KATEGORİLER

29 Mart 2016 Salı

GEÇMİŞE ÖZLEM 1950'lerin MODERN KADINI

"Özgür" bir ülkede yaşıyoruz. T.C Anayasasının 26. Maddesine göre herkes düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir. Buna dayanarak bazı düşüncelerimi burada açıklamak isterim.

Geçmişin mutlu anlarına özlem, diğer bir deyişle nostalji, bugün yaşadığımız hayatın zorluğuna, vefasızlığına, duygusuzluğuna bir tepki mi yoksa moda gibi gelip geçici bir şey mi bilinmez. Kah eski şarkılardan dem vurur birileri, kah çivileri dökülmüş sandıklar karıştırılır bazen sırf eski mutlulukları yad etmek için. Siyah beyaz renkli, kenarları sararmış eski resimlere bakıldığı zaman sessiz bir ah sesi çıkar ta derinlerden. İşte az önce gördüğüm resim öyle bir sızlattı ki içimi, hiç sormayın.

Mustafa Kemal Atatürk, gelmiş geçmiş en büyük devrimcilerden biri olarak almış tarih sayfalarında yerini. Bazı insanlar kızgın, nefret ediyorlar ondan. Eskiye özlem duyuyor bu insanlar, saltanat ve halifelik çağlarına dönmek arzuları. Bazıları ise ona hayran, yaptıklarının kıymetini kavramadan. 

Atatürk'ün kadına vermiş olduğu değer, bütün yaptıkları arasında en önemli olanıdır kanımca.  Madem özgürlükten bahsediyoruz benim de rahat rahat rahatsızlığımı ifade etmek gibi bir hakkım olmalı.

İster dini özgürce yaşamak denilsin, ister kılık kıyafet serbestliği. İster faşist desinler bana ister sadist. Benim bütün derdim, Katolik rahibelerini andıran kıyafetlerle cadde ve sokakları arşınlayan, kültür ve ananelerimizi yansıtmaktan uzak bir hayata bakış açısıyla arz-ı endam eden kadınlar.  Kadınlarımız diyemiyorum. Çünkü onlar bu Cumhuriyetin kadını olamazlar. Bir türlü alışamadığım görüntüler geçmişe olan özlemimi bir kat daha arttırıyor. Buraya ait değil bu kıyafet, bu kültür. Tuhaf giyimli bayanların sayıları arttıkça yabancılaşıyorum doğduğum topraklara. Üç beş yaşlarından itibaren başlıyor küçük kız çocuklarının üzerindeki aile ve çevre baskıları. Bir nesil daha yok ediliyor, uzanıyor karanlığa. Birçok ülkede yaşayan Müslüman Arap toplumları bile bizden daha modern ve çağdaş. 

Yukarıdaki resme dikkatlice baktığınızda gözlerdeki ışığı, asaleti, kendine olan güveni, şıklığı göreceksiniz. Benim ülkemin kadını bu işte. Cumhuriyet kadını. Atatürk devrimlerinin kadını.   

28 Mart 2016 Pazartesi

28/03/2016 Pazartesi, Tire

Dün akşam geç saatlerde döndük kürkçü dükkanına. Bugün haftanın ilk günü, normal şartlarda işçilere haftalıklarını ödediğim gün yani. Arabanın arkasında İzmir'den, kızımdan getirdiğimiz fırın ve çamaşır makinesi var. O yenilerini alacağından eskilerini bize bıraktı. Kaplandaki taş eve götüreceğim onları. Sabah eşimle birlikte bankadaki işlerimizi hallettikten sonra ne olur ne olmaz diye Yakup Ustayı bir arayım yine dedim. İyi ki de aramışım. Sabah yaylaya çıkmışlar, hava soğuk diye gerisin geriye dönmüşler.

Buradaki insanlar soğuk görmemişler azizim. Hemen aklıma Kdz. Ereğli baraj şantiyesindeki taşeronumuz geldi. Genç bir şantiye şefi olarak çalışmaya ikna edemediğim taşerona diğer ucunda patronun olduğu telefonu uzattım. Sadece birkaç saniye sonra adam mosmor olmuştu. Odamdan çıkarken arkasından merak içinde seslendim. "Ne oldu?" Taşeron bezgin bir halde, "Şefim, kar değil, başına taş yağsa o iş bitirilecek." dedi ve ekibini toplayıp tekrar işinin başına döndü. Bilen bilir soğuk havalarda demiri tuttun mu eline yapışır. Konu ekmek parası olunca soğuğun önemi kalmıyor.

