KATEGORİLER

2 Mart 2020 Pazartesi

HAYATIN İÇİNDEN BÖLÜM 4


Sessizliğini muhafaza etti Orhan. Bu durum Rauf Beyi iyice çileden çıkarmıştı. Her zaman olduğu gibi tutunacağı tek dal ellerinin arasından kayıp gitmişti. Orhan işyerinde Rauf Bey'in geçmişte, altında çalışan sevmediği kişilere ne kadar zalimce davrandığını, onlara mobbing uyguladığını biliyordu fakat kendi halinde bir sekretere sarkıntılık edebilecek cesareti bulabileceği aklına gelmezdi. Ancak, Mehmet Bey başka bir şantiyedeki sekretere Rauf Bey'in nasıl asıldığını tüm detaylarıyla anlatmıştı Orhan'a. Ankara'dan her gün iş bahanesiyle sekreteri arayıp saatlerce konuştuklarını, şantiye ziyaretlerinde kaldığı otele onu davet edip geceyi birlikte geçirdiklerini, her şeyi. Hatta o zamanlar "Bir de p.kliğini yapıyordum adamın" deyip bir de küfür sallamıştı arkasından. Bazı sekreterler fettan olur. Onlardan biriydi şüphesiz. Zira Rauf Bey'den hiç şikâyetçi değildi. Karşılıklı bir alışverişti bu. Rauf Bey, Mehmet Beye her sene başında kızın maaşını diğer çalışanların üzerinde arttırmasını söylerdi. Yeri gelir şirket kasasından hediyelere boğardı onu. Karşılık görmese işsiz kalacağını da bilirdi kızcağız, o ayrı. Esin bu kız gibi değildi. Evet, korkuyordu Rauf Bey'den fakat yine de cesaretini toplayıp ifşa etmişti onu.

Ülkenin durumu iyice kötüye gidiyordu. Yeni seçim sonuçlarının açıklandığı gece bazı evlerde sevinç çığlıkları atılırken bazı evler sessizlik ve şaşkınlık içindeydi. Orhan'ın eşi, sonuçlar tv den ekrana yansırken büyük bir karamsarlığa kapılmış, ağlıyordu. Orhan'ın tepkisi ise tuhaf bir şekilde tamamen farklıydı. Neredeyse seviniyordu sonuçlara. Kuruluşundan kısa bir süre sonra iktidara gelen partinin görüşlerine taban tabana zıt olmasına rağmen sadece sıfatı, hak etmediği halde sosyal demokrat olan partilerin iyi bir dersi hak ettiklerini düşünüyordu.

Seçimin hemen ertesinden başlayarak bütün devlet kadroları el değiştirmeye başladı. Perşembenin gelişini çarşambadan gören eski bakanların bütün firma sahiplerine hiç çekinmeden, gider ayak yaptıkları çağrı dehşet vericiydi. "Ne kadar keşif artışı talebiniz varsa getirin imzalayayım" diyorlardı. Piyasada devlete iş yapan isim yapmış bütün müteahhitler, mal bulmuş Mağribi gibi gelişi güzel ve gerçek dışı bildirimlerle hazırlattıkları keşif artışı dosyalarını bakanlıklara taşımaya başlamışlardı bile. Zamana karşı büyük bir yarışın içine girilmişti. 2886 sayılı Devlet İhale Kanunun açıklarından faydalanmak suretiyle yüzde üç yüzü geçen keşif artışlarının bakanlık onayını almak için şirketler gece gündüz çalışmaya başlamışlardı. Orhan'ı rahatsız eden konulardı bunlar. Yasaları doğru anlayıp uygulamak yerine onların kendince açıklarını yakalayıp devleti dolandırmak adet haline gelmiş, vergi kaçırmak övünülecek bir iş olmuştu. Herkesin ağzından eksilmeyen yolsuzluk söylemlerinden geçilmezken yapılanların karşısında ne bir tepki ne de rahatsızlık duyuluyordu. Karadenizli bir müteahhit, işin henüz yüzde dördünü tamamlamadan yüzde üç yüzün üzerinde bir keşif artışı talebinde bulunmuş, hazırladıkları dosyayı bakanın masasına koymuştu. Onay alınmadan, projesi çizilmeden hayali iş kalemleriyle doluydu yeni keşif özetleri. Orhan'ın aklı almıyordu bütün bu olanlara. İhaleye çıkılan ilk keşifte bir hata varsa bunun hesabı sorulmalıydı. Yok, eğer keşifte hata yoksa, devletin kaynaklarını hoyratça dağıtan bu insanlara kim dur diyecekti?

En çok suistimal edilen konu ise deprem korkusuydu. Marmara Depreminin üzerinden çok fazla zaman geçmemişti. Depremin acıları soğumadan, korkusu unutulmadan türlü yolsuzlukları kılıfına uydurmak daha da kolaylaşmıştı. Barajlar önemli yapılardı. Allah muhafaza bir barajın yıkılması, köyleri, kasabaları hatta şehirleri anında azgın suların altında bırakabilirdi.  Kimse böyle bir riskin sorumluluğunu üzerine almak istemiyordu. Bütün projeler gözden geçiriliyor, emniyet katsayıları arttırılıyor, böylikle artan iş kalemleri ve iş miktarlarıyla keşif artışlarına bahane yaratılıyordu.

