Şaşırtıyor beni Çöl Çiçeği, çok şaşırtıyor. Tam kurumaya yüz tuttu, iflâh olmaz artık derken, çiçekleniyor birden. Bütün bildiklerim, söylediklerim boşa çıkıyor. Anlayamıyor, çare üretemiyorum.
Alışmak sevmekten daha zor geliyor, diyor. Bir şarkı sözü o diyorum. Şarkılar, şiirler diyor, hepsi bir yaşanmışın hikâyesi. Düşünüyorum, evet haklı gibi. Sevmek kadar kolay bir şey yok gerçekten. Nefret de öyle! Bir anda sevebiliyor insan, insanı. Kanlar çabuk ısınıyor birbirine. Ya da bir kibritin alevi yetiyor bazen, sevginin nefrete dönüşmesi için. Alışmak öyle değil, zaman istiyor. Zamanla alışıyor insan, kolay vazgeçemiyor.
O, çölün kızıl kumlarında hayat bulmuş nadide bir çiçekti bir zamanlar. Alışmıştı o sıcak kumlara, fırtınalara. Suyunu bulmak için köklerini indirmişti derinlere. Çölün suyu bu, durmaz yerinde. Uzattıkça Çöl Çiçeği köklerini derinlere, su kaçıyordu ondan. Tâkatsız kalmıştı, benden bu kadar demişti. Suyum olmadan tutunamam ki hayata. Çölün yavan suyu terkedince onu küstü bizimki hayata. Göz yaşlarıyla beslendi bir süre. Sonra bir gün, hiç beklemediği bir anda haylaz bir fırtınanın esiri olmuş, savrulmuştu uzak diyarlara.
Bu değişiklik başta iyi gelmişti Çöl Çiçeğine. Çölün yavan suyunun esiri olmaktansa binbir türlü berrak pınar sularından beslenmek ruhunu okşamıştı. O sularda can bulurken kendine güveni gelmişti. Arada bir maziyi hatırlasa da memnun görünüyordu hayatından. Gerçekten memnun muydu, yoksa kendini mi avutuyordu?
Etrafındaki rengârenk çiçeğe, börtü böceğe çölün yavan suyunu anlatıyordu durmaksızın. Türlü oyunlarla ayağına gelip ona tatlı sularını vermeye can atan derelere yüz çeviriyordu. O alıştığı fırtınaları, kızgın kumları, bir damlası için kendini parçaladığı çölün yavan suyunu, kendini ait hissettiği, alıştığı yeri özlüyordu. Ne zaman ki bir ters rüzgâr esse yaprakları kanatlanıyor, rüzgârın sırtına binip geldiği çorak topraklara geri dönmek istiyordu.
Kuşlara soruyordu yavan suyun halini, Çöl Çiçeği. Kuşlar da az fettan değildi hani. Ser verip sır vermiyorlardı. Söylemiyorlardı çölün yavan suyunun geri döndüğünü. O da pişmandı belli ki. Hiçbir çiçek tutmazdı Çöl Çiçeğinin yerini. Birlikteyken olmamıştı. Ayrıyken hiç olmuyordu. Hasret içlerinde kor bir ateş olmuş, yakıyordu bedenlerini.
Çölün suyu uzatamazdı kollarını yetersizliğinden mi gururundan mı bilinmez. Çöl Çiçeği alıştığı çöle vurgun, suyuna razı fakat bir o kadar mağrur. Değişmem, değişemem diyordu, buyum işte ben. Bir yağmur damlası düşüyor Çöl Çiçeğinin yeşillenmiş yaprağına. Neşe kaplıyor içini. Bu o diyor, can suyum, hayat pınarım, yavan olsa da vaz geçemediğim. Bütün dereler, pınarlar sizin olsun, ben çölümü özledim.
Ağaç Ev Sohbetlerinin 27. Hafta konusunu sevgili Manxcat/Kuyruksuz Kedi belirledi. Konuya ilişkin samimi fikirlerini ortaya koyan ilk yazıyı da şurada yazmış. Sorular güzel...
1) Kimsin sen? Kendini ne kadar tanıyorsun?
2) Sahi, nasıl tanırız kendimizi? Nasıl buluruz hayattan ne istediğimizi?
3) Ne kadar gerçekten "ben" olabiliriz acaba?
Ben kim miyim? Hani kavgada karşılıklı horozlanır ya iki insan. Sen kimsin? Kim oluyorsun sen? Karşısındakine üstünlük sağlamak için devam eder, haddini bil, sen benim kim olduğumu biliyor musun? Elbette Mrs. Kedi'nin böyle bir niyeti yok, eminim ki bunu aklından geçirecek son insandır. Sadece soruyu okuyunca benim aklıma ilk gelen bu oldu, ciddi konulara girmeden önce gülümsemek istedim. Şimdi biraz ciddileşip konumuza dönelim.
Kimim ben? diye beni bana sorduğumda zihnimde beliren ilk cevap, bir garip Adem oğlu oluyor. Adem'i peygamber olarak düşünmedim. Aklınız takılmasın, insanoğlu diyelim daha iyi. Kendime hakaret ettiğimi düşünmezseniz, evet, düşünebilen ve konuşabilen, hatta yazabilen bir... Şey, çok affedersiniz! evet, düşünüp konuşan hatta yazan bir hayvanım. Kulakları çınlasın hiçbir memeli, memesiz hayvanda yoktur bu özelliklerim. Bu bakımdan özellikle ayırırım kendimi bu niteliklere sahip olmayanlardan.
