KATEGORİLER

16 Mart 2016 Çarşamba

15/03/2016 Salı, İzmir

Perşembe günü geçirdiğim göz ameliyatından sonra ikinci kontrole bugün için gün verilmişti. Doğru dürüst kahvaltı etmeden çıktık yola.

Bu aralar geçmiş olsun ziyaretleri yoğunlaşınca eşim mutfaktan çıkmıyor, çeşit çeşit tatlılar, kurabiyeler, börekler hazırlıyor. Özellikle eşimin hünerli elleriyle hazırlamış olduğu bu tür atıştırmalıklar düzenli olarak verdiğim kiloları geri almama neden oluyordu.

Önceleri kendimi tutup uzak durmaya çalışıyordum. Geçirdiğim operasyondan mı yoksa yaşadığımız ruh halinden midir bilmiyorum, deliler gibi atıştırmaya başladık. Ölçüyü biraz kaçırdığımız aşikar. Sabah basküle çıkar çıkmaz, kendi adıma sıkı yönetim ilan ettim. Yine de panik yok, nasıl olsa kendimi kontrol etmeyi öğrendim.

Arabamızı Alsancak Camii karşısındaki tam otomatik araç otoparkına koyduğumuzda randevu saatine daha 45 dakika kadar zaman vardı. Hava biraz serinlemiş, hafif yağmur atıştırıyordu. Kaşkaloğlu Göz Hastanesine doğru yol alırken şirin bir kafede ara verdik.  Greekafe Kalimera'da çay içerken iş yerinin sahibesi Eda hanımla sohbet ettik. Zaman çabuk geçmiş randevu saati yaklaşmıştı. Hastane girişinde kayıt işlemleri tamamlandıktan sonra yine üçüncü kata çıkmamız istendi.

Üçüncü katta artık ezberlediğim rutinler başladı. Tezgahların üzerine monte edilmiş cihazların karşısına geçtim yine. Çeneni daya, alnını yasla, kırmızı kiremitli eve bak, tamam şimdi diğer masaya geçelim. Diğer masada yine delikten gelen bir ışık, az sonra yeşil renge dönüyor. Şimdi, bir hava püskürecek, pısst. Hayret, ilk defa tekrarlanmıyor bu test. Halbuki tam hava verildiğinde gözümü kapattığımı hatırlıyorum.

Bekleme salonunda fazla bekletmeden çağırıyorlar beni. Mahmut hoca kapıda karşılayıp durumumu soruyor. "Gayet iyiyim, sayenizde" diyorum. Operasyon geçiren gözüm, diğerine kıyasla daha da iyi sanki. Sadece, karanlık ortama aniden girince sol gözümün önüne bir perde inmiş gibi oluyor diyorum doktora. Çok umursamıyor. O da bir cihazla bakıyor gözüme. "Sol gözünüz sıfır olmuş" diyor, "Zamanla daha da iyi olacak." "Ameliyat olduğunuzu kafanızdan atın bir an önce ve keyfini çıkarın" diyor doktor. Belki haklı, zaman zaman kafama taktığım doğru. İki gözümdeki merceklerin aynı olmadığı fikrini nasıl atarım kafamdan? Deneyeceğim bakalım.

Başka işimiz yok İzmir'de. Kalkıp çok katlı tam otomatik oto parka dönüyoruz. Fişi verdikten sonra beklemeye başlıyoruz. Bu sefer tam bir hayal kırıklığı. Yarım saat bekliyoruz, arabanın gelmesini. Eğer acil bir işimiz olsa yanmıştık. Geçen sefer bu kadar beklememiş olmamız yanılttı bizi. Bir daha ki sefer Kültürpark içini ya da diğer otopark alanlarını kullanmak daha akıl karı gibi.

Tire'ye erken dönmemiz Salı Pazarına çıkmamızı sağladı. Tarihi camilerin bulunduğu sokak aralarında park yeri bulabildik zor bela. Yağmur başladı, şemsiyemizi aldık ama pazar brandalarının altında kullanamıyoruz. Biraz ıslanıyoruz, çok değil.

