KATEGORİLER

8 Temmuz 2020 Çarşamba

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 65/4


Stream ve Moss'la olan ateşli tartışmamızın ardından, öğleden sonra Olvido’yu aradım ve ona kısa bir sorum olacağını söyledim.

“Teksas’ın masum birinin idam edilemeyeceğine dair bir kuralı var mı hala?” diye sordum.

“Aynı kural geçerli. Sen şimdi niye  bunu kafana takıyorsun ki?” dedi.

“Bilmiyorum.” dedim. “Uyuyamıyorum, belki travma sonrası stres bozukluğum var. Hayatta olmamın nedenini anlamaya çalışıyorum.” dedim.

“Hayattasın, çünkü sonunda t.lı bir Federal yargıca denk geldik. Bu bakımdan şanslısın.” dedi.


“Aynı zamanda harika bir hukukçu ekibim olduğu için şanslıyım.” dedim.

“O da var tabii.” dedi. Telefonun karşı ucunda gülümsediğini hayal ettim.


Tartışmalarımız, en azından şimdilik, kendimden şüphe duymama son vermişti. Bir sürahi dolusu taze limonata yaptım, kırılmış buz ve nane ilave edip uzun bir bardağa boşalttım ve onları alıp dere kenarına gittim. Bir yusufçuk bulutu üzerimden geçti ve havada bir vızıltı onu takip etti. Limonatamdan bir yudum aldım. Haklı olduğumu biliyordum. Belki bu benim için yeterliydi.

Yoksa gitmelerine izin mi vermeliydim?

Stream'e söylediğim gibi, planımın amacı,  gerçekten caydırıcılık ise, hedefime zaten ulaşmamış mıydım? Ve eğer böyle bir amacım olmasaydı, bu işlere girişir miydim? Şimdi onları salıverirsem, bu benim için ne anlam ifade ederdi?


Stream, bana “Bu yaptığın büyük saçmalık” dediğinde haklıydı. Gerçekten saçmalamıştım. Fakat onun düşündüğü gibi değildi. Her şeyi inceden inceye planlamıştım ve eğer bana soracak olursanız, bunu oldukça iyi yaptığımı söyleyebilirdim. Fakat sonunun nereye varacağını tam olarak tasavvur edememiştim. Onların suçu ölümü hak etmiyordu belki ama benim de hapse geri dönmeye hiç niyetim yoktu. Benim hatam, aynı onların yaptığı gibi, oyunun son hamlesini iyi hesaplayamamış olmamdı. Tabii, devlet görevlilerini kaçırmam sebebiyle hapse geri döndüğüm takdirde diğer mahkûmlar arasında ünlü olabilirdim fakat gardiyanların hayatımı kolaylaştıracağını beklemek yersiz olurdu. Onların acımasız zulmünü ve beni ilk kez gaza boğduklarında aldıkları zevki hatırladım. Kimyasalların tadını, kırılmış dişimin pürüzlü kenarını, yaşlar içinde kükürtle yanan gözlerimi hatırladım. Moss ve Stream ile benim aramda karşılaştırma yapmam kolaydı. Onlar, İskoç viskisi ve şarap içip zaman zaman ev yapımı yemeklerin tadını çıkarıyorlardı. Kitapları ve televizyonları vardı. Ve en önemlisi, onurlarıyla oynamamıştım. Fakat duruşma anımı gözümde canlandırdığımda, onlara gösterdiğim nezaketin hiç de önemli olmayacağını biliyordum.


Limonatamı bitirdim ve kararımı verdim. Eğer ikiyüzlülük ya da tutsaklık arasında bir seçim yapmak zorunda kalırsam, her seferinde ilkini tercih edecektim.


Ertesi sabah MRE sistemini kontrol etmek ve çöp torbasını çıkarmak için aşağı indim.

Moss, “Bugün yirmi beşinci evlilik yıl dönümüm.” dedi.

İçine çöplerini atabilsin diye çöp torbasının ağzını açıp uzattım.

“Ben sadece on dört ay evli kalabildim.” dedim.

"Kaybolmuş olsaydı, siz ne düşünürdünüz ya da eğer siz kaybolsaydınız o ne düşünürdü?” diye sordu.

“Sen ve John benimle artık iyi polis, kötü polisi mi oynayacaksınız?” dedim.

Stream’e baktı, daha sonra bana dönüp,

“Size hiçbir zararı olmayan kocama bu kadar kayıtsız kalmanızın nedenini gerçekten merak ediyorum.” dedi.

“Hayır, hiç de kayıtsız değilim ama seni uygun şekilde cezalandırmanın başka bir yolunu düşünemiyorum, bu ona herhangi bir zarar vermez, değil mi?” dedim.

“Evet, belki zarar vermez ama ben de sana kasıtlı olarak bir zarar vermedim.” dedi.

“Bana ölüm cezası hükmünü vermenizden sonra, avukatım davayı kazanmak için en güvendiğimiz dalın kırıldığını söyledi, çünkü Federal mahkemelerin aksine, Teksas mahkemelerinin, masum olan birinin infaz edilemeyeceğine dair yazılı olmayan bir kuralı varmış.” dedim.


“Bay Zhettah, başınıza gelenler için üzgünüm.” dedi. “Keşke zamanı geri alabilmem mümkün olsaydı.”


“Sizin gibiler, ölüm yoluna giren herkesin aklına İsa gelir, derler. Soruma cevap vermediğinin farkındayım.” dedim.


Çöp torbasını Stream’in demir parmaklıklarının dışına uzattım ve

“Çöp?” dedim. Oturduğu sandalyeden kalkmadan

“Bugün bana soru sormadın” dedi.

"Sormamış mıydım?" Moss bir şeyler mırıldanmaya başlamıştı, ancak neden bahsettiğinden emin olamadım.