Diğer özelliklerimin çok fazla değeri yok. Ne eksiğim ne de tam. Kimseye zarar vermemeye çalışan fakat bunu tam olarak başaramayan, kendi halinde bir insan. Devamlı sorgulayan, körü körüne hiçbir şeye inanmayan, hiç kimsenin uydusu olmayan biri. Zaman bolluğunda zamana hasret, bilgiye susamış, öğrendikçe cahilliğinden utanan nevi şahsına münhasır bir zat işte.
Evet, ben kendimi tanıyorum deyip kestirmeden bir cevabın altında ezilmemek için yine zor olanı seçip işi biraz yokuşa süreyim. İlk soru en zor olanı. Kendimi tanıdığım taraflarım var, tanıdığımı sandığım ve hiç tanımadığım taraflarım var. Fakat bunları ne kadar diye soracak olursanız ve ben de oranlamaya kalksam cevabım daha da zorlaşır, hatta imkânsız bir hâl alır.
Kendimizi tanıdığımız konuları zikretmek kolay. Bunlar yakın çevremizdeki insanlar tarafından da bilinen hususlardır ekseriya. Somutlaştırmaya çalışalım: Türk'üm, doğruyum, çalışkanım. Fiziksel özelliklerimiz, cinsel tercihlerimiz, hoşlandığımız müzikler, sevdiğimiz yemekler vs. Geçelim;
Kendimizi tanıdığımızı sandığımız hususlar şaşırtır bizi. Bu şaşırmanın sonucu olarak üzülürüz ya da seviniriz. Öyle ki bazen canımıza mal olur verdiğimiz kararlar. Ben yaparım zannetmiştim diyecek zamanı bile bulamayabiliriz. Şöyle ki; Öğrenciliğimizde bazen sınav öncesi ne kadar hazırlanırsak hazırlanalım, kendimizi güçsüz ve yetersiz hissederiz. Hatta sınavdan sonra aynı karamsarlığımız devam eder. Fakat sonuçlar açıklanıp aldığımız notu öğrenince kulaklarımıza inanamayız. Vay be, deriz şaşırıp kendimize, ben neymişim. Oysa zihnimiz alacağını almıştır ama biz bunun farkına varamamışız. Bazen de tam tersi olur. Tamam deriz, bu iş bitti. Konuların hepsini sular seller gibi yuttum deriz. Sınavdan çıkıp sağa sola caka satarız bir de, hepsini yaptım soruların diyerek. Sonucu öğrenince yıkılırız bazen. Ne olduğunu anlayamayız. Şoka gireriz, nasıl oldu bu iş diye. Aslında öğrendiğimizi, bildiğimizi sanmışız, tanımamışız kendimizi. En vahimi de nedir biliyor musunuz? Güvenmek kendine, gereğinden fazla, gücünü bilmeden, kendini tanımadan. Örneğin dağcısınız, gücünüz, kuvvetiniz yerinde. Rahatlıkla aşabileceğinizi düşündüğünüz bir yar çıktı karşınıza. Arkadaşlarınız, yapma etme gel şuradan gidelim dese de onlara aldırmadınız. Ne ki bu, benim için çocuk oyuncağı dediniz, kaslarınıza, atletik vücudunuza ve tecrübelerinize güvendiniz. Kendinize öyle güvendiniz, işi öyle küçümsediniz ki, belki de sizi kurtaracak emniyet teçhizatınızı kullanmaya bile gerek duymadınız. Sonuç, uçurumun dibi. Oysa siz yarı kolaylıkla aşabileceğinizi düşünmüştünüz. Yanıldınız. Bir daha deneme şansınız yok. Kendinizi tanıyorsunuz sandınız, ne yazık ki tanımamışsınız.
Hayatın akışı içerisinde kendimi tanıyıp yanılmadığım ya da tanıdığımı sandığım bir çok olayla karşılaşmışımdır ben de diğer insanlar gibi. Neyse ki bu zorlu parkurda kalıcı bir hasar almadan yoluma devam ediyorum. Ya kendimi tanıyamadığım durumlar? İşte en berbatı budur. Ruhum ve aklım bedenimi terk eder. Nereye gider, bilmiyorum. Fakat boşluğu dolduran şeytan olur. Ben artık ben değilimdir. Bambaşka biri. Sinirimle beslenirim, her türlü fenalığı bekleyin o zaman benden, her türlü ahlaksızlığı da. Bir nevi cinnet hali. Düşünüyorum, kendimden bir örnek vereyim diyorum bu halime. Evet, belki başkaları da var ama tek bir örnek geliyor aklıma:
Yıllar öncesi Irak'tayız. Fırat 2 yaşlarında. Irmak ise üç ya da dört aylık henüz. Fırat geceleri ayrılmıyor yanımızdan. Odanda uyuyacaksın diyorum. "Hayıl" diyor. Yatacaksın diyorum, "hayıl" diyor. "Döverim bak!" diyorum. O hayılına devam ediyor. Korkutmak için poposuna birkaç kez vuruyorum. Değişen bir şey yok. İnatlaşma büyüyor. Ufacık çocuk, bana meydan okuyor. Sindiremiyorum içime. Resmen savaşıyoruz. Ben galip geleceğim, yeneceğim seni diyorum içimden. Elim daha sert kalkıyor, o pembiş bacakları kıpkırmızı oluyor ellerimin izinden. O hem ağlıyor hem de "hayıl" demeye devam ediyor. Öldüreceğim çocuğu, en ufak bir geri adım yok. Yok, bu çocuk değil, karşımdaki bir canavar. Teslim oluyorum sonunda. Ertesi gün sakinleşiyorum. Ne yaptım ben diye soruyorum kendime. Bu ben miyim? Otuz yıl geçti aradan en az, o gün bugündür hiçbir konuda inatlaşmıyorum artık onunla.