Yurt dışı seyahati yaklaşıyor. Aybaşında Prag 'a gitmeyi planlamıştık. Prag hakkında o kadar çok ve o kadar güzel seyahat blogları var ki, okurken başım dönüyor. Bu bloglardan faydalanıp kendimize uyanları not alacak ve kendi programımızı yapacağım.

Haberleri izlemek istemiyorum artık. İçim kararıyor. Gencecik çocuklar, her birinin hayat hikayeleri ayrı. Yakınları ağıtlar yakıyor. İçime sindiremediğim sözleri "Vatan sağ olsun". Evladını kaybetmiş, ne vatanı? Vatanı düşünecek hal mı kalmış acaba? Kurtuluş Savaşında emperyalist güçlere karşı korunan topraktır vatan, uğruna seve seve can verilen. Ya şimdi? Hangi vatan uğruna gidiyor bu canlar? Birileri vatanı satarken, halkın ödediği bedelden başka bir şey değil dökülen bu kanlar. 

15 Mart 2016 Salı

14/03/2016 Pazartesi, Tire

Bugün hava yağmurlu. Ankara'ya ağlıyor sanki. Hiçbir şey yapmak, hiçbir şey yazmak istemiyor canım. Tek bir gündemi var ülkemin, Ankara. Hayatımın yarısını verdiğim şehir. Kaçıncı bomba bu patlayan, yitirilen kaçıncı can...

Doğrudan halkımızı hedef almış bu saldırılar,
En ağır biçimde cezalandırılacakmış hain odaklar...

Konuşuyor sorumlular, konuşuyorlar hep konuşuyorlar. Aklım karışıyor. Yazık oluyor yiten canlara. Yiten canların yakınlarına. Kelimeler düğümleniyor boğazımda. Elim tutuluyor yazamıyorum artık.

13 Mart 2016 Pazar

13/03/2016 Pazar, Tire

Kadir sabahın erken saatlerinde arayıp bugün çalışacağını söyledi. Bahçedeki ağaçların kuruyan dallarını kesip temizlik yapacağını haber verdi. Bir ara yukarı çıkar dolaşırız dedim.

Sık sık gözüme farklı damlaların damlatılması rahatsız edici. Kızım hiç şikayet etmeden saati gelince başımda bitiyor. 

Uzun zamandan beri mezarlığa gidip ninesini ziyaret etmek istediğini söyler durur. Onu yanına çağırmış rüyasında güya. Okulu bitirir bitirmez çekilen kura sonucunda tayininin Tire'ye çıkmasından sonra kızımın gözünde ninesi, ermişler mertebesine yükseldi. Ninem çıkardı benim tayinimi buraya diyor. 

Kalktık gittik birlikte mezarlığa, yaylaya çıkmadan önce. Tuhaf bir his kaplıyor insanın içini burada. Mermer mezar taşlarının üzerinde değişik maniler, ağıtlar yazılmış. Genç yaşta hayatını kaybedenler, dünyaya doyamayanlar, zengini, yoksulu hepsi bir arada toplanmış. Bazı taşların üzerinden o kadar uzun süre geçmiş ki, üzerindeki yazılar dahi okunmuyor artık. Yüz yıldan daha eski bir mezar taşı göremedim. Yani ne yapılırsa yapılsın en fazla yüz yıl sonra fiziksel olarak ortadan kalkıyor insan. Sadece dünyaya bıraktıkları kalıyor arkasında.

Oradan yaylaya gitmek üzere çıktık yola. Gidiş güzergahımız üzerindeki birçok yol tamirat gerekçesiyle kapatılmış. Yolu uzatmak zorunda kalıyoruz. Pazar günleri hava da güzel olunca Kaplan yollarının aşırı kalabalık olduğundan bahsetmiştim. Bugün de öylesi bir gün. Bahçeye doğru ağır ağır  tırmandık yokuşu. Kaplan köylüleri yine tezgahlarının başında müşteri bekliyor.

Bahçeye girdiğimizde kuru dalların yanarken çıkardığı dumanı görüyoruz ilk önce. Kadir bizi görüp geliyor yanımıza. Yanımızda getirdiğimiz iki fidan ve birkaç çiçeği veriyoruz kendisine, uygun bir yere diksin diye. Yeni yaptırdığım tuvaleti, avlu duvarını ve taş fırını gösteriyorum. Taş binaya çıkıyoruz. Manzarayı seyretmeye doyum olmuyor buradan. Kapıyı açıp terasa geçince çiçek açmış şeftali ağaçlarını görüyoruz. Burası bahçe tarafına bakıyor, ama en az manzara tarafı kadar güzel görünüyor.