Tieresse'nin, neden bana önceki evliliğimi sormadın dediğinde, onunla görüşmeye başlayalı yaklaşık üç ay olmuştu.

“Merak etmiyor musun?” diye sormuştu.

“Şimdiye kadar sen de bana  hiçbir kız arkadaşımı sormadın ki.” dedim.


“Belki bir gün ben de sana onları sorabilirim ama seninki aptalca bir karşılaştırma. Bildiğim kadarıyla kız arkadaşlarından biriyle nikâh masasına oturup ona ölüm ayırana kadar birlikte olmaya söz vermedin.” dedi. Ölüm ayırana kadar derken gülümsemişti.

“Peki, hadi bana ondan bahset o zaman.” dedim.

“Madem ısrar ediyorsun, amor.” derken yine gülümsüyordu.

*TSSB: Travma Sonrası Stres Bozukluğu

(Devam edecek)

7 Temmuz 2020 Salı

ŞİNASİ BEY 1

Size Şinasi Bey'den hiç bahsettim mi? Sanmıyorum. Şimdi nereden aklına geldi diyeceksiniz. Elbette eşi Feriha Hanımefendi'den. Geçenlerde bir iş için İstanbul'a gittiğimde onu parkta kedileri beslerken görmüştüm. Az kalsın tanıyamayacaktım, insan yaşlandıkça tanınmaz hale geliyor. Fakat o yine de giyimi kuşamı ve hayvanlara gösterdiği şefkatiyle kendini belli ediyordu. Açık renk bir döpiyes giymiş, kolunda zarif bir çantayla ulu çınar ağaçlarının gölgelediği bir banka oturmuş dinleniyordu. Beni tanıyacağını hiç sanmıyordum. Yine de yaklaşıp bir selâm verdim. Yüzünü kapatan maskeyi ağır hareketlerle aşağı sıyırırken gülümseyen  gözleri parladı.

"İyi günler evlâdım, sizi çıkartamadım, kusuruma bakmayın, yaşlılık işte."

Onu sadece bir kez görmüştüm ama unutmam mümkün değildi. Öyle düzgün bir İstanbul şivesiyle konuşan, hal ve tavırlarından zerafet akan Osmanlı hanımefendilerinden günümüzde kaç tanesi kalmıştı ki. 

"Efendim, ben Eşref, rahatsız ettiğim için affınıza sığınıyorum, yıllar önce Şinasi Bey'in rahatsızlığı sebebiyle Ankara'daki evinizde size geçmiş olsun ziyaretinde bulunmuştum."

Feriha Hanım dikkatle sözlerimi bitirmemi bekledi. Gözleri dolmuştu. 

"Rahatsızlık ne kelime Eşref Bey oğlum, bilâkis çok mutlu ettiniz beni. Rahmetli Şinasi Bey, bana sizden çok bahsederdi." 

Onu anılarıyla başbaşa bırakıp elini öpemememin huzursuzluğu içinde yanından ayrıldım.

Şinasi Bey, elli yıl aynı yastığa baş koyduğu eşi Feriha Hanım gibi asil, namuslu, herkes tarafından sevilen bir beyefendiydi. Her zaman koyu renk takım elbisesine uygun renk ve desenlerde kravatlar uydurur, pırıl pırıl parlayan ayakkabılarını giyip dışarı öyle çıkardı. İstanbul'da Bölge Müdürlüğü yaptığı sırada yardımcılarından genç bir mesai arkadaşı Sanayi Bakanı olunca Şinasi Bey hemen telefon açıp onu tebrik etmiş, ayrıca makamına gösterişli bir çiçek göndermeyi de ihmal etmemişti. Aralarındaki dostluk bu kadarla kalmamış, Bakan Bey, eski müdürünü arayıp ona müsteşarlık teklif etmiş, böylece ister istemez canları kadar sevdikleri İstanbul'dan ayrılmak zorunda kalmışlardı.

Şinasi Bey pek çok İstanbullunun aksine Ankara'yı da sevmişti. Kısa zamanda geniş bir çevresi olmuş, kendine değişik uğraşılar edinmişti. Sık sık sanat sever dostlarıyla buluşur, sanat müziği icra ederek ruhunu dinlendirirdi. 

Onu çok sonraları tanımak şerefine nail oldum. Emekli olmuş, saçları beyazlaşmıştı. Eski fotoğraflarından gördüğüm o heybetli halinden eser kalmamıştı, kocaman burnu dışında esmer yüzü iyice küçülmüş, gözlerinin feri kaybolmuştu. Müsteşarlık döneminde çok iyiliğini gören şirketimizin yönetim kurulu başkanı, vefalı bir davranış göstererek Şinasi Bey'i şirkete danışman olarak almıştı. 

Emekli bir müsteşarın şirketimizde göreve başlaması hem şirketin hem de çalışanların nezdinde onur duyulacak bir mevzuydu. Zaman içinde onu daha iyi tanıdım. En önemli özelliği mütevazılığıydı. Onun gibi bir adamın Bakan'nın sağ kolu bir müsteşar olabileceğine ihtimal vermezdim. Şirkete ilk geldiğinde en geniş odayı hemen ona tahsis edeceklerini düşünüyordum. Oysa onca boş oda varken ona bir odayı dahi çok görmüşlerdi. Boş odalar, kimi eğitimini tamamlamakla meşgul, kimi askerden dönüşü beklenen patron çocuklarına ayrılmıştı çünkü. Şinasi Bey, bu durumu bile kendine dert etmemiş, zerre kadar umursamamıştı.

(Devam edecek)

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 64/4


Stream'e, “Sen farkı görmüyorsun ya da görmek istemiyorsun belki ama ben gerçeğin farkındayım. Churchill, "Demokrasiye karşı en iyi argüman, ortalama bir seçmenle beş dakikalık konuşmanızdır." demiş. Aynı şey ortalama bir yargıç için de rahatlıkla söylenebilir, çünkü ne siz, ne de size oy verenler, safsatalarınızın gerçek dünya üzerinde nasıl bir etki yarattığını anlamaktan hayli uzaksınız.” dedim.

