KATEGORİLER

14 Temmuz 2020 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 47

Kedi Mırıltısı tatile çıktığı için nöbetçi Ağaç Ev Sohbetlerinin moderatörlüğü Deeptone ve İrem Can yürütüyor. 47. Haftanın konusu yine İrem Can tarafından belirlenmiş. Bu hafta güncel bir konuyla ilgili sorulan sorular şöyle;

Yaz ayların nasıl geçiyor? Sıkıcı mı? Corona ile tatil nasıl?

İyi geçmiyor elbette. Koronavirüsle yatıyoruz, Koronavirüsle kalkıyoruz. Vakalar, can kayıpları, taşkınlar, orman yangınları, depremler, patlamalar, şehit cenazeleri... Her yaz Ağustos ayı bir planımız olurdu, bu sene ne yapacağız daha belli değil. 2020 yılını gözden çıkardık zaten. İki buçuk ay ev hapsinden sonra değişen bir şey yok.

Sıkıcı mı? Hayır değil. Yapacak bir şeyler her zaman bulurum ben. Yazarım, okurum. Plaja gidip güneşin altında serilmek tarzım değil. Ancak memleketin durumu canımı sıkıyor. Bir sürü çelişkili açıklamalar, yeni normaller, eski normaller kafaları karıştırıyor. Maske takmak zorunlu diyorlar. Pazarlarda, AVM'lerde, plajlarda, restoranlarda, toplu taşım araçlarında insanlar iç içe. Maskeler, gıdılarda, kollarda, ellerde, ceplerde, başların üzerinde, araçların dikiz aynalarında, nadiren olması gereken yerde. Normalleştikçe normalleşiyoruz ama vaka ve can kaybı stabil! 

Sanırım Koronavirüsten en büyük darbeyi yiyecek sektörlerden birisi de turizm. İnsanlar, yine ikiye bölünmüş durumda. Korona'dan Korkanlar (KK), Korona Benden Korksun (KBK) diyenler.  KK, aşırı derecede korunma tedbirleri alarak kendilerini soyutlamış, maskesiz dışarı çıkmayan, kalabalık yerlere girmeyen, toplu taşıma araçlarına binmeyen ve tatil düşünmeyenler grubu. KBK ise tam aksine en ufak tedbir almaya lüzum hissetmeyen, AVM, Restoran, pazarları dolduran, toplu taşım araçlarını tereddütsüz kullanan, maskeyi mecburen yanında bulunduran ama genellikle doğru şekilde kullanmayanlar grubu. Elbette her grubun kendine göre haklı nedenleri var. Benim gördüğüm, ülkede bir sayım yapılsa, iki grubun da birbirine bariz bir üstünlük sağlayamayacağı.  

13 Temmuz 2020 Pazartesi

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 76/4


Bu kez Moss hiçbir şey diyemedi. Bakışlarını yere indirdi.


“Dedektif Cole yaptıklarından bir ay sonra ölseydi, idamı boylardım ve üçümüz asla bir araya gelemezdik. Böylece Einstein, Tanrı'nın evreni zar atarak yaratmadığını ama onun bireysel yaşamlara sıra gelince, kumar oynamayı sevdiğini söylerken kesinlikle haklı çıkardı.” dedim.

Stream bana geri döndü ve
“Yiyecekle ilgili soruma cevap verecek misin?

“Cevap verdim.” dedim.

O akşam biftekli sandviç ve taze domates salatası yaptım ve yiyecekleri alt kata taşıdım.

“Bozulabilecek şeylerden kurtulmaya çalışıyorum.” dedim.

Stream, “En azından yemeklerimizi ne kadar idare edeceğimizi söylemen lazım. Hapishanede bile mahkûmları açlıktan öldürmediklerini biliyorsun.” dedi.


“İdam edilen ikinci kişi Michaels adındaki siyahî biriydi.” dedim.

Birkaç kez derin nefes aldım.

Moss, “Bay Zhettah?” diyerek meraklandı.
“Siz hiç sahte yem kullanarak balık avladınız mı?  Aynı alabalığı beşinci denemenizde yakalayabilirsiniz. Yakalanmaya devam eden bir balık ne kadar da aptal?” dedim.


Stream, “Bence bir doktor çağırmalısın.” dedi.

“Michaels'ı idama götürdükleri gün, hücremin önünde durmuştu. Ne dediğini biliyor musunuz? Bana, yarın görüşürüz demişti. Sözlerinin manevi anlamda olduğunu sanıyordum. Evet, dostum, öbür tarafta görüşürüz dedim. Hayır, arkadaşım, yine geri geleceğim buraya, bu gece, burada, ölüm hücresinde, tekrar görüşürüz dedi.” Ben bu adamların hatırına plânladığım bir şey yapıyorum. Olağandışı müdahale. Haberleri dinlerken kulaklarınızı iyice açın, beni anlıyor musunuz?” dedim.

