KATEGORİLER

22 Eylül 2020 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 57

Ağaç Ev Sohbetleri pazartesi günlerinin en çok keyif verici sosyal ve düşünce etkinliği haline geldi benim için. 57. Haftanın konusu harika sohbet konularını gündeme getiren sevgili Deeptone tarafından belirlenmiş yine.  Yine diyorum, çünkü konu öneren başka bir arkadaşımız çıkmamış. Her ne kadar haftanın sohbet konularını önermede sevgili Deep'e fazla yüklenmiş olmamızın, kendisini ve bizleri rahatsız ettiğini düşünmesem de, diğer arkadaşlardan farklı konu önerilerinin gelmesi durumunda, Ağaç Ev Sohbetlerine daha fazla ilgi ve katılımın sağlanacağına inanıyorum. Bu hafta, sohbete katılan diğer arkadaşlardan etkilenmemek amacıyla bir değişiklik yaparak konu hakkındaki düşüncelerimi onların yazılarını okumadan önce yazmaya karar verdim. Bütün sohbetlere katılan ve bu etkinliği sonuna kadar destekleyen bir blogdaşınız olarak, müsait olduğum haftalarda sohbet konusu önermek hususunda hazır olduğumu belirterek haftanın sorusuna ve konu hakkındaki düşüncelerimi aktarmaya başlıyorum:

"Roman okumak mı daha keyifli, film izlemek mi?"

Roman ve film, içinde büyük emek barındıran sanatın iki dalı. Ancak kendi penceremden bakacak olursam, kaliteli ve ilgimi çeken konuda bir roman okumanın yine kaliteli ve ilgimi çeken konuda bir film seyretmekten daha keyif verici olduğunu söyleyebilirim. Takdir edilmelidir ki herhangi bir romanı herhangi bir film ile mukayese etmenin bir anlamı yoktur. Çünkü öyle güzel filmler vardır ki pek çok romana tercih edilebilir. Benzer şekilde bazı romanların yerini de pek çok film dolduramaz. Bugüne kadar bir sürü roman filme çekilmiştir. Romanını okuyup daha sonra filmini seyrettiklerim arasında "filmi daha güzeldi" dediğim bir örnek olmadı bugüne kadar. 

Sorunun cevabı kişinin zevkine göre değişebilir belki. Fakat şahsen bu tercihimi sadece zevkle sınırlandırmam benim açımdan yeterli olmazdı sanırım. Roman okumayı öncelememin başka sebepleri de var elbette. Şöyle ki;

- Roman, hayal ve düşünme kabiliyetimizi daha çok harekete geçirir.  Film izlerken görselliğimizi ve işitselliğimizi kullanırız. Bu avantaj gibi görünse de aslında insanı tembelleştirir. Örneğin bir olay anında kapının çalındığı gösterilmek istendiğinde, film izlerken kapının rengini, büyüklüğünü, ahşap mı, demirden mi imal edildiğini, kapıyı çalan kişiyi, kişinin kapıyı yumrukladığını ya da parmağıyla hafifçe tıklattığına dair yüzlerce detayı birkaç saniye içinde görebiliriz. Ancak bu detayları olduğu gibi yazıya aktarmak sayfalar alır. Yine de eksik kalan, okurun hayal gücüne bırakılan bir şeyler olacaktır mutlaka. İşte bana göre yazının sihri ve büyüklüğü burada. Usta bir yazar mükemmel ifadelerle sizi hayal kurmaya ve düşünmeye zorlar. Edebiyatın en güzel yönüdür bu. 

Roman, dilimizi doğru kullanmayı ve kendimizi daha iyi ifade etmemizi sağlar.  Güzel bir film seyrettikten sonra ondan aldığımız faydalı çıkarımlar olabilir. Yeni bir şeyler de öğrenebiliriz. Ben bu özellikleri romanda  daha fazla buluyorum. Ayrıca okumanın yazmayı da teşvik ettiğini düşünüyorum. Kelime hazinemizin artması, imla kurallarına vakıf olmamız ve ifade şeklimizi geliştirmemizde roman okumanın film izlemeye kıyasla daha etkili olduğunu düşünüyorum. 

Roman, çok daha fazla öğreticidir. Türlerine göre farklı konularda yazılan romanlar aynı türdeki filmlere göre daha fazla bilgi içerir ve kazanılan bilgi daha kalıcıdır. Çünkü üzerinde daha çok kafa yorulan konular akılda daha uzun yer tutar. Film izlerken pek çok şey önünüze hazır olarak gelir. Roman daha fazla düşünmeye anlamaya sevk eder ve bu yüzden daha kalıcı bir öğrenme imkanı yaratır.

