01/12/2016 Perşembe, Tire
Kışın ilk, haftanın en soğuk günü. Öğlene doğru ekip toplanıyor yavaş yavaş. Hüseyin salonun şömine sobasını yakıyor. Bugün ilk kez Taş Ev'in kapısı kapalı. Dışarıdan gelen misafirler kameradan görülüyor ama bunun için devamlı kameraya bakmak gerek. En mantıklısı kapıya kocaman bir "Açık" levhası asmak. Öğlen gelen giden pek yok. Kışın böyle mi olacak? Aşkın Şef boş kalmıyor hiç. Bugün Tire şiş köfteler hazırlanıyor. Keşkek hazırlıkları da başladı. Şehre inmem lazım. Hüseyin ikinci horozu için kümes yapma derdinde.
Bugün Zeytin için de yeni bir kulübe yapalım diyorum. Hüseyin'in hiç hoşuna gitmiyor. "Şimdi mi?" diye soruyor. "Ya ne zaman yapacaksın Hüseyin? Hafta sonu mu?" Kararlılığımı görünce biraz duraksayıp düşünüyor. "Evde benim iki kümes var, onları söküp Zeytin'e bir kulübe yapalım o zaman."
Benim şehirde işlerim var seni kümesleri sökmen için köyde bırakayım. Dönüşte seninle birlikte malzemeleri alırım. "Amca, senin arabaya sığar mı o kadar büyük parçalar? "Sığar Hüseyin, olmazsa koltukları yatırırız." Pek ikna olmuş görünmüyor. "Amca, o zaman gelirken biraz da çivi alıver sana zahmet."
Hüseyin'i köye bırakıp yoluma devam ediyorum. Biraz alışveriş yaptıktan sonra OSB nin yolunu tutuyorum. Dün zamanım olmadığından yetiştiremediğim faturayı teslim ediyorum önce. Geçen sene muşmulaları koyduğum plastik kasalardan almam lazım. Biraz aradıktan sonra buluyorum aradığım fabrikayı. Ana giriş kapısı kapalı. Kapıdaki zile basıp beklemem lazım normalde. Geçen sene benim kapıda beklediğimi gören bir çalışan yan kapıdan girebileceğimi söylemişti. Bu kez tecrübeliyim ya, zile basmadan açık olan yan kapıya yöneldim hemen. Bu geniş kapıdan mal almak üzere büyük tonajlı kamyon ve TIR'lar giriyor. Arabamla hemen sıvışıp ana binanın önüne park ettim. İdari binadan içeri girdiğimde kimseyi göremedim. Sağa sola baktım, kimse yok. Seslendim, cevap veren yok. Merdivenlerden bir üst kata çıktım. Kapısında Genel Müdür yazan oda hemen merdivenin başında. Tam o sırada odadan orta yaşlı bir hanım çıktı. Aşağıda kimseyi bulamadığımı söyledim. "Siz aşağıya inin biz haber verelim." dedi.
Aşağı indiğimde görevli bayanın yüzünden düşen bin parça. Hayır bir şey demedi ama canının çok sıkıldığı belli.Telefonda biri ile konuşuyor. Üst katta karşılaştığım hanımefendi olmalı. "Efendim, sadece birkaç dakikalığına ayrılmıştım bir şeyler atıştırmak için." Benim yüzümden fırça yemiş belli. Özür diliyorum. "Biraz bekleseydiniz keşke." diyor. Karşılaştığım hanım yönetim kurulu başkanıymış. Koca fabrikanın yönetim kurulu başkanı (!) Kadıncağızın haline acıdım ama yapacak bir şey yok artık. "Nasıl girdiniz buraya?" diye soruyor merakla. "Yan kapıdan" diyor ve devam ediyorum. "Çalışanlarınızdan biri söylemişti geçen sene." Kadın yediği fırçanın etkisinden kurtulamamış. "Çok biliyor onlar." Meslek hayatımda her kademeden insanlarla haşır neşir oldum. Sonuçta parasının fazla olması ya da bir yerin üst düzey yöneticisi olması, hatta bakan veya başbakan olması insanı daha fazla insan yapmıyor. "Şeyh uçmaz, mürit uçurur." hesabı, insanları ulaşılmaz kılan yine onun altındaki insanlar oluyor. Türkiye'nin dev kuruluşlarından birinin yatırımlardan sorumlu genel müdür yardımcısının kabul salonundayım. Aralık kapıdan içeridekiler görülüyor. Koyu bir muhabbet var içeride. Şakalaşmalar, kahkahalar birbirine karışıyor. Çoğunu tanıyorum. Aynı kuruluşun üst düzey yöneticileri. Daire Başkanları vs. Birkaç tane tanımadığım insan daha var ama sohbet havadan sudan. Salondaki asistanın telefonu çalıyor. "Efendim şu anda kendileri önemli bir toplantıdalar, bir notunuz varsa ben ileteyim ya da siz telefonunuzu bırakın daha sonra size dönelim." Kahkaha sesleri kesinlikle karşı tarafa ulaştığı halde asistanın bu sözlerine çok şaşırmıştım o zaman. Benim orada ne işim vardı. Ben de kendisiyle bir iş görüşmesi yapmak üzere randevulu gelmiş sıramı bekliyordum. Yılbaşı ve diğer bayramlarda ilişkide olduğumuz üst düzey kişilere hediye almak adettendir. Sadece ona mı? Asistanı veya sekreterine de tabii. Yoksa sizi asla görüştürmezler, işiniz kalır.
