KATEGORİLER

12 Temmuz 2020 Pazar

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 73/4


Eve doğru yürüdük.

“Alışveriş için şehre inmek zorundayım ama çıkmadan önce size bir şeyler ikram edebilirim.” dedim. 
İçeri girdi. İki şişe bira alıp mutfak masasına oturduk.

“O postanede video kameralarının olduğunu biliyorsunuz değil mi?” diye sordu.


Önce blöf yaptığını düşünüyordum, fakat sonra durumu bir kez daha değerlendirdim. Burada olmasının bir nedeni olmalıydı. Sargent'ı ziyaret ettiğimi söylemem yeterli olmayacaktı. Muhtemelen bildiği bir şeyler vardı.

“Hayır,” dedim. “Bilmem mi gerekiyor?”

“Birkaç gün önce, şehir merkezinden mektupları gönderen gardiyanın video görüntülerine ulaşmak istemiştim. Sizi orada görünce ne kadar şaşırdığımı düşünün.” dedi.

“Bir arkadaşımı ziyarete gitmiştim,” dedim. “Bunu zaten bildiğinizi tahmin ediyorum. Avrupa'daki mektup arkadaşlarına birkaç mektup göndermemi rica etmişti. Bu, yasalara aykırı bir şey mi?” dedim.

“Onların virüs taşıyabileceğinden hiç endişe duymadınız mı?

Cevap vermedim.

“Sanırım, hapishanedeki ölüm hücresi mahkûmlarının, ziyaretçileriyle yaptığı bütün konuşmaların kaydedildiğini biliyorsunuz.” dedi.

Bir an düşündüm, sonra içimden, şükürler olsun ki bunu yapıyorlar, dedim.

Pisarro'ya “İçeride kaldığım süre boyunca bana gelen tek ziyaretçi avukatımdı. Hapishanede, onunla yaptığım konuşmaların dinlendiğini mi söylemek istiyorsunuz? dedim.

“Hayır, hayır. Benim bahsettiğim yasal ziyaretler değil.” dedi. Daha sonra,

“Etrafa göz atmamın bir sakıncası var mı?” diye sordu.

“Sorun değil, istediğin yere bakabilirsin.” dedim.

"Misafirhanede kalan var mı?" diye sordu.

“Şu anda kalan yok. Kapı kilitli. Açmak istersen, anahtarı saksının içinde bulabilirsin.” dedim.

“Ooo, pilot olman hayli enteresan. Ne zamandan beri uçuyorsun?” diye sordu.

“Çocukluğundan beri.” dedim. “Seni de uçurmamı ister misin?” diye sordum.

“Görünen o ki, sık sık seyahat ediyorsun.” dedi.

“Fırsat buldukça,” dedim. “Büyük bir ülke. Görülecek çok yer var.”

Birasını tezgâha bıraktı. Mutfak masasına oturdum ve e-postalarımı okuyormuş gibi yaptım. Misafirhaneyi, serayı ve hangarı gezerken Pisarro'yu izledim. Arka tarafa doğru yürüdü, bir süre gözden kayboldu. On beş dakika sonra geri dönüp tekrar içeri girdi.


“Bay Zhettah, Yargıç Stream ve Yargıç Moss'un ortadan kaybolması hakkında herhangi bir şey biliyor musunuz?” diye sordu.

“Dedektif,” dedim. “Bana inanmanızı beklemiyorum ama sanırım, Teksas ceza ve adalet sisteminde neler olup bittiğini en az bilen kişilerden biriyim.” dedim.

“Sizi anlıyorum,” dedi. “Rahatsız ettiğim için özür dilerim, efendim. Gerekirse daha sonra sizi tekrar ziyaret edebilirim. İyi günler.”

Kapıya kadar ona eşlik etmek üzere hareketlendim. Kartını masaya bıraktı ve elimi sıktı.

“Bana ulaşmak istediğiniz takdirde, cep numaramı kartın arka yüzünde bulabilirsiniz.” dedi.

“Yeni görevinizde size bol şans dilerim.” dedim.

Arabasına binip uzaklaştı. Çakıl taşlarının üzerinde dönen tekerleklerin çıkardığı sesi dinledim. Burnumdan ağır aksak nefes alıyordum. Nabzım altmış ikiydi. Bir bardağa buzlu su koyup masaya oturdum ve bir dikişte içtim. Konuşmalarımı beş altı kez zihnimde canlandırdım. Sorularının hiçbirini cevapsız bırakmamıştım. Neden şüphelendiğini veya ne bildiği önemli değildi. Kanıt olarak kullanabileceği hiçbir şey bulamamıştı. Kendimi kurşungeçirmez bir zırhın içinde hissettim.

Bir ihtiyaç listesi yaptım ve şehir merkezine gittim. Marketten, meşe odununda ızgara yapmak için rokfor dolgulu, merada beslenmiş dana antrikotu, kızartmalık Idaho patatesi, tereyağı ve kremayla ağır ateşte pişireceğim ıspanak aldım.

Kanser olduğumu öğrendiğim günden itibaren diyeti bırakmıştım. Ateşi yaktıktan sonra bir sürahi martini hazırladım ve verandaya oturdum. Pisarro’yla birlikte onların tepesinde dolaşırken, Stream ve Moss'un ne yaptıklarını merak etmiştim. Sabah olunca, bunu kendilerinden öğrenebilecektim.