Nasıl mı tanırız kendimizi? Ne zaman ki yaşamın amacını idrak edeceğiz, işte o zaman tam olarak kendimizi tanıma imkanımız olur. O zaman hayat bizden ne ister biz hayattan ne bekleriz çıkar ortaya. Bunu anlayana kadar savruluruz bir taraftan bir tarafa. Kah ağlarız, kah güleriz. Kah üzülür, kah seviniriz. Anlamını bilmeden "hayat işte" der, çıkarız işin içinden.
Ne kadar gerçekten "ben" olabiliriz? Kendimizi tanıdığımız kadar "ben" olabiliriz dersem cevabım eksik kalır. İlla ki çevre ve mahalle baskısı vardır elbet gerçekten benliğimizi yaşamak için.
Sessizliğini muhafaza etti Orhan. Bu durum Rauf Beyi iyice çileden çıkarmıştı. Her zaman olduğu gibi tutunacağı tek dal ellerinin arasından kayıp gitmişti. Orhan işyerinde Rauf Bey'in geçmişte, altında çalışan sevmediği kişilere ne kadar zalimce davrandığını, onlara mobbing uyguladığını biliyordu fakat kendi halinde bir sekretere sarkıntılık edebilecek cesareti bulabileceği aklına gelmezdi. Ancak, Mehmet Bey başka bir şantiyedeki sekretere Rauf Bey'in nasıl asıldığını tüm detaylarıyla anlatmıştı Orhan'a. Ankara'dan her gün iş bahanesiyle sekreteri arayıp saatlerce konuştuklarını, şantiye ziyaretlerinde kaldığı otele onu davet edip geceyi birlikte geçirdiklerini, her şeyi. Hatta o zamanlar "Bir de p.kliğini yapıyordum adamın" deyip bir de küfür sallamıştı arkasından. Bazı sekreterler fettan olur. Onlardan biriydi şüphesiz. Zira Rauf Bey'den hiç şikâyetçi değildi. Karşılıklı bir alışverişti bu. Rauf Bey, Mehmet Beye her sene başında kızın maaşını diğer çalışanların üzerinde arttırmasını söylerdi. Yeri gelir şirket kasasından hediyelere boğardı onu. Karşılık görmese işsiz kalacağını da bilirdi kızcağız, o ayrı. Esin bu kız gibi değildi. Evet, korkuyordu Rauf Bey'den fakat yine de cesaretini toplayıp ifşa etmişti onu.
Ülkenin durumu iyice kötüye gidiyordu. Yeni seçim sonuçlarının açıklandığı gece bazı evlerde sevinç çığlıkları atılırken bazı evler sessizlik ve şaşkınlık içindeydi. Orhan'ın eşi, sonuçlar tv den ekrana yansırken büyük bir karamsarlığa kapılmış, ağlıyordu. Orhan'ın tepkisi ise tuhaf bir şekilde tamamen farklıydı. Neredeyse seviniyordu sonuçlara. Kuruluşundan kısa bir süre sonra iktidara gelen partinin görüşlerine taban tabana zıt olmasına rağmen sadece sıfatı, hak etmediği halde sosyal demokrat olan partilerin iyi bir dersi hak ettiklerini düşünüyordu.
Seçimin hemen ertesinden başlayarak bütün devlet kadroları el değiştirmeye başladı. Perşembenin gelişini çarşambadan gören eski bakanların bütün firma sahiplerine hiç çekinmeden, gider ayak yaptıkları çağrı dehşet vericiydi. "Ne kadar keşif artışı talebiniz varsa getirin imzalayayım" diyorlardı. Piyasada devlete iş yapan isim yapmış bütün müteahhitler, mal bulmuş Mağribi gibi gelişi güzel ve gerçek dışı bildirimlerle hazırlattıkları keşif artışı dosyalarını bakanlıklara taşımaya başlamışlardı bile. Zamana karşı büyük bir yarışın içine girilmişti. 2886 sayılı Devlet İhale Kanunun açıklarından faydalanmak suretiyle yüzde üç yüzü geçen keşif artışlarının bakanlık onayını almak için şirketler gece gündüz çalışmaya başlamışlardı. Orhan'ı rahatsız eden konulardı bunlar. Yasaları doğru anlayıp uygulamak yerine onların kendince açıklarını yakalayıp devleti dolandırmak adet haline gelmiş, vergi kaçırmak övünülecek bir iş olmuştu. Herkesin ağzından eksilmeyen yolsuzluk söylemlerinden geçilmezken yapılanların karşısında ne bir tepki ne de rahatsızlık duyuluyordu. Karadenizli bir müteahhit, işin henüz yüzde dördünü tamamlamadan yüzde üç yüzün üzerinde bir keşif artışı talebinde bulunmuş, hazırladıkları dosyayı bakanın masasına koymuştu. Onay alınmadan, projesi çizilmeden hayali iş kalemleriyle doluydu yeni keşif özetleri. Orhan'ın aklı almıyordu bütün bu olanlara. İhaleye çıkılan ilk keşifte bir hata varsa bunun hesabı sorulmalıydı. Yok, eğer keşifte hata yoksa, devletin kaynaklarını hoyratça dağıtan bu insanlara kim dur diyecekti?
