KATEGORİLER

10 Kasım 2016 Perşembe

10 KASIM

Tam 10 Kasım'ı gösteriyor takvim. Atatürk'ün bu dünyaya veda ettiği tarihten bu yana tam 78 sene geçmiş. Demek ki annem de 78 yaşına gelmiş. Doğduğunda cumhuriyet 15 yaşındaymış henüz. Hep annemin gençlik yıllarına özenirim. Cumhuriyetin ilk yılları...

Siyah beyaz resimler. Saçları beyaz kurdeleli kız öğrenciler. Modern giyimli hanımefendiler, beyefendiler. Atatürk böyle bir hayalin peşindeydi. Büyük devrimler yaptı. Kimsenin hayaline dahi sığmayan. Alfabeyi değiştirdi, laiklik sistemini getirdi, kadına seçme seçilme hakkı verdi, yobazların egemenliği sona erdi. Kurtuluş savaşında ülke nüfusunun önemli bir kısmını kaybetmesine ya da sakat kalmasına rağmen küllerinden yeni bir ulus yaratan büyük önderdi o.

Her şeyden önemlisi bağımsız, başka ülkelerin saygı duyduğu bir ülkeydik. Köy Enstitüleri onun çizdiği yolu kendilerine şiar edinmiş memleket sevdalılarının en büyük eseriydi. Oradan yetişen insanlar medeni, kültürlü, milli, çalışkan, ahlaklı, üretken oldular. Dini sömürü ortadan kalktı. İsteyen istediği gibi ibadetini yapar oldu. Ancak dini siyasete ya da ticarete alet edenlerin hep önü kesildi.

Atatürk'ü din düşmanı gösterdiler. Onu savunmak için "Aslında o dindar biriydi." dedi bazıları. Ama o kimseye dindar görünüp bundan faydalanmayı düşünmedi. Dindar biri de değildi zaten. Çünkü o başarısızlıklarını ne yaratana ne da kadere bağladı. İşte bu yüzden böyle olması beni ona daha da çok yakınlaştırdı zaten. 

Savaşlara kıtlığa rağmen o yıllar daha güzeldi. Fetö gibi din tacirleri ve onların peşine takılan siyasetçiler yoktu mesela. Fetö gibi din tacirleri olmadığı için onun kandırdığı başbakanlar ve cumhurbaşkanları da yoktu elbette. Bu yüzden devlet sırları, güvenlik planları yabancıların eline geçmezdi.

Asker güçlüydü o zamanlar. Halk politikacıdan çok askere güvenirdi. Dosta güven düşmana korku verirdi ordumuz. Yabancı güçlerin işbirlikçileriyle doldurulmamıştı silahlı kuvvetler. Sınırlarımız güvenliydi. Hiç bir toprakta gözümüz olmadığı gibi bir karış toprağımıza göz dikenin gözünü oyardık. Askerimizin başına çuval geçiremezdi hiç kimse. Ülkeyi bölmek isteyenlere hadleri bildirilirdi.

Şimdi öyle mi ya. Kadınlarımızın başına takke, takkenin üzerine çarşaf geçirip Arap ülkelerinde bile rastlamadığımız garip bir moda rüzgarı estirdiler. Giydikleri kot pantolondan kalçaları taşmış, göğüs dekoltesi o biçim, ne gam, saçının bir teli gözükmüyor ya. Böylesine geri fikirlere kurban ettiler kadınlarımızı, inanç hürriyeti ayağına. Sistemin açıklarıyla parasına para katan bir züppe benim ortanca hanım diye gazetecilere caka sattı. Atatürk'ün Türkiye'si bunları da mı görecekti?

Kim ne düşünürse düşünsün. Bu fikirler benim. Atatürk'ü anıyorum. Atatürk'ü arıyorum.   

9 Kasım 2016 Çarşamba

KIZÇEMMM...

09/11/2016 Çarşamba, Tire

Bugün günlerden Irmak. Kızımın doğum günü. Başka ne yazabilirim ki. Ne yazık ki bırakamıyoruz Taş Ev'i henüz. Halbuki İzmir hemen burnumuzun dibinde.

