Kitabın Adı: Eylül
Yazar: Mehmet Rauf
Sayfa Sayısı: 288
Yayınevi: Sis Yayıncılık
Türü: Roman
Mehmet Rauf'un Eylül adlı romanını Eylül ayında okumak tam bir tesadüf oldu benim için. Öncelikle, ilk psikolojik roman olması nedeniyle ünlenen bu kitabın ilk olarak 1901 yılında basıldığını belirtmek isterim. Yazarın ilginç bir hayat hikâyesi var. Bahriye mektebinden mezun olup kıdemli yüzbaşı rütbesine kadar yükselen Rauf, yazmış olduğu Zanbak isimli romanın pornografik bulunması sebebiyle ordudan atılmış ve 6 ay hapis cezası almış. Hapisten çıktıktan sonra hayatını yazarlıkla kazanmaya çalışmış ve yazdığı bazı kitapların yanı sıra, bazı romanları muhtelif dergi ve gazetelerde tefrika edilmiş. Daha sonra henüz evliyken ikinci bir eşle nikâh kıymış, bu da yetmezmiş gibi, yazdığı eserleri okuyup etkilenen ve kendisinden 25 yaş daha küçük bir kadınla üçüncü evliliğini yapmıştır. İlk romanı olan Eylül, önce dizi halinde bir gazetede yayınlandıktan sonra büyük ses getirmiş ancak daha sonraki kitaplarında bu işi bir kazanç kapısı olarak gördüğü ve yaşantısındaki derbederliği yüzünden ilk zamanlardaki başarısını koruyamamış ve okurlarını kaybetmiştir. Bir süre Tevfik Fikret'le aynı evde yaşayan Mehmet Rauf, Eylül romanını Tevfik Fikret'in eşine beslediği duygulardan esinlenerek yazdığı rivayet olunur. Son yıllarında ekonomik sıkıntılar çekerek önce felç olmuş ve arkasından yaşama veda etmiştir.
Kitabın ilk baskı yılını düşündüğümde fazla sayıda Osmanlıca kelimeyle karşılaşacağımı düşünmüştüm. Bu konuda fazla zorlandığımı söyleyemem, belki okuduğum baskı 2012 yılına ait olduğu için sadeleştirilmiş olabilir. Fakat sadeleştirmeden doğan bir hata mıdır yoksa o zamanın konuşma tarzı mı bilmiyorum, romandaki pek çok cümle beni ziyadesiyle rahatsız etti. Edebi değeri oldukça yüksek bazı bölümler olmasının yanı sıra okurken kulağımı tırmalayan ve anlamakta zorlandığım bölümler ve oldukça sıkıcı tekrarlar var kitapta.
Yazar: Mehmet Rauf
Sayfa Sayısı: 288
Yayınevi: Sis Yayıncılık
Türü: Roman
Mehmet Rauf'un Eylül adlı romanını Eylül ayında okumak tam bir tesadüf oldu benim için. Öncelikle, ilk psikolojik roman olması nedeniyle ünlenen bu kitabın ilk olarak 1901 yılında basıldığını belirtmek isterim. Yazarın ilginç bir hayat hikâyesi var. Bahriye mektebinden mezun olup kıdemli yüzbaşı rütbesine kadar yükselen Rauf, yazmış olduğu Zanbak isimli romanın pornografik bulunması sebebiyle ordudan atılmış ve 6 ay hapis cezası almış. Hapisten çıktıktan sonra hayatını yazarlıkla kazanmaya çalışmış ve yazdığı bazı kitapların yanı sıra, bazı romanları muhtelif dergi ve gazetelerde tefrika edilmiş. Daha sonra henüz evliyken ikinci bir eşle nikâh kıymış, bu da yetmezmiş gibi, yazdığı eserleri okuyup etkilenen ve kendisinden 25 yaş daha küçük bir kadınla üçüncü evliliğini yapmıştır. İlk romanı olan Eylül, önce dizi halinde bir gazetede yayınlandıktan sonra büyük ses getirmiş ancak daha sonraki kitaplarında bu işi bir kazanç kapısı olarak gördüğü ve yaşantısındaki derbederliği yüzünden ilk zamanlardaki başarısını koruyamamış ve okurlarını kaybetmiştir. Bir süre Tevfik Fikret'le aynı evde yaşayan Mehmet Rauf, Eylül romanını Tevfik Fikret'in eşine beslediği duygulardan esinlenerek yazdığı rivayet olunur. Son yıllarında ekonomik sıkıntılar çekerek önce felç olmuş ve arkasından yaşama veda etmiştir.
Kitabın ilk baskı yılını düşündüğümde fazla sayıda Osmanlıca kelimeyle karşılaşacağımı düşünmüştüm. Bu konuda fazla zorlandığımı söyleyemem, belki okuduğum baskı 2012 yılına ait olduğu için sadeleştirilmiş olabilir. Fakat sadeleştirmeden doğan bir hata mıdır yoksa o zamanın konuşma tarzı mı bilmiyorum, romandaki pek çok cümle beni ziyadesiyle rahatsız etti. Edebi değeri oldukça yüksek bazı bölümler olmasının yanı sıra okurken kulağımı tırmalayan ve anlamakta zorlandığım bölümler ve oldukça sıkıcı tekrarlar var kitapta.