Orhan'ın durumu diğerlerinden farklıydı biraz. Evet, o da milletin bu deprem korkusundan faydalanmış, bir özel sektör yöneticisi olarak yapılması gerekeni yapmış, şirketinin çıkarlarını azami ölçüde korumuştu. İlk keşifte çok önemli bir bölümün atlanması sebebiyle zaten ciddi bir keşif artışı yapılması zorunlu hale gelmişti. Farklı olan husus; onun keşif artışlarını onaylı proje değişikliklerine, yeniden yaptırdığı metrajlara ve onaylı yeni fiyatlara, teknik şartnamelere dayandırmasıydı. Yani başkalarının yaptığı gibi hayâli sebeplere gerçek dışı iş miktarlarına göre gelişi güzel  hazırlanan bir keşif artışı değildi onunkisi.

Hazırlanan bütün keşif artışları sorgusuz sualsiz jet hızıyla geçti. Orhan'ın içi rahattı fakat yine de bu durum hayli şaşırtmıştı onu. En azından üstün körü bile olsa bir kontrol yapılmasını istiyordu doğrusu. Hatta bir ara madem hiç doğruluğuna bakılmayacaktı, neden biraz abartmadım diye kendi kendine hayıflanacak, doğrucu Davut olmasından dolayı kızacaktı kendine. Bakanların cesaretine hayret etmişti. Bu cesaretlerinin karşılıksız olmadığını, önlerine gelen çoğu uydurma keşif artışını babalarının hayrına imzalamayacaklarını biliyor, devletin içine düştüğü duruma üzülüyordu bir yandan da. Son keşif artışlarını imzalayan bakanlar yeni hükümetin kurulmasıyla birlikte yerlerini yeni gelenlere bıraktılar.

Kısa süre içinde devlet dairelerinde büyük bir hareketlilik gözlenmeye başladı. Sıradan mühendislerin dışında makam sahibi pek çok kişi kendilerine uzatılacak sarı zarfı bekler oldu. İleriyi gören bazı daire başkanları zarfı beklemeden istifalarını verdiler. Derenin kuruduğunu görmüşlerdi. Zarfı alanların çoğu doğunun ücra bir yerine, ya da merkezde daha pasif görevlere atandılar. Bölge Müdürlerinin hemen hemen hepsi değiştirildi. Zaman hızla akıyor, devlet dairelerinin atmosferi değişiyordu. Orhan'ın o güne kadar hiç görmediği, ya da muhatap dahi olmadığı kişiler bir anda daire başkanı, başkan yardımcısı sıfatıyla vekâleten makamlarına oturmuşlardı bile. Hoca Efendinin ağırlığı çökmüştü daire koridorlarına. İçlerindeki kini saklamak konusunda iyi eğitim almış görünüyordu hepsi. Büyük bir dayanışma içinde birbirleriyle inanılmaz bir ekip çalışması yürütüyorlardı. Garip bir tesadüf, hemen hepsinin adı da peygamber isimlerinden seçilmişti. Öncelikle zayıf karakterli bazı mühendis ve şube müdürlerine türlü vaatlerde bulunup onları daha önce yaptıkları usulsüzlükleri ortaya çıkarmaları için teşvik ediyorlardı. Akla kara su yüzüne çıkıyordu yavaş yavaş. Kim dürüst, yaptığının arkasında duran, kim sahtekâr, iki yüzlü ortaya dökülüyordu birer birer. Orhan, yeni göreve gelen bu insanların yüzüne pis pis sırıtmalarından fena halde rahatsız olmuş, tek tük de olsa geride kalan bazı dürüst mühendislere yapılan baskıları öğrenince içini sıkıntı kaplamıştı.

Rauf Bey, bu dönüşümden en fazla rahatsız olanların başında geliyordu. İdarelerdeki tüm bağlantılarının aniden kopmasıyla  kendisinin hiçbir işe yaramaz hale geleceğini gayet iyi biliyordu. Diğer taraftan bütün olumsuzluklara rağmen kendine güveniyordu.  Yıllar boyunca ne badireler atlatmış, en kötü durumlardan kurtarmayı başarmıştı kendini. Uzun yıllar önce devlette daire başkanlığı yapmış olduğundan memurların hassasiyetlerini!, zayıf noktalarını gayet iyi bilirdi. Erbakan zamanında tarikat toplantılarına katılmış, şeyhin elini bile öpmüştü. Orhan'a defalarca anlatmıştı o sahneyi tüm detayıyla. Ne zaman ki şeyh yanındakilere beni göstererek, "Bu delikanlıyı alın yanımdan, içini temizleyin, güzel bir tedrisata ihtiyacı var" dedi, o zaman şeyhin ne mübarek bir adam olduğunu anladım demişti Orhan'a. "Şeyh Hazretleri içimin fenalığını, itikatımın sahte olduğunu bir görüşte anlamıştı." demişti. Bu kadar da dürüst! bir adamdı işte Rauf Bey.