İnsanlar risk alırlar, çünkü bu onları risk olarak görmediklerindendir. Mesela babamı ele alalım. Karıncayı incitmeyen, diğer insanlara son derece saygılı bir adam olmasına rağmen, katil uyuşturucu satıcılarıyla iş yaparak hayatını tehlikeye atıyordu. Yeri geldi, sevdiklerine hakaret edip onlara saygısızca davranışlarda bulunan, kendi cüssesinin iki katı silahlı adamlara karşı koydu. Killi şist yamaçların arasında, kanatlarının yan duvarlara birkaç santimetreye kadar yaklaştığı dar kanyonlarda uçtu. Yüzmeyi bilmeyen bazı insanlar, denize adımlarını dahi atmazlar. Diğerleri ise can yeleklerini giyip VI. derece azgın sularda rafting yaparlar. Tehlikeyi göze alan insanlar, risk-kazanç dengesini, ihtiyatlı insanlardan daha farklı değerlendirirler; tehlikeyi umursamazlar.


Sabah uyandığımda, mahkûmlarımın Dedektif Pisarro’nun ziyaretini nasıl karşılayacaklarını tahmin edebiliyordum. Babamın kulağıma fısıldadığını işittim,

Cuidado, hijo”* Ona cevabımı yüksek sesle söyledim,

“Sorun yok, baba. Bana zarar veremezler.”


*Cuidadohijo: Dikkatli ol, evlât

(Devam edecek)

11 Temmuz 2020 Cumartesi

SUÇ ve CEZA

Hayır, bu yazımda sizlere Dostoyevski'nin ünlü romanından bahsetmeyeceğim. Artık sonuna yaklaştığım "Masum Bir Adamın İtirafları" adlı roman çevirimin baş kişisi Rafael ve "Suç ve Ceza" romanının kahramanı Raskolnikov'un benzer iç çatışmalarından yola çıkarak bir değerlendirme yapmak istiyorum. Şüphesiz iki roman kahramanı arasındaki en önemli fark, Raskolnikov'un iki kez cinayet işleyip tesadüf eseri izini kaybettirmesine karşılık, Rafael'in işlemediği bir cinayet suçundan idam cezasına çarptırılması.  Elbette, olayların bundan sonraki gelişimi ve kahramanların iç hesaplaşması kendilerini bambaşka yollara sürüklüyor.

Şüphesiz suç, hukukçular tarafından tanımlanıp toplumun genel kabullerini barındırırken, her coğrafi bölgede farklılıklar içeren, karşılığında yine bölgelere göre değişkenlik gösteren cezai müeyyidelere sahip bir mefhumdur. Toplumun kendini güvende hissedebilmesi, kaosa sürüklenmemesi için suç ve ceza, yasa denilen yaptırım kurallarıyla büyük ölçüde teminat altına alınmıştır. Fakat yine de bir takım adaletsizliklerin önü alınamadığı için tarihler boyu, insanların suç işlemesinin önüne geçilememektedir.

Her şey bir tarafa, ben, sağlıklı bir insanın işlediği suçtan ötürü kendi iç hesaplaşmasını yasalardan üstün görürüm. Empati yeteneği insanı doğru yola götüren önemli bir kavramdır.

Hakaret içermediği sürece bireyin düşündüklerini yazıp söylemesi asla suç kapsamında değerlendirilmemeli, somut kanıtlar olmaksızın kesinlikle hüküm verilmemelidir. Masum bir insanı ortada kesin kanıt yokken mahkûm etmek, suçu tespit edilemeyen yüz suçluyu serbest bırakmaktan çok daha ağır bir sorumluluktur.

Bazen içim daralıyor. En çarpıcılarından bir örnek vereyim: Kürt değilim, ailemde, çevremde hiçbir Kürt arkadaşım yok. Geçmiş yıllarda, öğrenciliğim sırasında olması mümkün ama onların etnik kimliği beni hiç ilgilendirmemiştir. Eğer Diyarbakır'da doğmuş olsaydım, büyük bir olasılıkla Kürt de olabilirdim. Ne fark ederdi ki? Selâhattin Demirtaş! Yıllardır hapiste. T.C yasalarına göre tanımlanmış bir suç işlediğine dair somut delil yok. Daha da ileri gideyim. Kimseye fiili zarar vermediği, terör örgütlerine maddi destek sağlamadığı, onlara yataklık etmediği sürece, "Ben Kürtlerin bağımsız bir devleti olsun istiyorum" diyerek fikrini beyan etmesi suç mudur? Bana göre değildir. Çünkü bu dünya hiçbir kimsenin tapulu malı değildir. Unutmayalım ki, bir zamanlar yabancı devletlerin maşası haline gelmiş Osmanlı padişahı, Mustafa Kemal Atatürk'ü de terörist ilân etmiş ve hakkında ölüm fetvası verdirmişti. 

İktidar, ülkenin ekonomik çöküşünü, işsizliği, adaletsizliği unutturmak için hamle üzerine hamle yapıyor. Halkımız da ne yazık ki bu oyuna çabuk geliyor. Aya Sofya meselesi de bunlardan biri. Atatürk'ün imzaladığı bir kararla 1934 yılında müzeye çevrilmiş Aya Sofya. Sinsi bir manevra. Yok Fatih Sultan Mehmet'in vasiyetiymiş, yok İstanbul'un kurtuluşunun simgesiymiş! Ya bu eser, kilise olarak yapılmadı mı? Onu inşa eden mimarın mezarında kemikleri sızlıyordur. Hiç bir esere saygınız yok, gözünüzü hırs bürümüş. Adı bile Aya Sophia. Seni rahatsız eden ne? Böyle önemli kültürel bir varlığı yapılma amacının dışına çekmeniz, sanki büyük ihtiyaçmış gibi halkı galeyana getirmeniz, şov yapmanız suç değil mi? 

İnanamıyorum. Ana muhalefetin, dinsizlikle suçlamasınlar diye sessiz kalması, iktidar yanlılarına yetmiyor. Siz, hepiniz, liderimizin bu muhteşem kararını alkışlayın diyorlar. Yarın, aynı kişiler, onlara hesap soracak, siz de sessiz kaldınız diye. Aynı sözde 15 Temmuz senaryosunda olduğu gibi, aynı bütün muhalifleri fetöcü terörist ilân ettikleri gibi.