Dönüşte hava kararmadan kızımızı İzmir'e uğurluyoruz.

Akşam saatlerinde Kızılay'da yine bir bomba patlatıldığı haberini alıyoruz televizyondan. Bu bir intikam. Güneydoğuda öldürülen teröristlere karşılık. Ama ölenler masum. Ölenlerin yakınları da öyle. O hale geldi ki, sanki bir oyun bu. Şimdilik 34 can kaybı, 68 yaralı. Televizyonlar normal yayın akışını değiştirmemişler. Dizilerini vermeye devam ediyorlar. Haber kanalları konu ediyor patlamayı. Ne kadar konu edecek ki, yayın yasağı koymuşlar yine. Facebook, twitter de yasaklanmış. Neden her zaman bu işin sorumluları gerdan kıra kıra konuşurken silahlar masum insanlara döner? Anlamak mümkün değil.       

ÇÜNKÜ ADIM KADIN

8 Mart Dünya Kadınlar Günü, birkaç konuşma, birkaç karanfil, geldi, geçti. Tüm cinayet, baskı, mobbing ve tecavüzlere aynen devam. Bugün beş gün öncesine gittim yine. Ardından bir ses kırk dört yıl öncesine çekti beni, kafam karıştı. Sonra bir resim, tam yetmiş yıl öncesine sürükledi, şaşırdım kaldım.

Hatırlayanınız vardır Hümeyra'yı. Oyunculukta hünerlerini sergilemeden önce şarkıcıydı. Güçlü bir sesi yoktu belki ama hüzünlü söylerdi şarkılarını. Yüreğinden çıkardı sözler. Eskiden "Hümeyra" denildiğinde Yahya Kemal Beyatlı'nın şiirinden  Patricia Carli'nin bestesine uyarlanan "Sessiz Gemi" gelirdi akıllara. İnsana sitemkar bir hüzün duygusu veren bir şarkısı daha vardı Hümeyra'nın, şimdilerde adı gibi unutulan. "Adım Kadın"

Emel Müftüoğlu ve buğulu sesiyle Zuhal Olcay da seslendirmişti aynı şarkıyı. Zuhal Olcay'ın sanatçı kişiliğini çok sevmeme rağmen "Adım Kadın" 'ı en güzel yorumlayan kim diye sorarsanız, her zaman Hümeyra'dan yana olacaktır tercihim. Beş gün önce, kadınların o özel gününde bu şarkıdan bahsetmek daha isabetli olabilirdi belki de. Ama özel günler ertesi gün unutulup gidiyor. Bu yüzden sadece bir gün değil her gün hatırlamak, unutmamak lazım bazı gerçekleri.  Bugün ben, yarın başkası, hepimiz, her gün, tekrar tekrar, çözene kadar, bahsetsek ne zararı olur ki?

İşte bugün duyduğum o ses, Hümeyra'nın. Sözleri yine bir erkeğe, Bora Ayanoğlu'na ait "Adım Kadın" şarkısını ilk kez 1972 yılında seslendirmişti. Cumhuriyetimizin 49. yılında. Aradan tam kırk dört yıl geçmiş ancak kadına verilen değer artacağına azalmış. Nasıl olur da insanı insan yapan değerlerden bu kadar uzaklaşır insan. Dinledikçe düşünüyor, düşündükçe kafam karışıyor.


Bana kimse sormaz / Atarlarken düğümü
Ben bir dilsizim / Silkemem ki yükümü
Gözlerimde ürkeklik / Kimse bilmez küsümü
Çünkü adım kadın / Dinletemem sözümü

Bana herkes sahip / Benim hiç hakkım yoktur
Ben akıldan yoksun / Ama vazifem çoktur
Adem'in yediği elma / Hep benden mi sorulur?
Çünkü adım kadın / Kadınım hükmüm yoktu



Derken, siyah beyaz bir resim geçiyor elime, tam yetmiş yıl öncesine ait. Cumhuriyet kurulalı henüz 23 yıl olmuş. Bir fotoğraf stüdyosunda poz vermiş, dedemle anneannem. Aralarına aldıkları sekiz yaşında kız çocuğu, sonra benim annem olacak.  Belediyede zabıta komiseri olan dedemin üzerinde resmi üniforması var. Anneannem, Girit göçmeni, gururla taşıdığım gavurluğum ondan ötürü. Başı açık, yüzü temiz, Atatürkçü, modern bir cumhuriyet kadını. Anneannem ve dedem, yaşamları boyunca birbirlerine son derece bağlı, saygılı ve huzurlu bir hayat sürdüler.