Doğduğunda ilk gözlerine baktım. Abisininki gibi renkliydi gözleri, sapsarıydı bir tutam saçı. Bir öfkeyle bağırmıştı ki doğduğu anda. Kız geleceğini bildiğimiz halde yine mi erkek geliyor deyip bakmıştık birbirimize.

Çok ortak özelliğimiz var kızımla... Mesela her ikimiz de iki saatlik bir filmi dört saatte anlatabilme becerisine sahibiz. Annesinin aksine rahat insanlarız. Hatta kızım benden de rahattır. O, yurt dışında rahatlığı sebebiyle kaldığı otelden geç çıkınca bindiği taksinin şoförüne trafik kurallarını alt üst ettirip uçağa yetiştirmesini bilmiştir. Her zaman son dakikada işini kotarması şansından ileri gelir. 

Arkadaş canlısı, yaşamayı, eğlenmeyi seven bir insandır kızım. Uysaldır ama hiç kimse onun bu uysallığını kullanmaya kalkmasın. Kendisine haksızlık edilmesine dayanamaz. Böyle durumlarda vay karşısındakinin haline.

Kızım o benim. O benim her şeyim. Bugün ondan başka bir şey düşünmüyorum. 

Hava fırtınalı. Rüzgar sert esiyor. Daha ne kadar sürecek? Ne çabuk geçti yıllar? Kızım büyüdü. Doktor oldu. Bana baktı. Şekerin var dedi. Ben ona inanmadım. Çünkü dondurmayı çok seviyorum.

Seni seviyorum. Kızçem. Nice yaşların olsun. Mutlu ol, şansın bol olsun. 

DAĞ ÇİLEĞİ

08/11/2016 Salı, Tire

Zaman yine çabuk geçmeye başladı. Yine yeni bir Salı günü. Salı Pazarı alışverişi ve serbest zaman. Öğrencilik yıllarını hatırladım. Haftanın bir iki saatini boş bırakırlardı. Serbest saat. Kimin hangi derste eksiği gediği, yetiştiremediği ödevi varsa tamamlardı o saatlerde. Dün şefin verdiği pazar listesini tamamladıktan sonra serbest saatlerimizin başlayacak olması keyif verici.

Halden başlamalı turumuza. Dün İzmir'den parça almaya gittiğini söyleyen Olgun Usta, sabah erken saatlerde oğlumdan arabasını dükkana bırakmasını istemişti. O ise sabah uykusunu feda etmek istemiyor. Yarım saat daha uyumak için tartışıyor benimle. Eşim içimizde en hamaratı. Ev çoktan tertemiz olmuş bile. Beraber çıkalım teklifime daha yapacak işleri olduğunu söyleyip yalnız bırakıyor beni. Halde aradığımı bulamıyorum. Aşkın Şef bu sefer telefonumu açıyor. "Topan patlıcan yokmuş halde, diğer normal patlıcanlardan var. Bunlar da çok güzel görünüyor." diyorum. "Pazarda buluşalım oradan alırız." diyor.

Pazarın erken saatleri olduğundan mıdır bilmem ama pazara yakın bir yerde park edecek bir yer buluyorum. Alacaklarım öyle bir seferde taşınacak gibi değil. Kasaba bırakıyorum aldığım malzemeleri. Arapsaçı, karışık ot almamı istemişti şef bir de. Arıyorum, arıyorum ama gözüme ilişmiyor. Kabak çiçeğinin son zamanları artık. Bir iki yerde görüyorum. Fiyatları arttırmışlar. Köylü kadınla tamamını almak üzere kısa bir pazarlık yapıp anlaşıyoruz. Yeşillik aldığımız pazarcının Salı günleri tezgah kurduğu yeri buluyorum nihayet. Son olarak oradan roka, maydanoz, dere otu, deniz börülcesi, semiz otu vs. alıyorum. İstiap haddimi bulmuş olarak sallana sallana kasabın yolunu tutuyorum. Telefonum çalıyor. Bu durumda telefona cevap vermek oldukça can sıkıcı. Bir tezgahın köşesine yükümü bırakıyor, telefonumu çıkarıyorum cebimden. Arayan oğlum. Olgun Usta parçanın yarın öğleden sonra geleceğini söylemiş. "Boşu boşuna uykumdan oldum." diyor. "Kasabın orada buluşalım." diyorum. Hazır ellerim boşalmışken Aşkın Şefi arıyorum. O da kasabın karşısındaki lokantada olduğunu söylüyor.