Korkuyorlar, korkuyoruz. Adaletin olmadığı yerde suçun ne olduğu, ne olmadığı da belli değildir. Ceza sahiplerini bulmaz. Sonra bir Rafael çıkar, kafasına göre adaleti intikam hırsıyla yoğurur. Devran böyle döner, iyilik ve iyiler her zaman mağlup, kötülük ve kötüler her zaman galiptir. Ve biz her zaman galiplerin sesini duyarız...


MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 72/4


Doktora peş peşe sorular soruyordum. Kemoterapinin hangi sıklıkla uygulanacağını, yan etkilerini ve bana ne kadar ömür biçildiğini öğrenmek istedim. İki ilaçlı bir karışım kullanacaklarını ve saçlarımın dökülebileceğini söyledi. Ayrıca yemeklerden farklı tatlar alabilecektim. Kısa sürede, aşırı yorgunluk çekebilirdim. Arada, bir hafta toparlanma süresi olacak şekilde, her biri iki gün sürecek dört seans tedavi görmem gerekiyordu. Kendisinin bana yardım edip edemeyeceği konusunda hiçbir şey söylememişti.


“Eğer bu dediklerinizi aynen uygularsam, muhtemelen kaç yıl daha yaşarım?” diye sordum.

“Sizin durumunuza benzeyen kanserli hastalar için beş yıl hayatta kalma oranının yüzde birden daha az olduğunu söylemek isterim. Fakat herkesin bünyesi birbirinden farklı. Beş yıldan fazla yaşamını sürdüren pek çok kişi de var tabii.” dedi.

“Söylediklerinizden hiçbir şey anlamadım. Sizi anlamak için doktorasını tamamlamış bir matematikçi bulmam lazım.” dedim.


Ellerini kucağında birleştirirken bakışlarını aşağı indirdi ve bana alçak sesle,

“Buna ihtiyacınız olduğunu sanmıyorum.” dedi.


Ayağa kalktım ve elini sıktım. Beni evime bırakacak biri olup olmadığını sordu.

Kendi kendime düşündüm, çoğu kanser hastasının aksine, benim başıma gelen en kötü şey bu değildi.


Doktora, “Nezaketiniz için teşekkür ederim, eve kendi arabamla gidebilirim. Tedaviye ilişkin kararımı daha sonra size bildiririm.” dedim.


Suçluların çoğunun yakayı ele vermek için gizli bir arzuya sahip olduklarına dair teoriler üreten popüler psikoloji, tamamen saçmalıktır. Suçlular yaptıkları aptalca hatalar yüzünden yakalanıyorlar. İlkinden paçayı sıyırmıştım ama ikinci kez şansın yüzüme güleceğinden o kadar emin değildim. Mektupları göndermek, kibrimden kaynaklanan büyük bir hata ya da gereksiz bir şefkat duygusu, belki de bilinçaltımdaki suçluluk sebebiyle yaptığım büyük bir gaftı. Nedeni her ne olursa olsun, bunca zamandan sonra yakalanırsam, sadece kendimi suçlayacaktım.


Mahkeme kararıyla temize çıktığımdan kısa bir süre sonra Olvido beni arayarak Dedektif Pisarro'nun özür dilemek istediğini söylemişti. Bana onunla konuşmak isteyip istemediğimi soruyordu.

“Peki, bana onun numarasını ver.” dedim. 

O gece kendisini aramıştım. Artık özür dilemenin bir önem arz etmediğini söyledi, fakat yine de kendisinin ne kadar çok üzüldüğünü bilmemi istedi.


“Aslında, özür dilemek çok önemli. Deneyimlerime göre, birçok meslektaşınız, hata yaptıklarını kabul etmedikleri sürece, hatalar ortaya çıkmıyor, bu durum kolluk kuvvetlerinin Heisenberg Belirsizlik İlkesi'yle açıklanabilir." dedim. Bir an, rahatsız edici bir sessizlik oldu, sonra,


“Size söyleyebilecek herhangi bir şeyim olduğundan emin değilim ama kendi başarısızlığım için bahane aramayacağım. Benim olayı çözmem gerekirdi. Cole'un ne yaptığını bilmiyordum, ama arka planda, ipuçlarını gözden kaçırdığım için kendimi suçluyorum.” dedi.


“Beni arama zahmetine katlandığınız için size teşekkür ederim, Dedektif. Açıkçası, sizi bu yüzden suçlamak hiç aklıma gelmemişti.” dedim.


“Size minnettarım, efendim.” dedi. Onunla bir daha asla konuşacağımı sanmıyordum.

Moss’un kocasına ve Stream’in oğluna mektupları gönderdikten on gün sonra, yerel ve ulusal haber kuruluşları şaşırtıcı bir gelişme olduğunu bildiriyorlardı. Sabah, CNN’in haber saatinde, bir fincan kahvemi alıp aşağı indim.


Moss, “Anlamıyorum. Kocamın aldığı mektubun isimsiz olduğunu söylüyorlar.” dedi.


“Basının yaptığı yanlışlıklar hâlâ seni şaşırtıyor mu?” dedim.


Onu yanılttığım için biraz suçluluk hissettmiştim. Stream ise bana inanmıyordu.


“Kürsüdeki her yargıç, en fazla bir hafta içinde, evrensel hakikati öğrenecektir.” dedi.


“Sana daha önce de söyledim, John, lanet olsun. Sadece zaman meselesi. Yiyecek ve suyunuzu kestiğim takdirde daha ne kadar yaşayacağınızı tahmin ediyorsunuz ki?” dedim.