Bir de yedek subay olarak görev yaptığım Tekirdağ'ın soğuğunu bilirim. Malkara ve Hayrabolu ilçelerinde tatbikatlarımız olurdu. Askerlerin hepsi tam teçhizat kuşanmış, başlarında miğferler nehir geçiş tatbikatı yapıyoruz. O gün de soğuk günlerden biriydi. Emrim altındaki askerler miğferlerinin altına parkalarının kapüşonlarını takmak için benden izin istediler. Soğuk bıçak gibi kesiyor kulakları. Ben de bölük komutanına ilettim durumu. "Yok" dedi, "Olmaz. Tatbikat sırasında kulak kapatılmaz, düşman yaklaşırken askerin sesleri duyabilmesi lazım." Çoğu doğulu gariban askerlerle birlikte ben de isyanlardayız. Elimi kulağıma götürdüğümde tıkır tıkır sesler gelmeye başladı. "Tamam, kulaklarım donmaya başladı." deyip ya sabır çekiyorum. Az sonra bölük komutanı üsteğmen ilişti gözüme. Gözlerime inanamadım. Bizim üsteğmen daha fazla dayanamamış, miğferin altından başına geçirmiş kapüşonu. Onu bu halde görünce çıldırdım tabii. Hemen askerlerin yanına gittim ve "Kapüşonları başınıza geçirebilirsiniz." dedim. Ben de bir yandan soğuktan titreyen ellerimle kendi kapüşonumu kafama geçirmeye çalışıyordum. İşte böyle soğuklar görmeyince sabah serinliğine bile soğuk diyor halkımız.

Madem çalışma yok yukarıda benim de yaylaya çıkmama gerek kalmadı. Ekip yarın çalışacakmış. "İyi o zaman, yarın sabah geldiğimde arabadaki fırın ve çamaşır makinesini indirirsiniz arabadan." dedim, Yakup Ustaya. Eve döndükten kısa süre sonra Mesut Hoca telefon edip "Yukarıda mısın?" diye sordu. Biyoloji öğretmeni ve bir sınıf öğrenciyle yaylayı ziyaret etmek istiyorlarmış. Durumu anlattım. "Arabada malzeme var, tangır tungur ediyor." dedim. "Yarın ustalar da orada olacak, ben de çıkacağım." dedim. Geç haber verdiğinin o da farkında ama bütün organizasyonu da yapmışlar. "Gelelim kapının anahtarını alalım, ya da siz de gelirseniz arabanın yüküne öğrenciler yardımcı olur hep birlikte indiririz." dedi. "Yukarı yaylaya da çıkmak isterler şimdi." diye düşündüm. Aslında ben de epey bir zaman olmuştu çıkmayalı. Çok yağmurlar yağmıştı. Yolların durumunu merak ediyordum. "Tamam o zaman, geliyorum." dedim.

Yaylaya çıkıp kapıları açtım. Az sonra müdür, biyoloji öğretmeni ve bir sınıf öğrenci geldi. Önce arabamın arkasındaki yükü boşalttık binaya. Daha sonra bahçeye yayıldı bir sürü genç. Ellerindeki telefon yardımıyla bir sürü fotoğraf çektiler. Bu fotoğraflara bakıp isimlerini öğreneceklermiş internetten. Yeni eğitim sistemi de böyle oluyormuş demek!

Akşama benim için yine ziyafet sofrası var. Sabahtan halde taze balık bulmuştuk. Hemen yanı başımızdaki toplu konut pazarından da taze yeşillik aldım. Şu balık işini iyi öğrendim galiba. Favori balığım Ege balığı sardalye. Hem ucuz hem lezzetli. Filetosunu çıkarıyorum önce. Bol soğuk suda bir güzel yıkıyorum. Bu arada üzerini elimle ovalayıp bütün pullarından arındırıyorum. Daha sonra kızgın yağa çok fazla balık koymadan her bir tarafının on beş yirmi saniyede ters yüz edip kağıt peçete serilmiş servis tabağına alıyorum. Yağ olarak sızma zeytin yağı kullanıyorum. Yağa para vermediğimizden belki ama gerçekten lezzetli oluyor. Zaten bu lezzeti aldıktan sonra başka hiçbir yerde pişirilen tava balığı hoşuma gitmemeye başladı. Yanına bir de bira açtım. Amasra salatası, patlıcan salatası. Ooo keyfime diyecek yok. 