En çok suistimal edilen konu ise deprem korkusuydu. Marmara Depreminin üzerinden çok fazla zaman geçmemişti. Depremin acıları soğumadan, korkusu unutulmadan türlü yolsuzlukları kılıfına uydurmak daha da kolaylaşmıştı. Barajlar önemli yapılardı. Allah muhafaza bir barajın yıkılması, köyleri, kasabaları hatta şehirleri anında azgın suların altında bırakabilirdi. Kimse böyle bir riskin sorumluluğunu üzerine almak istemiyordu. Bütün projeler gözden geçiriliyor, emniyet katsayıları arttırılıyor, böylikle artan iş kalemleri ve iş miktarlarıyla keşif artışlarına bahane yaratılıyordu.
Orhan'ın durumu diğerlerinden farklıydı biraz. Evet, o da milletin bu deprem korkusundan faydalanmış, bir özel sektör yöneticisi olarak yapılması gerekeni yapmış, şirketinin çıkarlarını azami ölçüde korumuştu. İlk keşifte çok önemli bir bölümün atlanması sebebiyle zaten ciddi bir keşif artışı yapılması zorunlu hale gelmişti. Farklı olan husus; onun keşif artışlarını onaylı proje değişikliklerine, yeniden yaptırdığı metrajlara ve onaylı yeni fiyatlara, teknik şartnamelere dayandırmasıydı. Yani başkalarının yaptığı gibi hayâli sebeplere gerçek dışı iş miktarlarına göre gelişi güzel hazırlanan bir keşif artışı değildi onunkisi.
Hazırlanan bütün keşif artışları sorgusuz sualsiz jet hızıyla geçti. Orhan'ın içi rahattı fakat yine de bu durum hayli şaşırtmıştı onu. En azından üstün körü bile olsa bir kontrol yapılmasını istiyordu doğrusu. Hatta bir ara madem hiç doğruluğuna bakılmayacaktı, neden biraz abartmadım diye kendi kendine hayıflanacak, doğrucu Davut olmasından dolayı kızacaktı kendine. Bakanların cesaretine hayret etmişti. Bu cesaretlerinin karşılıksız olmadığını, önlerine gelen çoğu uydurma keşif artışını babalarının hayrına imzalamayacaklarını biliyor, devletin içine düştüğü duruma üzülüyordu bir yandan da. Son keşif artışlarını imzalayan bakanlar yeni hükümetin kurulmasıyla birlikte yerlerini yeni gelenlere bıraktılar.
Kısa süre içinde devlet dairelerinde büyük bir hareketlilik gözlenmeye başladı. Sıradan mühendislerin dışında makam sahibi pek çok kişi kendilerine uzatılacak sarı zarfı bekler oldu. İleriyi gören bazı daire başkanları zarfı beklemeden istifalarını verdiler. Derenin kuruduğunu görmüşlerdi. Zarfı alanların çoğu doğunun ücra bir yerine, ya da merkezde daha pasif görevlere atandılar. Bölge Müdürlerinin hemen hemen hepsi değiştirildi. Zaman hızla akıyor, devlet dairelerinin atmosferi değişiyordu. Orhan'ın o güne kadar hiç görmediği, ya da muhatap dahi olmadığı kişiler bir anda daire başkanı, başkan yardımcısı sıfatıyla vekâleten makamlarına oturmuşlardı bile. Hoca Efendinin ağırlığı çökmüştü daire koridorlarına. İçlerindeki kini saklamak konusunda iyi eğitim almış görünüyordu hepsi. Büyük bir dayanışma içinde birbirleriyle inanılmaz bir ekip çalışması yürütüyorlardı. Garip bir tesadüf, hemen hepsinin adı da peygamber isimlerinden seçilmişti. Öncelikle zayıf karakterli bazı mühendis ve şube müdürlerine türlü vaatlerde bulunup onları daha önce yaptıkları usulsüzlükleri ortaya çıkarmaları için teşvik ediyorlardı. Akla kara su yüzüne çıkıyordu yavaş yavaş. Kim dürüst, yaptığının arkasında duran, kim sahtekâr, iki yüzlü ortaya dökülüyordu birer birer. Orhan, yeni göreve gelen bu insanların yüzüne pis pis sırıtmalarından fena halde rahatsız olmuş, tek tük de olsa geride kalan bazı dürüst mühendislere yapılan baskıları öğrenince içini sıkıntı kaplamıştı.