“Serserinin biri sevdiğim birini, karının öldürüldüğü şekilde öldürseydi, adamın derisini katman katman yüzerdim. Sen ise, su birikintisi üzerinden atlayan çocuklar gibi davranıyorsun." dedi.


Adama hakkını vermek lazımdı. Damarıma nasıl basacağını iyi biliyordu. Cevap vermeden ayrıldım ve Colorado'nun güneybatısındaki Mesa Verde Milli Parkı'na gittim. Orada, Uçurum Konutlarını keşfettim. Yıldızların altında uyuyarak ve insanlara kızmakta haklı olup olmadığımı merak ederek iki gün geçirdim. Bu durum karşısında, Sargent'ın bana ne söyleyebileceğini düşündüm. Tieresse'ye ihanet ettiğim aklıma gelince, canım sıkıldı.


Ertesi Pazar günü, öğleden sonra, eve geri dönmek için inişe geçtiğim sırada, evimin yanına park edilmiş siyah bir sedan ve verandada oturan spor ceketli bir adam gördüm. Orada oturan kimdi? Ülkenin bu bölgesi insanların pek uğrak yeri değildi. Çok hızlıydım ve piste yüksekten geldim, bu nedenle inişi pas geçmek zorunda kaldım. İkinci denememde havada daire çizerken, önümdeki panelde yedekleme ünitelerinin ikaz verdiğini gördüm. Şimdi bu yedekleme üniteleri de nereden çıkmıştı? Beynim benimle oyun oynuyordu. Kendime sakin olmam gerektiğini söyledim. Kontrol listesindeki öğeleri yüksek sesle okudum. Gözlerimi piste ve cihazlara yapıştırdım. Yere indiğimde aslında orada kimsenin bulunmadığına kendimi ikna etmeye çalışıyordum.


Fakat orada biri vardı. Dedektif Pisarro ile hangarın önünde buluştuk. Yardıma ihtiyacım olup olmadığını sordu. Yaşlanmıştı, ama onu hemen hatırlamıştım. Bir kâğıt parçasına bir şeyler yazdı, sanırım uçağın N numarasıydı, sonra göğüs cebine koydu. Ben istemeden uçağı hangardan içeri itmeme yardım etti. Silonun giriş kapağının üzerini örten lastik pedin farkına varmamıştı.


“Kasabada bana, genellikle pazar günleri öğleden sonra eve döndüğünü söylediler. Yüzün kıpkırmızı. İyi misin?” diye sordu.


“Sizi gördüğüme şaşırdım, Dedektif.” dedim


İki yıl önce HPD'den emekli olduğunu ve SPU’da müfettiş olarak işe başladığını söyledi. Düşündüğünden çok daha fazla seyahat ettiğini, ancak iyi para kazandığını anlattı.


“Üniversiteye giden iki çocuğum var. Durumumu anlıyorsun değil mi?” dedi.

Uçağın kayıt defterine notlarımı yazıyordum ve bir yandan onunla konuşurken bütün cihazları kapatmakla meşguldüm.


“Söylediklerinin hepsi gerçekten ilginç Dedektif, fakat bana bunları neden anlatıyorsunuz? dedim.


“SPU’un ne olduğunu biliyor musun?” diye sordu.


“Tabii ki biliyorum. Hatırlayacağınız üzere, bir süre önce mahkûmdum.” dedim.


“Doğru.” dedi, “Sanırım kayıp hâkimlerin kocasına ve oğluna gönderilen mektuplarla ilgili haberleri duydunuz.”


Pisarro yanıt vermemi bekliyordu. Ona yardım etmeyecektim. Sessizliği bozan ben olmadım.

“Amirim, mektupların Polunsky'den bir gardiyan tarafından postaya verildiğini düşünüyor. Bunu, her iki mektubun üzerinde aynı gün tarihli Livingston pulunun olmasına dayandırıyor." dedi.


Kulaklığımı yerine astım ve uçağın kapısını kapattım. Hangar kapısını işaret ederek,

“Bana kapıyı kapatmamda yardım eder misin?" dedim.

(Devam edecek)

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 71/4


Romantik maceramız başladıktan birkaç ay sonra, La Ventana'nın ulusal bir dergiden aldığı sıradan eleştiri canımı sıkmıştı. Tieresse yanıma oturdu ve

“Bakalım düzeltmemiz gereken neler varmış.” dedi.

“Hiçbir şey.” dedim.

“Gerçekten mi?” dedi.

“Evet, hiçbir şey yok. Zaten bu yüzden sinir bozucu. Adam mekânın renk tonunu, servis takımını falan beğenmemiş, bir de Fransız şarabı satmadığımızdan bahsetmiş. Yemeklerle ilgili şikâyetleri, patates üzerindeki sarımsağın ezilmesi yerine dilimlenmiş olması ve kavrulmuş limonun servis öncesi balıktan çıkarılmamasından ibaret. Sadece bunlar yüzünden bir yıldızımı silmiş." dedim. Tieresse dergiyi elimden aldı,

“Bunu fırlatıp atıyorum. Kafanın içinde kime yer vereceğine sen karar ver, aşkım. Kıymet bilmeyen birine değerli mülk bırakılmaz.” dedi.


“Bu stratejin, senin neden daima mutlu olduğunu açıklıyor.” dedim.

“Sana öyle geliyor. Düşün bakalım, ne demek istediğimi anlayabilecek misin?" diye sordu.


Moss'u beynimden çıkarmam gerekiyordu ve bunu yapmak için mükemmel bir yer biliyordum. Tieresse ve benim en sevdiğimiz rotalardan biriydi, Mark Twain Ulusal Ormanı'nda, Blue Spring yürüyüş parkuru. Yemyeşil ve sessizdi ve eski bir dereye yatağına paralel olarak uzayıp gidiyordu. Çadırımı ve kamp eşyalarımı pikaba yükledikten sonra Missouri’nin güneyine doğru yola çıktım. Bu yolculuk, kaderimi belirleyecekti.


