03/11/2016 Perşembe, Tire
Dünkü sürpriz hareketliliğin üzerine sükunetin hakim olduğu bir gün. Sabahın erken saatinde çalan telefon sesi, oğlumun Ankara'dan döndüğünün habercisi. Arabasının anahtarı bende kaldığı için o da evde mahsur kalıyor.
Taş Ev'in önündeki avludan aşağıyı seyrediyorum. Yakınlarda bir yaprak hışırtısı, dikkat kesiliyorum. Küçük bir sincap önümdeki kestane ağacına tırmanıp hızla gözden kayboluyor. Yan tarafta "tak tak" sesleri. Ağaçkakanlar yine iş başında. Sararmış yaprakların arasında arka bahçeye doğru yürürken seslere kulak kesiliyorum. Ağaçların üzerinden pat, pat diye yere düşüyor bir şeyler. Gidip bakıyorum nedir bunlar diye. Hiç güzel silkmemişler şu cevizleri, yarısı ağaçta kalmış cevizlerin.
Bir grup organizasyonu için rezervasyon yapılmıştı önceden. Erken geliyor Hüseyin bu nedenle. O gelir gelmez alışveriş için şehre iniyorum. Yaylaya döndüğümde gelen giden yok daha. Şehirdeki evde kalan oğluma seslenmedim, biraz dinlensin diye. Her zamanki gibi arada bir çalan telefonlar bizimkilerin sonradan aklına gelen şeyler. Şunu da al gelirken, bunu da al nev'inden.
Salondaki masaları düzenliyoruz. Tabaklar yerleştiriliyor. Su sürahileri masalara konuluyor. Bir müddet sonra demir kapıdan içeri giren kalabalık bir grup Taş Ev'e doğru akmaya başlıyor. Daveti veren kişi elindeki bir tepsi baklavayı girişte mutfağa bırakıyor. Dışarıdan gelen tatlıya mecburen razı oluyoruz. Bazı adetleri birden yıkmak çok zor. Aslında gün denilen bu tür toplantılara evlerde yaptıkları börek, yaprak sarma ve bunun gibi bir sürü yiyecekle gelirler, gittikleri yerden sadece içeceklerini sipariş ederlermiş. Neyse ki gelenlerin hepsi seviyeli hanımlar. Bazı toplantılarda misafirler, patlamış mısır, ay çekirdeği de getirirlermiş yanlarında. Bunu bildiğimden baklavaya razı oluyoruz.
Gün boyunca klasik müzik çalınıyor. Hanımların umurunda değil çalanın ne olduğu. Onların gürültüsü müziği bastırıyor.
Rezervasyonlu gruplar çok yormuyor insanı. Lakin bu tür toplantılarda kişi başına adisyon tutulması şart. Zira kişilerin beyanına göre hesap alındığında açık verilebiliyor. Misafirler salona çıktığında Hüseyin teker teker siparişleri almaya başlıyor. Hemen hemen herkes yarım porsiyon ızgara söylüyor. Bazıları bunun üzerine salata, keşkek istiyorlar. Sıcaklar hazır olunca tabakları tepsiye dizip Hüseyin ile beraber çıkarıyoruz yukarı. Izgaralar dağıtıldıktan sonra bir kişi ortada kalıyor. Vay sen misin bu hanımefendiyi atlayan, başlıyor feveran etmeye. "Benim şekerim var, ben bekleyemem, nasıl yaparsınız bunu bana." Kadın haklı. Yanında keşkek söylemiş bir de. Keşkek geliyor önüne. Ben yanından ayrılmıyor, özür üstüne özür diliyorum. Hatun sakinleşecek gibi değil. "Tamam, keşkeğim geldi nasıl olsa köftemi iptal edin."
Mutfakta tartışıyoruz, niye atladık bu hatunu diye. Hüseyin yarım yarım sayarken porsiyonları bir yarımını atlamış Şefe söylerken. Yapacak bir şey yok. Atıyor ızgaraya bir yarım soğanlı köfte daha. Hüseyin şaşırıp bakıyor bana. "Amca kadın iptal etti ya, sen hala ızgaraya attırıyorsun köfteyi."