Rauf Bey, bu dönüşümden en fazla rahatsız olanların başında geliyordu. İdarelerdeki tüm bağlantılarının aniden kopmasıyla kendisinin hiçbir işe yaramaz hale geleceğini gayet iyi biliyordu. Diğer taraftan bütün olumsuzluklara rağmen kendine güveniyordu. Yıllar boyunca ne badireler atlatmış, en kötü durumlardan kurtarmayı başarmıştı kendini. Uzun yıllar önce devlette daire başkanlığı yapmış olduğundan memurların hassasiyetlerini!, zayıf noktalarını gayet iyi bilirdi. Erbakan zamanında tarikat toplantılarına katılmış, şeyhin elini bile öpmüştü. Orhan'a defalarca anlatmıştı o sahneyi tüm detayıyla. Ne zaman ki şeyh yanındakilere beni göstererek, "Bu delikanlıyı alın yanımdan, içini temizleyin, güzel bir tedrisata ihtiyacı var" dedi, o zaman şeyhin ne mübarek bir adam olduğunu anladım demişti Orhan'a. "Şeyh Hazretleri içimin fenalığını, itikatımın sahte olduğunu bir görüşte anlamıştı." demişti. Bu kadar da dürüst! bir adamdı işte Rauf Bey.
Yok hayır, film bitmemişti henüz, yaşayacak günleri vardı Orhan'ın. Araba defalarca dönüp savrulduktan sonra yolun orta refüjünün üzerinde nihai yerini almıştı. Şoför donup kalmış, suçunu kabullenmiş bir şekilde gözlerini sabit bir noktaya dikmiş bakıyordu. Neyse ki, kimsenin burnu bile kanamamıştı. Karşı şeritten üzerlerine doğru ilerlemekte olan otomobilin sürücüsü aracını sağa çekip geldi yanlarına. Rauf Bey kazayı çoktan unutmuş, kaçırmak üzere oldukları uçağı düşünüyordu. Yanlarına, yardıma gelen adamdan kendilerini hava alanına bırakmasını rica ettiler. Sağanak şiddetini iyice arttırmıştı. Şoföre şantiyeyi arayıp yardım istemesini söyledikten sonra eşyalarını alıp yolun karşı tarafındaki adamın arabasına bindiler. Böyle şans olamazdı. Son sürat vardılar hava alanına. Uçuşun sadece on dakika rötar yapması sayesinde yetişebildiler uçağa.
Hayatı biraz olsun düzene girmişti Orhan'ın. Akşamları erken saatte evine dönebiliyor, cumartesileri yarım gün çalışırken pazar günleri şirkete gitmiyordu. Her ne kadar şantiyelerden gelen telefonlar susmak bilmese de, akşamları eve döndükten sonra bilgisayarın başından ayrılmayıp İdarelere yazılacak yazıları hazırlamak ya da kontrol etmekten, maillerine bakıp onlara cevap yetiştirmekten bitap düşüyor olsa da şantiyeye göre kendine ayıracak daha fazla zaman bulabiliyordu. Bazı akşamlar ailesini alıp dışarıda yemeğe çıkabiliyorlar, tiyatroya ya da konsere gidebiliyorlardı en azından.
Özellikle Ramazan ayında şirketin iftar yemekleri eksik olmuyordu. Genellikle lüks otellerin restoranlarında, idarelerin muhtelif daire başkanları ve çalışanları için verilen iftar yemeklerinde oruç tutanların sayısı üçü beşi geçmiyordu. İftar bahane bol çeşitli sofralar şahaneydi.
Memleketin ekonomik durumu hayli bozulmuş, ekonominin başına Dünya Bankasında çalışan Kemal Derviş adında bir uzman getirilmişti. Pek çok şantiye ödeneksizlikten dolayı kapanırken baraj şantiyesinde çalışmalar son sürat devam ediyor, şirketin devletten alacakları inanılmaz miktarlara ulaşıyordu. "Devlette alacağın kalmaz." diyordu Rauf Bey, "Eninde sonunda öder hakkını."
Bir gün Genel Müdür Rauf Bey'in dahili telefonuyla irkildi Orhan, önündeki işlere dalmış uğraşırken. "Hemen gel buraya" diyordu. İşinin bölünmesi hiç hoşuna gitmezdi. Yine ne duydu kim bilir, çağırıp dedikodusunu yapacak birilerinin diye söylendi. Üst kattaki odasına girdiğinde Rauf Bey heyecan içinde, televizyondan gözlerini ayırmadan, "Gel, gel, otur şuraya" dedi. Orhan, masanın karşısındaki koltuklardan birine ilişip televizyonda Amerikan kanallarından birinin canlı yayınına kilitlendi. Tarih 11 Eylül 2001'i gösteriyordu. İkiz kulelerden birine isabet eden uçağı ve binanın orta katlarında çıkan yangını yansıtıyordu ekran. İkinci kuleye çarpmamıştı uçak henüz, ancak spiker heyecanla üç uçağın daha gökyüzünde farklı hedeflere yöneldiğini anlatıyordu. Çok geçmeden bir uçağın daha ikinci kuleye çakıldığını canlı yayında izlediler. Dünyanın düzeni yeniden kuruluyordu.