Pilotluk lisansımın geçerli olabilmesi için, iki yılda bir kez, sağlık durumumu sertifikalı bir havacılık tıp uzmanına kontrol ettirmem gerekiyordu. Bu tür muayeneleri, aile hekiminizle halledemiyorsunuz. Aslında bunlar on beş dakikadan daha az süren formaliteden muayeneler. Görme yeteneğinizi ve kilonuzu kontrol edip kalbinizi dinliyorlar. Missouri yolunda bir AME* buldum ve mola verip muayene olmaya karar verdim. Yaşlı bir doktor gözlerimi inceledi ve tansiyonumu ölçtü. Boyumu yazdı ve BMI'mı** hesapladı. Bana hangi ilaçları kullandığımı sordu. Ne kadar alkol ve kafein içtiğime ve kaç saat uyuduğuma dair notlar aldı. Bilgisayarının başına geçti ve bilgilerimi FAA*** web sitesine girip güncelledi. Sonra yerinden kalktı, stetoskopu kulaklarına taktı, kalbimi ve ciğerlerimi dinledi.

“En son ne zaman tam bir sağlık kontrolünden geçtiniz?” diye sordu.

Hatırlamadığımı söyledim.

“Bence bir check-up yaptırmalısın.” dedi. Ona sorunumun ne olduğunu sordum.

“Muhtemelen bir şey yoktur ama bazı hırıltılar duydum. Bir miktar sıvı birikmesi olabilir. Son zamanlarda öksürük nöbetleriniz oldu mu ya da nefes almakta zorluk çektiniz mi?” diye sordu.

Doğru cevap evetti ama inkâr etmiştim. Reinhardt ziyaretime geldiğinde, o da neden öksürdüğümü sormuştu. Ona omuz silkmiştim. Daha kolay gribe yakalanıyordum, çünkü artık genç bir adam değildim. Doktoru biraz daha iyi tanıyabilmiş olsaydım, hastalığımın ciddiyetini onun ses tonundan anlayabilirdim fakat sadece birkaç küçük soru sorması yine de bana umut vermişti. Zatürre ya da benzeri bir enfeksiyonum olsaydı, yatak istirahati ve ilaçla asla kurtulamayacağımı biliyordum.


“Testleri neden burada yapamıyorsunuz?” diye sordum.

“Evladım, artık emekli oldum sayılır. Senin gibi insanlara yardımcı olmak için AME lisansımı kullanıyorum. Uzman bir doktora testleri yaptırmanız lazım. Bu çok önemli.” dedi.


Doktorun dediğini yaptım. Ormanda üç gün geçirmiş olmam kendimi oldukça iyi hissetmemi sağlamıştı. Dönüş yolumda, Wolf River'daki bir halk sağlığı kliniğinde durdum. Öksürdüğümü ve nefes darlığı şikayetimi anlattım. Bir hemşire detaylı tıbbi öykümü aldı. On yıldan fazla bir süre içinde hiç check-up yaptırmadığım için herhangi bir karşılaştırma yapma imkânları yoktu. Tansiyonumu ölçtü ve EKG'mi çekti. Sonuçlar normaldi. Doktor geldiğinde, ona iyi uyuduğumu, hiç sigara içmediğimi, ölçülü bir şekilde alkol aldığımı, fast food'tan kaçındığımı ve üniversiteden beri aynı ölçülerde kot pantolon ve tişört giydiğimi söyledim. Spor yapıp yapmadığımı sordu. Ona, uzun yürüyüşler yaptığımı fakat son zamanlarda spora daha az vakit ayırdığımı söyledim.

Doktora, mahkûmları ziyaret ettikten sonra merdivenleri çıkarken nefes nefese kaldığımı söyleyemezdim. Nefes darlığımın nedenini biliyordum, tıbbi açıklamaya gerek yoktu. Hapishanede olmanın yarattığı stresten dolayı beklediğim bir şeydi. Irene Johnson ile yaptığım kısa sohbetler, stresle başa çıkmam konusunda son derece yetersizdi. Yargıç Moss'u hücresine kilitlediğim ilk günü hatırladım, ona hiçbir şeyin umurumda olmadığını söylemiştim. Şimdi geriye dönüp baktığımda, kendimi, sandığım kadar iyi tanımamış olduğumu düşünüyorum.

İç çamaşırıma kadar soyundum, doktor beni inceledi. Çekiçle diz kapağıma vurup Patellar reflekslerimi ve ayaklarımın tabanlarımı kontrol etti. Eğilip ayak parmaklarıma dokunmamı istedi. Kulaklarımı, burnumu ve boğazımı muayene etti. Küçük bir sohbet başlattı, bana ne iş yaptığımı sordu, emekli olduğumu söyledim. Onun iyi bir poker oyuncusu olmadığını, başka oyunlarda da iyi olmadığını öğrendim. Göğüs kafesimin arkasına stetoskopla bastırırken derin nefes almamı istedi, parmaklarının sertliğini hissettim.

Bunun bir enfeksiyon olabileceğini söyledi. Zatürre veya bronşit, belki de nefes yollarımda küçük bir tıkanıklık söz konusu olabilirdi. Birçok olasılık vardı, bu yüzden  ilk olarak kan vermem ve göğüs röntgeni çektirmem gerektiğini belirtti. Kansas City'deki üniversite kliniğinde bana bir doktorun adını verdi.

“Yerinde olsaydım, hiç zaman kaybetmezdim.” dedi.