    

25-27/03/2016 Cuma, Cumartesi, Pazar, İzmir

Yoğun geçen üç gün. Kızımın evini değiştirmesi nedeniyle ona yardımcı olmak için İzmir'deydik. Evin tamirat, tadilat işleri, eski evin toparlanması ve eşyaların yeni eve nakli hepsi bu üç güne sığdı. Üstelik Cuma günü kızım görevinin başındaydı.

İlk gün ustalardan biri geldi, biri gitti. Aynı anda üç ayrı işin yapıldığı anlar oldu. Sabah erkenden başlaması gereken işler öğleden sonra saat ikilere sarkınca durum daha da zorlaştı. İlk gelenler mobilyacılardı. Hemen mutfak dolaplarının montajına başladılar. Arada tezgah için granit ustaları gelip ölçü aldılar ve evyeyi tezgaha monte etmek için yanlarında götürdüler. Yeni moda evyeler sıfır kenar dedikleri cinstenmiş. Eski evyelerin kenarları tezgahın üzerine oturtulup silikonla taşa yapıştırılıyordu. Zamanla silikon kararıyor, parçalanıyor ve mikrop barındırmaya başlıyor. Şimdi yeni nesil evyelerde bu durum yok. Silikon sadece evyenin altına destek amaçlı kullanılıyor ve su ile her hangi bir teması da yok.

Ustalık hüner ister. Usta, işini bir an önce bitirip kaçayım demez. Bir işin keyif içinde tadına varabilmek için kaliteli malzeme kullanıp işi usta ellere teslim edeceksin.  Usta işine zaman ve emek harcar ki çıkan ürün zanaat eseri olsun. Sanat eseri demedim dikkat ederseniz. Sanat ile zanaat arasındaki en önemli fark, sanatın yaratıcılık, zanaatın ise ustalık gerektirmesiymiş zira. Ustalık üzerine niye bunca nutuk attım derseniz; biraz mutfak dolaplarını yapan ustalardan bahsetmem gerekecek. İlk dikkatimi çeken aşırı aceleci olmalarıydı. Üç tane usta. Görünüşte her biri kendi işini gayet iyi biliyor, makine gibi tıkır tıkır çalışıyorlardı. Fakat işi ele almalarındaki gelişi güzellik beni rahatsız ediyor, bir şeyler sanki eksik yapılıyormuş hissine sahip oluyordum.

Epey bir zaman geçtikten sonra problemin ne olduğunu çözdüm. Yapmadıkları şey kontroldü. Her parçanın montajından sonra sağı solu, üstü altı uyumlu mu, yoksa kasma yapıyor mu bakmaları lazım. Ben yine susmayı tercih ettim. Montaj tamamlanmasına yakın dolabın taç kısmı ile kapakları arasında kalan boşluğun sabit olmadığını söyledim ustalara. "Onu kafaya takmayın, hiç öyle kalır mı orası? Daha kapak ayarlarının yapmadık." dediler.

İşleri bittiğinde hatalı yapılan yeri yine gösterdim. Kapak ayarlarıyla oynayınca durum daha da bozuldu. Baktım ki olacak gibi değil. "Tamam," dedim. "Siz bunu yapayım diye uğraşırsanız, daha çok bozacaksınız, bırakın olduğu gibi kalsın."

Bir yandan balkon kapı ve pencerelerine ferforje demirler monte edildi. Boya ve kartonpiyer işleri daha önce tamamlanmıştı. Elektrikçi hem anahtar ve prizleri değiştirdi hem de yeni perde kornişlerini yerlerine taktı.

Ertesi gün bir yandan temizlik, diğer yandan tezgah granitinin montajı, su tesisat bağlantıları ve marangozun eksik kalan işleri yapılıyordu. Bu aralar arabamın arka koltuklarını yatırıp iki üç seferde mutfak eşyalarını ve kırılabilecekleri kendimiz taşıdık.

