Reinhardt'ı aradım ve ona durumum hakkında bilgi
verdim. Hemen, ilk uçağa atlayıp geleceğini söyledi. Aptallık etme dedim. Fakat ertesi
akşam, iki bardak viski ile birlikte iki ağrı kesici içtikten sonra verandadaki salıncak koltuğumda uyuklamak üzereyken, kiralık arabasıyla, evin giriş
yolunda belirdi. Onu karşılamak için ayağa kalktım fakat birden başım döndü, tekrar
yerime oturmak zorunda kaldım. Yanında pizza ve altılı paket bira getirmişti. Bir parça ısırdıktan sonra
gerisini onun yemesini söyledim ve bana paniklemiş halde baktı. Soğukkanlı
görünmeye çalıştım. Bir yudum bira içtim,
“Reinhardt, sana bir şey söylemek zorundayım.” dedim.
“Yakında ortaya çıkacak bir halt işledim ve ne
olduğunu öğrendiğinde bana olan sevgin azalacak. Eğer bu durum seni utandırırsa,
senden şimdiden özür dilerim.” dedim.
“Rafa, sen neden bahsediyorsun?” diye sordu.
“Belki de bunu şimdi sana söylemezsem daha
iyi olacak.” dedim.
“Bırak ona ben karar vereyim, anlatırsan belki sana yardımım
dokunabilir.” dedi.
Biramdan bir yudum daha çektim ve koltuğuma yaslandım.
“Annenle birlikte yıldızları seyretmeyi çok severdim.” dedim.
Başını kaldırıp gökyüzüne baktı.
“Uçak kazasında kaybolan yargıçların hikâyesini biliyor musun?”
diye sordum.
“Onları öldürdün mü yoksa?” diye sordu.
Gülmeye başladığım anda öksürük krizine tutuldum. Kendimi
toparladıktan sonra,
“Hayır,” dedim “Onları öldürmedim. Hayattalar.”
“Eğer yerinde olsaydım, onları öldürürdüm.” dedi.
“Belki de
bu dediğin daha mantıklı olurdu. Ben, oğlunun katili idam edildiğinde meselenin kapanacağını uman bir anne gibiyim. O anne ki, idam gerçekleştikten sonraki sabah, önceki gününden bir şeyler eksilmiş olarak uyanır.”
dedim.
“Hatırlar mısın bilmem, annem öldükten sonra
gittiğim destek grubundan sana söz etmiştim. Orada kullanılmasına asla izin
vermediğimiz tek kelime idamdı.” dedi.
Tekrar güldüm.
“Keşke bunu bana daha önce söylemiş olsaydın.”
dedim.
“Nerede onlar?” diye sordu.
“Onu sana söylemeyeceğim. Ancak güvende olduklarını bilmeni isterim. Onları bulmaları uzun sürmeyecek.” dedim.
Stream ve Moss'u nerede tuttuğum hariç, tüm detayları
anlattım.
"LAN* korsanlığı konusuna aşırı ilgi gösterdiğinde bir şeylerden
şüphelenmiştim.” dedi.
“Senin fazla kuşkucu biri olduğunu biliyordum ama benden şüphelendiğini söylemen konusunda biraz fazla kibardın.” dedim.
“Çok etkileyici, Rafa. Annemin bana, seni paraşütle
atlama kursuna götürdüğünü söylediğini hatırlıyorum. Bu işte sanki o kurs da işine yaramış görünüyor.” dedi.
“O zamanlar bu hiç aklıma gelmemişti.” dedim.
“Onların iyi olduklarına dair söylediklerin doğru, değil mi?” diye sordu.
“Seni temin ederim ki, onlar güvende ve
sağlıkları yerinde” dedim.
“O zaman endişelenmeme gerek yok. Hadi o
zaman seninle oyun oynayalım.” dedi.
Sırt çantasından taşınabilir satranç setini
çıkardı. E4 ile açıldığımı hatırlıyorum, bana Sicilya Savunması ile cevap verdi.