Onları saygıyla anarken, ülkemizin şimdiki haline bakıyorum. Mustafa Kemal Atatürk'ün kıymetini bilip yücelttiği kadınlarımız, çağdaş kazanımlarını, saygı ve itibarlarını, ellerinin tersiyle itip ortaçağ karanlığına doğru süratle nasıl yol aldıklarını görünce  şaşırıp kalıyorum.    

12/03/2016 Cumartesi, Tire

Sabah gözlerimi açtığımda renkler daha bir canlı. Yeşil daha yeşil, sarı daha sıcak, kırmızı daha parlak. Saat 9.30 olmuştu uyandırdıklarında. Kahvaltı hazırlanmıştı. Ne kadar güzel dünyayı bu kadar renkli görmek, ağrısız, sancısız ve dinlenmiş olarak. Bu sefer işi sıkı tutuyoruz. Kısa süren bir alışverişi saymazsak dışarı çıkmadım sayılır, mikroptan uzak kalmak için.

Arayanlar oldu bugün yine, geçmiş olsun dileklerini sundular. Kızım üç farklı damlayı saatlerini sektirmeden gözüme damlatmayı sürdürdü. Yaylaya çıkmadım bu yüzden. Merak edip aramadım bile ustaları.

Yirmi gün kadar önceydi, kız kardeşim güzel bir paylaşımda bulunmuş; Chopin'in Spring Waltz'ı yani "Bahar Valsi". Youtube'ta dokuz milyon kişi izlemiş neredeyse. Bu güzel valsin hikayesini merak edip biraz eşeleyince karşıma hiç beklemediğim bir durum çıktı. Meğerse bu güzel parçanın bestecisi Chopin'in değil Paul de Senneville ve Olivier Toussaint'mış. Besteyi piyanoda seslendiren ve ona ün kazandıran sanatçı ise Richard Clayderman'mış. Üstelik parçanın adı da "Bahar Valsı" falan değil. "Mariage d'amour" muş, yani "Aşk Evliliği".

Bu işi bilenler Mariage d'amour'un Chopin'i anımsatan ezgilere sahip olmasına rağmen bunun bir vals ölçüsüne kesinlikle uymadığını söylüyorlar.

      

12 Mart 2016 Cumartesi

11/03/2016 Cuma, İzmir

Geceyi güzel geçiriyorum. Sabah kalktığımda ne bir ağrım var ne de bir sızım. Kahvaltıdan sonra saat dokuza on kala hastaneye geliyoruz. Sol gözümün üzerindeki plastik kapağı çıkartıyor hemşire ve cihazın başına oturtuyor yine. Daha sonra bekleme salonuna alınıyoruz. "Doktorunuz gelince size haber vereceğiz." diyor.

Tam karşımızda bir televizyon var. Magazin programını seyrediyor diğer bekleyen hastalar. İlk kez burada farkına varıyorum görmemdeki farklılığı. Sihir gibi geliyor. Bu kadar kısa zamanda bu kadar değişiklik mucize gibi. Televizyona bakıyorum. Sağ gözümde eski multifocal mercek var, ikinci kez ameliyat olduğum sol gözüme  monofocal mercek uygun görmüş doktor. Merkezden kaysa bile görmede bozukluk olmuyormuş monofocal merceklerde. Sanırım hoca işi garantiye almış olmalı. Risk almak istememiş. Ama bu şekilde televizyonu sanki üç boyutlu görüyor gibiyim. 3D filmleri nasıl özel gözlükle seyredebiliyorsak aynı onun gibi yani. İki boyutlu çekilmiş bir filmi gözlüksüz üç boyutlu seyredebiliyorum televizyondan şimdi ben. Tıp dünyası şaşıracak buna. Demek ki neymiş? Gözün biri mono diğeri multifocal olursa televizyonu üç boyutlu seyretmek mümkün olabiliyormuş. Bu icat benim icadım mı şimdi? Doktora söylesem mi bunu, yoksa saklayıp kendime mi mal etsem bu buluşu? Bundan sonra herkes katarakt olmak için dua etmeye başlarlar mı ki?