Röntgenden sonra beni tomografi çekimine gönderdiler ve daha sonra bir bardağa balgam tükürmemi istediler. İki gün sonra bana, kısa sürede etkili olan bir anestezi verdiler ve bronkoskopi yaptılar: Doktor, ışıklı bir tüpü boğazımdan akciğerlerime doğru kaydırdı. Bir yandan da tomografi görüntülerini kullanarak göğüs duvarıma bir iğne sapladı ve ciğerlerimden numune aldı. Üç gün sonra bana IV. aşama akciğer kanseri olduğumu söylediğinde, ofisindeki deri sandalyeye çuval gibi yığıldım.

“Hayatımda bir gün bile sigara içmedim.” dedim.

“Biliyorum, üzgünüm.” dedi.

Bana ciğerlerimi saran sıvıyı boşaltabileceklerini ve bunun nefes almamı biraz daha kolaylaştıracağını söyledi. Kemoterapi hayatımı uzatabilirdi ancak hastalığın bilinen kesin bir tedavisi yoktu.

Sözlerimi tekrarladım, “Ama ben sigara içmiyorum.”

“Akciğer kanseri hastalarının yaklaşık yüzde yirmisinin yaşamları boyunca hiç sigara içmediği biliniyor.”dedi.

*AME: Havacılık Tıp Uzmanı

**BMI: Vücut Kütle Endeksi

***FAA: Federal Havacılık İdaresi

(Devam edecek)

10 Temmuz 2020 Cuma

ŞİNASİ BEY 5


Kazablanka Hava Alanına indiğimiz andan itibaren gözümüz kulağımız Şinasi Bey olmuştu. Üç mühendis onun peşine takılıp taksi durağına doğru yürümeye başladık. Şinasi Bey'e sürücüyle pazarlık yapmasını söyledik.

"Ayıp ettiniz, o iş bende." dedi. Sıradaki  esmer bir taksi şoförüyle Fransızca konuşmaya başladılar. Adam bir yandan valizlerimizi bagaja yerleştirirken diğer yandan Şinasi Bey'e lâf yetiştiriyordu. Tamam, dedik, Şinasi Bey şoförü kafaya aldı. Şinasi Bey, konuşuyor, adam birkaç sözcükle cevap veriyor, sonra arkadan kahkahayı basıyordu. 

Yola çıktık, biraz gittikten sonra bir köprü altından geçip çevre yoluna girdik. Dayanamayıp sordum.
"Şinasi Bey, ne anlatıyorsunuz adama, adam ne diyor, biz iyice Fransız kaldık. Hem, anlaştınız mı, kaça götürecek bizi." dedim. 

Şinasi Bey, şoföre dönüp yine bir şeyler söyledi. Onların konuşmalarında ilk kez gideceğimiz Sheraton Hotel'in adını duyduk. Çok geçmeden adamın suratı asıldı ve sert bir manevrayla otoyolun kenarına çekip arabayı durdurdu. Ne oluyor diye birbirimizin yüzüne baktık. 

"Şinasi Bey, neler oluyor?"

Adam normal ücretin tam üç katı fiyat istemiş. Şinasi Bey talep ettiğin ücret yüksek deyince, "Fiyatım bu, kabul etmezseniz inin arabadan o zaman." demiş.

"Şinasi Bey, adamla yarım saattir ne konuşuyordunuz Allah aşkına? Yola çıkmadan anlaşmak gerekmez miydi? Ne yapacağız şimdi otobanın ortasında? Burada başka taksi bulma imkânımız yok ki artık." dedim.

Meğerse Şinasi Bey, o yıl Avrupa şampiyonu olan Galatasaray muhabbetine girmiş şoförle, pazarlığı falan unutmuş tabii. Çaresiz, şoförün istediği ücreti kabul ettik fakat yol boyunca kimsenin ağzını bıçak açmadı.


Şinasi Bey'in gevezeliği bize pahalıya mal olmuştu. Ama hata bizdeydi, bunun böyle olacağını tahmin etmeliydik. Şirkette gevezelik konusunda onunla yarışan tek kişi, şantiyelerimizin birinde, kalite kontrol mühendisi olarak çalışan Serdar Bey'di. Şinasi Bey, küçük bir konuda bilgi almak için Serdar Bey'e telefon ettiğinde konuşmaları üç saati bulur, sonunda bize dönüp "O da bilmiyormuş." derdi.

Bazen ben de ona telefon etmek, bir şeyler sormak zorunda kalır, huyunu bildiğim için en kısa yoldan cevabı almak isterdim. Konu uzamaya başlayınca,

"Şinasi Bey'ciğim, sizi çok iyi anlıyorum, bak çok işim var, ne olur sadece benim soruma cevap verin lütfen." derdim.

Şinasi Bey, ne huyundan vazgeçerdi, ne de kibarlığından,

"İstirham ederim efendim, haklısınız, haklısınız ama ben size bu olayı baştan anlatmak mecburiyetindeyim. Size sadece sonucu söylersem meramımı hakkıyla anlatmam mümkün olamayacak. Siz bana beş dakika daha müsaade edin, hemen toparlamaya çalışacağım."

Hangi beş dakika? Aradan yarım saat geçerdi en azından, telefon geldi, randevuma yetişmem lâzım nevinden bir bahane uydurur, iznini ister, konuşmayı kesmek zorunda kalırdım. 

Fakat o akşamı hiç birimiz unutamazdık. Sheraton Hotel'in danışmasından Fas'ın geleneksel yemeklerinin tadına bakabileceğimiz güzel bir restaurant önermelerini istedik. Danışmadaki görevlinin İngilizce bilmesi en büyük şansımızdı. Zira bu işi yine Şinasi Bey'e bırakmaya kalksak, akşam yemeğine değil, kahvaltıya ancak yetişebilirdik. Danışmadaki genç hanım, taksiyle on beş dakika mesafede Atlas Okyanusunun kenarında harika bir yerden bahsetti ve yazıcıdan sözünü ettiği yerin adres bilgilerini çıkarıp bize uzattı. Teşekkür edip dışarı çıktık. Hava yeni yeni kararmaya başlıyordu.