Neyse, bir kaç kez daha özür dileyip bir daha geldiğimde zile basacağıma dair söz verdikten sonra kasaları aldım ve arabaya zor bela sığdırdım. Tam fabrikadan ayrılıyordum ki telefonum çaldı. Arayan Hüseyin. Kümesi sökmüş beni bekliyor. Arabanın içi kasa doluyken bir de Zeytin'in kulübe malzemelerini almam mümkün değil. Biraz daha beklemesini söylüyor ve doğrudan Taş Ev'e çıkıyorum. Hemen kasaları ve aldığım malzemeleri bırakıp yeniden köye iniyorum. Hüseyin köyün aşağı meydanında beni bekliyor. Zor da olsa malzemeler sığıyor arabaya. Dönüş yolunda Taş Ev'i görüyoruz karşıdan. Ağaçlar yapraklarını dökünce tamamen ortaya çıkmış artık.
Yaylaya varınca hemen işe koyuluyoruz. Güzel bir kulübesi oluyor Zeytin'in . Üşümesin diye dört bir yanını naylonla kapatıyoruz. Hüseyin Çarşaf'ın yanına bir kümes daha yapmış. Bu da onun ikinci horozu ama adını sormadım.
Pazarcı Ahmet'i arıyorum. "Benim muşmulaları alacak mısın?" diye soruyorum. Ne fiyat istediğimi soruyor. Ahmet bu memlekette güvenimi kazanmış nadir insanlardan biri. "Sen kaça satarsan pazarda sat, bana hakkım ne ise onu verirsin." diyorum. Yarın İzmir pazarına gidiyormuş. Muşmulaları yeni aldığım plastik kasalara dolduruyorum. Yüz kiloya yakın geliyor. Eşime aşağı Pazarcı Ahmet'lere gideceğimi söylüyorum. Ahmet'in karısı da dünyalar iyisi, her zaman güler yüzlü. Sebze yapıyorlarmış. Hemen iniyoruz bahçelerine. Bizi görünce çok seviniyorlar. Muşmula kasalarını indiriyoruz. Bize tarladan kopardıkları lahana, karnabahar, ıspanak, turp otu ve pancar hazırlıyorlar. Parasını verelim diyoruz, kabul etmiyorlar.
Döndüğümde Zeytin'in kulübesi param parça. Bütün naylonları parçalamış. İyilik de yaramıyor bu çocuğa. Akşama doğru rezervasyonlar başlıyor. Demek ki soğuk da olsa Taş Ev'in misafiri eksik olmayacak.
Telefonum çalıyor. Yabancı bir numara, muhtemelen yeni bir rezervasyon talebi olmalı. Kısa bir süre sonra yanıldığımı anlıyorum. Halk Evlerinde ders veriyormuş. Ege Üniversitesinde bilmem ne yapmış. Türkiye'nin ilk on fasıl yapan mekanında çalmış. Kanun sanatçısıymış. Adını soruyorum. İki gün önce görüştüğüm kişinin oğlu çıkıyor. Baba oğul birbirinden habersizmiş. Babası son derece alçak gönüllü iken bu zat-ı muhteremin ayakları yerden kesik. Babası hem kendi hem de onun için son derece mütevazı bir ücret talep ettiğini söyleyince babasına çok kızdığı hissine kapıldım. İşte bunun adı satış. Bazı insanlar kendini öyle bir satar ki ayağa kalkar önünü iliklersin. Sonra işin hiç de öyle anlattığı gibi olmadığını anlar kahrolursun. Ama atı alan Üsküdar'ı geçmiştir. Profesyonel hayatta kendini satış çok önemli. Bence o da ayrı bir meziyet.
Bu gece önce sanat müziği sonra yöresel olmaktan çıkıp ünü sınırların dışına taşan Muammer Ketencoğlu çalıyorum misafirlere. Sevdiğim bir genç arkadaşımız gelip Rumca şarkı çalmamı isteyinceye kadar devam ediyor bu. Rembetiko ezgileriyle geceyi tamamlıyoruz.