Dün yine her iki evde tempolu çalışma vardı. Sabahtan eşyalar kamyona yüklenip evin son temizliğine başlandı. Yeni eve eşyalar boşaltıldıktan sonra son anda bulaşık makinesinin unutulduğunu fark ettik. Tekrar gidip onu aldık. Dolaplar yeniden monte edildi. Mutfak eşyaları yerine yerleştirildi. Ankastre fırın, ocak için servis geldi. Doğal gaz yetkilisi gelip bağlantı kontrollerini yaptı. Elektrikçi avizeleri taktı.

Kazasız belasız bir ev taşıma işi de böylelikle sona erdi.   

24 Mart 2016 Perşembe

24/03/2016 Perşembe, Tire

Annem aradı İzmir'den. Çok şiddetli yağmur varmış. Aynı saatlerde burada olanca şiddetiyle parlıyor güneş. Bir saat kadar sonra birden değişti hava. Yağmur yağmaya başladı. Gün boyunca hep böyleydi, bir açtı bir kapattı. Eşim Derekahve'de arkadaşları ile toplantıya gitti öğlene doğru. Ben ise yaylayı dolaşır, elektrikçi Ali'ye uğrarım diye düşünüyordum.

Dışarı çıktığımda yeniden yağmur başlamıştı. Yakup Usta'yı aradım. Bugün havadan dolayı çalışmıyorlarmış. Eksik kalan kiremitleri bulmalarına sevindim. Kadir de şehre inmiş ihtiyaçlarını görmek için. Yarın hava güzel olursa devam edeceklermiş. Yağmur şiddetini arttırdı. Yukarı çıkmaktan vaz geçtim.

Elektrikçi Ali'yi görmek üzere dükkanına gittim. Yine oğlu vardı dükkanda, Hasan. Babasının az önce dükkandan ayrıldığını söyledi. "Konuştun mu babanla?" diye sordum. "Konuştum." dedi. "Hava güzel olsaydı senin işe başlayacaktık bugün." "İnşallah" dedim. Tekrar sıkı sıkı tembihleyip erkek sözü aldım. "Mutfak donanımını sözleşmeye bağlayacağım, bir haftaya kadar bağlanır elektrik değil mi?" diye sordum. "Yağmur yağarsa bir hafta ne yapabiliriz." dedi. "Bu mevsimde aralıksız bir hafta yağmur mu görülmüş ki" dedim. Bir kez daha tembihleyip ayrıldım dükkandan.

Çarşı içine uğrayıp bir saç tıraşı olayım dedim ancak burnumdan geldi. Yağmur iyice bastırdı aniden. Dükkândan çıktığım zaman hiç bir şey yoktu oysa. Mesele yağmur da değil aslında. Arabayı nereye park edeceğim? Bu yağmurda fazla ıslanmak istemiyorum.

Ben park yeri aramak için çarşı etrafında ikinci turumu tamamlarken  yağış etkisini yavaş yavaş azaltmaya başladı. Bazı dükkan sahipleri kapı önlerine sandalye ya da plastik dubalar koyup zaten az olan yerleri de kaplamışlar. En sonunda bir yer buldum ama berber dükkanına yüz metre mesafede.

Eve döndüğümde eşimi arıyorum telefona cevap vermiyor. Onun içim normal bir durum, ya şarjı bitmiştir ya da sohbet tatlı olduğundan duymuyordur.             

23/03/2016 Çarşamba, İzmir

Önce dünden başlayım. O gün yaşadıklarımın tamamını sıradan bir günlüğün cümleleriyle anlatmak çok hafif kalacaktı.  İlk kez güncemin yayın başlığına bir öykü adı koymak istedim. Hoşuma gitmedi. Benim başıma gelenler kaç kişinin başına gelmiş olabilir acaba. En sonunda telefonunun tuşlarına dikkatsiz ve/veya bilgisizce  basan herkesin benzer durumlarla karşılaşabileceğini düşünüp bu yaşanmışlığı bir öykü tadında satırlara dökmek ve okurun kulağına bir küpe takmanın daha uygun olacağına karar verdim. 