Kasaba bırakıyorum yükü. Aşkın Şef motosikletini bakım için sanayiye vermiş. "Patlıcan, karışık ot ve Arap saçını ben halleder yarın gelirken getiririm." diyor. Oğlumla birlikte alışveriş listesinde kalan birkaç şeyi alıp dönüyoruz arabanın yanına. Pazar yerinin çıkışındaki tezgahlardan birinde buluyorum aradığımı. Küçük şeffaf plastik kapların içinde, dağ çilekleri. Acemi Demirci dalından topladığını yazmıştı dün. Ben de onun yazısını okuduktan sonra bu doğal meyveyi uzun yıllar yemediğimi hatırlamıştım. Ormanda yetişirmiş sadece. Taneleri önce yediklerimden çok daha ufak. Ancak lezzeti aynı.

"Oğlumun köşedeki büfeden birer Tire tostu yiyelim." teklifine hayır diyemiyorum. Gerçekten güzel yapıyorlar bu tostu. Yanında da bir ayran iyi gidiyor.

Yükümüzü alıp doğruca yaylaya çıkıyoruz. Önümüzden giden siyah station bir Bora'yı takip ediyoruz. Kah yavaşlıyor, kah hızlanıyor. Yolun acemisi olduğu çok belli. Ağır ağır giderken her kavşakta duraksıyor. Ben de sabırla, onu sıkıştırmadan peşi sıra gidiyorum. Oğlumla bahse giriyoruz. Nereye gidiyor bu arabadakiler? Ben diyorum Dağ Restoran'a, oğlum diyor Çam'a. Kaplan Köyünün girişinde iyice kenara yanaşıp duruyorlar. Bize yol mu verdiler, yoksa bir şey mi soracaklar emin olamıyoruz. Geçerken duruyoruz yanlarında. "Kaplan Restoran nerede acaba?" diye soruyor sürücü. "Kaplan Köyünde üç tane restoran var, siz hangisini soruyorsunuz?"

"En zirvede olanı." diye cevap veriyor. En zirvedeki "Taş Ev Restaurant" ancak salı günleri kapalı, biz oranın sahibiyiz. "İzmir'den tavsiye üzerine geliyoruz, gezerken bir kahve içmek istemiştik." diyorlar. "Başka bir yer var mı burada çay, kahve içeceğimiz?"

Diğer iki lokantanın adını verip yerlerini tarif ediyor, yolumuza devam ediyoruz. Bahçe kapısına geldiğimizde görüyorum ki Gani Usta henüz taşı yığmamış kapıya. Telefon mu etsem diye geçiyor aklımdan, taş işinin perşembe başlayacağını düşünüp vaz geçiyorum.

Kapıyı açıp bahçeden giriyoruz içeri. Zeytin bizi havlayarak karşılıyor. Bütün gece devam eden rüzgar etkisini azaltmamış. Taş Ev'in yanındaki ceviz ağacından yine bir sürü ceviz dökülmüş yere. Pazardan aldıklarımızı tezgah altı dolaplara yerleştiriyorum. Zeytin için bir kaba kalan ekmeklerden doğruyorum. Her gün pirzola kemiği yiyecek değil ya. Beni görünce ne de çok seviniyor.