Stream, “Churchill asla böyle bir şey söylemez.” dedi.

“Haklı olabilirsin, John. Belki de uydurmuş olabilirler. Ama asıl mesele bu değil.” dedim.

Önemli olan, sözün doğruluğuydu. Yanlarından ayrılmak için eşyalarımı toplarken Moss tartışmaya katıldı.


“Avukatının ünlü biri olduğunu bildiğini sanıyorum. Pek çok kez idam cezanı neredeyse müebbede çeviriyordu. Fakat yargıçların çoğu, sistemden yararlanan birine karşı cömert davranmaya pek meyilli değiller.” dedi.


“Jane, müvekkilinin zihinsel engelli olduğuna dikkat çeken bir avukata tam beş bin dolar para cezası verdin. Adamı tanıyordum. Yaşamım boyunca engelli olduğu bu kadar belirgin olan başka bir insan görmedim.” dedim.

Moss, “Üzerimize molotof kokteylleri atan sadece senin avukatın değildi.” dedi.

“Sizden anladığım şu: Agresif avukatlara kızıyor, bu yüzden acısını müvekkillerinden çıkarıyorsunuz. Diğer taraftan söyleyecek bir şeyleri olmasa bile beceriksiz avukatları daha fazla dikkate alıyorsunuz. Doğru mu anlıyorum?” dedim.

Stream” Eğer duruşmada bir avukat yüz kez itiraz etmezse sizin gibi adamların gözünde beceriksiz oluyor. Gerçek şu ki, pek çok avukat her konuyu gündeme getirmiyor, çünkü onların çoğu anlamsız olduğu için sonucu etkilemez. Zayıf bir iddiada bulunmanın, hiçbir iddiada bulunmamak kadar zararlı olduğu kabul edilir.” dedi.


Ailem dindar değildi, ama hem annem hem de babam iyiliğe ve kötülüğe inanıyordu. Belki de bu yüzden Utah'daki üniversitede kendimi evimde hissetmiştim. Beni çevreleyen Mormonların çok net bir doğru ve yanlış görüşü vardı. Dini inançlarını paylaşmadım ama ahlak anlayışlarını kolaylıkla benimseyebilirdim. Ne kadar yanıldığımı anlamak için cinayetten hüküm giymem gerekiyormuş.


Stream'e, “İdam koğuşunda ölümü bekleyen kaç mahkûm var?” diye sordum.

“Kesin bir bilgim yok.” dedi.

Moss'a baktım. Omuz silkti.

“Üç yüz kırk beş” dedim. “Eğer şu anda ikinizi de vurup öldürecek olsam, üç yüz kırk tanesi, dama oyunlarından başlarını bile kaldırmaya tenezzül etmez. Hatta onlar, bu yaptığımın doğru bir şey olduğunu gayet rahat söyleyebilirler. Bu ahlaki mutlaklar neyi gösterir biliyor musun?" dedim.


Stream, “Katillerle dolu bir hapishanede ahlaki otorite mi arıyorsun?” diye sordu.

“Aslında, ölüm hücrelerindeki birçok mahkûm, idam cezasının olması gerektiğine en az sizin kadar inanıyor. Ancak onlardan hiçbiri, devlete, birini öldürmesi için yeşil ışık yakmadan önce, her şeyin araştırılıp kesin kanıtlarla ortaya dökülmesini istemenin gereksiz bir talep olduğunu düşünmüyor." dedim.

Stream, “Hiçbir şeyden kesin olarak emin olamayız.” dedi.

“Ben olurum. Ben karımı öldürmediğimden kesinlikle eminim.” dedim.

Bir süre duraksadım. Döndüm ve TV'nin yanında, duvara astığım katilin resmini gösterdim. Stream'e baktım,

“Kesinlikle emin olduğum başka bir şey daha var. Sen ve Jane, eğer sizin kafanızdan gidilseydi, ben ölecektim ve ne siz ne de başka biri masum olduğumu asla öğrenemeyecekti.” dedim.

Moss, “Bu doğru, Bay Zhettah.” dedi. “Ne demek istediğinizi anlıyorum, gerçekten anlıyorum fakat ondan önce, jürinin eldeki kanıtlara dayanarak karar verdiği bir hukuk sistemimiz var.” dedi.

“Yanlış yargılanan siz olmadığınız sürece on iki yabancıya güvenmek kolay olmalı. Belki bu beni ahlaki evreninizde otoriter yapar, ama ölüm ateşine odun taşıyan bir çete üyesi olmaktansa doğru şeyi yapmaya çalışan bir diktatör olmayı tercih ederim.” dedim.

Tabağımı plastik çöp torbasına koydum. Görüşmek üzere, dedim.

Stream, “Omlet için teşekkürler.” dedi.

Çabuk ayrıldım, bu yüzden benim öfkeli halimi fark etmediler. Bana göre bu son tartışmayı kazanmıştım ama bunun sebebi bana zor soru sormuş olup olmamaları mıydı, merak ettim: Bu bize bir şeyler öğretebiliyorsa, tam olarak beklediğimiz hangi dersi öğrenmekti? Ve mesele eğer öğrenmek değilse, neden buradaydık? Sofist oluyorum diye endişelenmeye başlamıştım.

Ölüm hücresinde kaldığım yıllarda Olvido ile ailem hakkında sadece iki kez konuşmuştum: tanıştığımız gün ve bana temyiz başvurumuzun geri çevrildiğini söylediği gün.

“Haberler kötü.” demişti.  Bu her şeyi kaybettiğimiz anlamına gelmiyordu ama Eyalet Mahkemesinden gelecek karara epeyce umut bağlamıştık.