Öğlene kadar Karabağlar'ın ve Gıda Çarşısının altını üstüne getirdik kızımın istediği özelliklere sahip bir evye bulabilmek için. Gıda Çarşısında bulduk aradığımızı sonunda. Aklım hala telefonda tabii. Gözlerim bir Turkcell bayi arıyor. "Olmazsa Hatay Caddesinde buluruz." bir bayi dedik. Böylelikle başladı bizim telefon hikayesi ve bunun için ayrı bir sayfa oluşturdum.

Gece elli yıllık arkadaşım Mustafa'nın evine "Hayırlı olsun" a gittik. Narlıdere'de güzel bir ev satın alıp döşemişlerdi. Oğlu Metehan'ı bırakmışlar şarküteri dükkanında. Uzun ayrılık dönemlerinde hep çocukluk, gençlik anılarımız gelirdi aklımıza, eskiyi yad ederdik. İzmir'e geldikten sonra daha sık görüştüğümüzden olsa gerek güncel olayları, memleket meselelerini daha fazla konuşur olduk.

Mustafa'nın eşi Filiz güzel bir trileçe tatlısı yapmış. Ne de moda oldu şu Trileçe! Hep Arnavutluk tatlısı deyip geçerler ama bir çok rivayet var hakkında. Bunlardan en ilginci Güney Amerika kökenli bir tatlı olduğuna dair söylenenler. Malum ağırlıklı olarak İspanyolca konuşur halk oralarda. İspanyolca "Tres" üç, "Leches" ise süt demek. "Tresleches" yani üç sütten yapılan tatlı. Peki Arnavutluk neresinde bu işin? Derler ki bir zamanlar İspanyol pembe dizilerine merak saran Arnavutluk halkı dizide gördükleri bu tatlıyı  pek bir sevmişler. Ülkede iyice tanınmaya başlayan trileçe yi herkes yapar ve konuşur olmuş. Ne kadarlık bir ülke ki zaten. Şimdi dünya sanıyormuş ki, Trileçe bir Arnavutluk tatlısı. Sahil Evlerindeki bir pastanedeydi bu tatlıyla ilk kez karşılaşmamız. Hiç de hoşumuza gitmemişti. Daha sonra Mado'da güzel yapıyorlar diye duyduk ve ilk fırsatta gidip tadına baktık. Sanırım bu sefer Kuşadası'ndaydık. Evet, gerçekten güzel yapmışlardı. Bizim hanım durur mu, hemen oturdu o da kolları sıvadı. İnanılmaz bir görüntü ve inanılmaz bir lezzet çıktı ortaya. Filiz de farklı dokunuşlarla güzel bir trileçe yapmış. Ekşi sözlükte trileçe hakkında yazılan bir yorum çok hoşuma gitti. Şöyle diyor: "Şahsen ben bir tatlı olaydım, trileçe olurdum."

Sohbet çok güzel ilerliyordu. Az sonra Metehan dükkanı kapatmış, geldi. Yeni bir şarap çıkmış, su gibi satılıyorlarmış. "Nedir?" diye sordum. "Adı Edrine, bir kırmızı şarap markası"  Edirne'den. Şarabın özelliği, büyük bir kadehin içine iki parmak kadar sade gazoz eklenerek içilmesi. Şaraptan anlayanlar bu operasyona şiddetle tepki koyabilirler, haklı da olabilirler, o zaman biz bunun adına şarap demeyelim. Ancak içimi güzel, hafif ve farklı bir lezzet çıkıyor ortaya. Sıcak dostluk ortamında ne kadar çok yediğimizin farkına varamadık.

Gece oldukça geç bir saatte yattım. Sabah kahvaltımızı yapıp kızımın taşınacağı eve gittik. Bugün mutfak, banyo ve tuvalet dolaplarının montajları yapılacak, elektrik anahtar ve prizleri ile perde kornişleri takılacak, tezgah graniti kesilecek vs. bir sürü iş var. Eve vardığımızda boyacı son rötuşları yapıyordu. O gittikten az sonra mobilyacılar geldi, hemen çalışmaya başladılar. Çok geç saatlere kadar başlarında durdum, onlar kalabalık bir ekiple çalışmaya devam ettiler. Duvar seramiklerini döşeyen usta ölçüyü biraz kaçırmış beş santim kadar seramik solda boş kaldı, sağ tarafta ise fazlalıklar kırıldı. Bunu yaparken yanındaki seramiği de zarar verdiler. Tekrar seramik onarımı çıktı başımıza. Akşam saatlerine doğru mermerci geldi ölçü almaya. Kızım çalışıyor, devamlı telefon irtibatımız var onunla.  O da işten çıkıp yanımıza geldiğinde saat beşi biraz geçiyordu.