Yerdeki cevizleri toplayıp bir naylon poşete dolduruyorum. Aklımda pazardan aldığım dağ çilekleri var. Verandadaki masalardan birine oturuyorum. Oğlumun her tür meyveyle arası iyi değil. Eşimi arıyorum. Hani o da yemeyecekse seve seve hepsini mideye indireceğim. Telefonu cevap vermiyor. Uzaklardan telefonun sesini duyar gibi oluyorum. Arabanın bagaj kapağını açıca telefonun orada durduğunu görüyorum. Hepsini yemeyi kendime yediremiyorum. Bunun eşime karşı haksızlık olacağını düşünüyorum.    Kapıları kapatıp şehre dönüyoruz. Oğlumu Ortapark 'ta bırakıp eve dönüyorum. Kafamda Kuşadası'na doğru bir tur atmak var ama eşim benimle aynı fikirde değil. Arkadaşı arayıp evine davet etmiş ama o evde dinlenmeyi tercih ettiğini söylemiş. Yarısını bitirdiğim dağ çileklerinden ikram ediyorum. Hiç yememiş daha önce. Bir tane atıyor ağzına. Hoşuna gidiyor. Geri kalanını da o yiyor. Az sonra oğlum dönüyor eve. O da film izleyeceğini söylüyor. Hep beraber bir öğle sonrası uykusu çekiyoruz.

Akşama doğru bir kez daha çıkıyorum evden dışarı. Bu sefer eşimle birlikteyiz. Derekahve 'de Asmaaltı adında yeni açılan bir yere gitmeyi düşünüyoruz. "Sadece kahvaltı mı var burada?" diye birbirimize sorarken kapıdaki "Odun ateşinde ev yemekleri" levhası rahatlatıyor. Mavi boyalı demir kapı arkasındaki manzara hoş görünüyor. Kapıyı açmak için zorladığımızda kilitli olduğunu görüyoruz. Hemen solunda maviye boyanmış panjurları kapalı evin ziline basıyoruz. Cevap veren yok. Dönüp yeni açılan Venüs Bowling salonuna gidiyoruz. Salonun sahibi Erkal Bey bizimle özel olarak ilgileniyor. Fesleğen soslu penne makarna söylüyoruz. Tire'de bowling salonu açmak oldukça iddialı geliyor bana. Ancak gençlerin bu yeniliğe çok kayıtsız kalmadığını görüyoruz. Kısa süre sonra sıcak ızgara ve et çeşitlerine de başlayacaklarmış. Yemekten sonra Tiramisu söylüyoruz. Pasta dolabındaki değişik tatlılar eşimin ilgisini çekiyor. Eleman konusundaki ortak sıkıntılarımızı konuşuyoruz işyeri sahibi ile. Bol kazançlar dileği ile ayrılıyoruz. 

7 Kasım 2016 Pazartesi

HAVALAR SOĞUDU

07/11/2016 Pazartesi, Tire

kozmik anafor ile ilgili görsel sonucu
Dünkü yoğun trafikten sonra gecenin uzamaması tek dileğim. Önce Hüseyin'i gönderdim. Terastaki masa serin havaya rağmen sigara içmek uğruna daha oturacağa benziyor. İki arkadaş rakılarını tamamlamış, birayla devam ediyorlar. Çok mutlu olduklarını, Taş Ev'i çok beğendiklerini söylüyorlar ama bir şeyi eksik buluyorlar. Ne olduğunu soruyorum. "Terası kapatsaydınız, rahat rahat rüzgardan korunurken sigaramızı içerdik."

Salonda iki çift aynı masada hallerinden memnun görünüyor. Servisler yenilenmiş fazla yapılacak bir şey kalmamış. Hadi siz de gidin diyorum oğluma. Şener benimle konuşmak istediğini söylüyor. "Ben emekli adamım, hergün bu tempoda çalışamam" diyor. "Hafta sonları ya da ne zaman ihtiyaç olursa telefon edin, gelirim." diyor. Onunla bu işi yürütmenin zor olduğunu biliyorum ama suçlamıyorum da kendisini. Elinden geleni yapıyor, bu da yetmiyor.