Çok komik bir durumla karşı karşıyayım. Az sonra doktorum çağırıyor. Gözüme bakıp inceliyor. "Ameliyatınız çok başarılı geçti" diyor. Ama ben televizyonu üç boyutlu görmeye başladığımı saklıyorum ondan. Doktor, gözümün iki üç gün sonra daha iyi olacağını söylüyor. Bunun daha iyisi dördüncü boyuta geçmem demek. Salı günü bekliyor kontrole yine. Belki o zaman söylerim yeni kazandığım bu özelliğimi. Bir damla daha yazıyor. Serum fizyolojik gibi bir damlaymış ama tuz oranı % beş.

Kızım bizi çalıştığı hastanesinin yanında salaş bir yere götürüyor. Doktorların ve diğer sağlık personelinin uğrak yeriymiş. Eşimle öğlen yemeği adetimiz olmamasına rağmen güzel bir şekilde karnımızı doyuruyoruz. Yemekleri gerçekten lezzetliymiş.

Bugün aldığım iki iltifat çok sevindiriyor beni. Yazdığım yazıları methediyorlar. Birisi kızımın halası, o süper bir edebiyat öğretmeni. "Kapı Önü Sohbetler" isimli yazımı çok beğenmiş. Beğenmekle kalmamış bu işin duayeni olmuş, birçok makalesi ve kitabı olan bir arkadaşına da göndermiş. İkinci beğeniyi dayıoğlundan aldım. O da her boş kaldığında zevkle okuyormuş yazılarımı. Aman ne kadar sevindim anlatamam.

Eve uğradık sonra, acil yapılması gereken işleri tamamlayıp Tire'ye döndük birlikte. Sık sık damla damlattı gözüme kızım, yol boyunca. Kırmızı ışıklarda durunca bile. Nasıl öderim eşimin ve kızımın hakkını ben?

10/03/2016 Perşembe, İzmir

"Hadi kalk geç kalıyoruz" demeye başladığında eşim, henüz kargalar kahvaltı sofrasına oturmamıştı. Pencereye vuran şiddetli sağanak sesi ile uyandım. Mutfağın panjurunu açıp dışarı baktığımda caddenin sel götürdüğünü gördüm. Nasıl çıkacağız yola bu havada?

Sol gözümden ameliyat olacağım bugün. Kızım karşılayacak bizi. Hocasından izin aldığı için iki gün birlikte olacağız onunla. Ameliyatlı bir gözle araba kullanamayacağıma göre İzmir'e otobüsle gitmeye karar vermiştik ama bu yağmurun altında durağa kadar gitmek bile problem. Arabayı hastanenin yanındaki eczanelerin bulunduğu alana bıraksak, iki günde başına bir şey gelir mi acaba? Yoksa yine arabayla mı gitsek? Geriye nasıl getiririz sonra? 

Annesinin aksine sakin bir tabiata sahip olan kızım, telefon edip daha yola çıkmadığımızı öğrendikten sonra paniklemiş bir vaziyette söylenip durması hayli şaşırtıcı oldu benim için. Daha operasyona dört saatten fazla zaman var halbuki. Israrla ne zaman orada olacağımızı soruyor. Bir yandan da taşınacağı evin tadilat, tamirat işleri ile ilgileniyor, ustalarla uğraşıyor. Bizim Gaziemir'de olacağımız saate göre eve uğrayacak ya da uğrayamayacakmış. Sakinleştirmeye çalışıyorum ama nafile. Yok bir saatten önce orada olacakmışız, yok trafikten dolayı zaman kaybedermişiz, park yeri ayrı sorunmuş gibi bir sürü olumsuzluk sıraladı durdu.

