Çalan telefonunun ekranında "Kızçem" yazıyordu. Açma düğmesine bastı hemen.
Ağlama sesi geliyordu karşıdan. Telaşlandı birden. Kızını üzen ne olabilirdi ki? Adını dahi koyamadığı bir sürü kötü senaryo uçuştu beyninde.
"Ne oldu kızçem, çabuk anlat bana."
Telefondaki ses hıçkırıklara boğuldu, bir şeyler söylemeye çalışsa da ne olup bittiği anlaşılmıyordu sözlerinden.
"Sakin ol biraz, ne olur ağlamadan konuş, ne dediğin anlaşılmıyor." dedi sesini yükselterek.
Gayrı ihtiyari duyduğu ses tonu onu sakinleştirmişti bir süreliğine. Derin bir iç çekişten sonra kendini toparlar gibi oldu,
"Paşa öldü" dedi sessiz bir şekilde. Yeniden başladı hıçkırmalar...
"Başın sağ olsun kızım, ona verilen ömür bu kadarmış, öyle üzme kendini" diye teselli ederken aslında, bu acı habere o da çok üzülmüştü. Sadece Paşa değildi tabii onun üzüntüsü. Belki daha fazlası, kızının Paşa için döktüğü göz yaşlarıydı. O ağladıkça içinden bir parça kopuyordu sanki. Daha fazla ne söylenebilirdi ki.
"Damlayla ağzından besledim. İlaç verdim, olmadı, olmadı yaşatamadım. Keşke veterinere götürseydim. Ellerimde verdi son nefesini... O kadar masumdu ki." Kızının hıçkırıklarına karışan çaresizlik seslerini dinlerken, o sadece sustu.
Bir haftadan beri hastaydı Paşa. Gözlerinin feri gitmiş, ayakta zor duruyordu. Yaşı da epey ilerlemişti zaten. Üç aylık bile değildi alındığında. Kuşlar insana göre on kat hızlı yaşlanırmış. Bir yıl sonra on yaşında bir çocuğun haylazlığı vardı üzerinde. Her gün saatlerce konuşurdu kızı onunla, şarkılar söylerlerdi birlikte. Hani kuş beyinli derler de küçümserler ya, hiç öyle değildi Paşa. Birinin elinde yiyecek bir şey gördüğünde, bütün şirinliğini sergiler, neşeye boğardı insanı. Aşkım, bi tanem, Paşacık kelimeleri dökülüverirdi gagasından.
Evinin maskotuydu. Yeri her zaman baş köşedeydi. Göz hizasına yakın olmalıymış kafesi. Aşağılık kompleksine kapılır, küser konuşmazmış yoksa. Yıllarca yoldaşlık etti o kızına, kızı da ona. Sınav döneminde derslerini ilk anlattığı, verdiği seminerlerin ilk dinleyicisiydi o. Dilinin dönmediği birçok tıbbi terimi kulak kabartıp ilk o anlamaya çalışmıştı.
İkinci yılında artık yirmi yaşında yağız bir delikanlı olmuştu Paşa. Kafesten dışarı çıkınca salonun bir ucundan diğer ucuna defalarca kanat çırpıyor, yorulunca gidip başına konuyordu kızının. Akşam olunca gevezeliği tutar, gündüz bütün duyduklarını tekrarlayıp dururdu.
Bir müddet sonra kızı ona sarışın bir gelin adayı bulup koydu yanına. Daha ilk günden mülayim Paşasını yolmaya başladı cadaloz. "Çirkef, benim Paşamı gagalayıp öldürecek" deyip aldığı yere geri götürdü hemen. Bir başka sarışın buldu tam Paşa'ya göre. Yaşı küçük ama bekler Paşa artık bir müddet. "Prenses" koydu adını yeni gelinin.
Yıllar su gibi akmış Paşa, türünün skalasında kızının yaşını çoktan geçmişti. Artık evin büyüğü sayılırdı. Prensesle evliliklerinden hiç çocukları olmadı. Paşa ilk eş adayının korkusunu üzerinden atamamış olacak ki hep mesafeli yaklaşmıştı Prensese. Uzun yıllar birlikte kardeş gibi yaşadılar. Bazen kafesin dışında birlikte kanat çırptılar, bazen saatlerce yan yana tünediler kafeslerinde, sessizce.
Geçen yıl, aniden yalnız bıraktı Prenses, kader arkadaşını. Kızı onu cansız buldu kafesinde. Paşa da çok üzülmüştü. İçine kapandı birden. Ne kendi çıktı kafesinden ne de bir cik çıktı nefesinden.
Nasıl teselli edecekti şimdi kızçesini, birlikte geçen onca yıldan sonra? "Hayat bu işte!" dedi. "Hepimiz bu dünyaya misafir geldik, acı, tatlı günler yaşadık, sıramız gelince her şeyi olduğu gibi bırakıp gideceğiz biz de, aynı Paşa'nın bizi bıraktığı gibi..."
Ertesi gün, İnciraltı Kent Park'ta, bir ağacın dibine gömdü kızı Paşasını, merasimle. Sadece, yaşamı boyunca asla unutamayacağı güzel hatıralar kalmıştı, ondan geriye...