Stream, “İdam gününü bekleyen mahkûmların yarısı da infazın bir an önce gerçekleşmesi için deli oluyor. Peki, sen bunu fark ettin mi?” diye sordu.

Ayağa kalktım ve plastik çöp konteynerine kustum. Midem boştu. Mide asidi ile birlikte kan tükürdüm.

Stream'e “Bu senin problemin değil, cehaletinle de alâkası yok. Cahil bir kişi hâkim olabilir ve başka birilerinin hayatını elinde tutabilir. Bu, lanet olası sistemin sorunu.” dedim.

O bana hala cevap yetiştirirken banka kasasından bozma tonoz kapısını kapattım. Altı kat merdiven çıkmam tam on beş dakikamı aldı. Eve geldiğimde kendimi hemen yatağa attım ve ertesi güne kadar uyudum.

Önümüzdeki iki haftanın neredeyse tamamını ya yatakta, ya verandadaki salıncak koltuğumda ya da dere kenarındaki ağaç salıncakta geçirdim. Çok az yedim. Ağrı kesici haplarım vardı ama acıya katlanabiliyordum, onları nadiren kullandım. Her gün Olvido’ya kendimi kontrol ettirdim, her gece Reinhardt’la konuştum. E-postamı kontrol etmeyi veya haberleri dinlemeyi bıraktım. Ölmek için doğru yer arayan bir köpek gibiydim.


Lokantada beni tanıyan insanlar durumumdan endişe ediyorlardı. Onlara hasta olduğumu fakat tedaviye başladığımı söyledim. Bana en çok kahve getiren Lorena’yla birlikte diğer çalışanlar, iyileşene kadar alışverişimi yapıp eve getirebileceklerini söylediler. Beni görmeye gelen herkesin, öldüğümde, şaşkına döneceklerini tahmin etmek hiç zor değildi.
“İlginiz için teşekkür ederim ama ihtiyacım olan her şeyim var.” dedim.

Uzmanların dediğine göre, Stockholm sendromu zaman içinde ortaya çıkar. Aile içi şiddet kurbanı veya bir savaş esiri ya da bir rehine ile onları tutan kişiler arasında yavaş yavaş bir bağ gelişir. Psikologlar fenomeni tam olarak anlamasalar da, bu durum bir gerçektir. Hapishanede geçirdiğim yıllar boyunca böyle bir şey yaşamadım fakat şimdi buna benzer bir şeyin başıma gelebileceğinden endişelenmeye başlamıştım.


Stream’in açlık konusunda söylediklerini aklımdan çıkaramıyordum.

Marketten kızarmış piliç, pişmiş hazır sebze ve patates aldım. Pikabımın içi sarımsak ve biberiye kokusuyla doldu. Eve dönerken kusacağımı sanarak aracımı iki kez yolun kenarına çektim ama korktuğum başıma gelmedi. Aldıklarımı aşağı taşıdım. Hücrelerinin önüne koydum.

Stream ve Moss'tan bana neler okuduklarını söylemelerini istedim. Stream önce davrandı.


"Bize neden aşırı ilgi göstermeye başladın?" diye sordu.

“Sizinle ilk günden beri ilgileniyorum. Fakat artık fazla zamanımız kalmadığını düşünüyorum.” dedim.

Bana sanki acıyormuş gibi baktığını hissettim.

“Anlıyorum,” dedi ve bana Gelibolu Savaşına katıldıktan sonra I. Dünya savaşının sonlandıran Amiens Savaşı'nın mimarı olan, John Monash adında, Avustralyalı generalle ilgili bir hikâye anlattı. Sözünü bitirdiğinde, adam hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak istediğimi söyledim. Bunun üzerine, okuduğu kitabı parmaklıkların altından bana doğru kaydırdı. Teşekkür ettim ve Moss'a döndüm.


Moss, “Benim durumum biraz garip. Her zaman kurgu roman okumayı sevdim, ama asla roman yazarı olmak istemezdim. İdealim eleştirmen olmaktı. Üniversitede her ay bir kitap incelemesi üzerine makale yazdım. Eğer eleştirmenlikte yeterince başarılı olabilseydim, bugün, birbirimizi tanımayacaktık, Bay Zhettah.” dedi.


“O konuda keşke daha yetenekli olsaydın.” dedim.


Şaka yapmıştım ama o bunu anlamamıştı. Espri yaptığımı söyledim ve dönüp onlara Tieresse hakkında bir hikâye anlattım.