Saat dokuza doğru tuhaf bir şekilde yağış kesildi birden, bulutlardan hızla arınmaya başladı gökyüzü. Şans yüzümüze güldü nihayet. Eşimle birlikte evden çıkıp yaklaşık on dakika yürüdükten sonra otobüs durağına vardık. Durağın hemen yanındaki kafeye oturup bir şeyler atıştırmayı planlıyorduk. Yer bulamayız endişesiyle biletleri bir an önce almak istedim ve masadan kalktım hemen. İzmir'e en erken otobüsün saat kaçta olduğunu sordum yan taraftaki görevliye. "Hemen şimdi, yolda geliyor, bir iki dakikaya burada olur." dedi. Yok bu kadarı da çok erken, daha ağzımıza bir lokma koymamıştık. Tam yirmi dakika sonra diğer bir servis kalkacakmış. Biletleri kestirip eşimin yanına döndüm.

Hareket eder etmez kızımı arayıp yola çıktığımızı söyledim. Otobüs bizi Gaziemir'de indirdiğinde hiç beklemeden arabasıyla karşıladı bizi. Hala "Hemen hastaneye gidiyoruz, geç kalırız, söyledikleri saat ameliyat saatidir, ön hazırlığı, kaydı var bu işin." diyerek panik halini tam gaz sürdürüyordu. "Peki, telefon edip soracağım", deyip hastaneyi aradım. "Verilen saatte hastanede olursanız yeterli" dediklerini öğrenince rahatladı bizim kız.

İki saatten fazla zamanımız var daha. Önce eve gidip çalışmaları görelim dedik. Bir yandan alçı boya işleri diğer taraftan duvar yıkma, seramik işleri, evin içi şantiyeye dönmüş. Ama her şey yolunda görünüyor. Ayın 22'sinde halen oturduğu kira evinin sözleşmesi sona ereceğinden, o tarihe kadar yeni evine taşınmak gayreti içinde.

Evdeki işlerimizi tamamlayıp tam vaktinde hastaneye ulaştık. Her insanın tepkisi farklı olur ameliyata girmeden önce. Örneğin annem inanılmaz boyutta evham yapar, tansiyonu yükselir, en küçük bir operasyon dahi onun için sıra dışı bir olaydır. Ben sakinim, ya da öyle olduğumu sanıyorum. Dıştan görünüşüm biraz farklı olmalı ki, kızım beni rahatlatmak için bir sürü şirinlik yapmaya çalışıyor. Hastane girişinde danışmaya bildirdik gelişimizi, üçüncü kata yönlendirdiler bizi.

Önce bir kez daha aynı cihaza aldılar. Çenemi aşağıya alnımı yukarıya yaslayıp ameliyat öncesi son tetkikler yapıldı. Bu işlemlerden sonra birkaç saatimizi geçireceğimiz bir odaya alındık. Burada diazem olduğunu düşündüğüm sakinleştirici bir kapsül verdiler ve içmemi istediler. Bir hemşire gelip gözüme damla damlattı. Bir kaç kez yaptı bunu beşer dakika arayla. Daha sonra, yatırınca sedyeye dönen bir koltukla girdiler odaya. Ameliyat bu, küçük bir hata gözümü kaybetmeme yol açabilir. Yine tevekkül içinde bir sakinliğim var. Her şey yarım saat içinde belli olacak. Bundan sonra nasıl bir hayat süreceğim, sadece ameliyatı yapacak hocanın hünerine endekslenmiş. Daha önceki ameliyatlara giderken olduğu gibi eşim ve kızıma espriler yapmaya, onları sakinleştirmeye çalışıyorum. Biliyorum ki onların durumu benimkinden daha zor.

Mavi renkli bir ameliyat önlüğü geçiriyorlar üzerime. Baştan ikaz ediyor kızım, ameliyat öncesinde, sırasında ya da sonrasında bayılabileceğimi anlatıyor, sakın epilepsi falan sanmasınlar diye. "Korkarsa bayılır hemen" diyor. İtiraz ediyorum, "Korkuyla ilgisi yok kızım, bayılmam için illa korkmam gerekmez." diyorum. Hemşireye dönüp devam ediyorum. "Siz korkmayın ben bayılırsam, sakın ola panik yapmayın." diyorum gülerek. Ameliyat esnasında bir anestezi uzmanı devamlı yanımızda olacakmış, merak etmememizi söylerken ne olur ne olmaz diye koluma bir de damar yolu açmaya karar veriyorlar.