Bu kez işi sıkı tutup taksi şoförüyle pazarlık yaptık. Adamın istediği ücret o kadar azdı ki, hiçbirimiz inanamamıştık. Bu yetmezmiş gibi, istediğiniz saatte gelip aynı fiyata sizi geri götürebilirim demişti. 

Neşe içinde Osmanlı saraylarını andıran süslemelerle dekore edilmiş restorana girdik. Önceden rezervasyon yaptırmış olduğumuz için salonun en güzel köşesi bize tahsis edilmişti. Kırmızı renkli alçak koltuklara kurulduk. Gün batımı ve okyanus manzarası muhteşemdi. 

Hemen yanımızdaki platformda keman, kanun, ut ve klarnetten oluşan dörtlü saz heyeti, programına başlamadan önce son hazırlıklarını yapıyordu. Erken gelmiştik, masaların çoğu boştu. Bizim oturduğumuz yer, şark köşesi gibi düzenlenmiş özel bir locaydı. Uzaktan kulağımıza Arap müziği ezgileri geliyordu.

Yöresel, şık giyimli bir garson, bize sormadan türlü mezelerle masayı donattı. Gelen tabakların hepsi damak tadımıza uygun şeylerdi. Elimize verilen büyük menü listesinden yemeklerimizi seçtik. 

Bir süre sonra yemekler kalaylı baķır sahanların içinde servis edilmeye başlandı. Saz heyeti, kulağımıza hiç de yabancı gelmeyen makamlarda hünerlerini gösteriyor, hem çalıyor, hem de söylüyorlardı. İlginç bir şekilde, Şinasi Bey, icra edilen her şarkının makamına göre Türk Sanat  Müziğinden uygun bir parça buluyor, onlara Türkçe sözlerle eşlik ediyordu. Aynı makamların Arap müziğinde de olması ve bu kadar eşleşmesi hepimizi şaşırtmıştı.

Salonda artık bütün masalar hınca hınç dolmuştu. Şinasi Bey, her şarkı bitiminde saz heyeti ile Fransızca bir şeyler konuşuyordu. Bir yandan keyifle önümüze getirilen leziz yemekleri yerken eğlencenin dozu gittikçe artıyordu. Sonunda Şinasi Bey, konuk sanatçı gibi mikrofonu eline aldı, saz heyetine saba diyor, saba makamında Türk müziğinden bir şarkı okuyordu. Şedaraban makamından  diyor, saz heyeti ara bir taksim geçiyor, arkasından Şinasi Bey sözleriyle onlara eşlik ediyordu.

Görülmemiş devr-i Yusuf'tan beri hiç böyle güzel
Tavrı güzel, sesi güzel, raksı güzel, ah o güzel
Kendi yanan ateşine yaktı beni ah o güzel
Tavrı güzel, sesi güzel, raksı güzel, ah o güzel

Bütün sazlar ve Şinasi Bey, sanki günlerce prova etmişcesine, büyük bir uyum içinde eserleri icra ediyorlardı. Salon inliyordu, her şarkıdan sonra büyük bir alkış kopuyor, Arapça tezahürat sesleri yükseliyordu.

Gece yarısı, hesabı ödeyip kalktık. Taksi söz verdiği gibi kapının önünde bizi bekliyordu. Şinasi Bey o gece kendini affettirmişti bize.

(Devam edecek)

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 70/4


“Gelecek yıl melek pastası, sonraki yıl kırmızı kadife pasta, onun arkasından elmalı, sonra beşinci yıl dönümümüz için Hindistan cevizli pasta olabilir. Altıncı yılımız için size, benim çok sevdiğim Alman çikolatalı pasta almayı düşünüyorum. Ama bütün önerilere açık olduğumu bilmenizi isterim.” dedim.

Yine sessizlik.

“Tahliye olmanızdan birkaç ay sonra bunu kutlamak için Şeytan pastası da alabilirim. Ne kadar komik değil mi? Ha ha ha, Şeytan’ın pastası.” dedim.

Yüzlerinde en ufak bir gülümseme  yoktu. Anlaşılan, her ikisi de bugün günlerinde değildi.

Pastadan bir parça daha aldım. İkisi de aynı anda çatallarını kendi pastalarına batırdılar.

Moss, “Teşekkür ederim.” dedi.

Stream hiçbir şey söylemedi.

Bir yıl geçmesine rağmen, Stream'in bana karşı sık sık düşmanca tavır takınmasının taktik icabı mı olduğunu yoksa içinden geldiği gibi mi davrandığını hala anlamış değildim. Manik depresyon hastası olabilirdi. Kafasının gidip gelmesi bana Taylor'ı hatırlatıyordu. Ayrıca Moss'un gerçekten pişman olup olmadığını veya bunu düşünüp düşünmediğini de bilemiyordum. Dürüst olmak gerekirse, artık onları daha fazla önemsememem gerektiğini düşünmeye başlamıştım. Yaptıklarıma şaşırıyordum, evet, bütün bunları nasıl göze almıştım. Artık hiçbir şey umurumda değildi.

Sonunda sessizliği bozan yine Moss oldu,

“Mektuplarımızı gönderdiğin için teşekkür ederim.” dedi.

Stream başını salladı ve pastasından bir lokma daha aldı.

“Rica ederim.” dedim.


Briket tuğladan örme duvara cıvatayla tutturulmuş metal kafes içindeki düz ekran TV’de CNN kanalı, yaklaşan Katrina Kasırgası’nın onuncu yıldönümü ile ilgili bir haber veriyordu. New Orleans’ı sel bastığında orada mahsur kalmıştım. Bu yüzden daha önce hiç görmediğim bir sahnenin videosuna dikkat kesildim. Fransız mahallesinde yüzen tekneler, terk edilmiş bir parkın fotoğrafları ile mülteci kampı haline getirilmiş spor salonunun içinde toplanmış insanları gösteriyordu.