Bir ara fırsat bulup güzel bir kokoreç yedim her zamanki yerimde. Bilen gerçekten biliyor bu işi. Daha sonra kızım ve eşimle birlikte kayınvalideme uğradık. Hayrına irmik tatlısı yapmış. Şimdi yemesek üzülecek garibim. Onu da yedik. Daha sonra Mustafa'nın dükkanından aldığımız boş koli kutularını bıraktık kızımın evine ve kızımı orada bırakıp, birer kilo ağırlaşmış olarak döndük memleketimize.

YA CİHAZINIZIN FATURASINI SAKLAYIN YA DA ICLOUD MAIL ADRESİNİ AKLINIZDA İYİ TUTUN YOKSA...



Gençlik yıllarımda bilgisayardan bihaber olan ben, teknolojinin hızına artık ayak uyduramıyorum. Daha önce facebook, twitter, what's up instagram vs. gibi programlara güncelleştirme önerisi geldiğinde hep onay vermiştim. Bu işler öyle bir hal aldı ki, gün aşırı onay mesajı gelmeye başladı. Evvelsi gün, gecenin bir vaktinde, telefonuma program güncelleştirmesi ile ilgili bir mesaj gelmişti yine. Yanlış hatırlamıyorsam "apple" veya "icloud" gibi bir şey. Ne olduğunu bile anlamadan, bilinçsizce bastım onay düğmesine. İşlemin birkaç dakika sürebileceği ikazı göründü ekranda. Olabilir dedim. Uykum geldiği için bekleyemedim. Telefonu öyle bırakıp yatağa gittim.

Dün sabah İzmir'e gitme hazırlıkları devam ederken telefonuma baktım. Şarjda olduğu halde kapanmıştı. Sorun değil dedim. Açıp parolayı girdim. Güncelleme işleminin başarıyla tamamlandığını ancak bir kaç küçük adım daha kaldığı mesajı göründü ekranda. Bu adımlardan ilki, uzantısı icloud olan mail adresini, ikincisi ise onun şifresini sormalarıydı. Icloud uzantılı mail adresini ne zaman ve niçin aldım hatırlamıyorum. Olası bütün adresleri girdiğimde onların hatalı olduğu gösteriliyordu. Kaldı ki, doğrusunu bulsam bile ikinci adımdaki şifreyi hatırlamam mümkün olmayacaktı. Bu işlemleri tamamlamadan telefonu kullanamıyordum. Bir anda karşıdan aramalara bile kilitlendi telefonum. Belki bir faydası olur diye kapadım, açtım ama yine değişen bir şey olmadı.

Canım iyice sıkılmıştı. Şu mobil cihazlar hayatımıza girdi gireli ayrılmaz bir uzvumuz oldu sanki. O kadar eksikliğini hissediyor ki insan. Sanki her an birisi acil bir nedenle arayacak ve ulaşamayacakmış gibi hissediyorum. Neyse ki eşim kendi telefonunu almış yanına.

Başımıza geleceklerden habersiz, daldık bir Turkcell bayisine. Sağ taraftaki masada oturan genç, bol makyajlı bir bayana anlattım durumu. "O tür sorunlara Sıla Hanım bakıyor." dedi, istifini bozmadan. Sıla Hanım bir müşteriyle ilgileniyordu o sırada. İşi biter bitmez bizi dinledi. Kimse inanmaz, tam üç buçuk saatlik maraton böyle başladı.

"Öncelikle mutlaka verdiğiniz icloud uzantılı e-mail adresini hatırlamanız gerekir ya da cihazınızın faturasını getirmek durumundasınız." dedi. İki si de imkansız. Cihazı Umman'dan bir iş seyahati sırasında almıştım. Fatura ayrıldığım şirketin çekmecelerinin birindeydi.  "Fatura ne işime yarayacak bundan sonra" deyip atmış olmalıydım. "Faturayı unutun." dedim kıza. Derin bir iç çekişten sonra "Arayıp bulacağız verdiğiniz e-mail adresini, başka çaremiz yok" dedi. Olabilecek onlarca varyasyon denedik, yok, bulmamızın imkanı yok.