Sürpriz bir şekilde terastaki masa hesap istiyor. Çok geçmeden salondaki masa onları izliyor . Bu çok hoşuma gidiyor. Işıkları söndürüyorum onlar çıkarken. Bahçe kapısını kapatmaya üşeniyorum. "Değişiklik olsun, bu geceyi Tire'deki evimizde geçirelim." diyoruz. Masalar toplanıyor, kapılar, pencereler kapatılıyor. Son kontrolleri yapıyoruz. Tam çıkmaya hazırlanırken karanlık bahçe hareketleniyor. İkisi bayan üç kişi iniyorlar arabadan. "Açık mısınız?" diye soruyor bir tanesi. "Maalesef kapalıyız, elemanları gönderdik." diyorum. Aslında Aşkın Şef içeride temizlik yapıyor. "Saat kaça kadar açıksınız?" diye bir soru daha geliyor. Servisimizin saat onda bittiğini kibarca söylüyorum. Tavsiye üzerine gelmişler.  Hadi madem buraya kadar geldiniz, "Size Taş Ev'i bir göstereyim." diyorum. Bir market zincirinde çalışan elemanlarmış. Taş Ev'i gördükten sonra sözlerini burada yapmak akıllarına yatıyor. Niyetlerinin Taş Evi bir geceliğine kiralamak olduğu anlaşılıyor. Böyle bir hizmetimiz olmadığını izah ediyoruz. Onlar çıktıktan sonra biz de arkalarından yola koyuluyoruz.

Sabah kalkar kalkmaz halden başlıyoruz alışverişe. Bir kasa domates alıyoruz tarla malı. "İçleri dolgun olur bunların." diyor halci. Neredeyse hergün görüyoruz artık halciyle birbirimizi. Sera domateslerinin içi boş olurmuş dediğine göre. Kapya biberler tablo gibi karşımızda. Bir kasa da ondan alıyoruz. On beş kilo geliyor. Artık bundan sonra zor bulunur bunlar.

Çerez bitmiş. Her zaman alışveriş ettiğim yerden alıyorum. Eşimle kızım market alışverişini yapıyorlar. Elimdeki çerez torbasıyla markete gidiyor, eşyaları naylon poşetlere koyuyorum. Çıkarken az önce elimdeki çerezi kasiyerin yanında unutmuşum. Yukarı, yaylaya çıktıktan sonra eşyaları boşaltırken geliyor aklıma. Oğlumu arıyorum. Markete uğramasını, bıraktığım çerez torbasını sormasını istiyorum. Oğlum telefon ediyor. Arkamdan seslenmiş kasiyer. Sonra görevini ve benim çerez torbasını kendinden sonra gelen görevliye bırakmış. Benim çerez torbasını tanıdıkları bir müşteri almış, "İki gün sonra gelin alın demiş." oğluma mağazanın müdürü. Müdür kendine ait olmayan çerez torbasını kimin aldığını biliyor demek. Buna rağmen göz yumması ne demek. Garip insan bunlar. İki saat bile sabretmesini bilmiyor, başkasının malına el koyabiliyor. 

Hava rüzgarlı. Yağmur getirecek gibi bu rüzgarlar. Tuvaletlerin önüne kuru yapraklar doluşmuş. Temizledikçe yenileri geliyor. Evin yanındaki ağacın dibi ceviz dolu. Rüzgar dallarda kalan son taneleri de düşürmüş yere. Şule Ablalar geliyor, kuzenleriyle. Terasta, renkten renge giren ağaç yapraklarının arasında devamlı esen ama üşütmeyen bir rüzgara karşı oturuyorlar. Sabahtan Zeytin'i çözmüş Hüseyin. İlk kez cesaretimi toplayıp elimi ağzına, artık kocaman olmuş dişlerinin arasına sokuyorum. Isırmıyor. İstese çenesini kapatıp sıkar ver elimi parçalar ama yapmıyor. Dişleri bembeyaz, bakımlı. Oldukça sivri ve keskin. Farkında olmadan keskin dişlerini elime geçiriyor. Meydana gelen kesikleri keskin dişlerin sürtünmesinden. Yoksa ısırmıyor kesinlikle.

Güneş hiç yok. Yağmur da yağmadı. Gani Ustayı arıyor, traktörüyle kum ve çimento getirmesini istiyorum.  Yarın da duvar için taş getirecek. İki günlük bir taş işim olacak demir kapının önünde. Araç girişinde tehlike yaratmaya başlamıştı giriş. Hafta sonuna kadar Şaban Usta Hüseyin'i de yanına alarak tamamlayacak işi.