(Devam edecek)

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 75/4

Reinhardt'ı aradım ve ona durumum hakkında bilgi verdim. Hemen, ilk uçağa atlayıp geleceğini söyledi. Aptallık etme dedim. Fakat ertesi akşam, iki bardak viski ile birlikte iki ağrı kesici içtikten sonra verandadaki salıncak koltuğumda uyuklamak üzereyken, kiralık arabasıyla, evin giriş yolunda belirdi. Onu karşılamak için ayağa kalktım fakat birden başım döndü, tekrar yerime oturmak zorunda kaldım. Yanında pizza ve altılı paket bira getirmişti. Bir parça ısırdıktan sonra gerisini onun yemesini söyledim ve bana paniklemiş halde baktı. Soğukkanlı görünmeye çalıştım. Bir yudum bira içtim,



“Reinhardt, sana bir şey söylemek zorundayım.” dedim.

“Yakında ortaya çıkacak bir halt işledim ve ne olduğunu öğrendiğinde bana olan sevgin azalacak. Eğer bu durum seni utandırırsa, senden şimdiden özür dilerim.” dedim.


“Rafa, sen neden bahsediyorsun?” diye sordu.

 “Belki de bunu şimdi sana söylemezsem daha iyi olacak.” dedim.

“Bırak ona ben karar vereyim, anlatırsan belki sana yardımım dokunabilir.” dedi.

Biramdan bir yudum daha çektim ve koltuğuma yaslandım.

“Annenle birlikte yıldızları seyretmeyi çok severdim.” dedim.

Başını kaldırıp gökyüzüne baktı.

“Uçak kazasında kaybolan yargıçların hikâyesini biliyor musun?” diye sordum.

Gözlerini kocaman açtı.

“Onları öldürdün mü yoksa?” diye sordu.

Gülmeye başladığım anda öksürük krizine tutuldum. Kendimi toparladıktan sonra,

“Hayır,” dedim “Onları öldürmedim. Hayattalar.”

Bana tekrar baktı.
“Eğer yerinde olsaydım, onları öldürürdüm.” dedi.

“Belki de bu dediğin daha mantıklı olurdu. Ben, oğlunun katili idam edildiğinde meselenin kapanacağını uman bir anne gibiyim. O anne ki, idam gerçekleştikten sonraki sabah, önceki gününden bir şeyler eksilmiş olarak uyanır.” dedim.

“Hatırlar mısın bilmem, annem öldükten sonra gittiğim destek grubundan sana söz etmiştim. Orada kullanılmasına asla izin vermediğimiz tek kelime idamdı.” dedi.


Tekrar güldüm.
“Keşke bunu bana daha önce söylemiş olsaydın.” dedim.

“Nerede onlar?” diye sordu.

“Onu sana söylemeyeceğim. Ancak güvende olduklarını bilmeni isterim. Onları bulmaları uzun sürmeyecek.” dedim.

Stream ve Moss'u nerede tuttuğum hariç, tüm detayları anlattım.

"LAN* korsanlığı konusuna aşırı ilgi gösterdiğinde bir şeylerden şüphelenmiştim.” dedi.


“Senin fazla kuşkucu biri olduğunu biliyordum ama benden şüphelendiğini söylemen konusunda biraz fazla kibardın.” dedim.


“Çok etkileyici, Rafa. Annemin bana, seni paraşütle atlama kursuna götürdüğünü söylediğini hatırlıyorum. Bu işte sanki o kurs da işine yaramış görünüyor.” dedi.


“O zamanlar bu hiç aklıma gelmemişti.” dedim.

“Onların iyi olduklarına dair söylediklerin doğru, değil mi?” diye sordu.

“Seni temin ederim ki, onlar güvende ve sağlıkları yerinde” dedim.

“O zaman endişelenmeme gerek yok. Hadi o zaman seninle oyun oynayalım.” dedi.


Sırt çantasından taşınabilir satranç setini çıkardı. E4 ile açıldığımı hatırlıyorum, bana Sicilya Savunması ile cevap verdi.

“E3'e atı oynadım.” dedim.

“Bunu duydum ama görüyorum ki oynamamışsın.” dedi.

Başka hiçbir şey hatırlamıyorum. Sabahleyin yatağımda kahve kokusuna uyandım. Reinhardt içeri girdi ve

“Seni seviyorum, Rafa” dedi.

“Ben de seni seviyorum.” dedim.

Ertesi gün, öğleden sonra, ayrılıp uçakla evine geri döndü.


Stream, ona aldığım I. Dünya Savaşı üçlemesinin üçüncü cildini okuyordu. Moss, önceki yılın Booker Ödülü'nü kazanmış bir kitaba bakıyordu.