“Federal hâkimlerin daha adil olduğunu duymuştum.” dedim.

“Adil olmakla hiçbir ilgisi yok.” demişti. Anladığım kadarıyla Olvido, Eyalet Mahkemesinden çıkacak kararları önemsiyordu. Çünkü Federal Mahkemede yargıçların masum olup olmadığınız konusunu daha fazla dikkate aldıklarını düşünüyordu.

“Peki, ne anlatmaya çalışıyorsun?” diye sormuştum.

Olvido, “1990'lı yıllarda yayınlanan Yargıtay emsal kararında, yargılamada kanaat ve karar adil olduğu sürece, devletin masum bir insanı idamla cezalandırmasında, ABD Anayasası bakımından hiçbir engel bulunmadığına hükmetmişti.” dedi.

“Eğer masum bir kişi ölüm hücresine gönderilirse, bu durum açık bir haksızlık değil mi?” dedim.

“Elbette, senin bunu haksızlık olarak düşünmen mümkün.” dedi.

Ona babamı en son gördüğüm bir anımdan bahsettim. Üniversite birinci sınıftayken Noel tatili için eve gitmiştim. Sınavlarımız ocak ayında olduğu için zamanımın çoğunu çalışmakla geçiriyordum. Bir sabah, felsefenin ne olduğunu bile bilmeyen babam ne okuduğumu sorduğu sırada, Sokrat’ın diyalogları arasında kaybolmuştum. Onların, hükümetin insanlara adil davranmasının ne anlama geldiğini düşünerek zamanlarını geçiren gerçekten zeki insanlar olduğunu söyledim. Annem odaya girdiğinde babamın keyfi yerindeydi.


Quizás mi hijo va a ser un profesor.”* demişti. Ben istesem bile öğretmen olmam için notlarım yeterli değildi ama onun gururunu kıracak bir şey söylememiştim. Annem ise ikimizden de daha gerçekçiydi ve boş konuşmaktan hoşlanmazdı.


Qué loco.** Bardağın yarısı boş mu, yoksa dolu mu diye tartışarak geçimini sağlayabileceğini mi düşünüyorsun?” dedi.

Babam güldü ve annemi alnından öptü. Kolunu boynuma doladı ve beni kendine çekti. Motor yağı, deri ve taze biçilmiş çimen kokuyordu.


En mi vida, el vaso siempre está medio lleno”*** dedi. Dediği doğruydu. Onun bardağı her zaman yarı doluydu.


Federal Polis ve ordunun onun peşinde olduğunu bilmiyordu. Otuz altı saat sonra öldü, fakat yatağında hâlâ gülümsüyordu.

Olvido'ya “Neden biliyor musun?” diye sordum.

Başını sallamıştı. Biliyordu. Amacı doğrultusunda hizmet etmişti. Karısını sevmiş ve onun geçimini sağlamıştı. Oğlunu Amerika'ya göndermişti. 



“Ona Amerika'da masum ya da suçlu olmanın herhangi bir fark yaratmadığını söyleseydim bana asla inanmazdı. Senden ve diğerlerinden Meksika'ya gitmemenizi ve akrabalarımı bulmamanızı istediğimde, onların benden utanacaklarından endişeleniyordum. Fakat artık benden utanacaklarından eminim.” dedim.



Sonra, Olvido bana şaşırtıcı bir şey söyledi. Ona eyalet mahkemelerinin neden daha iyi olduklarını sorduğumda,


“İster inan, ister inanma, Teksas'ta << masum birini asla idam edemezsiniz >> diye kendine has bir kuralı var.” demişti.


*“Quizás mi hijo va a ser un profesor.”: İspanyolca, "Benim oğlum öğretmen olacak."


**Qué loco.”: İspanyolca, "Çıldırmışsın sen."


***En mi vida, el vaso siempre está medio lleno”: İspanyolca, "Hayatım boyunca bardağım hep yarı doluydu."


(Devam edecek)

6 Temmuz 2020 Pazartesi

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 46

Sevgili Kedi Mırıltısı moderatörlüğünde sürdürülen Ağaç Ev Sohbetleri'nin 46. Hafta konusunu görünce şimdiye kadar hiç aksatmadığım sohbetlere ilk kez pas diyeceğimi düşünsem de sevgili İrem Can'a saygısızlık olmaması için yine de bir şeyler yazmak istedim. Önerilen konu başlığı hakkında hiçbir bilgim yoktu zira. Ağaç Ev Sohbetleri, yediden yetmişe her yaşta belli bir kültür seviyesine sahip insanların değişik konularda görüşlerini paylaştığı güzel bir platform. Yeri geldi derin konularda dünyayı kurtarmaya, kendimizi keşfetmeye koyulduk satırlarımızda. Bazen daha basit ve eğlenceli konularda fikirlerimizi dillendirdik. Bu kez, ilk defa duyduğum bir konuda ahkâm kesmeye hazırlanıyorum. İşte haftanın konusu:



K-Pop hakkında neler düşünüyorsunuz? Dinlediğiniz bir grup var mı? Peki favori bir şarkınız da var mı? Özellikle de ülkemizdeki K-Pop ön yargısını nasıl buluyorsunuz?


Soruları ilk kez gördüğümde şaşırdım. K-Pop adını daha önce hiç duymamıştım. Evet pop, pop'tu ama K'sı ne anlama geliyordu? Blog dünyasında ilk beklediğim yeni şeyler öğrenmek olduğu için merak edip hemen araştırmaya başladım. Demek ki, Kore pop müziğine bizim gençler K-Pop derlermiş. Bilmemek ayıp değil, öğrenmemek ayıp diyerek araştırmama devam ettim. Söz konusu müzik türü için kimler ne demişler epeyce bir yazı ve yorum okudum. Yetmedi, popüler olan birkaç müzik parçasını da dinledim.