Film izlemeyi romana tercih ettiğim tek tür doğa belgeselleri. Çünkü bir albatrosun gökte süzülüşünü görmeden hayal etmemiz oldukça zor olurdu sanırım. Bir de filmde gördüklerimiz hayal gücüne fazla pay bırakmıyor. Romanda yanlış bir hayal, yanılgıya dönüşür. Romanın bir yerinde geçen albatros kuşunu hayal etmeye çalışırken onu bir uçak zannedebiliriz ki, o zaman bu, büyük bir hata olur.   

Sonuçta her şeyden önce bir zaman meselesi, keşke yeterli zamanımız olsa da, bütün kaliteli romanları ve bütün kaliteli filmleri seyredebilsek.

15 Eylül 2020 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 56

Sevgili blogdaşımız Sade ve Derin / Deep Tone Ağaç Ev Sohbetleri'nin 56. Hafta konusunu belirlemiş. Bu belki de sohbetler başlayalı beri sorulan en kısa ve öz soru olmuş. 

"Nasıl okuyorsunuz blogları?"


Blog benim için bir yaşam tarzı oldu diyebilirim. Fırsat buldukça ve günün 24 saatinde blog yazılarını ve bloglarda yapılan yorumları okurum. Sevgili Deep'in yaptığı gibi okumada belli bir standardım ya da düzenim yok. Özellikle bana bir şeyler öğretecek ve keyifli bir okuma sağlayacak blogları tercih ederim. Takip ettiklerim arasında gerçekten kalemi kuvvetli arkadaşlar var, onları okumak benim için kitap okumak kadar değerli. Bazen yazmaya daha çok kendimi kaptırıyor, blog okumalarım seyrekleşiyor ve kaçırdığım bazı yazılara üzülüyorum. Daha sonra takip ettiğim bloglar arasında genel bir tarama yapıp onlardan bazılarına ulaşıyorum. Bazen de yazmamın kısırlaştığı dönemlerde ya da fırsat bulduğumda blog okumalarım sıklaşıyor.

Okuduğum blogların hakkını verdiğimi düşünüyorum. Çünkü, ilgimi çeken yazıları satır satır okumaya anlamaya çalışırım. Hatta, dönüp dönüp birden fazla okuduğum yazılar da oluyor. Önce bir kez okurum bazen, yorum yazacak durumda hissetmem kendimi, sonra döner yine okur yorumumu yazarım. Yorum yazmak hakkında fikirlerim eskisi gibi değil. Daha önce yorum konusunda farklı düşünürdüm. Ev ziyareti gibi gelirdi bana. Biz geldik şimdi sıra sizde, artık sizi bekliyoruz gibi yani. Böyle bir zorunluluk hissettiğim için pek kıymet vermez, canım istediğine yorum yapar, yazdığım yazılara yorum yapılıp yapılmadığını o kadar önemsemezdim. Fakat artık düşüncelerim değişti. İnsanın yazdığı bir yazı okununca, yazarın ruhunun okşandığını anladım. Bir nevi paylaşım, etkileşim, ayrı bir keyif...

2015 yılının sonundan beri Kaplan Diary adını verdiğim bu blogta yazıyorum. Günlük olarak başladığım yazılar zaman içinde çeşitlilik kazandı, burası bir bakıma benim mabedim oldu. O ilk yıllarda Evde Yazar'ın adını zikretmeden geçemeyeceğim. Şimdi çalışma hayatının içinde eskisi kadar sık yazamıyor maalesef. Bir de Buzlu Kalem vardı, genç bir doktor arkadaşımız, öykülerine bayılırdım. Şimdi artık yazmıyor, ya da başka bir isimle yazıyor, izini kaybettirdi. Burada orkestra şefi gibi bloglar arası köprü kuran sevgili Deep'i anmadan olmaz. Diğer taraftan sevgili Manxcat Kuyruksuz Kedi'nin hayatını anlattığı bir yazıdan sonra aramızda bir dostluk ve anlayış köprüsü oluştu. Daha sonra onun "canımdan öte" dediği  Denize Bakan Ev'i kendime yakın buldum ve her ikisinin yazılarını da zevkle okuyor ve fikri tartışmalarından büyük zevk alıyorum.  