"Önce Beyoğlu'na gitmiş, oranın mevsimi olmadığına suç bularak adaya geçmişti." cümlesi evet, anlaşılabilir. Bu cümleyi, ""Önce Beyoğlu'na gitmiş, oranın mevsimi olmadığını bahane ederek adaya geçmişti." olarak okumayı tercih ederdim en azından.
"Dışarıda köpüren rüzgârla perdeler uyanırken güneşin sunduğu o ılık gizlilik içinde, nasıl da rahat ve bu müzik sarhoşluğunun içinde nasıl da mutluydu, kendini, dünyayı, her şeyi unutuyordu." deyip içimi eritirken, sonra bir anda,
"Ve o bütün vücuduyla ağlayarak: "Necib, Necib'" diye haykırıyordu." demesi, beni benden alıyordu. Bu noktadan sonra hadi düşün bakalım, bütün vücuduyla nasıl ağlar bir insan! Hıçkıra hıçkıra, titreye titreye de, bir şey de. Aklıma kadının kol ve bacaklarından göz yaşları akıyormuş gibi bir sahne geliyordu.
Romanın konusu son derece basit ve kişi sayısı oldukça az. Olayların tamamı üç kişi arasında geçiyor. Süreyya ve karısı Suat ile Süreyya'nın halasının oğlu Necip. Necip, Süreyya ile yakın arkadaş, yedikleri içtikleri ayrı gitmiyor. Devamlı birlikte oldukları için Suat'la da beraber aynı zamanda, üstelik onunla başta müzik olmak üzere ortak hoşlandıkları şeyler daha fazla. Süreyya ise tam aksine müzikten hoşlanmıyor, onun, Suat'ın hiç hoşlanmadığı deniz ve balık avcılığı merakı var. Durum böyle olunca doğal olarak Suat ve Necip arasında bir duygusal bağ oluşuyor. Önce gizliden başlayan bu ilgi karşılıklı olarak alevleniyor. Kitabın büyük bir kısmı her iki aşığın birbirine duyduğu derin tutku, kıskançlık, aykırı bir ilişki olması sebebiyle korku ve pişmanlık, suçluluk, sadakat gibi konular üzerinde dönüyor. Kah anlatıcı, kah Suat ve Necip'in ağzından yeter artık ne olacaksa olsun dedirtene kadar tekrar tekrar bu duygular dile getiriliyor. Bunca detaydan sonra trajik bir sonun birkaç cümle ile anlatılması da oldukça garibime gitmiş, sanki yazar da anlattıklarından sıkılmış olmalı ki artık dosyayı burada kapatayım dercesine aceleye getirmiş gibi geldi bana. Bunun yanı sıra, aile yapıları hakkında fazla bilgi verilmiyor, bildiğimiz tek şey beyefendi ve hanımefendinin (Süreyya'nın babası ve annesi) yazın kaldıkları bir bağ evi, kışlarını geçirdikleri bir konak ve bağ evinden sıkılıp kiraladıkları bir yalıda kalan Süreyya ve eşi ile birlikte ne alakaysa hemen hemen devamlı onlarla olan Necip! Bunlar ne iş yaparlar, konaklarda yalılarda çalışan dadıların, hizmetçilerin parası nasıl ödenir, bu değirmenin suyu nereden gelir, bilinmiyor. Muhtemelen baba parası yiyorlardır, zira o kadar lüks içinde hepsi parasızlıktan yakınıyor. Şu beyefendi ne iş yapıyor da, bir sürü aile ferdinin geçimini sağlıyor hakikatten merak ettim. Ne var ki Meşrutiyet sonrası zengin ailelerdeki müzik aşkı ve bu konularda almış oldukları eğitim güzel yansıtılmış.
Okumaya geç başladığım için Osmanlı'nın son dönemi ve Cumhuriyet'in ilk dönemi yazarlarına ait okumadığım epeyce yazar vardır. Bu bakımdan Kürk Mantolu Madonna'nın arkasından Mehmet Rauf''un Eylül romanı biraz olsun eksikliğimi giderdi. Eylül romanını, açıkçası gereksiz yere uzatılmış ve bir çok yerdeki ifadelerini rahatsız edici buldum. Rahatsız edici derken, hani bir yazıyı okurken kulağınıza şiir gibi gelir, ya da bir an duraksar anlamaya çalışır ve yazarın meramını anlayınca takdir edersiniz, işte ben bu romanda bu tadı yakalayamadım. Bir günde bitirdim ama bu kitabın akıcılığından değil bir an önce elimden düşmesi için. Tavsiye eder miyim sanmam, ama benim gibi merakınızı yenmek istiyorsanız, okunabilir.