Devlet dairesinde çalışan bazı üst düzey memurlar işlerini diğerlerinden daha fazla biliyordu. Önemli daire başkanlıklarından birinin başındaki beyefendi de bunlardan biriydi. Eşi ressamlığa başlar başlamaz sergi üstüne sergiler açıyor ve ne kadar müteahhit varsa hepsine birer davetiye gönderiyordu. Özellikle ona işi düşen ya da düşme ihtimali bulunan sanatsever! müteahhit camiası ve şirketler büyük paralar ödeyerek tabloları satın alıyorlardı. Daire Başkanının eşi, tablolarına gösterilen bu aşırı ilgiye anlam vermese de canhıraş yeni tablolar üretmeye devam ediyordu. Elbette herkes onun kadar zeki olamazdı. Diğer bir dairenin kadın daire başkan yardımcısı ise altına son model bir jeep çekince dikkatleri üzerinde toplamıştı. Onu çekemeyen birileri şikâyet etmiş olmalı ki çok geçmeden kadına bir soruşturma başlattılar. Soru şuydu: Devlet memuru maaşıyla bu aracı nasıl aldın? Yani, nereden buldun parayı? Soruşturanlar mal bildirim beyanında gösterilmeyen aracın yeni alındığını tespit etmiş, kaynağını öğrenmek istiyorlardı. Daire Başkan yardımcısının içi rahattı. "Kocamın hediyesi sağ olsun" deyiverdi. Bu kez müteahhitlik yapan kocasının hesapları didik didik edildi. Bir de ne görülsün, meğerse adamcağız son üç yıldır zarar ediyormuş! Gel sen şimdi ayıkla pirincin taşını. Yine çarklar döndü, taşlar bir şekilde yerine oturdu. Nasıl olsa gemisini yürüten kaptandı bu ülkede.
İşle ilgili kritik kararlar verilmeden önce Rauf Beyle birlikte ilgili daire başkanı ya da başkan yardımcısını ziyaret ediyordu Orhan. İşin müşavirliğini üstlenen yabancı mühendislerden öğrendiği yeni bilgilerden faydalanarak şirketin çıkarları doğrultusunda istediği hemen hemen her şeyi kabul ettirecek konuma gelmişti. Normal şartlarda bir daire başkanı ile tartışmak onunla bilgi yarışına girmek asla mümkün değildi. Fakat bu ortamı hazırlamak Rauf Beyin işiydi. Bu çerçevede hakkın sınırını belirleyecek olan, Daire Başkanının cesareti ve Orhan'ın insafı arasında bir çizgiydi. Daha çok da Orhan'ın insafının yanındaydı çizgi. Bazı durumlarda tartışmaların içine daire başkanına bağlı şube müdürleri, diğer mühendisler, bazen de Orhan'ın ekibinden mühendisler dahil ediliyordu. Birbirleri arasında yaptıkları telefon görüşmeleri, tartışmalar ve pazarlıklar sınır tanımıyordu. İster hafta sonu olsun isterse gecenin üçü fark etmezdi. Hem devlet görevlileri hem de Orhan ardı arkası kesilmeyen bu tartışmanın içinde kaybediyorlardı kendilerini. Devletin memurları, kendilerine sağladıkları menfaatin karşılığında takındıkları yapıcı tavırlarını sürdürürken, zihinlerinde "bu kadar kendimden vermeye değer mi?" sorusu canlanıncaya kadar sükûnetlerini korumaya çalışıyor, Orhan bunu fırsat bilip son kılıç darbesini hasımlarının böğrüne saplamaya hazırlanıyordu. Ne var ki, hedefine ulaştıktan sonra aynı soruyu kendine soruyordu Orhan. Evet, o da "bu kadar kendimden vermeye değer mi" sorusunu soruyordu kendisine.
Orhan işin içine gömülmüşken Rauf Bey sefasını sürüyordu. Bu arada şirkette yeni bir dedikodu almış başını gitmişti. Kendi halinde halim selim, biraz da safça olan sekreterlerden biriydi Esin. Babası yaşındaki genel müdürün baş-başa yemeğe çıkma teklifi karşısında ne yapacağını bilememiş, sessiz kalmıştı. Nihayetinde Rauf Bey'di bu. Onun dediklerini yapmadığı takdirde başına gelecekleri biliyordu. Diğer taraftan kendisine yapılan çirkin teklifi de içine bir türlü sindiremiyordu. En iyisi rahatsız olduğu bu konuyu yönetici asistanına iletmekti. Öyle de yaptı. Yönetici asistanı Tuğba, kendini Rauf Bey'den uzak tutmasını bilmiş, Rauf Bey de ona fazla yaklaşma cesaretini gösterememişti. Bunun nedeni Tuğba'nın aynı zamanda yönetim kurulu başkanına bağlı çalışmasıydı. Patron asistanına uygun olmayan davranışlarda bulunabilecek genel müdürü asla görmezden gelemezdi. Buna rağmen Rauf Bey ilk olarak şansını Tuğba da denemiş, yüz bulamayınca Esin'e dönmüştü. Ne de olsa kolay lokmaydı o kendisi için. Plânı ortaya çıksa bile "Ben bu şirketin genel müdürüyüm, bana mı inanıyorsunuz yoksa bir sekreter parçasına mı?" diyecek kadar gemi azıya alması şaşırtmazdı kimseyi.