Yatınca sedyeye dönen koltuğa oturttular ve bizimkilerle espriler eşliğinde vedalaştık. Hasta asansörüne aldılar. Artık hiçbir şey düşünecek halim yok. Asansör aşağı mı yoksa yukarı doğru mu gidiyor fark etmiyorum bile. Bir yere gelince durup kapısı açılıyor birden. Genel olarak serin, hatta soğuktur ameliyathaneler. Yok, burası o kadar soğuk değil. Başka bir alem. Bütün personel maviler giymiş baştan aşağı. Hangisi doktor, hemşire veya sağlık teknikeri, ayırt etmek mümkün değil. Güler yüzle sıcak bir karşılama. Hepsi işini biliyor. Hata yapmamak için kendilerinin çok iyi bildikleri birkaç soru yöneltiyorlar bana. İsmimi sorup soy adımı bana söyletiyorlar önce. Hangi gözünüz ameliyat olacak diye soruyorlar sonra. "Sol gözüm" diyorum. Göğsüme adım soyadım ve"sol göz" yazılı bir kağıt yapıştırılıyor.

Sedyeyi yatar pozisyona getiriyor birisi. Ameliyatın yapılacağı ışığın altına doğru sürüyorlar sonra. Gözüme birkaç damla sıvı damlatıyorlar. Bu sıvı lokal anestezi sağlayacakmış Başımın altına yastıktan ince birkaç kat bez yerleştiriyorlar. Üzerime sol gözümü açıkta bırakacak delikli bir örtü atıp yüzümü kapatıyorlar. Kısa bir süre sonra "Gözünüzü iyice açın" deyip mavi renkli, yapışkan, plastik bir örtüyle kapatıyorlar sol gözümü deliğin üzerinden. Bu andan sonra göremiyor, sadece hissediyorum. Mavi renkteki plastik yapışkan örtü çok rahatsız edici. Sanırım göz kapaklarını açık durumda tutmak gibi bir işlevi var. Kirpiklerim yanıyor ama sabırlı olmam lazım.

Ameliyatı yapacak olan profesör bana adımla hitap edip hatırımı soruyor. Teşekkür ediyorum ama bir an önce şu mavi yapışkan plastikten kurtulmak istiyorum. Az sonra ameliyat olacak sol gözümün içine parlak, yoğun bir ışık veriliyor. Öyle bağırtacak kadar bir acı değil ama oldukça rahatsız edici bir durum söz konusu. Anestezi miktarı öyle ayarlanmış ki ancak dayanabileceğim kadar. An be an hissediyorum operasyonu. Buz gibi bir sıvı akıyor gözümün derinliklerine, adeta donuyor gözüm. Tamam diyorum, bundan sonra hiç bir şey duyamayacağım artık. Öyle olmuyor. Her hareketi hissediyorum ama neler yapıyorlar, parmaklarını mı yoksa makas benzeri bir takım metal aletler mi sokuyorlar gözümün içine anlayamıyorum.

Artık tahammül sınırımı zorluyor bu durum. Yatırdıktan sonra ne olur ne olmaz diye elimi kolumu iyice bağlamışlardı sedyeye. Bilincim yerinde ama iş uzayınca hareket etmeye başlıyorum. Yanı başımda genç bir erkek sesi durmaksızın konuşuyor. "Kıpırdamayın, ayağınızı oynatmayın, gözünüzü açın" Kıpırdamamak için "peki" diyemiyorum ama bu cendere içinde yavaş yavaş teslim oluyorum. İçimden bir şeylerin çekildiğini hissediyorum. Tam olarak acı değil bunun sebebi, saniyelerin her biri saat olmuş artık. Bayılacağımı biliyorum budan sonraki aşamada. Belki dayanırım ümidiyle önce "Tansiyonum düşüyor" diyorum ekibe. Gözümün içinde her ne yapılıyorsa eller bir anda geri çekiliyor. Aniden panikliyorlar birden. Hemen bir iğne yapalım diyorlar. Sol kolumda damar yolumun açık olduğunu hatırlatıyorum. Tansiyonum hızla düşmeye devam ediyor. Kırmızı alarmımı veriyorum ekibe. "Bayılacağım" diyorum. Sonra neler oldu bilmiyorum doğal olarak, ne kadar baygın kaldığımı da.