“Sizlere iyi ve kötü haberlerim var. Hangisini önce söylememi istersiniz?” diye sordum.


Sorumu hiçbiri cevaplamadı.


“İkinci alternatif, hepsi kötü haber de olabilir. Ya da aslında her şey iyi olabilir. Lanet olsun, belki de beynimde bir tumör var, içinde bulunduğum durum kafamı gerçekten çok karıştırıyor.” dedim.

Hâlâ ağızlarını açıp tek bir şey söylemiyorlardı.


“Peki, o zaman. Canınız cehenneme, kansere yakalandım. Çok uzun yaşacağımı sanmıyorum.” dedim.

Moss, “Aman Tanrım!” dedi.

Stream, “Ne tür bir kansermiş?” diye sordu.

“Size bir itirafta bulunacağım.” dedim. “Yazdığınız mektupları oğlunuza ve kocanıza teslim etmedim.”

Stream “Bunu senden beklemiyordum.” dedi.

“Ama oğluna yazdım, onu sevdiğini ve ona saygı duyduğunu söyledim.” dedim.

Stream başını öne eğdi. Utanmış gibiydi.

Moss'a, “Senin kocana da yazdım ve Stream ile bir ilişkiniz olmadığına dair kuşku duymamasını söyledim.”  

“Bunu yaptığın için sana minnettarım.” dedi.


Bir öksürük spazmı ile sarsıldım ve yavaşça yere çöktüm.

Stream, merakla "Yiyecek durumu bizi ne zamana kadar idare eder?” diye sordu.


“Ben ölüm hücresindeyken, idam edilen mahkûmların yarısının, infaz günlerinde cevap bekleyen itirazları vardı. Onları ölüm hücresinden birkaç adım uzakta intihar hücresine taşıdılar ve beş altı saat boyunca bir ileri bir geri endişe içinde hareket ettirdiler. Neredeyse hepsi dua ediyorlardı. Diğerleri benim kadar çifte şanslı değildi. Onlardan pek çoğu avukatlarından kaybettiklerini söyleyen telefonlar aldılar. Bazılarının avukatları onları aramaya bile tenezzül etmemişti, bu yüzden sonlarının geldiğini, gardiyan timi, onları tekerlekli sedyeye götürmeye geldiğinde öğrendiler.” dedim.


Stream, “Burada geçirdiğimiz süre boyunca katil arkadaşlarına biraz sempati duymamı bekliyorsan, hesabının yanlış olduğunu söylemek isterim.” dedi.

“Teksas'ta cinayet işleyenlerin yüzde birinden daha az bir kısmına ölüm cezası istenmesinin sebebini açıklamak için yeterli zaman bulamadınız mı daha?” diye sordum.

Moss, “Bunun seni tatmin edici bir açıklaması yok.” dedi.

Stream dönüp ve Moss’a baktı. Moss başını çevirdi.

“Meselâ, neden zenginlerin sahip olduğu yaşama şansına fakirlerin hakkı yok, ya da imtiyazlı kişiler neden hep haklı çıkıyor?” diye sordum.


*LAN: Local Area Network, telefon hattına girmeden kurulan bilgisayarlar arası veri şebekesi

(Devam edecek)

12 Temmuz 2020 Pazar

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 74/4


Mahkûmlarıma Pisarro’nun ziyaretinden bahsettim. Moss, ağzını açıp hiçbir şey söylemedi ama Stream düşüncesini paylaştı.


“Eğer kameralara yakalandıysan, başka hatalar da yapmışsındır. Bunca yıldır öğrendiğim tek şey, kötü adamların sadece bir kez hata yapmadığı. Yani dedektif geri dönecek. Yolun sonu göründü, Zhettah.”

“Bahse girerim, oyuncularına, dokuzuncu devrenin ortasında, on beş koşudan sonra iki oyun dışı ve iki vurucu ıskasına rağmen hala bir şansları olduğunu söyleyen Little League beyzbol takımı antrenörlerinden biri gibisin.” dedim.

“Eminim, öyleyimdir.” dedi. “Bu iş burada bitmeyecek.”

“Bu bir paradoks, John. Bazen bittiği de olur.” dedim.

Moss, “Bana mektuptan biraz bahseder misin? diye sordu.

“Bilmiyorum,” dedim. “Belki de polis, bir şeyler bildiğimi düşünüp beni yoklamaya çalıştı. Ondan mektupla ilgili bir şeyler öğrenmeye çalışsaydım, dikkati üzerime çekebilirdim, bu yüzden korkarım bir süre mektup konusu belirsizliğini koruyacak." dedim.