Öğleden sonra geliyor traktör. Kumu ve çimentoları indiriliyor girişi kapatmadan. Kızımızı uğurluyoruz nöbete. Oğlumla yolda karşılaşıyorlar. Aklım vitrindeki kuzu etli arapsaçında... Hani satılmasa da yesem diye bekliyorum. Sezonun ilk arapsaçı. Ben bulamamıştım pazarda. Aşkın Şef alacağı yeri bildiği için almış gelmiş.

Elektrikçi Ali'ye söyledim. Fan bağlantı yerinden koptu. Acil dedim. Duman altı oluyor millet dedim, nafile. Gelmedi bugün.

Bugün erken kapatmak istiyorum sayfayı. Hava iyice soğudu. Enteresan bir gelişme olursa söz, yarın yazarım.

Fotoğraf internetten alıntı Polaris yani Kutup Yıldızı.

TAŞ EVİN HALLERİ

06/11/2016 Pazar, Tire

Kendimizi yoğun bir pazar gününe hazır hissederek uyandık. Benim geç kalkmam doğal. En son yatan benim çünkü. Hüseyin çok hamarat. Ben kapıyı açmaya giderken o kapının önünde beliriyor.

Hava çok güzel. Kahvaltı hazırlığı tamamlanır tamamlanmaz kalabalık bir grup geliyor. Salonu, terası geziyorlar. Sonunda en keyifli yer olarak verandada karar kılıyorlar. Büyük bir süt ve süt ürünleri firmasının çalışanlarıymış gelenler. Serpme kahvaltının yanı sıra çok sayıda ekstra sipariş ediyorlar ancak hesap önlerine gelince şaşırıyorlar. Benzer şekilde serpme kahvaltı yerine neredeyse yarı fiyatına tek kişilik kahvaltı sipariş eden bir grup ekstra olarak standart serpme kahvaltıya dahil bir sürü şey söyleyince hesabı serpme kahvaltı fiyatını geçiyor. Menümüzde her şey açık bir şekilde yazıldığı halde bu durum bizi de rahatsız ediyor.

Saat on gibi oğlum ve Şener geliyor. Şener'in ismine alışamadım. Bazen ona Şeref bazen Şener diyorum. Bundan rahatsızlık duymuyor, kullandığım her iki ismini de kabullermiş görünüyor. Öğlene kadar yoğun oluyor işler. Ekmek kalmadı diyorlar bir ara. Oğlum, gidip alayım diyor. Arabasının frenlerinde zaten problem var. Çabuk gidip gelinmesi gerektiği ve yollarımız tehlikeli olduğu için onun gitmesine gönlüm razı olmuyor. Hemen fırlayıp fırına gidiyorum. Neyse ki ekmeği zamanında yetiştirmiş oluyorum.

Salon, teras, veranda doluyor, taşıyor. Kahvaltıdan sonra yemek servisi başlıyor. Kızım şaka niyetine sabaha karşı yeni web sitemiz üzerinden online rezerve yaptırmış bugün için. Büyük bir sürpriz yapıp yola çıktığını söylüyor.

Kızım gelir gelmez Zeytin'in yanına koşuyor. Onunla özlem gideriyor.


Oğlum muşmulaların resmini çekip gönderiyor. Geçen sene ağaç ağaç tek başıma toplayıp yerlere sermiş, daha sonra plastik kasalara doldurup halde satmıştım. Bu sene o vakti bulmam zor olacak.

Şener, Hüseyin'in performansını göstermekten uzak. Misafirlerin önüne çıkarmak istemiyorum pek. Elinden geleni yapıyor yapmasına. Dün görüştüğüm ve hoşuma giden bir başka adaya telefon ediyorum. Telefonu açmıyor.

Gelen misafirlerimiz mutlu ayrılıyorlar. Pek çoğu tavsiye üzerine gelmişler. Sigara içenler salonda oturmak istemiyor. Terasın kapatılmasını ya da açılır kapanır sundurma yapılmasını isteyenler var. Bir ay öncesine kadar "Sakın ola terası kapatayım demeyin." diyenler çok daha fazlaydı.

Geçen sene halde kestane satarken komşuluk ettiğimiz köylülerin yolu düşüyor Taş Ev'e. Arabalarının arkasını bal kabağı doldurmuşlar. Kabak tatlısı yapalım diye bize yayla kabağı satmaya gelmişler. Geri çevirmiyoruz.