"Sen bana bırak bu işi Hüseyin. Bu hata bizim, telafi etmemiz lazım." diyor ve sabırsızlıkla köftenin pişmesini bekliyorum.
Köfte pişer pişmez alıp köfte mağduru hanımefendinin yanına gidiyorum. "Hanımefendi lütfen bunu kabul ediniz, sizden bunun ücretini de almayacağız, belki bizi affedersiniz o zaman." Yok istemem, dese de tabağı bırakıyorum önüne. Önündeki keşkek bittiğine göre bayağı kırılmış açlığı.
Baklava servisinden sonra çay, kahve siparişlerini alıyoruz. Daha sonra yan masada teker teker hesapları alıyorum. Küçükken bir arkadaşımızla bir yerde yemek yiyecek olsak hesabı ikiye böler, her birimiz yarısını öderdik. O zaman bu usulün adı Alman Usulüydü. Burada daha farklı bir ekol var. Herkes yediğini, içtiğini kendisi ödüyor. Sıra Mağdure Hanım'a gelince ısrarla köfte parasını da ödemek istiyor. Kabul etmiyorum."O bizim hatamızın diyeti." diyorum.
Bir telefon geliyor. Ses yabancı. Bilgi almak istiyorum diyor, Taş Ev hakkında. "Neleriniz var?" "Fiyatlarınız nasıl?" gibi sorular soruyor. İçimden kızıyor ama söylemeden de edemiyorum. "Akşam için dört kişilik rezervasyon yaptırmak istiyorum." diyor kibarca." Saat kaç gibi gelirsiniz?" diye soruyorum. "Saat sekiz buçuk geç mi?" diye o da bana bir soru yöneltiyor. Şaşırıyorum. "İsterseniz daha erken de gelebilirsiniz." diyorum, ne diyeceğimi bilemeden. "Tamam." diyor. "İsminizi alabilir miyim?" diye soruyorum. Kendi ismini ve yanındaki arkadaşlarının ismini söylüyor. Aydın'daki barajda çalışırken DSİ'den yakın arkadaşlarımmış meğer. En yakın zamanda eşleri ile birlikte geleceklerini söyleyip bir güzel işletiyorlar beni.
Öğleden sonra dişim yine ağrımaya başlamış, en yakın eczaneden kuvvetli bir ağrı kesici almıştım. Konuklar gidince telefon ettim diş doktoruma. Beni beklediğini söyledi. Yanına gidip durumu anlattım. Köprümün altındaki dişlerden biri çürümüş. "Çekmem gerekiyor." dedi. Eski kocaman iğneler tarihe karışmış artık. Tabanca gibi tetiği olan bir aletle tık tık sesler çıkararak basıyor uyuşturucuyu ağrıyan dişimin etrafına. İlk tıklarda duyduğum acı sonraki tıklarda gittikçe azalıyor ve yok oluyor sonunda. Dış kolaylıkla geliyor eline. On beş gün sonra geldiğimde yeni köprü için ölçü alacağını söylüyor.
Oğlumu arıyorum bir tarafım uyuşmuş vaziyette. Bende kalan arabasının anahtarını veriyorum. Birlikte dönüyoruz yaylaya. Yolda anlatıyor, Ankara'da yaptığı görüşmeleri.
Bir şeyin farkındayım. Kitap okuyamıyorum bu aralar. Yazmaya nasıl fırsat buluyorsam okumaya da zaman ayırmalıyım. Kitaplar kadar önemli blog yazarlarının kaleme aldığı yazılar var. Pek çoğu meşhur olmuş pek çok yazardan daha iyi. İnternet problemi yaşadığım sıralarda okuduğum bir kitap vardı. İnci Aral'ın bir öykü kitabıydı yanılmıyorsam. Ondan bile bahsetmediğim bloğumun kitap köşesinde. Zaman her şeyi yapmaya yetmiyor kısacası.
Yaylada kış geliyorum diyor. Salonda devamlı şömine yanıyor. Aşkın Şef mezeleri tamamladı. Krokan için cevizler kırılırken bir yandan da bana yarın kasaptan alınacakları söylüyor. Cuma pazarından alınacak çok fazla bir şey yok yarına.