27 Şubat 2020 Perşembe

HAYATIN İÇİNDEN BÖLÜM 3

Yok hayır, film bitmemişti henüz, yaşayacak günleri vardı Orhan'ın. Araba defalarca dönüp savrulduktan sonra yolun orta refüjünün üzerinde nihai yerini almıştı. Şoför donup kalmış, suçunu kabullenmiş bir şekilde gözlerini sabit bir noktaya dikmiş bakıyordu. Neyse ki, kimsenin burnu bile kanamamıştı. Karşı şeritten üzerlerine doğru ilerlemekte olan otomobilin sürücüsü aracını sağa çekip geldi yanlarına. Rauf Bey kazayı çoktan unutmuş, kaçırmak üzere oldukları uçağı düşünüyordu. Yanlarına, yardıma gelen adamdan kendilerini hava alanına bırakmasını rica ettiler. Sağanak şiddetini iyice arttırmıştı. Şoföre şantiyeyi arayıp yardım istemesini söyledikten sonra eşyalarını alıp yolun karşı tarafındaki adamın arabasına bindiler. Böyle şans olamazdı. Son sürat vardılar hava alanına. Uçuşun sadece on dakika rötar yapması sayesinde yetişebildiler uçağa. 

Hayatı biraz olsun düzene girmişti Orhan'ın. Akşamları erken saatte evine dönebiliyor, cumartesileri yarım gün çalışırken pazar günleri şirkete gitmiyordu. Her ne kadar şantiyelerden gelen telefonlar susmak bilmese de, akşamları eve döndükten sonra bilgisayarın başından ayrılmayıp İdarelere yazılacak yazıları hazırlamak ya da kontrol etmekten, maillerine bakıp onlara cevap yetiştirmekten bitap düşüyor olsa da şantiyeye göre kendine ayıracak daha fazla zaman bulabiliyordu. Bazı akşamlar ailesini alıp dışarıda yemeğe çıkabiliyorlar, tiyatroya ya da konsere gidebiliyorlardı en azından.

Özellikle Ramazan ayında şirketin iftar yemekleri eksik olmuyordu. Genellikle lüks otellerin restoranlarında, idarelerin muhtelif daire başkanları ve çalışanları için verilen iftar yemeklerinde oruç tutanların sayısı üçü beşi geçmiyordu. İftar bahane bol çeşitli sofralar şahaneydi.

Memleketin ekonomik durumu hayli bozulmuş, ekonominin başına Dünya Bankasında çalışan Kemal Derviş adında bir uzman getirilmişti. Pek çok şantiye ödeneksizlikten dolayı kapanırken baraj şantiyesinde çalışmalar son sürat devam ediyor, şirketin devletten alacakları inanılmaz miktarlara ulaşıyordu. "Devlette alacağın kalmaz." diyordu Rauf Bey, "Eninde sonunda öder hakkını."

Bir gün Genel Müdür Rauf Bey'in dahili telefonuyla irkildi Orhan, önündeki işlere dalmış uğraşırken. "Hemen gel buraya" diyordu. İşinin bölünmesi hiç hoşuna gitmezdi. Yine ne duydu kim bilir, çağırıp dedikodusunu yapacak birilerinin diye söylendi. Üst kattaki odasına girdiğinde Rauf Bey heyecan içinde, televizyondan gözlerini ayırmadan, "Gel, gel, otur şuraya" dedi. Orhan, masanın karşısındaki koltuklardan birine ilişip televizyonda Amerikan kanallarından birinin canlı yayınına kilitlendi. Tarih 11 Eylül 2001'i gösteriyordu. İkiz kulelerden birine isabet eden uçağı ve binanın orta katlarında çıkan yangını yansıtıyordu ekran. İkinci kuleye çarpmamıştı uçak henüz, ancak spiker heyecanla üç uçağın daha gökyüzünde farklı hedeflere yöneldiğini anlatıyordu. Çok geçmeden bir uçağın daha ikinci kuleye çakıldığını canlı yayında izlediler. Dünyanın düzeni yeniden kuruluyordu.