Öncelikle K-Pop'un Z-Kuşağı gençler arasında en az anime dizileri kadar yayıldığına ve fanatikleri olduğuna şaşırdım. K-Pop tutkunu gençler, kendilerinden yaşça büyük insanların kendilerini anlamadıklarını düşünüp büyük öfke duyuyorlar onlara hatta. Batının İngilizce müziğinden ne anlıyorsunuz? diye çıkışıyorlar, kendilerini eleştirenlere büyük tepki gösteriyorlar. K-Popçuların hayran oldukları sanatçılar, pek çoğunun idolü olmuş. Gençlerin kendi aralarında K-Pop temelli, başkarının anlamadığı bir dil oluşmuş, bu da onlara bir özgürlük alanı sağlıyor. 

K-Pop sanatçıları büyük bir sektör tarafından yönlendiriliyormuş aslında. Hepsi birbirine benzeyen sanatçılar, önce yetenekli gençler arasından seçilip günde on sekiz saat yoğun bir çalışmaya tabi tutuluyor, renkli saçlar ve farklı giysilerle dev prodüksiyonlarda halkın önüne çıkarılıyormuş. Bu gençler artık yaşamlarının 24 saatini toplumla paylaşmak zorunda kalıyor, karşı cinsle ilişkiye giremiyor ve bir hata yapmaları durumunda derhal gözden düşüyorlar. 

Daha ziyade muhafazakâr ailelerin çocukları daha fazla ilgiliymiş. Çünkü, gerek giyim tarzları ve müziklerinin sözleri seksi olmaktan uzak ve sözler küfür içermiyormuş. Gençlerin K-Pop ve Kore dizilerine tutkunluğu öyle bir seviyeye gelmiş ki, içlerinde pek çoğu Kore dilini öğrenmek, Kore'de yaşamak ve hatta bir Kore'liyle evlenmek hayâllerini süsler olmuş. 

Bu bilgilere sahip olduktan sonra K-Pop hakkında olumsuz düşüncelere sahip olduğumu söyleyecek kadar aklımı yitirmedim. Tamamen kuşak farkından kaynaklanan farklı ilgi alanlarına sahip olmamız doğal. Bu çerçevede bulunduğum yeri korumak istiyorum yine de.

Doğal olarak dinlediğim ya da favorim olan bir K-Pop şarkısı yok. Sadece müzik türü değil, sanatın her bir dalında önyargılı olmak taraftarı değilim. Ancak şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Bizim kuşak rock müziği dinlerken bizden öncekiler Türk Sanat Müziği dinlerler ve bizim o gürültülü şeyden ne anladığımızı merak ederlerdi. Zaman gelecek, bugün K-Pop dinleyenlere, çocukları ve torunları da ne anlıyorsunuz bundan? diye çemkirecekler. Hayatın olağan akışı diyoruz buna.

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 63/4


Raging Bull'da Jake LaMotta'nın sandviç yerken televizyon antenini ayarlamaya çalıştığı bir sahne vardı. Orta siklet şampiyonluğunu kazandıktan sonra yeniden kaybetmişti. Bir süre sonra, LaMotta’nın göbeği şortunun üstüne taştığı için kardeşi onunla dalga geçmeye başlamıştı. Sonsuza dek sıkı bir disiplin uygulayamazsınız. Sıkıntılarınız arttığında, stresinizi üzerinizden atmak için geç kalırsanız kendinizi bir anda hücrede uyanmış bulursunuz.  Cumartesi günü öğleden sonra, Lockhart'taki bir barbekü restoranından çıktım ve US183 yolu üzerinden şehre geri dönerken, Teksas eyalet polisi tarafından çevrildim.

Polis, kaskını çıkardı, ehliyetimi ve trafik sigorta poliçemi istedi. Gözleri kobalt mavisiydi. Sinekkaydı bir sakal tıraşı olmuştu. Belgelerimi aldı, bulunduğum yerde kalmamı söyledi ve arabasına geri döndü. Çizmelerinin asfaltta çıkarttığı ses kalp atışlarımı hızlandırmıştı. Dikiz aynasından telsizle konuştuğunu ve bilgisayar klavyesine dokunduğunu görebiliyordum. Kaçmaya kalksam, beni yakalamalarının uzun sürmeyeceğinden emindim. Tutukladıkları takdirde bildiklerimi paylaşmam karşılığında acaba beni serbest bırakırlar mıydı? Onlara nasıl bir anlaşma önereceğimi zihnimde test ediyordum. “Uçağı düşen yargıçları tanıyor musunuz?” diye kendi kendime soruyordum. Sonra yine kendi kendime “Evet, yaşıyorlar ve nerede olduklarını biliyorum.” diye cevap veriyordum. Aklımdaki muhakeme devam ederken polis arabamın yanına geri döndü.


“Seni hatırlıyorum, Bay Zhettah” dedi.

"Buralarda oldukça meşhur birisin. Bu seferlik seni uyarmakla yetinip görmezden geleceğim. Hız sınırı yüz on km/s. Tamam mı? İyi günler, efendim.” dedi.


Omzundaki rütbeye baktıktan sonra “Teşekkürler, Çavuş.” dedim.



O gece otel odasının minibarındaki bütün viskileri içtim ve yemeği odama sipariş ettim. Kendimi soyutladığım zamanlarda Tieresse’le daha fazla konuşuyordum.

“Aşkım,” dedim. “Şanslıydım ve herhangi bir ücret ödemeden dersimi aldım. Bundan sonra bir daha risk almayacağım. Artık böyle dalgınlıklarım olmayacak. Küçük ihmallerim yüzünden asla kan ter içinde kalmayacağım.” dedim.

“Biraz daha dikkatli olmalısın, amor? Bütün bunlar senin neşeni kaçıracak küçük şeyler.” dedi.


“Dünyevi sevinç hakkımı çoktan tükettiğime inanıyorum.” dedim.