Kalabalık aileler için masalar birleştiriliyor salonda. Çocuklar ayrı masalara oturuyor. Bir masa ilgimi çekiyor. İki küçük hanımefendi aynı büyükler gibi karşılıklı oturmuş tostlarını yiyor. Mutlulukları yüzlerinden okunuyor. Başka masada küçücük bir kız bilmiş bir ifadeyle annesine yakınıyor. "Anne, dün geceden beri Taş Ev, Taş Ev diye başımın etini yedin. İşte Taş Ev'e geldik bırak beni biraz da tadını çıkarayım."  

Akşam saatlerinde kızımın arkadaşları, genç bir çift geliyor. Yoğun bir saat. Mümkün olduğu kadar eşlik ediyorum. Fellah köftesi onlardan da tam not alıyor.

Masaları kendi aramızda numaralandırdık. Verandadan avluya uzanan masalara sırasıyla A1, A2..., salondaki masalara Y1, Y2..., terastaki masalara T1, T2... adını verdik. Hüseyin iyice alıştı buna. Şener zorlanıyor. Son gelen masa, köşedeki masa, az önce patates verdiğimiz masa gibi sıfatlarla tanımlıyor masaları. Böyle olunca da hata yapmak kaçınılmaz oluyor. Yaklaşık yüz liralık bir ızgara Y1 yerine A1 olarak söyleniyor. Hesap istenince olanlar oluyor. Hesaba haklı olarak itiraz ediliyor. Kısa süre içinde anlaşılıyor hata ama iş işten geçmiş oluyor.

        

5 Kasım 2016 Cumartesi

YAYLADA TAŞ EV KEYFİ

05/11/2016 Cumartesi, Tire

Hareketli bir gün. Ama artık alıştık. Neydi o ilk haftalardaki paniğimiz. İzmir Kız Lisesi mezunlarından ikinci grup geliyor bugün. Şener'i oğlum alacak şehirden.

Hüseyin geldi, sabah erkenden temizliğe başladı. Hava serin ama güneşin yükselmesi ile birlikte ısınacağa benziyor. Servis başlamadan önce oğlum geliyor Şerefi almış şehirden. Masalar birleştirilip donatılıyor. İzmir'den gelen grup bayılıyor Taş Ev'e. Kahvaltı sonrası terasta güneşleniyorlar. Çaylar, kahveler içildikten sonra bahçeye kestane, ceviz ağaçlarının arasında kayboluyor, bol bol fotoğraf çekiyorlar.   

Bu seferki grup daha fazla kalıyor Taş Ev'de. Belki de bırakıp bu güzellikleri ayrılamıyorlar. Hava tam bir bahar havası. Ağaç diplerine düşmüş ceviz ve kestaneleri topluyorlar. Misafirlerin bir kısmı verandada oturmayı seçiyor. Bazıları avluda güneşlenmeyi. Taş Evin içi, dışı, terası, verandası, avlusu, bahçesi pek bir revaçta. Bir grup avluda oturmuş soğuk biralarını yudumluyor.

Şeref'in katılımı ile birlikte sanki servis rahatlıyor biraz. Gecenin geç saatlerine kadar giden gelen eksik olmuyor. Misafirlerimizle teker teker ilgileniyoruz.

İçlerinde salonda sigara içmek için müsaade isteyenler de var, burası içkili olmasaymış çok daha güzel olurmuş diyen de...

Önce Hüseyin'i gönderiyoruz, yarın erken gelecek diye. Diğer elemanlar geç vakte kadar ayrılamıyorlar.

Yarın daha da zorlu olacak gibi...

