Eve doğru yürüdük.
“Alışveriş için şehre inmek zorundayım ama
çıkmadan önce size bir şeyler ikram edebilirim.” dedim.
İçeri girdi. İki şişe bira alıp mutfak masasına
oturduk.
“O postanede video kameralarının olduğunu biliyorsunuz değil mi?” diye sordu.
Önce blöf yaptığını düşünüyordum, fakat sonra
durumu bir kez daha değerlendirdim. Burada olmasının bir nedeni olmalıydı.
Sargent'ı ziyaret ettiğimi söylemem yeterli olmayacaktı. Muhtemelen bildiği bir
şeyler vardı.
“Hayır,” dedim. “Bilmem mi gerekiyor?”
“Birkaç gün önce, şehir merkezinden mektupları
gönderen gardiyanın video görüntülerine ulaşmak istemiştim. Sizi orada görünce
ne kadar şaşırdığımı düşünün.” dedi.
“Bir arkadaşımı ziyarete gitmiştim,” dedim. “Bunu
zaten bildiğinizi tahmin ediyorum. Avrupa'daki mektup arkadaşlarına birkaç
mektup göndermemi rica etmişti. Bu, yasalara aykırı bir şey mi?” dedim.
“Onların virüs taşıyabileceğinden hiç endişe duymadınız mı?
Cevap vermedim.
“Sanırım, hapishanedeki ölüm hücresi mahkûmlarının, ziyaretçileriyle yaptığı bütün konuşmaların kaydedildiğini biliyorsunuz.” dedi.
Bir an düşündüm, sonra içimden, şükürler olsun ki bunu yapıyorlar, dedim.
Pisarro'ya “İçeride kaldığım süre boyunca bana gelen
tek ziyaretçi avukatımdı. Hapishanede, onunla yaptığım konuşmaların dinlendiğini
mi söylemek istiyorsunuz? dedim.
“Hayır, hayır. Benim bahsettiğim yasal ziyaretler değil.”
dedi. Daha sonra,
“Etrafa göz atmamın bir sakıncası var mı?” diye sordu.
“Etrafa göz atmamın bir sakıncası var mı?” diye sordu.
“Sorun değil, istediğin yere bakabilirsin.”
dedim.
"Misafirhanede kalan var mı?" diye
sordu.
“Şu anda kalan yok. Kapı kilitli. Açmak
istersen, anahtarı saksının içinde bulabilirsin.” dedim.
“Ooo, pilot olman hayli enteresan. Ne zamandan
beri uçuyorsun?” diye sordu.
“Çocukluğundan beri.” dedim. “Seni de uçurmamı
ister misin?” diye sordum.
“Görünen o ki, sık sık seyahat ediyorsun.”
dedi.
“Fırsat buldukça,” dedim. “Büyük bir ülke. Görülecek
çok yer var.”
Birasını tezgâha bıraktı. Mutfak masasına oturdum
ve e-postalarımı okuyormuş gibi yaptım. Misafirhaneyi, serayı ve hangarı gezerken
Pisarro'yu izledim. Arka tarafa doğru yürüdü, bir süre gözden
kayboldu. On beş dakika sonra geri dönüp tekrar içeri girdi.
“Bay Zhettah, Yargıç Stream ve Yargıç Moss'un ortadan
kaybolması hakkında herhangi bir şey biliyor musunuz?” diye sordu.
“Dedektif,” dedim. “Bana inanmanızı beklemiyorum
ama sanırım, Teksas ceza ve adalet sisteminde neler olup bittiğini en az
bilen kişilerden biriyim.” dedim.
“Sizi anlıyorum,” dedi. “Rahatsız ettiğim
için özür dilerim, efendim. Gerekirse daha sonra sizi tekrar ziyaret edebilirim. İyi
günler.”
Kapıya kadar ona eşlik etmek üzere hareketlendim.
Kartını masaya bıraktı ve elimi sıktı.
“Bana ulaşmak istediğiniz takdirde, cep numaramı kartın
arka yüzünde bulabilirsiniz.” dedi.
“Yeni görevinizde size bol şans dilerim.” dedim.
Arabasına binip uzaklaştı. Çakıl taşlarının üzerinde
dönen tekerleklerin çıkardığı sesi dinledim. Burnumdan ağır aksak nefes
alıyordum. Nabzım altmış ikiydi. Bir bardağa buzlu su koyup masaya oturdum ve
bir dikişte içtim. Konuşmalarımı beş altı kez zihnimde canlandırdım. Sorularının
hiçbirini cevapsız bırakmamıştım. Neden şüphelendiğini veya ne bildiği önemli
değildi. Kanıt olarak kullanabileceği hiçbir şey bulamamıştı. Kendimi kurşungeçirmez bir zırhın içinde hissettim.
Bir ihtiyaç listesi yaptım ve şehir merkezine gittim.
Marketten, meşe odununda ızgara yapmak için rokfor dolgulu, merada beslenmiş dana
antrikotu, kızartmalık Idaho patatesi, tereyağı ve kremayla ağır ateşte
pişireceğim ıspanak aldım.
Kanser olduğumu öğrendiğim günden itibaren diyeti
bırakmıştım. Ateşi yaktıktan sonra bir sürahi martini hazırladım ve verandaya oturdum.
Pisarro’yla birlikte onların tepesinde dolaşırken, Stream ve Moss'un ne yaptıklarını merak etmiştim. Sabah olunca, bunu kendilerinden öğrenebilecektim.
İnsanlar risk alırlar, çünkü bu onları risk olarak
görmediklerindendir. Mesela babamı ele alalım. Karıncayı incitmeyen, diğer
insanlara son derece saygılı bir adam olmasına rağmen, katil uyuşturucu
satıcılarıyla iş yaparak hayatını tehlikeye atıyordu. Yeri geldi, sevdiklerine
hakaret edip onlara saygısızca davranışlarda bulunan, kendi cüssesinin iki katı
silahlı adamlara karşı koydu. Killi şist yamaçların arasında, kanatlarının yan
duvarlara birkaç santimetreye kadar yaklaştığı dar kanyonlarda uçtu. Yüzmeyi
bilmeyen bazı insanlar, denize adımlarını dahi atmazlar. Diğerleri ise can yeleklerini giyip VI. derece azgın sularda rafting yaparlar. Tehlikeyi göze alan insanlar, risk-kazanç
dengesini, ihtiyatlı insanlardan daha farklı değerlendirirler; tehlikeyi umursamazlar.
Sabah uyandığımda, mahkûmlarımın Dedektif
Pisarro’nun ziyaretini nasıl karşılayacaklarını tahmin edebiliyordum. Babamın kulağıma
fısıldadığını işittim,
“Cuidado,
hijo”* Ona
cevabımı yüksek sesle söyledim,
“Sorun yok, baba. Bana zarar veremezler.”
*Cuidado, hijo: Dikkatli ol, evlât
*Cuidado, hijo: Dikkatli ol, evlât
(Devam edecek)