Adının Sıla olduğunu öğrendiğim genç kız, büyük özveri ve sabırla, adımdan, soyadımdan bir sürü e-mail adresi türetirken olayın nereye varacağını tahmin edemezdim. Bu büyük çabasını anlamaya çalışırken nihayet ona sordum. "Ola ki, e-mail adresini ve faturayı bulamadık, ne olacak?"

Gelen cevap şok etti beni. "Cihazınız hiç bir işe yaramaz o zaman, çöpe atacaksınız." "Nasıl olur bu?" dedim. "Güvenlik için yapıyorlar bunu" dedi.

Artık iyice kaybolmuştu ümitlerim. Bir saatten fazla Sıla ile birlikte kelime oyunu oynar gibi kelime türetiyorduk, e-mail adresi olabilecek. Baş harfi belliydi sadece, onun yanında ise altı tane siyah nokta. Belli olan baş harf, ismimin ilk harfiydi. Mail adresinin karakter sayısının orada gösterilen nokta sayısı ile de ilişkisi yokmuş. Yani baş harf dışında hiçbir ip ucu yok. Artık daha önce girdiğimiz olası adresleri unutup tekrar tekrar girmeye başlamıştık. "Peki, nedir elimizdeki bu cihazın fiyatı? " diye sordum. "Bu cihaz iphone 5, ama ben size yeni çıkan iphone 6 yı öneririm, bu kadar para ödedikten sonra." dedi, kız. "Yok" dedim. "Aslında benim merak ettiğim çöpe kaç para attığımdı." Yanındaki arkadaşına sordu iphone 5 fiyatını. Tam 1.850 TL imiş. Şok oldum. Şimdiye kadar telefon modelleri ve fiyatlarıyla ilgilenmemiştim. Mobil telefonlar çıktı çıkalı hiç bir zaman para verip cihaz almamıştım. Bugüne kadar hep şirketin verdiği telefonları kullandım. Bu elimdeki de şirketin son hediyesiydi bana. Şimdi daha iyi anlamaya başlamıştım kızın mücadelesini. Yine de bu parayı kaybetmem kaç kişinin umurunda olurdu ki. Kıza acımaya başladım. Ha bire "Şu olabilir mi, bu olabilir mi e-mail adresiniz?" şeklindeki soruları bitmek bilmedi.

Bir yandan benden sonra işini Sıla Hanım'a yaptıracak kişiler de sabırla sıranın kendilerine gelmesini bekliyorlardı. Bunun farkına varınca beni biraz bekleteceğini söyleyip kısa süreli aralar verdi diğerlerinin işlerini çözmek için. Onlardan sonra yeniden devam etti araştırmaya. En sonunda apple ülke yetkilisini aradı. Onunla uzun uzun görüştü. Telefon cihazının arkasında zor okunan cihaz seri numaralarını istedi yetkili. Okunması oldukça zor olan küçük puntolu rakamlardı bunlar. Kendi telefonuyla fotoğrafını çekip büyüttü ve karşı tarafa okudu. Israrla faturanın bulunmasını istiyordu konuştuğu "Apple" yetkilisi. Aksi takdirde telefon kullanılamazmış. Bir takım gizli sorular sordu cevaplarını verdim. Yine de bir sonuç çıkmadı. Dönüp bana "Arayıp bulacağız, başka bir yolu yok" diye yineledi. Ben bu işten sıkılmış, umutsuzluğa düşmüş iken o hala "Mücadeleye devam" diyordu. İnanılacak gibi değil. "Ayıp oluyor size o kadar zamanınızı aldım, bırakın artık uğraşmayı bu iş olmayacak galiba" demeyi düşündüğüm anda, bir şeylere ulaştım galiba dedi. İkinci bir kimliğim olan "Apple" kimliğime ulaşmış. Allah, Allah kim bilir kaç kimliğim var acaba? diye düşündüm kendi kendime. "Oradan "iphone" adresine ulaşabilirim belki," dedi, kız. Olmadı, yine olmadı.