Birkaç gün sonra patron Orhan'ı odasına çağırdı. "Senin bu Rauf Bey ne işler karıştırıyor?" deyip yüklendi. Sanki Rauf Bey'in hamisiymiş gibi haksız yere Orhan'a haddini bildirmeye başlamıştı. Bu sözlerin adresi belli olmasına rağmen içine düştüğü bu durumdan son derece rahatsız olmuştu Orhan. Niye Rauf Bey'i çağırıp yaptıklarının hesabını ona sormuyordu ki? Patron avazı çıktığı kadar "Kapının önüne koyacağım bu adamı, artık yaptıkları canıma yetti" derken Rauf Bey bu esnada aynı kattaki odasından bu konuşmaları dinliyordu. "Vay anasını" dedi Orhan, "Nasıl yapar bunu, hangi cesaretle!" Patron'un siniri geçip sakinleşinceye kadar başka bir söz çıkmadı ağzından Orhan'ın, sessizliğini korudu yüzüne asık bir maske takıp. Aslında bunun basit bir iftira olmadığını adı gibi biliyordu. Sadece bu değil, Rauf Bey'in böyle bir şeyi kabullenmeyeceğini de biliyordu. Sessizce patronun makamından ayrılıp Rauf Beyin odasına yöneldi. Kapı özellikle aralık bırakılmıştı. Rauf Bey'in esmer teni kızıla kaçmış oldukça gergin görünüyordu. Her zamanki neşeli tavrından eser yoktu. Otur bile demedi Orhan'a. Ama Orhan yine de oturdu karşısına. Patron'un söylediklerini bir bir anlattı ona. Gerçekten de Esin'e çıkma teklifinde bulunup bulunmadığını sormaya gerek bile duymadı. Fakat Rauf Bey "Sen bari inanma bu söylenenlere" dedi. Orhan rengini belli etmedi. İstediği cevabı alamayan Rauf bey sözlerine devam etti. "Bak kaç yıllık dostluğumuz var, sen de inanmıyor musun bana?"
Ağaç Ev Sohbetleri 26. Hafta konusu sevgili "Deep" ten geldi. Güzel bir konu seçmiş arkadaşımız. Bu haftaki konumuz şöyle:
"Sıradan olmak, farklı olmak. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Sıradan olmak gibi bir korkunuz var mı?"
Sıradanlık... Herkes gibi olmak, diğerlerinin arasında kaybolmak. Ayırdedici bir özelliğinin ya da bir fikrinin olmaması. Bir sürünün içindeki koyunlardan herhangi biri olmak. Sanki bana itici, hoş olmayan bir tanımmış gibi geliyor "sıradan olma" durumu. Farkını gösterebilmek için olağanüstü bir çaba göstermek gerekmiyor, en önde yer almayı, insanların dikkatini çekmeyi de arzulamıyorum fakat herhangi biri olmak da incitiyor beni sanki. Hayır, bir korku değil bu. Bir tür iç huzursuzluğu diyelim.
Sadece ben mi böyle düşünürüm? Sanmam. İnsanların pek çoğu herhangi bir yönüyle farklı olmak ister sanırım. Bunun nedeni kendini çevreye farklı yönleriyle gösterip ilgi çekmek olabileceği gibi insanın iç dünyasında oluşan bir gereksinimden de kaynaklanabilir. Çünkü yaşadığımız dünyada rağbet az olanadır. Bir ülke düşünün ki, orada toplum adil yönetiliyor, eğitim ve kültür seviyesi yüksek, geçim kaygısı yok, kısaca çoğunluğun keyfi tıkırında. O zaman kim der ki ben diğerlerinden farklı olayım! Örneğin herkesin istediği ve kabiliyetli olduğu işi yaptığı, haftada çalışma saati makul düzeye indirilmiş, kendine ve ailesine rahatlıkla zaman ayırabilen, gelirde ve alınan hizmette adaletin sağlandığı bir ülkede sıradan vatandaş bunların hepsinden yararlanabiliyorsa başka ne ister farklı olmak ya da kendini farklı göstermek için? Adam gibi sıradan konforlu bir hayat sürmesi mümkün iken gidip kim banka soyar, kim kendini riske sokup vergi kaçırır, kim amirinin ya da patronunun gözüne girmek için daha fazla çalışır?
Bizim ülkemiz gibi geri kalmış ülkelerde durum tamamen farklı elbette. Memleketin küçük bir azınlığı ekonomik bakımdan sorunsuz fakat onlar bile çetin piyasa koşullarında sıradışı bir şeyler yapma telâşı içinde. Kalan büyük çoğunluk ise sıradanlıktan kurtulmak için büyük mücadele veriyor. Çünkü yaşamak için bunu yapmaya mahkûmlar. Sıradanlık bu memlekette cehalet, aç kalmak, acı çekmektir. Cahil insan, düşünemeyen insan kabul eder sıradanlığı. Meselâ hergün şehit cenazeleri geliyor, devlet erkânı televizyonlara çıkıp onların kanlarının yerde kalmayacağını söyleyip şehit olmanın faziletlerini anlatıyor. Cahil halk bu söylevlere inanıyor, ya da inanmak zorunda bırakılıyor. Ne alâkası var demeyin. İşte size sıradan, sıradanlaştırılmış bir örnek. Ancak gelişmiş ülkede vatandaşın kıymeti vardır. Orada sıradan olan, insana değer verilmesidir.