Hapiste olduğum yıllarda, karşımdaki hücrelerin birinde kalan bilge kişi sayesinde Budizm hakkında bazı şeyler öğrenmiştim. Onlara bundan bahsedince,

Stream, “Ölüm hücresinde bilge, olur mu?” diye sormuştu.

"Bir gece Tieresse ve ben Boston Strangler adındaki seri katil hakkında, bir belgesel izliyorduk. Tieresse, gerçek suç öykülerini izlemekten bıkmıyordu ama benim o tür filmleri hiç içim kaldırmıyordu. Ona bu programlar bizim iflah olmaz bir canlı türü olduğumuzu düşündürmüyor mu diye sormuştum. Bana, Amor, Bach ve Shakespeare’in yanında dünyada Manson ve Dahmer’lerin de olduğunu unutmamak gerekir.” demişti.

Stream, “Ben, Dahmer'den sakınır, Bach gibi olmayı tercih ederim.” dedi.

“Bu söylediğin çok yanlış John, ayrıntıyı kaçırıyorsun. Picasso, bir kadın düşmanı, T.S Eliot ve Wagner Yahudi düşmanıydı. Dâhilik ve kötülüğün ikisi de bir aradadır. Meselenin önemli tarafı bu. İnsanlar her an iyi ya da her an kötü değildir. İnsanların içinde hem iyilik hem de kötülük bulunur. Yani, soruna cevap verecek olursam,  evet, ölüm hücresinde bir bilge, her bakımdan sizlerden daha üstün biri olabilir.” dedim.

“Arkadaşının ne iş yaptığını bile bilmiyorsun. Eminim ki bilmiyorsun, çünkü o zaman ondan bahsederken “arkadaşım” derdin. Benden ne istiyorsun bana onu söyle, ben hiç kimseyi öldürmedim.” dedi.

“Fakat neredeyse ölümüne sebep olacaktın!” dedim.

Stream’in kulakları kızardı.

Bir süre sessiz kaldı, nihayet “Jüri seni neden mahkûm etti biliyor musun? Yüzünde hiçbir öfke ve kızgınlık belirtisi göremediler. Bunun yerine gördükleri düz bir çizgiden ibaretti. Belki, senin de, karını öldüren adam yerine, Yargıç Moss’tan ve benden daha çok nefret etmenin nedenini açıklama sıran geldi.” dedi.

“Ben ikinizden de nefret etmiyorum, John.” dedim.

Stream “Her zaman olduğu gibi, narsisizm insanın gözünü kör ediyor.” dedi.

“Bana neyi anlatmaya çalışıyorsun?” diye sordum.

“Sevdiklerini katleden katillerden nefret etmeyen insanlar, asla ileri veya üstün değiller; onlar bu davranışlarıyla kötülüğü desteklemiş olurlar.” dedi.

Moss sessizce dudağını ısırıyordu. Stream bana gözlerini dikmiş, cevabımı beklerken oldukça gergin görünüyordu. Tecavüze uğrayan Demerest’in hücresinden gelen çığlıkları duyduğumda, ilk kez birini öldürebileceğimi hissettiğim gibi, dört metre uzağımdaki Stream için de aynı şeyleri bir kez daha hissetmiştim.

Tek kelime etmeden yanlarından ayrıldım.

O akşam, dere kenarındaki sandalyemde sallanırken, onları kafamdan atabilmemin tek yolunun aşağı inmemek olabileceğini düşündüm.


Aradan üç ay geçmişti. Pisarro’nun hala beni araştırıp araştırmadığını bilmiyordum. Gazeteciler başka haberlerle ilgileniyorlardı. Moss haftada üç ya da dört roman deviriyordu. Stream, iç savaş generallerinin biyografilerini ve Birinci Dünya Savaşı'nın detaylı tarihini anlatan kitaplar getirmemi istiyordu. Sık sık şehre iniyordum ama Colorado'ya gittiğimden bu yana hiç seyahate çıkmamıştım. Bazı günler on dört saatimi yatakta geçiyordum.

Gittikçe daha kötü öksürüyordum. Kuru öksürük nöbetlerim arasında kanlı balgam ve bazen bir çay kaşığı kadar köpüklü kan kusuyordum. Göğsümden omuzlarıma, daha sonra sırtıma yayılan ağrılarımı biraz olsun dindirmek için sandalyede yatmaya başladım. Yutkunduğum zaman boğazım ve göğsümün üzeri, yedikten sonra da karnım ağrıyordu. Doktorla görüştüm ve artık daha fazla bir şey yapmama konusunda kararlı olduğumu söyledim.

Doktor bazı testler yaptı ve kanserin yemek boruma yayıldığını söyledi. Henüz beynimi istila ettiğine dair bulgu yoktu ama ileride bunun olabileceğini ve nöbet geçirebileceğimi ya da görme kabiliyetimi yitirebileceğimi söyledi. Bana bir bakım evi önerdi ve ağrı kesici için reçete yazdı."

