeyen Giritli komşularımız. Az buçuk Türkçesiyle şiveli ve eğlenceli cümleler kuran Giritli komşularımız. 

Yan komşunun evini müteahhide kat karşılığı verdikten sonra yıkılan ara duvarımız. Yenilenir hiç olmazsa deyip bizimkini de bir katın karşılığına vermemiz.

Doğduğum ev, ne güzeldin....