“Senden bunları duymak istemiyorum Rafael” dedi ve dudaklarının dudaklarımın üzerinde gezindiğini hissettim. Ertesi gün, henüz güneş doğmadan evime dönüş yolundaydım.


Sabah markete uğrayıp bir düzine yumurta ve dilimlenmemiş köy ekmeği aldım. Güneşte kurutulmuş domates, sarımsak, kırmızıbiber ve beyaz peynir ile bir frittata* pişirdim. Bir spatula ile birlikte üçer adet tabak ve çatal alıp 6. Kata indim.


“Biraz geç kaldım, ama biraz işlerim vardı.” dedim. “Geçmiş yeni yılınız kutlu olsun.”

Kahvaltıyı hazırladım ve mahkûmlarımın her birine birer tabak verdim.

Moss, “Teşekkür ederiz.” dedi.

Stream, “Geçen sene mahkemelerimizde sekiz bin duruşmaya girdik.” dedi.

Ağzımdaki çikleti çiğnemeyi kestim ve diyeceklerine kulak kabarttım.

“Bunların beş bini habeas corpus** dilekçesiydi.” dedi.

“Peki, o zaman sizlerle yarışabilirim." dedim. "Ben de haftada bin kişiye yemek servisi yapabiliyordum.” 

“İnsan faaliyetlerinin küresel ısınmayı arttırdığına inanıyor musun?” diye bir soru yöneltti.

“Tabii ki inanıyorum.” dedim. Bunun üzerine aşıların otizme neden olup olmadığını, dünyanın düz olup olmadığını ve evrim teorisini kabul edip etmediğimi sordu. Ona sırasıyla hayır, hayır ve evet cevaplarını verdim. Sonra bana dönüp bilim adamı olup olmadığımı sordu.

“Şimdi bu ilginç bir soru, John.” dedim. "İşini iyi bilen çoğu fırıncı ustası kalplerin kimyageridir. Şimdiye kadar son derece bilimsel bir şekilde çalışan iki üç şefle tanıştım. Bana sorarsan, onların hepsi ruhsuzdu ama işlerinde uzman kişilerdi. Sanırım biraz eski kafalıyım. Anlatabiliyor muyum?" dedim.

“Evet, anlıyorum.” dedi. “Tıpkı bizim gibi siz de işin uzmanlarına güveniyorsunuz.”


Moss'a baktım. Yumurtalarını ve ekmeğinin yarısını yemiş ve çatalını tabağın ortasına koymuştu. Stream, bir şeyler söylememi bekliyordu. Ağzıma bir lokma frittata attım. Benden cevap gelmeyince o yine devam etti.

“Bizler, işlerini layığıyla yapan alt basamak mahkeme hâkimlerimize ve savcılarımıza güveniyoruz. Yapılan her itiraz dilekçesini bizzat kendimizin inceleyecek zamanı yok. Siz de dâhil olmak üzere yaşayan herkes, uzmanların vereceği kararlara bağlıdır. Kendini dürüst bir intikamcı yerine koyuyorsun. Oysa sen, ucuz, ikiyüzlü adamın tekisin benim nazarımda.” dedi.

Patlaması beni şaşırtmıştı ve bir an onun bu ateşli konuşmasına hayran kaldım fakat hayranlığımın tiksinti haline gelmesi çok uzun sürmedi.

“İşte yanıldığın nokta burada, John. Anlatıldığına göre sizin uzman dediğiniz duruşma hâkimi,  davanın lehime ertelenmesi yönünde karar vermiş ve DNA'yı test etmek istemişti. Ancak sen ve Jane onun karşısında yer aldınız." dedim.

Stream,” “Çünkü o, yanılıyordu.” dedi.


“Ayrıca sizin mesai arkadaşlarınızdan biri de sizin gibi düşünmedi. Anladığım kadarıyla, Teksas eyaletinin en iyi yargıçlarından ikisi, kararlarını verirken doğru yaptıklarından emin olmak istiyorlardı, diğer ikisi, yani sizler ise buna gerek duymamıştınız.” dedim.

Stream, “Üç nihai karar vericiden ikisini, yani Yargıç Moss’la beni halk seçti. Ahlaki öfkenin*** seni otoriterliğe götürdüğünü görüyorum." dedi.


Önceleri, avukatım hakkında fazla bir bilgim yoktu ama sonra Sargent bana, biraz onun geçmişinden bahsetmişti. Hukuk fakültesine gitmeden önce Ivy League’ta eğitim görmüş, deniz piyadelerinden Teksaslı bir yüzbaşı ona akıl hocalığı yapmıştı. Yazıhanesinin bir köşesinde, uzun, pirinçten bir tükürük hokkası bulunduruyordu ve onu oraya sırf dekorasyon olsun diye koymamıştı. Yüzbaşının ödüllü bir belgesele konu olan biyografisinin bir kopyası Sargent'ın elindeydi.


Bir gece, Javier dediğimiz adam idam edilmişti. Javier, önceden, Batı Teksas'ta bir yerde, bir taksi şoförünü vurduğunu itiraf etmişti ancak son birkaç yıldır gerçekte o işi yapmadığı hususunda ısrar ediyordu. İnfazdan tam bir gün önce, cinayeti soruşturan dedektif,  Javier’in avukatını aramış ve suçu itiraf ettirmek için Javier'e işkence yaptığını kabul etmişti. Anlaşıldığına göre, dedektif, ölüm döşeğindeydi ve oradan sağ çıkıp çıkamayacağı belirsizdi. Avukatı son dakikada bir temyiz başvurusunda bulundu. Dava Yargıtay'a kadar gitti ve saat onu geçene kadar bir karara varamadılar. Daha sonra Javier'in aleyhine beşe dört oyla hüküm verdiler. Saat on bir civarında Javier’in idam edildiği açıklandı. Haber ölüm hücresine düştüğünde en ufak bir protesto yoktu. Sadece şaşkın bir sessizlik hüküm sürüyordu. Sargent,

“Inocente, dinle bak bunu.” dedi. Olvido’nun akıl hocasının biyografisinden bir pasaj okudu.