"Bu ilaçlar konusunda daha dikkatli olmam gerekmiyor mu? O ilaçların son derece bağımlılık yaptığını duymuştum." dedim.

Şaşkın bir ifadeyle yüzüme baktı,

“Şaka yapıyorum, Doktor.” dedim gülümseyerek, “Benim için yaptığınız her şey için teşekkür ederim.”


Olvido'yu aradım, telefonu hoparlöre almasını isteyip diğerlerinin de beni dinlemesini rica ettim ve onlara haberi verdim. Laura’nın nefesi kesildi, Luther’in nutku tutuldu, Olvido ise ne yapabileceklerini sordu. Yarından itibaren, her gün telefon, e-posta veya mesajlarıma bakmalarını, artık bir gün bile kaçırırsam, onlara bıraktığım mektubu açıp okumalarını söyledim. Dediğimi aynen yapacaklarına dair bana söz verdiler.

“Hepiniz hayatımı kurtardınız teşekkür ederim.” dedim. Telefonu kapattığımda, üçü de ağlamaklıydı.

Sargent'a bir mektup yazdım. Yazdıklarım şöyleydi;

“Yalan söylemeyeceğim. Bunu kendim için yaptım. Fakat sadece kendim için de değil. Lütfen ölüm hücresinde kalan dostlarıma, onlar için de yaptığımı söyle. Bir insanın sahip olabileceği en iyi arkadaşsın. Benimle olduğun için teşekkürler. Umarım sen ve kızın birbirinize kavuşursunuz. Sanırım senin ve Molina'nın bana koyduğu ismi artık hak etmiyorum, ama belki de hala hak ediyorum…"
Altını imzaladım, "Sonsuza dek arkadaşın, Inocente"



(Devam edecek)

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 73/4


Eve doğru yürüdük.

“Alışveriş için şehre inmek zorundayım ama çıkmadan önce size bir şeyler ikram edebilirim.” dedim. 
İçeri girdi. İki şişe bira alıp mutfak masasına oturduk.

“O postanede video kameralarının olduğunu biliyorsunuz değil mi?” diye sordu.


Önce blöf yaptığını düşünüyordum, fakat sonra durumu bir kez daha değerlendirdim. Burada olmasının bir nedeni olmalıydı. Sargent'ı ziyaret ettiğimi söylemem yeterli olmayacaktı. Muhtemelen bildiği bir şeyler vardı.

“Hayır,” dedim. “Bilmem mi gerekiyor?”

“Birkaç gün önce, şehir merkezinden mektupları gönderen gardiyanın video görüntülerine ulaşmak istemiştim. Sizi orada görünce ne kadar şaşırdığımı düşünün.” dedi.

“Bir arkadaşımı ziyarete gitmiştim,” dedim. “Bunu zaten bildiğinizi tahmin ediyorum. Avrupa'daki mektup arkadaşlarına birkaç mektup göndermemi rica etmişti. Bu, yasalara aykırı bir şey mi?” dedim.

“Onların virüs taşıyabileceğinden hiç endişe duymadınız mı?

Cevap vermedim.

“Sanırım, hapishanedeki ölüm hücresi mahkûmlarının, ziyaretçileriyle yaptığı bütün konuşmaların kaydedildiğini biliyorsunuz.” dedi.

Bir an düşündüm, sonra içimden, şükürler olsun ki bunu yapıyorlar, dedim.

Pisarro'ya “İçeride kaldığım süre boyunca bana gelen tek ziyaretçi avukatımdı. Hapishanede, onunla yaptığım konuşmaların dinlendiğini mi söylemek istiyorsunuz? dedim.

“Hayır, hayır. Benim bahsettiğim yasal ziyaretler değil.” dedi. Daha sonra,

“Etrafa göz atmamın bir sakıncası var mı?” diye sordu.

“Sorun değil, istediğin yere bakabilirsin.” dedim.

"Misafirhanede kalan var mı?" diye sordu.

“Şu anda kalan yok. Kapı kilitli. Açmak istersen, anahtarı saksının içinde bulabilirsin.” dedim.

“Ooo, pilot olman hayli enteresan. Ne zamandan beri uçuyorsun?” diye sordu.

“Çocukluğundan beri.” dedim. “Seni de uçurmamı ister misin?” diye sordum.

“Görünen o ki, sık sık seyahat ediyorsun.” dedi.

“Fırsat buldukça,” dedim. “Büyük bir ülke. Görülecek çok yer var.”