Devlet dairesinde çalışan bazı üst düzey memurlar işlerini diğerlerinden daha fazla biliyordu. Önemli daire başkanlıklarından birinin başındaki beyefendi de bunlardan biriydi. Eşi ressamlığa başlar başlamaz sergi üstüne sergiler açıyor ve ne kadar müteahhit varsa hepsine birer davetiye gönderiyordu. Özellikle ona işi düşen ya da düşme ihtimali bulunan sanatsever! müteahhit camiası ve şirketler büyük paralar ödeyerek tabloları satın alıyorlardı. Daire Başkanının eşi, tablolarına gösterilen bu aşırı ilgiye anlam vermese de canhıraş yeni tablolar üretmeye devam ediyordu.  Elbette herkes onun kadar zeki olamazdı. Diğer bir dairenin kadın daire başkan yardımcısı ise altına son model bir jeep çekince dikkatleri üzerinde toplamıştı. Onu çekemeyen birileri şikâyet etmiş olmalı ki çok geçmeden kadına bir soruşturma başlattılar. Soru şuydu: Devlet memuru maaşıyla bu aracı nasıl aldın? Yani, nereden buldun parayı? Soruşturanlar mal bildirim beyanında gösterilmeyen aracın yeni alındığını tespit etmiş, kaynağını öğrenmek istiyorlardı. Daire Başkan yardımcısının içi rahattı. "Kocamın hediyesi sağ olsun" deyiverdi. Bu kez müteahhitlik yapan kocasının hesapları didik didik edildi. Bir de ne görülsün, meğerse adamcağız son üç yıldır zarar ediyormuş! Gel sen şimdi ayıkla pirincin taşını. Yine çarklar döndü, taşlar bir şekilde yerine oturdu. Nasıl olsa gemisini yürüten kaptandı bu ülkede.

İşle ilgili kritik kararlar verilmeden önce Rauf Beyle birlikte ilgili daire başkanı ya da başkan yardımcısını ziyaret ediyordu Orhan. İşin müşavirliğini üstlenen yabancı mühendislerden öğrendiği yeni bilgilerden faydalanarak şirketin çıkarları doğrultusunda istediği hemen hemen her şeyi kabul ettirecek konuma gelmişti. Normal şartlarda bir daire başkanı ile tartışmak onunla bilgi yarışına girmek asla mümkün değildi. Fakat bu ortamı hazırlamak Rauf Beyin işiydi. Bu çerçevede hakkın sınırını belirleyecek olan, Daire Başkanının cesareti ve Orhan'ın insafı arasında bir çizgiydi. Daha çok da Orhan'ın insafının yanındaydı çizgi. Bazı durumlarda tartışmaların içine daire başkanına bağlı şube müdürleri, diğer mühendisler, bazen de Orhan'ın ekibinden mühendisler dahil ediliyordu. Birbirleri arasında yaptıkları telefon görüşmeleri, tartışmalar ve pazarlıklar sınır tanımıyordu. İster hafta sonu olsun isterse gecenin üçü fark etmezdi. Hem devlet görevlileri hem de Orhan ardı arkası kesilmeyen bu tartışmanın içinde kaybediyorlardı kendilerini. Devletin memurları, kendilerine sağladıkları menfaatin karşılığında takındıkları yapıcı tavırlarını sürdürürken, zihinlerinde "bu kadar kendimden vermeye değer mi?" sorusu canlanıncaya kadar sükûnetlerini korumaya çalışıyor, Orhan bunu fırsat bilip son kılıç darbesini hasımlarının böğrüne saplamaya hazırlanıyordu. Ne var ki, hedefine ulaştıktan sonra aynı soruyu kendine soruyordu Orhan. Evet, o da "bu kadar kendimden vermeye değer mi" sorusunu soruyordu kendisine.

Orhan işin içine gömülmüşken Rauf Bey sefasını sürüyordu. Bu arada şirkette yeni bir dedikodu almış başını gitmişti. Kendi halinde halim selim, biraz da safça olan sekreterlerden biriydi Esin. Babası yaşındaki genel müdürün baş-başa yemeğe çıkma teklifi karşısında ne yapacağını bilememiş, sessiz kalmıştı. Nihayetinde Rauf Bey'di bu. Onun dediklerini yapmadığı takdirde başına gelecekleri biliyordu. Diğer taraftan kendisine yapılan çirkin teklifi de içine bir türlü sindiremiyordu. En iyisi rahatsız olduğu bu konuyu yönetici asistanına iletmekti. Öyle de yaptı. Yönetici asistanı Tuğba, kendini Rauf Bey'den uzak tutmasını bilmiş, Rauf Bey de ona fazla yaklaşma cesaretini gösterememişti. Bunun nedeni Tuğba'nın aynı zamanda yönetim kurulu başkanına bağlı çalışmasıydı. Patron asistanına uygun olmayan davranışlarda bulunabilecek genel müdürü asla görmezden gelemezdi. Buna rağmen Rauf Bey ilk olarak şansını Tuğba da denemiş, yüz bulamayınca Esin'e dönmüştü. Ne de olsa kolay lokmaydı o kendisi için. Plânı ortaya çıksa bile "Ben bu şirketin genel müdürüyüm, bana mı inanıyorsunuz yoksa bir sekreter parçasına mı?" diyecek kadar gemi azıya alması şaşırtmazdı kimseyi. 