“Jüriye müvekkilinizin olay yerinde bile olmadığını söylüyorsunuz ama eğer olsaydı bile, tetiği çeken kişi o olmayabilirdi ve tetiği çekmiş olsa bile, iyi bir nedeni olabilirdi. Her bir varsayıma A, B ve C diyelim. Mahkeme salonu, bir cevabın doğru, diğerlerinin yanlış olduğunu ortaya koyan bir laboratuar değildir. Bu iş, ilk kaleyi ablukaya aldığınız sürece, sahada vurulmanızın, dolaşmanızın ya da vurmanızın önemli olmadığı bir beyzbol oyununa benzer.”

Javier için çok üzülmüştüm.


“Her zamanki gibi, Compadre, dediklerini yine tam olarak anlayamıyorum.” dedim.


“Bunun sadece bir oyun olduğunu düşünen polisler ve savcılar değil. Bizim taraf da aynı şekilde düşünüyor. Javier'in bir hiç uğruna hayatını kaybetmesinin sebebi duruşmaları bir spor karşılaşması gibi gören, doğru adım atmayı bilemeyen adamlardır.” dedi ve ardından bana hemen bir soru sordu,

“Sofist kime denir bilir misin?”


“Elbette, biliyorum.” dedim. “Onlara bir nevi filozof da diyebiliriz. Platon'a göre sofistler, gerçeği tanımlamaktan ziyade kendilerini haklı çıkaracak kanıtları arayan kişilerdir."


*frittata: İtalyan omleti

**habeas corpus: Bir kişinin, hukuka aykırı bir tutuklama veya hapis cezasını mahkemeye bildirebileceği ve mahkemeden, genellikle bir hapishane yetkilisi (gardiyan) tarafından, mahkûmu ya da tutukluyu mahkemeye getirilmesini talep edeceği yasal bir hukuk yolu.

***Ahlaki öfke: Ahlâki ilkelerin ağır ihlâli ile bağlantılı aşırı tutku ve öfke. 


(Devam edecek)

5 Temmuz 2020 Pazar

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 62/4


Teorik açıdan, avukatın delillerle desteklediği savunma dilekçesi ile yargı görüşü arasında önemli bir fark vardır. Birinde ortaya belli bir sonuç çıkması gerekirken, diğerinde buna ihtiyaç duyulmaz. Hiç kimse avukatların tarafsız olmasını beklemez. Oysa yargıçlarbelli bir zümreyi memnun etmek arzusuyla değil, hukukun üstünlüğü ilkesine göre ve yasalara uygun olarak hareket ettiklerini iddia ederler.

Stream ve Moss'un icraatlarının toplandığı kitapçıklarda, söz konusu ayrım tamamen ortadan kalkmıştı. Onlara yanlı kararlarının birer kopyalarını vermeye devam ettim fakat bunu kendime bir vazife olarak görmüyordum. Bazı hikayeler sonradan yazılamayacak kadar uzundur. Ne kadar yazarsan yaz, aklından geçenleri tam olarak anlatamazsın.

Mesela ölüm hücresindeki Nazi komşum, Taylor gibi birini ele alalım: Zenci bir gardiyan, hayatını kurtarmış olsa dahi, Taylor ona bir ekmek kırıntısı dahi vermezdi. Moss ve Stream için de aynı durum geçerliydi. Mahkûmları içeri atmak için ihtiyaç duydukları yasal ilkelerin içini nasıl boşalttıkları ortadayken, benim gibi eski bir mahkûmun onları serbest bırakması, asla söz konusu olamazdı.


Çok değil, bir ay kadar sonra bu kararlılığım iyice zaafa uğramıştı. Onlara temiz çamaşır getirdiğim bir gün Stream,

“Sana karşı kendimizi aklamamız gerektiğini anlıyorum ama bundan önce farkında olmadan yaptığımız hataların karşılığında senin bize kasıtlı olarak yapmış olduğun kötülükleri nasıl izah edeceğini merak ediyorum.”

“Farkında olmadan yaptığınız bir hata neticesinde, masum bir adamın ölümle cezalandırılmasına onay verdiniz. Bu olayı biraz hafife aldığını düşünmüyor musun?” dedim.

“Kararımızın yeterince adil olduğunu düşünüyorum. Beklediğin cevap bu mu?” dedi.


Evet, deyip yanından uzaklaşmalıydım. Bunun yerine,

“Hayır,” dedim. “Hedefim, evrenin ahlakına yeniden denge veya düzen sağlamak değil. Benim burada amacım, bir daha önemli bir pozisyona gelmeniz halinde size iyi bir ders verebilmekle ilgili.”

Stream, “Bu büyük saçmalık. Eğer senin bu ukalaca akıl yürütmen doğru olsa,  dijital saatte dakikalarımı saydırmak için beni buraya tıkmazdın.” dedi.

“Sizlere değerli bir ders vermek ve intikam duygularımı söndürmek birbirini dışlayan şeyler değil.” dedim.

“Çok doğru, bütün mesele de bu zaten.” dedi.


Kafamdaki özlü cevapları prova ettim. "Tartışmayı kazanmış olman haklı olduğunu göstermez." demek isterdim ama artık çok geçti. Bir kez daha o kazanmıştı. Acaba Bodega' nın güvenlik kameraları var mıydı? Adliyenin karşısındaki, her zaman oturduğum yerde veya şehrin herhangi bir yerinde, hâkimleri takip ettiğim bölgelerde, beni kaydeden kameralar var mıydı? Stream’in uçağının enkazında hala DNA’m korunmuş olabilir miydi? Batı yakasından geçerken herhangi bir yerde bıraktığım parmak izim, dedektifler için bir ipucu olabilirdi belki de. Körfezde bir şeylerle uğraşıyor olmam şüpheleri üzerime çeker miydi? Mobil bir restoran açmak için araştırma yaptım. Bir ara hukuk fakültesine gitmek fikri geçti aklımdan. Tieresse'nin vakfında değerlendirebileceğim bir becerim olup olmadığını düşündüm.