Bir ara "Ben yine arayım Apple yetkilisini, ama benimle yeniden ilgilenmek istemezler, size vereyim siz biraz ağlayın, başka türlü yardımcı olabilirler belki" dedi. Sıla, soruna iyice vakıf olduğundan o kadar güzel anlatmıştı ki yetkiliye, benim onun kadar düzgün anlatmam mümkün değildi. Biraz panikler gibi oldum. Telefonla aradı tekrar birilerini. Başka telefon numaraları verdiler onlar araması için. Şansımıza farklı bir yetkili çıkmıştı karşısına bu sefer. Ona durumu kendi anlattı yine. Birkaç güvenlik sorumuz olacak demiş yetkili.

İlk soru "İlk kullandığınız arabanın markası nedir?" Hoppala. Aradan geçmiş otuz beş yıl. Ne yazdım acaba derken Sıla bana "Düşünün, iyi düşünün" diyerek moral takviyesi yapıyor, telefonun ucundaki yetkili ise benim ağzımdan çıkacak bir kelimeyi merakla bekliyordu.

"Renault, galiba" dedim. Karşı taraf "Değil" demiş. Sıla da bana anında aktarıyor sürekli. Eşime sordum, "Ya bu bir ara Yusuflardan satın aldığımız araba olmasın?" Kıza, "Araba kendine ait bir araba mı yoksa ilk kullandığın araba mı? diye sordum. "Kendinize ait." dedi. Eşimin de aklına gelmiyor Yusuf'un arabası. Hani diyorum beyaz renkli bir arabaydı, "Orhaneli' de şoför kaza yapmıştı onunla, Renault Spring değil de onun benzeri hani." Yok kardeşim, yok, hafıza diye bir şey kalmamış." Broadway" gelmiyor bir türlü aklımıza.

Ama iyi ki de gelmiyor. Çünkü Broadway de değilmiş. Renault dedikten sonra Sıla  Renault'un bütün modellerini denemeye başlamış bile. "Tamam, buldum" dedi sevinçle. "Toros" muş. "Ohh, dedik hepimiz derin bir nefes aldık. Daha bu ilk soruydu. İkinci soru "Anneniz ve babanız ilk hangi ilde tanışmışlar?" Ha, bak bu kolay. İkisi de İzmirli olduğuna ve İzmir'den hiç ayrılmadıklarına göre cevap "İzmir".

Böylelikle e-mail adresini Apple yetkilisi verdi Sıla'ya. Vermeyebilirdi de. Genellikle e-mail adresi belirlenirken otomatik olarak alternatif adresler üretiyormuş bilgisayar. Bazen istediğin adresin yanına 1 veya 11 koyuyormuş. Benim vermiş olduğum ve daha önce denediğimiz adreslerdin birine sonuna da "i" harfini koymuş. Yani soyadımın son harfini ikinci kez tekrarlamış. Ben de olsun varsın deyip basmışım onay tuşuna meğer.

Kullandığım mail adresine mesaj geldi. Şifre sıfırlandı. Yeni şifre verildi. Ve telefonum çalışır duruma geldi. 1.850 TL kazanmış gibi oldum. Bir hafifledim, bir hafifledim ki sormayın. Sevinçle kıza "Nedir borcum?" diye sordum. Hiç kimse bir iş için bu kadar mesai ayıramaz. Kız gülümsedi "Yok, hiç bir borcunuz yok" Çıkarıp biraz para bıraktım yine, arkadaşlarıyla pasta yiyip beni hatırlasınlar diye. Kabul etmedi önce, sonra arkadaşına uzattı parayı. Son yıllarda gördüğüm en "İnsan" kişiydi. Çok güzel değildi. Ama dünya güzeli göründü gözüme.           

23 Mart 2016 Çarşamba

22/03/2016 Salı, İzmir

Kızım hafta sonu yeni evine taşınıyor. Evde tamirat, tadilat, boya işlerinin son aşamasına gelindi. Görev aşkından dolayı işinden izin almadı. Ona destek olmak üzere yardıma geldik eşimle. Bilgisayarım yanımda olmadığı için istediğim gibi yazamayacağım. Ne telefonumla ilgili başıma gelen ibretlik hikayeyi ne de 50 yıllık arkadaş ziyaretini... İlk fırsatta anlatacağım bir iki gün gecikmeli de olsa bugünü.