Birkaç gün sonra patron Orhan'ı odasına çağırdı. "Senin bu Rauf Bey ne işler karıştırıyor?"  deyip yüklendi. Sanki Rauf Bey'in hamisiymiş gibi haksız yere Orhan'a haddini bildirmeye başlamıştı. Bu sözlerin adresi belli olmasına rağmen içine düştüğü bu durumdan son derece rahatsız olmuştu Orhan. Niye Rauf Bey'i çağırıp yaptıklarının hesabını ona sormuyordu ki? Patron avazı çıktığı kadar "Kapının önüne koyacağım bu adamı, artık yaptıkları canıma yetti" derken Rauf Bey bu esnada aynı kattaki odasından bu konuşmaları dinliyordu. "Vay anasını" dedi Orhan, "Nasıl yapar bunu, hangi cesaretle!" Patron'un siniri geçip sakinleşinceye kadar başka bir söz çıkmadı ağzından Orhan'ın, sessizliğini korudu yüzüne asık bir maske takıp. Aslında bunun basit bir iftira olmadığını adı gibi biliyordu. Sadece bu değil, Rauf Bey'in böyle bir şeyi kabullenmeyeceğini de biliyordu. Sessizce patronun makamından ayrılıp Rauf Beyin odasına yöneldi. Kapı özellikle aralık bırakılmıştı. Rauf Bey'in esmer teni kızıla kaçmış oldukça gergin görünüyordu. Her zamanki neşeli tavrından eser yoktu. Otur bile demedi Orhan'a. Ama Orhan yine de oturdu karşısına. Patron'un söylediklerini bir bir anlattı ona. Gerçekten de Esin'e çıkma teklifinde bulunup bulunmadığını sormaya gerek bile duymadı. Fakat Rauf Bey "Sen bari inanma bu söylenenlere" dedi. Orhan rengini belli etmedi. İstediği cevabı alamayan Rauf bey sözlerine devam etti. "Bak kaç yıllık dostluğumuz var, sen de inanmıyor musun bana?" 

24 Şubat 2020 Pazartesi

AĞAÇ EV SOHBETLERİ #26

Ağaç Ev Sohbetleri 26. Hafta konusu sevgili "Deep" ten geldi. Güzel bir konu seçmiş arkadaşımız. Bu haftaki konumuz şöyle:




"Sıradan olmak, farklı olmak. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Sıradan olmak gibi bir korkunuz var mı?"


Sıradanlık... Herkes gibi olmak, diğerlerinin arasında kaybolmak. Ayırdedici bir özelliğinin ya da bir fikrinin olmaması. Bir sürünün içindeki koyunlardan herhangi biri olmak. Sanki bana itici, hoş olmayan bir tanımmış gibi geliyor "sıradan olma" durumu. Farkını gösterebilmek için olağanüstü bir çaba göstermek gerekmiyor, en önde yer almayı, insanların dikkatini çekmeyi de arzulamıyorum fakat herhangi biri olmak da incitiyor beni sanki. Hayır, bir korku değil bu. Bir tür iç huzursuzluğu diyelim.

Sadece ben mi böyle düşünürüm? Sanmam. İnsanların pek çoğu herhangi bir yönüyle farklı olmak ister sanırım. Bunun nedeni kendini çevreye farklı yönleriyle gösterip ilgi çekmek olabileceği gibi insanın iç dünyasında oluşan bir gereksinimden de kaynaklanabilir. Çünkü yaşadığımız dünyada rağbet az olanadır. Bir ülke düşünün ki, orada toplum adil yönetiliyor, eğitim ve kültür seviyesi yüksek, geçim kaygısı yok, kısaca çoğunluğun keyfi tıkırında. O zaman kim der ki ben diğerlerinden farklı olayım! Örneğin herkesin istediği ve kabiliyetli olduğu işi yaptığı, haftada çalışma saati makul düzeye indirilmiş, kendine ve ailesine rahatlıkla zaman ayırabilen, gelirde ve alınan hizmette adaletin sağlandığı bir ülkede sıradan vatandaş bunların hepsinden yararlanabiliyorsa başka ne ister farklı olmak ya da kendini farklı göstermek için? Adam gibi sıradan konforlu bir hayat sürmesi mümkün iken gidip kim banka soyar, kim kendini riske sokup vergi kaçırır, kim amirinin ya da patronunun gözüne girmek için daha fazla çalışır? 

Bizim ülkemiz gibi geri kalmış ülkelerde durum tamamen farklı elbette. Memleketin küçük bir azınlığı ekonomik bakımdan sorunsuz fakat onlar bile çetin piyasa koşullarında sıradışı bir şeyler yapma telâşı içinde. Kalan büyük çoğunluk ise sıradanlıktan kurtulmak için büyük mücadele veriyor. Çünkü yaşamak için bunu yapmaya mahkûmlar. Sıradanlık bu memlekette cehalet,  aç kalmak, acı çekmektir. Cahil insan, düşünemeyen insan kabul eder sıradanlığı. Meselâ hergün şehit cenazeleri geliyor, devlet erkânı televizyonlara çıkıp onların kanlarının yerde kalmayacağını söyleyip şehit olmanın faziletlerini anlatıyor. Cahil halk bu söylevlere inanıyor, ya da inanmak zorunda bırakılıyor. Ne alâkası var demeyin. İşte size sıradan, sıradanlaştırılmış bir örnek. Ancak gelişmiş ülkede vatandaşın kıymeti vardır. Orada sıradan olan, insana değer verilmesidir.