Birasını tezgâha bıraktı. Mutfak masasına oturdum ve e-postalarımı okuyormuş gibi yaptım. Misafirhaneyi, serayı ve hangarı gezerken Pisarro'yu izledim. Arka tarafa doğru yürüdü, bir süre gözden kayboldu. On beş dakika sonra geri dönüp tekrar içeri girdi.


“Bay Zhettah, Yargıç Stream ve Yargıç Moss'un ortadan kaybolması hakkında herhangi bir şey biliyor musunuz?” diye sordu.

“Dedektif,” dedim. “Bana inanmanızı beklemiyorum ama sanırım, Teksas ceza ve adalet sisteminde neler olup bittiğini en az bilen kişilerden biriyim.” dedim.

“Sizi anlıyorum,” dedi. “Rahatsız ettiğim için özür dilerim, efendim. Gerekirse daha sonra sizi tekrar ziyaret edebilirim. İyi günler.”

Kapıya kadar ona eşlik etmek üzere hareketlendim. Kartını masaya bıraktı ve elimi sıktı.

“Bana ulaşmak istediğiniz takdirde, cep numaramı kartın arka yüzünde bulabilirsiniz.” dedi.

“Yeni görevinizde size bol şans dilerim.” dedim.

Arabasına binip uzaklaştı. Çakıl taşlarının üzerinde dönen tekerleklerin çıkardığı sesi dinledim. Burnumdan ağır aksak nefes alıyordum. Nabzım altmış ikiydi. Bir bardağa buzlu su koyup masaya oturdum ve bir dikişte içtim. Konuşmalarımı beş altı kez zihnimde canlandırdım. Sorularının hiçbirini cevapsız bırakmamıştım. Neden şüphelendiğini veya ne bildiği önemli değildi. Kanıt olarak kullanabileceği hiçbir şey bulamamıştı. Kendimi kurşungeçirmez bir zırhın içinde hissettim.

Bir ihtiyaç listesi yaptım ve şehir merkezine gittim. Marketten, meşe odununda ızgara yapmak için rokfor dolgulu, merada beslenmiş dana antrikotu, kızartmalık Idaho patatesi, tereyağı ve kremayla ağır ateşte pişireceğim ıspanak aldım.

Kanser olduğumu öğrendiğim günden itibaren diyeti bırakmıştım. Ateşi yaktıktan sonra bir sürahi martini hazırladım ve verandaya oturdum. Pisarro’yla birlikte onların tepesinde dolaşırken, Stream ve Moss'un ne yaptıklarını merak etmiştim. Sabah olunca, bunu kendilerinden öğrenebilecektim.


İnsanlar risk alırlar, çünkü bu onları risk olarak görmediklerindendir. Mesela babamı ele alalım. Karıncayı incitmeyen, diğer insanlara son derece saygılı bir adam olmasına rağmen, katil uyuşturucu satıcılarıyla iş yaparak hayatını tehlikeye atıyordu. Yeri geldi, sevdiklerine hakaret edip onlara saygısızca davranışlarda bulunan, kendi cüssesinin iki katı silahlı adamlara karşı koydu. Killi şist yamaçların arasında, kanatlarının yan duvarlara birkaç santimetreye kadar yaklaştığı dar kanyonlarda uçtu. Yüzmeyi bilmeyen bazı insanlar, denize adımlarını dahi atmazlar. Diğerleri ise can yeleklerini giyip VI. derece azgın sularda rafting yaparlar. Tehlikeyi göze alan insanlar, risk-kazanç dengesini, ihtiyatlı insanlardan daha farklı değerlendirirler; tehlikeyi umursamazlar.


Sabah uyandığımda, mahkûmlarımın Dedektif Pisarro’nun ziyaretini nasıl karşılayacaklarını tahmin edebiliyordum. Babamın kulağıma fısıldadığını işittim,

Cuidado, hijo”* Ona cevabımı yüksek sesle söyledim,

“Sorun yok, baba. Bana zarar veremezler.”


*Cuidadohijo: Dikkatli ol, evlât

(Devam edecek)

11 Temmuz 2020 Cumartesi

SUÇ ve CEZA

Hayır, bu yazımda sizlere Dostoyevski'nin ünlü romanından bahsetmeyeceğim. Artık sonuna yaklaştığım "Masum Bir Adamın İtirafları" adlı roman çevirimin baş kişisi Rafael ve "Suç ve Ceza" romanının kahramanı Raskolnikov'un benzer iç çatışmalarından yola çıkarak bir değerlendirme yapmak istiyorum. Şüphesiz iki roman kahramanı arasındaki en önemli fark, Raskolnikov'un iki kez cinayet işleyip tesadüf eseri izini kaybettirmesine karşılık, Rafael'in işlemediği bir cinayet suçundan idam cezasına çarptırılması.  Elbette, olayların bundan sonraki gelişimi ve kahramanların iç hesaplaşması kendilerini bambaşka yollara sürüklüyor.