Sıradışı olmak bir başkaldırıdır aynı zamanda. Tepki vermektir. Tüketim toplumuna bir isyandır yerine göre. Herkesin yaptığını yapmamak, giydiğini giymemek, yediğini yememek, inandığına inanmamaktır. Sessiz bir haykırıştır çoğu zaman içten gelen. Bu yüzden saçını maviye yeşile boyatır, modayı kendi yaratır bazı insanlar.
Sıradanlıktan kurtulmak o kadar kolay bir şey değildir, cesaret ister çoğu zaman. Toplumun kuralları, adet, örf ve gelenekler var, mahalle baskısı var. Sıradan insanları yönetmek kolaydır, diğerlerinden ne farkın var senin diye sorar yönetenler, kendi farklılıklarını görmezden gelip. Bu yüzden pek çok konuda mahkûmuz sıradan olmaya. Belki de mutsuzluğumuzun nedeni de bu zaten.
Sıradan olmak benim için yok olmaktır. Beni ben yapan diğerlerinden olan farkım. Dikkat çekmek değil amacım, sadece var olmaya çalışmak!
"Ne bir cemaat için uğruna ölmeye değer, ne din için, ne de asırlar sonra değişecek sınırlar için... Hem, hadi ölelim diyelim, ya uğruna ölmek için öldürdüklerimiz? Onlara ne demeli? Hayatsa, bir şakadan ibarettir sadece, hem de koskoca bir şakadan! Gelirsin bu dünyaya, rüzgârda dalından kopan bir sonbahar yaprağı gibi savrulursun sağa sola, o şehirden bu şehire, o kadının kollarından başkasınınkine... Bir gün, arkana dönüp bakarsın ki, gelmiş geçmiş bir ömür, şaka gibi! Finaldeki şakası ağırdır ama. Az önce çaldığımız Exodus'un finali gibi acıtır biraz. Hiç yaşamadığın, ama hep beklediğin son bir şakayla da çekip gidersin bu dünyadan, hepsi bu!
...
"Sonra ne mi olur? Kendi kendine sorarsın, madem su gibi akıp gidecekti bu hayat, bunca şeyi niye dert ettim acaba diye. İşte cevabını da bir şarkıda arayıp durursun; ya İstanbul'un kasvetli meyhanelerini inleten bir gırnatanın çileli nağmelerinde, ya da, Şikago'nun kulüplerinin birinde sızım sızım sızlayan klarnetin kederli notalarında. Benim gibi..."**
* Güzar-ı Ömr: Ömrün Geçişi
** Gırnatacı- Ercüment Cengiz
Kitabın Adı: Gırnatacı
Yazar: Ercüment Cengiz
Yayınevi: Everest
Sayfa Sayısı: 342
Türü: Tarih
Aslen kadın hastalıkları ve doğum uzmanı bir doktor olan Ercüment Cengiz, yazmış olduğu bu ilk romanında Everest Yayınlarının 2012 yılındaki ilk roman ödülünü hakkıyla kazanmış. Gerçekten de son okuduğum kitaplar arasında en güzel romanlardan biri. Gerek konusu, gerek kurgusu ve edebi değere sahip ifade tarzıyla çok severek okuduğumu söylemek isterim. Türüne tarih demiş olsam da aslında pek çok türü içinde barındırıyor Gırnatacı. Psikolojiden aşka hatta romanın baş kahramanı ağzından felsefeye ulaşan geniş bir spektruma sahip.
Daha ilk sayfalarından itibaren can alıcı betimlemeleriyle okuru içine çeken kitap 19. YY sonları ile 20. YY ilk yarısını kapsayan bir dönemde geçen sıra dışı bir arkadaşlık ve aşk öyküsünü son derece etkili bir tarzda ele alıyor. Dostluk, vefa, vefasızlık, özlem, aşk, arkadaşlık ve genel olarak insan ilişkilerinin anlatıldığı yaşam hiķâyeleri, Amerika'nın Chicago kentiyle Osmanlı'nın son dönemlerindeki İstanbul arasında farklı zamanlar ekseninde gidip geliyor.
En başarılı bulduğum yönü kurgusu oldu romanın. Kitabın ilerleyen sayfalarında karşılaştığım sürprizler, zaman zaman insanın içini eriten duygusal anlatımlar etkileyiciydi.
Biri Ermeni üç arkadaşın kadim dostluğundan başlayan öykü, Gırnatacı Osman ile Ermeni arkadaşının aynı kıza sevdalanmalarıyla değişik bir hal alıyor. Osman'ın aniden Amerika'daki 400. Yıl kutlamaları çerçevesinde Sultan II. Abdülhamit'in emriyle ülke temsil heyetine alınmasından sonra gelişen olaylar, tesadüfler birbirini izliyor. ABD' de melez bir şarkıcıya gönlünü kaptırdıktan sonra hem eski arkadaşını hem de İstanbul'da onu hasretle bekleyen sevgilisini hayatı boyunca unutamıyor Gırnatacı. Melez dilberin onu terk etmesinden sonra ülkesine dönemeyen Osman, kalan günlerini Amerika'daki caz orkestralarında sürdürmeye devam ederken gırnata dediği klarnetinde arıyor eski arkadaşlarının ve biricik sevgilisinin yoğun özlemini.
Şiddetle tavsiye olunan bu kitap gerçek değerine henüz ulaşmamış. Kitapçılarda da pek bulunmuyor. İnternet üzerinden temin edip okuma fırsatını yakaladığım için mutluyum.