Sıradışı olmak bir başkaldırıdır aynı zamanda. Tepki vermektir. Tüketim toplumuna bir isyandır yerine göre. Herkesin yaptığını yapmamak, giydiğini giymemek, yediğini yememek, inandığına inanmamaktır. Sessiz bir haykırıştır çoğu zaman içten gelen. Bu yüzden saçını maviye yeşile boyatır, modayı kendi yaratır bazı insanlar.

Sıradanlıktan kurtulmak o kadar kolay bir şey değildir, cesaret ister çoğu zaman. Toplumun kuralları, adet, örf ve gelenekler var, mahalle baskısı var. Sıradan insanları yönetmek kolaydır, diğerlerinden ne farkın var senin diye sorar yönetenler, kendi farklılıklarını görmezden gelip. Bu yüzden pek çok konuda mahkûmuz sıradan olmaya. Belki de mutsuzluğumuzun nedeni  de bu zaten.

Sıradan olmak benim için yok olmaktır. Beni ben yapan diğerlerinden olan farkım. Dikkat çekmek değil amacım, sadece var olmaya çalışmak!

GÜZAR-I ÖMR*



"Ne bir cemaat için uğruna ölmeye değer, ne din için, ne de asırlar sonra değişecek sınırlar için... Hem, hadi ölelim diyelim, ya uğruna ölmek için öldürdüklerimiz? Onlara ne demeli? Hayatsa, bir şakadan ibarettir sadece, hem de koskoca bir şakadan! Gelirsin bu dünyaya, rüzgârda dalından kopan bir sonbahar yaprağı gibi savrulursun sağa sola, o şehirden bu şehire, o kadının kollarından başkasınınkine... Bir gün, arkana dönüp bakarsın ki, gelmiş geçmiş bir ömür, şaka gibi! Finaldeki şakası ağırdır ama. Az önce çaldığımız Exodus'un finali gibi acıtır biraz. Hiç yaşamadığın, ama hep beklediğin son bir şakayla da çekip gidersin bu dünyadan, hepsi bu!
...
"Sonra ne mi olur? Kendi kendine sorarsın, madem su gibi akıp gidecekti bu hayat, bunca şeyi niye dert ettim acaba diye. İşte cevabını da bir şarkıda arayıp durursun; ya İstanbul'un kasvetli meyhanelerini inleten bir gırnatanın çileli nağmelerinde, ya da, Şikago'nun kulüplerinin birinde sızım sızım sızlayan klarnetin kederli notalarında. Benim gibi..."**

* Güzar-ı Ömr: Ömrün Geçişi
** Gırnatacı- Ercüment Cengiz





22 Şubat 2020 Cumartesi

GIRNATACI - ERCÜMENT CENGİZ

Kitabın Adı: Gırnatacı
Yazar: Ercüment Cengiz
Yayınevi: Everest
Sayfa Sayısı: 342
Türü: Tarih

Aslen kadın hastalıkları ve doğum uzmanı bir doktor olan Ercüment Cengiz, yazmış olduğu bu ilk romanında Everest Yayınlarının 2012 yılındaki ilk roman ödülünü hakkıyla kazanmış. Gerçekten de son okuduğum kitaplar arasında en güzel romanlardan biri. Gerek konusu, gerek kurgusu ve edebi değere sahip ifade tarzıyla çok severek okuduğumu söylemek isterim. Türüne tarih demiş olsam da aslında pek çok türü içinde barındırıyor Gırnatacı. Psikolojiden aşka hatta romanın baş kahramanı ağzından felsefeye ulaşan geniş bir spektruma sahip. 

Daha ilk sayfalarından itibaren can alıcı betimlemeleriyle okuru içine çeken kitap 19. YY sonları ile 20. YY ilk yarısını kapsayan bir dönemde geçen sıra dışı bir arkadaşlık ve aşk öyküsünü son derece etkili bir tarzda ele alıyor. Dostluk, vefa, vefasızlık, özlem, aşk, arkadaşlık ve genel olarak insan ilişkilerinin anlatıldığı yaşam hiķâyeleri, Amerika'nın Chicago kentiyle Osmanlı'nın son dönemlerindeki İstanbul arasında farklı zamanlar ekseninde gidip geliyor. 

En başarılı bulduğum yönü kurgusu oldu romanın. Kitabın ilerleyen sayfalarında karşılaştığım sürprizler, zaman zaman insanın içini eriten duygusal anlatımlar etkileyiciydi.