Şüphesiz suç, hukukçular tarafından tanımlanıp toplumun genel kabullerini barındırırken, her coğrafi bölgede farklılıklar içeren, karşılığında yine bölgelere göre değişkenlik gösteren cezai müeyyidelere sahip bir mefhumdur. Toplumun kendini güvende hissedebilmesi, kaosa sürüklenmemesi için suç ve ceza, yasa denilen yaptırım kurallarıyla büyük ölçüde teminat altına alınmıştır. Fakat yine de bir takım adaletsizliklerin önü alınamadığı için tarihler boyu, insanların suç işlemesinin önüne geçilememektedir.

Her şey bir tarafa, ben, sağlıklı bir insanın işlediği suçtan ötürü kendi iç hesaplaşmasını yasalardan üstün görürüm. Empati yeteneği insanı doğru yola götüren önemli bir kavramdır.

Hakaret içermediği sürece bireyin düşündüklerini yazıp söylemesi asla suç kapsamında değerlendirilmemeli, somut kanıtlar olmaksızın kesinlikle hüküm verilmemelidir. Masum bir insanı ortada kesin kanıt yokken mahkûm etmek, suçu tespit edilemeyen yüz suçluyu serbest bırakmaktan çok daha ağır bir sorumluluktur.

Bazen içim daralıyor. En çarpıcılarından bir örnek vereyim: Kürt değilim, ailemde, çevremde hiçbir Kürt arkadaşım yok. Geçmiş yıllarda, öğrenciliğim sırasında olması mümkün ama onların etnik kimliği beni hiç ilgilendirmemiştir. Eğer Diyarbakır'da doğmuş olsaydım, büyük bir olasılıkla Kürt de olabilirdim. Ne fark ederdi ki? Selâhattin Demirtaş! Yıllardır hapiste. T.C yasalarına göre tanımlanmış bir suç işlediğine dair somut delil yok. Daha da ileri gideyim. Kimseye fiili zarar vermediği, terör örgütlerine maddi destek sağlamadığı, onlara yataklık etmediği sürece, "Ben Kürtlerin bağımsız bir devleti olsun istiyorum" diyerek fikrini beyan etmesi suç mudur? Bana göre değildir. Çünkü bu dünya hiçbir kimsenin tapulu malı değildir. Unutmayalım ki, bir zamanlar yabancı devletlerin maşası haline gelmiş Osmanlı padişahı, Mustafa Kemal Atatürk'ü de terörist ilân etmiş ve hakkında ölüm fetvası verdirmişti. 

İktidar, ülkenin ekonomik çöküşünü, işsizliği, adaletsizliği unutturmak için hamle üzerine hamle yapıyor. Halkımız da ne yazık ki bu oyuna çabuk geliyor. Aya Sofya meselesi de bunlardan biri. Atatürk'ün imzaladığı bir kararla 1934 yılında müzeye çevrilmiş Aya Sofya. Sinsi bir manevra. Yok Fatih Sultan Mehmet'in vasiyetiymiş, yok İstanbul'un kurtuluşunun simgesiymiş! Ya bu eser, kilise olarak yapılmadı mı? Onu inşa eden mimarın mezarında kemikleri sızlıyordur. Hiç bir esere saygınız yok, gözünüzü hırs bürümüş. Adı bile Aya Sophia. Seni rahatsız eden ne? Böyle önemli kültürel bir varlığı yapılma amacının dışına çekmeniz, sanki büyük ihtiyaçmış gibi halkı galeyana getirmeniz, şov yapmanız suç değil mi? 

İnanamıyorum. Ana muhalefetin, dinsizlikle suçlamasınlar diye sessiz kalması, iktidar yanlılarına yetmiyor. Siz, hepiniz, liderimizin bu muhteşem kararını alkışlayın diyorlar. Yarın, aynı kişiler, onlara hesap soracak, siz de sessiz kaldınız diye. Aynı sözde 15 Temmuz senaryosunda olduğu gibi, aynı bütün muhalifleri fetöcü terörist ilân ettikleri gibi.

Korkuyorlar, korkuyoruz. Adaletin olmadığı yerde suçun ne olduğu, ne olmadığı da belli değildir. Ceza sahiplerini bulmaz. Sonra bir Rafael çıkar, kafasına göre adaleti intikam hırsıyla yoğurur. Devran böyle döner, iyilik ve iyiler her zaman mağlup, kötülük ve kötüler her zaman galiptir. Ve biz her zaman galiplerin sesini duyarız...