“E3'e atı oynadım.” dedim.
“Bunu duydum ama görüyorum ki oynamamışsın.”
dedi.
Başka hiçbir şey hatırlamıyorum. Sabahleyin
yatağımda kahve kokusuna uyandım. Reinhardt içeri girdi ve
“Seni seviyorum, Rafa” dedi.
“Ben de seni seviyorum.” dedim.
Ertesi gün, öğleden sonra, ayrılıp uçakla evine geri döndü.
Stream, ona aldığım I. Dünya Savaşı üçlemesinin
üçüncü cildini okuyordu. Moss, önceki yılın Booker Ödülü'nü kazanmış bir kitaba
bakıyordu.
“Sizlere iyi ve kötü haberlerim var. Hangisini önce
söylememi istersiniz?” diye sordum.
Sorumu hiçbiri cevaplamadı.
“İkinci alternatif, hepsi kötü haber de olabilir. Ya
da aslında her şey iyi olabilir. Lanet olsun, belki de beynimde bir tumör var, içinde bulunduğum durum kafamı gerçekten çok karıştırıyor.” dedim.
Hâlâ ağızlarını açıp tek bir şey söylemiyorlardı.
“Peki, o zaman. Canınız cehenneme, kansere
yakalandım. Çok uzun yaşacağımı sanmıyorum.” dedim.
Moss, “Aman Tanrım!” dedi.
Stream, “Ne tür bir kansermiş?” diye sordu.
“Size bir itirafta bulunacağım.” dedim.
“Yazdığınız mektupları oğlunuza ve kocanıza teslim etmedim.”
Stream “Bunu senden beklemiyordum.” dedi.
“Ama oğluna yazdım, onu sevdiğini ve ona saygı
duyduğunu söyledim.” dedim.
Stream başını öne eğdi. Utanmış gibiydi.
Moss'a, “Senin kocana da yazdım ve Stream ile
bir ilişkiniz olmadığına dair kuşku duymamasını söyledim.”
“Bunu yaptığın için sana minnettarım.” dedi.
Bir öksürük spazmı ile sarsıldım ve yavaşça yere çöktüm.
Stream, merakla "Yiyecek durumu bizi ne zamana kadar idare eder?” diye sordu.
“Ben ölüm hücresindeyken, idam edilen mahkûmların
yarısının, infaz günlerinde cevap bekleyen itirazları vardı. Onları ölüm hücresinden
birkaç adım uzakta intihar hücresine taşıdılar ve beş altı saat boyunca bir ileri
bir geri endişe içinde hareket ettirdiler. Neredeyse hepsi dua ediyorlardı. Diğerleri
benim kadar çifte şanslı değildi. Onlardan pek çoğu avukatlarından
kaybettiklerini söyleyen telefonlar aldılar. Bazılarının avukatları onları aramaya bile tenezzül
etmemişti, bu yüzden sonlarının geldiğini, gardiyan timi, onları
tekerlekli sedyeye götürmeye geldiğinde öğrendiler.” dedim.
Stream, “Burada geçirdiğimiz süre boyunca katil
arkadaşlarına biraz sempati duymamı bekliyorsan, hesabının yanlış olduğunu söylemek isterim.” dedi.
“Teksas'ta cinayet işleyenlerin yüzde birinden daha
az bir kısmına ölüm cezası istenmesinin sebebini açıklamak için yeterli zaman bulamadınız mı daha?” diye sordum.
Moss, “Bunun seni tatmin edici bir açıklaması yok.”
dedi.
Stream dönüp ve Moss’a baktı. Moss başını çevirdi.
“Meselâ, neden zenginlerin sahip olduğu yaşama şansına
fakirlerin hakkı yok, ya da imtiyazlı kişiler neden hep haklı çıkıyor?” diye sordum.
*LAN: Local Area Network, telefon hattına girmeden kurulan bilgisayarlar arası veri şebekesi
(Devam edecek)