Biri Ermeni üç arkadaşın kadim dostluğundan başlayan öykü, Gırnatacı Osman ile Ermeni arkadaşının aynı kıza sevdalanmalarıyla değişik bir hal alıyor. Osman'ın aniden Amerika'daki 400. Yıl kutlamaları çerçevesinde Sultan II. Abdülhamit'in emriyle ülke temsil heyetine alınmasından sonra gelişen olaylar, tesadüfler birbirini izliyor. ABD' de melez bir şarkıcıya gönlünü kaptırdıktan sonra hem eski arkadaşını hem de İstanbul'da onu hasretle bekleyen sevgilisini hayatı boyunca unutamıyor Gırnatacı. Melez dilberin onu terk etmesinden sonra ülkesine dönemeyen Osman, kalan günlerini Amerika'daki caz orkestralarında sürdürmeye devam ederken gırnata dediği klarnetinde arıyor eski arkadaşlarının ve biricik sevgilisinin yoğun özlemini.

Şiddetle tavsiye olunan bu kitap gerçek değerine henüz ulaşmamış. Kitapçılarda da pek bulunmuyor. İnternet üzerinden temin edip okuma fırsatını yakaladığım için mutluyum. 


20 Şubat 2020 Perşembe

ÇÖL ÇİÇEĞİ 3


Susuz kalmıştı Çöl Çiçeği. Ne işi vardı çölün ortasında. Kader işte! Yıllar önce henüz tomurcuklanmaya başladığı zaman bir deli rüzgâra kapılmış, kendini sıcak kumların arasında bulmuştu. Her şeye rağmen geldiği yere tutunmuş, susuzluğa razı olmuştu. Bir damla su bulurum ümidiyle köklerini derinlere indirmişti çaresiz. 

Bir seraptı gördüğü oysa. Solan yapraklarına inat hayâlleriyle avunur olmuştu. Dönüşü olmayan bu yolda günlerini geçirirken kum fırtınalarına direniyor, can suyunun kendisine döneceğini bekliyordu. Oysa nafile bir bekleyişti bu. Su yönünü çevirmiş terk etmişti Çöl Çiçeğini.

Çölün yavan suyu da neydi ki. Yavan, tatsız tuzsuz bir su işte. Ama ona da razıydı Çöl Çiçeği. Dünyanın tüm güzelliklerine arkasını dönmüş, o yavan suyun gelip gitmelerinin esiri olmuştu. Adeta gözleri körelmiş, onu bir başka iklime taşıyabilecek rüzgârlara kapılarını kapatmıştı. Çöl suyu sıkılmış, kendine başka mecralar ararken Çöl Çiçeği susuzluktan kavrulmuştu. Bir saplantıydı bu Çöl Çiçeğinin tutkusu. Kökleri derinlere inse de damarlarına çektiği bu su ona hiç çiçek açtırmamıştı.

Günler geçti, sudan ümidi kesti Çöl Çiçeği. Artık en ufak bir esintiye direnecek gücü kalmamış, kökleri iyice gevşemişti. Derken yeni bir rüzgâr esti, Çöl Çiçeğini kaptığı gibi rengârenk çiçeklerin, cıvıl cıvıl kuşların öttüğü, yeşillerin arasında gürül gürül ırmakların aktığı, cennet gibi bir diyara sürükledi. Yapraklarını tazelemek için havanın rutubeti yetmişti ona. Bu kez kararını vermişti, kendini rüzgâra teslim etmeyecekti Çöl Çiçeği. Türlü sular arasında seçtiğinden alacaktı suyunu. Dereler bir başka çağlamaya başladılar. Daha önce hiç görmedikleri güzeller güzeli Çöl Çiçeğinin peşine düşüp ona sularını sunmak için yarıştılar.

Hiç olmadığı kadar mutluydu Çöl Çiçeği. Ne işim varmış benim çöllerde diye söyleniyordu. Gördüğü her derenin şırıltısı ruhunu okşarken. Ne var ki çölün ortasında kendisini terk eden yavan suyun tadını yine bir türlü aklından atamıyordu.

SİZ HANGİ AYAKSINIZ?

Arkadaş, baştan söyleyeyim, bütün dünya alem aksini iddia etse bile bu bir siyasi yazı değildir. Siyaset kurumundan nefret ederim. Çünkü bugüne kadar ülkeleri adil bir şekilde yönetebilecek bir sistem icat edilmediğine inanıyorum. Zoruma gidense ülke yönetiminde söz sahibi kişilerin gerçeğin dışında algılar oluşturarak hem çevresindekileri hem de kendilerine karşı çıkanları aptal yerine koymaları. Benimle aynı şekilde düşünenler ne yapıyor buna karşılık peki? Hadi bunları gruplandıralım:

1. Bazıları iktidar olmanın kendilerine sağladığı çıkarları dikkate alıp büyük oyunun piyonları olmayı tercih ediyorlar. Pek çoğu  bu oyunun içinde daha önceden bilerek ya da bilmeyerek kirlenmiş oldukları için sessiz kalmayı ve hatta oyunun parçası olmayı elleri mahkûm devam ettirmek zorunda kalıyorlar. Biliyorlar ki oyunu terk etmek büyük çorap örecek başlarına. Bu kategoriye iktidarın içinde, yanında olan siyasetçileri, gazeteci ve yazarları, iş adamlarını, kısaca mevcut durumdan hoşnut, sadece kendi çıkarlarını düşünen, ülke nüfusuna oranla sayıları az fakat sahip oldukları güç sayesinde sesleri çok çıkan bir zümreyi alıyorum.
2. Bir kısım insanlar ise iktidarın nimetlerinden nasibini alamamış, ülkenin içinde bulunduğu durumdan hem ekonomik hem de sosyal yönden rahatsız, bu nedenle yılgın, mutsuz ve huzursuz. Olan bitenin farkındalar fakat biliyorlar ki seslerini çıkartmaya kalksalar hayatları kararacak. Bunlara hak vermemek elde değil. Çünkü eski güçlerini kaybetmiş, mücadele edecek bütün silâhları ellerinden alınmış, seslerini duyurabilmekten yoksunlar. Bu yüzden korkuyorlar. En cesurları sessiz kalıyor. Diğerleri ise  durumlarını daha fazla zora sokmamak için  gönüllü sakalığı kabul etmiş, iktidarın değirmenine su taşıyorlar.  
2a. Bu kategorinin sakaları muhalefet partileri, muhalif gazeteci, yazar, iş adamları. Ya da bulundukları konumu kaybetmekten korkan tüccarlar ve diğer meslek erbabı.
2b. Sessiz kalan ya da sesini duyuramayan, duyurabilse de bunu yapmaktan kendisine zarar gelir diye korkan iktidara karşı bir tavra sahip hatırı sayılır bir kitle de bu grubun içinde. 

3. Bir de benimle aynı düşünceye sahip olmayan bir grup var ki aslında en büyük güç ellerinde olduğu halde bunun farkında değiller. Sayıca en fazla oldukları halde akıllarını kullanmazlar. Fanatiklerdir. Söylenene kayıtsız şartsız inanırlar. Liderlerine taparlar, gerekirse bir an düşünmeden canlarını bile verirler bu uğurda. Bu insanlara liderlerinin bir hedef göstermesi yeter. Özellikle din ve milliyetçilik konularında iyi gaza gelirler. Gaza geldikleri zamanlarda çok yıkıcı olurlar. Genellikle eğitim ve gelir düzeyi orta ya da düşük, ataerkil yapıda, geçmişiyle övünen, geleceğe dair plânları olmayan, "ülkemiz dünya devi olma yolunda" nutuklarına kolayca kanan, gördüklerini, duyduklarını sorgulamaktan aciz bir topluluktur bu.

Hangi grubun içindesiniz bilemem ama ben bulunduğum yeri söyleyeyim size. Yöneticilik yaptığım dönemde çalıştığım kurum zarar görmesin diye 2a içindeyken emekli olduktan sonra 2b grubuna terfi ettiğimi düşünüyorum.

Şimdi ben bunları neden yazdım? İktidar cephesinden muhalefetine, cahilinden okumuşuna, zengininden fakirine kadar 15 Temmuzu darbe teşebbüsü olarak nitelemeyen benden başka kimse kalmadığını görüyorum. Evet, tek kişi kalsam da bu dünyada, kimse bu gördüklerimi, duyduklarımı, okuduklarımı, bildiklerimi hiçe sayıp aptal yerine koyamaz beni. İster fetöcü desinler, isterse terörist. 15 Temmuz benim için halâ ülkemizi Atatürk'ün kurduğu bağımsız, ilerici, üretken bir cumhuriyetten uzaklaştırıp sözde askeri vesayetten kurtarmaya ant içmiş işbirlikçileriyle vatan topraklarını süper güçlere peşkeş çekmek için plânlanmış büyük oyunun bir parçası, ABD-AKP ortak yapımı yeşil kuşak projesi. 

Acı bir gülümseme beliyor yüzümde. Haber programlarında tartışıyorlar her gece, birinciler ve ikinciler. Siyasi ayak nerede? Biri diyor diğerine, "Bende ayak ne gezer, bütün ayaklar sende!" Dost başa, düşman ayağa bakar demiş atalarımız, ne kadar da doğru söylemişler.

Edit: ABD-AKP ortaklığı derken kastım, sadece genel başkan, MİT başkanı ve belki bir elin parmak sayısını geçmeyen parti mensubu. Partinin diğer mensupları bakanlar, milletvekilleri ve parti üyeleri ya birinci ya da üçüncü kategoriden. İmkânım olsa olayı ortaya çıkarmak için ilk konuşturacağım kışi Hakan Fidan olurdu. ABD'nin kullandıktan sonra ortadan kaldirdığı pek çok kişi gibi Hakan Fidan'nın sonunu da pek hayırlı görmüyorum. Yarın bir suikaste ya da bir kazaya kurban gitse bu işin arkasında ABD'nin olacağı kesin!