“Dehşet bir olaydı!” dedim. Program sona erdi.

“Görüşürüz, Sayın Yargıçlar.” dedim.

İkisi de gülmedi, ama ben güldüm, belli belirsiz kıkırdadım. Sayın Yargıçlar! Bu lafım beni hala güldürüyordu.

Yukarı çıktığımda alnımda ince bir ter tabakası birikmişti. Nefes alıp verişim sıklaşmıştı ve yine başım dönüyordu. On yıldır hiç doktor yüzü görmemiştim. Muhtemelen doktora gitme zamanım gelmişti.

Üniversite birinci sınıfa giderken, oda arkadaşım, Connecticut'ta lise son sınıfa giden Mississippi’li bir askerin çocuğuydu. Güneyde, kimlerin ırkçı olduğunun kolay anlaşıldığını söylerdi. "Onlar kendilerini hemen belli ederler." diyordu. Ne var ki, kuzeyde işin inceliklerini öğrenmek zorundasınız. Bu konuda asla becerikli biri değildim ya da en azından yeterince iyi değildim ama yine de Moss’un tarzıyla ilgili bir takım şeyler beni şüpheye düşürmüştü. Sanki benden bir şeyler öğrenmek için teşekkür ediyordu, hüzünlü hali, aniden minnettarlığa dönüşüyordu.

Bütün bunları ne için yapıyordum? Mektuplarını postalamak zorunda mıydım?
Farkında olmadan gizli bir kod iletmiş olabilir miydim? Pişman olacağım bir şeyi yapmam için beni kandırmış olabilirler miydi? Çizmeyi aşıp işleri tam bir paranoyaya dönüştürdüğümün farkındaydım. Heller’ın Madde 22 romanında geçen bir cümleyi hatırladım. “Biri beni almaya gelebilir.


Masama oturdum, kablolu yayın ve uydu şirketlerinin izlediğim şovları takip edip etmediklerini öğrenmek için bir araştırma yaptım. Net bir cevabını bulamadım. Aslında kalkıştığım şeyle beni suçlamaya neden olabileceklerinden endişelenmeye başlamıştım, Moss kanıma girmişti, hata yapmamak için direnç gösterememiştim.


Pazar sabahı, Moss’un kocasının, cemaatine verdiği son üç vaazı arka arkaya izledim. Adam çok yakışıklıydı. İstese manken bile olabilirdi. Komik, kendini küçümseyen bir hikâye ile başladı, sonra motiflerle bezenmiş İncil’i açtı ve kasıla kasıla kürsüye doğru yürüdü. Konuşma tarzı kolaylıkla anlaşılır cinstendi. İlk önce, kendisini dinleyen cemaate, başkalarının yargılarıyla hırslarını sınırlamamalarını söyledi. Sonra şöyle devam etti,

“Başkalarının sizi istedikleri şekle sokmasına izin vermeyin, ne olacağınıza kendiniz karar verin. Yüce Tanrımız, ona inandığınız ve güvendiğiniz sürece, size istediğiniz her şeyi verdi. Bunun karşılığında, kullarını rahat bir hayat ve zevk-i sefa sürmekten alıkoydu. Her zaman kendi rahatımızı düşünürsek, Tanrı'ya olan vazifelerimizi yerine getiremeyiz. Nuh, tehlikeyi göze aldı ve bir gemi yaptı, onun nasıl yüzeceğini bile bilmiyordu. İbrahim tehlikeyi göze aldı, babasını ve rahat bir yaşamı elinin tersiyle itti. Yusuf, Firavun'un evinde yaşadı. İsa'nın sizden istediği bu. Dilencinin kupasına sadece bir dolar atmakla vazifeniz bitmiyor. Size verilen görevlere sahip çıkın. Evsiz annelerle ve kimsesiz yaşlılarla ilgilenin. Muhacirlere yardımcı olun. Tanrı, İsraillilere de yabancı bir ülkede muhacir olduklarını söyledi. Belki şanslarına küssünler diyebilirsiniz, onlara söyleyecek bir şeyiniz bulunmadığını, açlarla veya fakirlerle paylaşacak hiçbir şeyiniz olmadığını düşünebilirsiniz. Fakat böyle yapmayın. Böyle bir duruma kapıldığımızda kim olduğumuzu hatırlayalım.” dedi ve arkasından cemaat gürledi,

“Hepimiz Tanrı'nın çocuklarıyız.”

Papaz, izlediğim son vaazında, Musa'nın çocukları kurtarma öyküsünü, bizim nasıl Tanrının çocukları olduğumuzun hikâyesini anlattı. Sonuçta, vaazlarında bütün anlattıkları, Norman Vincent Peale'den, İsa'nın sözlerinden ya da Eski Ahit'ten alıntıydı. Onun söyledikleriyle değil, nasıl söylediğiyle ilgileniyordum. Ve eğer bu acı veya kederini içinde saklayan bir adamsa, kilisenin Laurence Olivier'iydi.

Moss'a  “Kocanın vaazlarını izledim.” dedim.

“Ne halt etmeye?” dedi.

“Onunla gurur duymuyor musun?” diye sordum.

“Vaazını izlerken ona aşık olmuştum.” dedi.

Stream, “Sarah, ne demek şimdi bu, iyi bir Hıristiyan’a bu sözü yakıştıramadım.” dedi.

Onu görmezden gelerek yeniden Moss'a döndüm.

“Son vaazlarında onu inceledim. Fazla üzgün ya da perişan görünmüyordu.” dedim.

“Siz Bay Zhettah, siz de hiç masum görünmüyorsunuz.” dedi.

(Devam edecek)