"İyi misiniz?", "İyi misiniz?" İsmimi tekrarlıyorlar. "Şimdi biraz daha iyi misiniz?" Yavaş yavaş kendime geliyorum ama çok halsizim. Bayıldığımı anlıyorum. Sürekli durumumu soruyorlar başımdakiler. Her geçen dakika hayata döndürüyor beni. Ağzımdan "İyiyim" lafını alana dek sürdürüyorlar sorularını. "Daha iyiyim." dedikten hemen sonra operasyon kaldığı yerden devam ediyor. Aynı rahatsız edici hareketleri duyuyorum. Ankara'da yapılan ilk operasyonda hiçbir şey hissetmemiştim. İkinci operasyonda buna benzer rahatsızlıklar olmuş, bunun üzerine ameliyatın ortasında bir miktar daha anestezi uygulanmıştı. "Az kaldı, biraz daha sabredin." dediklerini duyuyorum. Ayıldıktan sonra biraz daha dirençliyim sanki. Devamlı kıpırdamam, bu yetmezmiş gibi arkasından bir de bayılmamın operasyona olumsuz tesir etmeyeceğini düşünmek istiyorum.

On dakikalık operasyon elli dakika sürüyor. Bu sürenin ne kadarında baygın kaldım bilemiyorum. Ameliyat sonrası yavaşça kaldırılıyor sedye yine oturma pozisyonuna getiriliyorum, önce asansöre oradan da odama getiriyorlar. Gözümde bir sargı veya tampon gibi bir şey yok. Sadece tek gözümü kapatacak şekilde şeffaf plastik bir parça ile örtülmüş gözümün üzerine.

Yatağıma uzanmadan önce durumumu soruyorlar. Kendimi iyi hissettiğimi söylüyorum. Önlüğümü alıyorlar üzerimden. Yatağa uzanıyorum. Az sonra ameliyatı yapan hoca gelip ameliyat hakkında bilgi verecekmiş. Eşim ve kızım etrafımda pervane olmuş dönüyorlar. Hepimiz sonucu merak ediyoruz. On beş dakika sonra hoca geliyor." Ameliyat iyi geçti, herhangi bir sorun yok." diyor. "Sizi çok uğraştırdım sanırım." diyorum özür dilercesine. "Yok" diyor, tam tersine fazla kıpırdamadığımı, iyi sabrettiğimi söylüyor. Ameliyat sırasında bayılmış olmam işi biraz uzatmış sadece. Yarın sabah saat dokuzda beklediğini söylüyor kontrol için.

Bir sürü damla yazmış doktor, gidip eczaneden alıyor kızım. Biri iki saat arayla, diğeri üç saat arayla, öbürü dört saat arayla. Saati geldikçe gözümün üzerindeki plastik kapağın bandı sökülüp damla damlatılıp tekrar kapatılıyor. Ameliyattan çıkalı birkaç saat geçmesine rağmen gözümü açtığımda. görebildiğimi fak ediyorum. Üstelik daha önceki ameliyatlarımın aksine gün ışığı ya da diğer ışıklara maruz kalınca yanma yok. Sadece gözümden beynimin içine doğru bir ağrı hissediyorum. Koluma bağladıkları seruma ağrı kesici katmışlar oysa. Hastaneden çıkalı birkaç saat oldu ama ağrı tam gaz devam ediyor. Eve varır varmaz kızım güçlü bir ağrı kesici iğne yapıyor kolumdan. Birkaç dakika sonra ağrı tamamen sona eriyor. Tam yirmi dört saat etkisi olurmuş bu ağrı kesicinin.

Annem çok heyecanlanmış. Sürekli arayıp bilgi almak istemiş. Akşama babamla birlikte geliyorlar kızımın evine, beni görmek için. Ameliyatım iyi geçsin diye devamlı dua etmiş. O yetmemiş söz vermiş Allah'a eğer sonuç iyi olursa üç gün oruç tutacakmış. 

Eşimi arayan arayana. Herkes geçmiş olsun diyor. İnşallah geçmiştir...