Sonunda bunların hiçbirini yapmadım. Bir yarım, bütün bunları yapmayı düşünürken, diğer parçam bunlara zamanımın olmayacağı konusunda ısrar ediyordu. Belki de, Stanford'un öğrencileri gibi, gardiyan olmak iyiden iyiye hoşuma gitmeye başlamıştı.


Kazadan altı ay sonra, Sahil Koruma, arama çalışmalarını durdurduğunu açıkladı. Yeni kanıt ve kazaya ait kalıntıların ortaya çıkması durumunda, çalışmalara kaldığı yerden devam edileceği bildiriliyordu. Bir ay sonra, NTSB tarafından nihai rapor yayınlandı, kaza sebebinin belirsizliğini koruduğu ifade edilirken, mevcut bilgiler dahilinde, kazanın pilotaj hatasından mı yoksa karbon monoksit zehirlenmesinden mi meydana geldiğine dair herhangi bir şey söylemenin mümkün olmadığı açıklanmıştı.

Özel pilot tartışma forumlarında Stream'i hatalı bulanların sayısı hayli fazlaydı. Bir pilotun ortaya attığı teoriye göre, rüzgârın beklenenden daha şiddetli olması sebebiyle uçağın yakıtı bitmiş olabilirdi. Bu açıklama mantıklı görünüyordu fakat diğer bir pilotun işaret ettiği üzere, böyle bir durumda, Stream'in neden acil durum çağrısı yapmadığını açıklamıyordu. Başka bir pilot, telsiz haberleşmesinin kesintiye uğramasının nedeni olarak, neredeyse sıfır dereceye düşen dış hava sıcaklığı sebebiyle kabin ısısını arttırmak için klimayı çalıştırmış olabileceğinden bahsediyordu. Klimadaki muhtemel arıza sebebiyle kabinin karbon monoksit gazıyla dolması sonucunda, hem Stream hem de Moss bilincini yitirmiş, uçak güç kaybetmesi nedeniyle körfez’e düşmüştü.


Haber, Austin gazetesinin eyalet haberleri bölümündeki bir sayfada yer almıştı ve oradan yerel TV istasyonlarında taşındı. Ancak hiçbir büyük ulusal kanal bu olaydan bahsetmedi. Kendimi biraz daha güvende hissettim. Aşağı indim ve mahkûmlarıma son haberleri okudum.

“Altı aydır burada birlikteyiz ve artık geçmişi olduğu yerde bırakabileceğimi düşünmeye başladım, sanırım. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?” dedim.

Moss, “Yaptıklarından sapıkça bir zevk alman hoş değil.” dedi.

“Haklısın Jane. Fakat bana suç işlediğim halde zaman aşımından yargılanamayacakmışım gibi geliyor. Bunun ne kadar heyecan verici bir şey olduğunun farkında mısın?” dedim.


Stream, “Kanunların etrafından dolaşan muhtelif çözüm yolları vardır.” dedi.


“Bu duruşun, John,” dedim. “Tam da bu yüzden, burada olmanı gerektiriyor.”

Günlük yaşantıma kaldığım yerden devam ettim. Colorado, Cortez'e uçtum ve bir haftamı San Juans'ın vahşi doğasında geçirdim. Utah Moab'ta bisiklet kiraladım ve odun sobasıyla ısıtılan tek odalı bir kulübede kaldım. New York'a gittim, iki gün içinde üç Broadway gösterisi izledim. Haftada bir, çarşamba günleri öğleden sonra hal hatır sormak için Olvido ile görüştüm.


Aynı zamanda romantik zamanlarımızı hatırladım. Tieresse gittikçe büyüyen işlerini yavaş yavaş elden çıkarmaya başlamıştı.

“Çalışmak seni artık sıkmaya mı başladı?” diye sormuştum.

“Her insan gibi benim de zayıf bir tarafım var. Kolay kolay vazgeçmem. Eğer yönetecek bir şirketim varsa, tek yapacağım onu ayakta tutmak. Lakin daha fazla kitap okumak, daha fazla film izlemek ve daha fazla müzeye gitmek istiyorum. Elimdekilerin hepsini satmazsam, bunlardan hiçbirini yapamayacağım.” dedi.

“Elden çıkarılacaklar listesine beni de dâhil etmemişsindir umarım.” dedim.

Beni öptü,
“Seni şımarmak istemiyorum, amor. Ufak tefek şeyleri sorun haline getirmemek, insanın ulaşabileceği paha biçilmez bir lüks. Bundan sonra yapmam gereken tek şey isteklerime engel olan her ne varsa kökünden kesip atmak.” dedi.

Artık kimse Stream ve Moss'u aramadığına göre, küçük şeylerden endişelenmeyi bırakabilirdim. Austin'e geri dönmeye karar verdim. Dört yıldızlı bir otelde bir oda ayarladım. Sonra, bir de araba kiraladım. Stream’in evi boş görünüyordu. Bahçesindeki çime bakım yapılmış ve biçilmişti ama pencerelerinden dışarıya ışık sızmıyordu. Öte yandan Moss’un evinde, bütün ışıklar yanıyordu. Sabah olunca, arabama atlayıp onun evine yine bir göz attım. Papaz kocası, arabasına biniyordu. Şakaklarına dökülen saçları ağarmıştı. Aklımdan ona bir not bırakmak geçti.

(Devam edecek)