PATLICAN MUSAKKA

04/11/2016 Cuma, Tire

Dün çektirdiğim diş beni yordu biraz. Her sefer kendime dert ederim. "Çekilen acaba ağrıyan dişim miydi?" Doktorum kendinden emin bir şekilde rahatlatmıştı beni oysa. "Artık ağrımayacak değil mi?" diye sormuştum. "Yok," demişti. "Ağrımayacak." Dudaklarım uyuşmuş, sağ yanım savaştan çıkmış gibi. Bir ağrı kesici alıp iki üç saat uzanıyorum. Hüseyin sabah erken geldiği için erken ayrılmak istiyor. Biraz daha kalmasını istiyoruz. Korkum Ödemişli misafirlerin gelmesi. Geldiklerinde geç vakte kadar oturuyorlar. Diğer zamanlar problem etmesem de dün gece kimsenin gelmesini istemiyorum. İstediğim oluyor. Önce Hüseyin'i ardından diğer elemanları erkenden gönderiyorum. Ben de bana göre erken sayılabilecek bir saatte, gece yarısı birde yatıyorum.

Sabah erken kalkmama gerek yok derken telefonum çalıyor. Telefona eşim cevap veriyor. Arayan bizim Hüseyin. Hastanedeymiş. Dün acile götürmüşler. "Belki de yatıracaklar beni bugün." demiş. Bugünü geçtim yarını, pazar gününü nasıl geçireceğiz. Bir yandan Hüseyin'i düşünüyorum. Daha önce kalp krizi geçirdiğini söylemişti. Ama her zaman bunu kullanıyor gibi gelmişti bana. Bu genç yaşında kalp krizi geçiren adamın elinden sigara düşmüyor. Her fırsatta alkol alıyor. Yine akşamdan içmiştir bir arkadaşıyla, nasıl olsa bahanesi hazır. Nasıl güvenirim ben bu insanlara?

Şehre inerken kafam kimleri arayacağım, kim bana eleman konusunda yardımcı olur sorularıyla meşgul. Hüseyin'i hastanede ziyaret etmeyi düşünüyorum önce. Uzun uzun çaldıktan sonra cevap veriyor telefonuma. Az önce köye dönmüş. Stresmiş nedeni rahatsızlığının. Doktor öyle demiş. Doktorun adını soruyorum. "Hazal Hanım" diyor. Yeni ilaçlar vermiş. "Şimdi nasılsın?" diye soruyorum. "İyiyim amca." diyor. Öylesine "Gelebilecek misin bugün?" diye soruyorum. "İstirahat etmem lazım." diyor. "Ya yarın?" diyerek merakımı gidermeye çalışıyorum. "Gelmeye çalışırım kendimi iyi hissedersem." diyor.

Daha önce görüştüğüm ve tam gün ya da hafta sonları çalışmak isteyen ve telefon rehberine kaydettiğim kişileri tarıyorum. Hiç birinden cevap yok. Kimi görsem merhaba dediğim, garson olarak çalışacak tanıdıkları olup olmadığını soruyorum. Bir de memlekette işsizlik var diyorlar. İnanmıyorum.

Aradıklarım arasında bir kişi geri dönüyor. Şeref. Bir yerde buluşuyoruz şehir içinde. Gençten birini hayal ederken ellinin üzerinde bir adam çıkıyor karşıma. Üniversitede çocuk okutuyor. Emekli ama çalışmaya ihtiyacı var. Şartlarda anlaşıyoruz. "Hadi gel seni götüreyim yukarı, bugün başlamış olursun." diyorum. Açılmadan önce eşiyle gelip çayımızı içmiş Taş Ev'de. Nereden nereye. Birlikte çıkıyoruz yaylaya. Yıllarca çay ocağı işletmiş. Bugün neyin nerede olduğunu öğrenmeye çalışıyor. Çok hevesli. Ancak doğru bildiği yanlışları düzeltmemiz gereken hususlar var.

En sevdiğim yemeklerden biri de patlıcanlı musakka. Aşkın Şef sözünü tutup bana patlıcan musakka yapıyor bugün. Hayatımda yediğim en güzel musakka bu. Sanatına şapka çıkartıyorum. Görünüşünden belli güzel olduğu. "Nasıl beğendin mi?" diye soruyor. Şımarmasın diye düşündüklerimi saklıyorum kendime. Sadece "Güzel olmuş." demekle yetiniyorum.

Akşama Taş Ev'e ilk kez gelen bir misafir. Eşinin doğum günü. Şık bir pasta hazırlatmış kalp şeklinde. Taş Ev mutlu günlere ev sahipliği etmeye devam ediyor.