Okuduğum bloglar üzerinde uzun yorumlar yapıyorum bazen. Öyle ki, yaptığım yorumun uzunluğu asıl yazıdan da uzun oluyor zaman zaman. Uzun yorum almayı da seviyorum. Yorumlar üzerinde tartışmayı da. Genellikle öykü, kitap üzerine yazılan yazıları, günlük, deneme ve araştırma yazılarını okumayı seviyorum bloglarda. Siyaset ve dini konular da dahil olmak üzere her türden yazıları ve güncel tartışmaları takip ediyorum. Hiçbir siyasi ve dini bağlantım yok fakat yaşama dair belli görüşlerim var. Düşünmeyi seven, yaşamı sorgulayan blog yazarları benim favorim. Takip ettiğim blog yazarları, listeme düştüğünde ilgimi çeken yazıları okuyorum. Arada bana yorum yapan blog arkadaşlarına dönüp onların bloglarında yazdıklarına bakıyorum. Genellikle okuduğum bütün yazılara yorum bırakıyorum.   

13 Eylül 2020 Pazar

İNSAN NE İLE YAŞAR? - TOLSTOY

Kitabın Adı: İnsan Ne ile Yaşar
Yazar: Lev Nikolayeviç TOLSTOY
Sayfa Sayısı: 159
Yayınevi: Sis Yayıncılık
Çeviren: Emel Erdoğan
Türü: Öykü

Yazar Lev Nikolayeviç TOLSTOY (1828-1910) kırsal bir bölgede yaşamasına rağmen on beş yaşından itibaren Voltaire ve Rousseau'yu okuyup kendini yetiştirmiş, gerçekçi bir düşünür, "Anna Karenina" ve "Savaş ve Barış" gibi iki önemli romanın yazarı, kalemi güçlü edebi bir kişiliktir. 

"Hikayelerimin kahramanı, yüreğimin bütün gücüyle sevdiğim, bütün güzellikleri içinde anlatmaya çalıştığım ve hep güzel olan, güzel kalan ve hep güzel kalacak olan gerçektir." diyen Tolstoy, yazmış olduğu öykülerinde bu gerçek anlayışını satırlarına çarpıcı olarak nakşetmiştir. Öyküde yer alan kahramanların iç sesleri, kendi iç hesaplaşmaları, basit fakat düşündüren kısa cümlelerle okura aktarılmakta. Okurken insanı hem gülümseten, hem bilgilendiren hem de doğruyu yanlışı gösteren bir tat alıyor insan.  

Kitapta üç öykü bulunmakta; bunlardan ilki "İnsana Ne Kadar Toprak Lazım?" insanın doymak bilmez hırsını anlatıyor. İki kız kardeşin şehir ve köy yaşamından hangisinin daha iyi olduğuna yönelik tartışmalarından sonra köyde yaşayan küçük kız kardeşin kocası Pahom'u şeytan dürtüp büyük arazilere sahip olmasını ve çok para kazanmasını istiyor. Büyük bir hırsın esiri olan Pahom bu uğurda son nefesini veriyor.

İkincisi, üçünün arasında benim en sevdiğim öyküydü. "Bey ve Uşağı" adını taşıyan bu öyküde, Vasili adındaki ikinci sınıf bir alsatçı ile onun saf ve temiz uşağı Nikita'nın ilişkisi anlatılıyor. Ne zamandır pazarlık yaptığı bir arazi sahibinden satın alacağı koruluk için berbat bir kış gününde yola çıkmayı göze almış, Nikita ile birlikte yola çıkıyorlar. Yine, ilk öyküdekine benzer bir hırs faktörü var bu öyküde de. Vasili kendine gereğinden fazla güveniyor ama hava şartları, onu hedefine ulaştıramıyor. Diğer taraftan beyin uşağına hiç değer vermeyişi, onu atından bile aşağıda görmesi her fırsatta satır aralarına işleniyor. Bu öyküde yine kazanan iyi oluyor.  

Sonuncu öykü, kitabın adını taşıyor. "İnsan Ne ile Yaşar" adındaki bu öykünün kahramanı Simon, fakir bir ayakkabıcı. Karısıyla zar zor geçinen bu adam, kıt kanaat biriktirdiği parayla kasabaya inip kışı geçirmek için ihtiyaçları olan bir kürk satın almak ister. Parayı denkleştirmek için önce alacaklıların kapısını çalar fakat hemen hemen hiçbir tahsilat yapamaz. Ödünç olarak kasabadan istediği kürkü de alamayınca çaresiz geri döner. Yolda, bir türbenin kenarında karşılaştığı çıplak ve çaresiz bir adam görür, acıyıp üzerindekileri verir ve onun soğukta donmasını önler. Daha sonra alıp eve getirir. Aslında bu adam gökten kovulan bir melektir. Evet, bu öyküde biraz fantastik öğelerle iyiliğin her zaman mükafatlandırılacağı fikri öne çıkarılmış. Bana göre biraz gerçeklerden uzaklaşması yazarın genel karakterine bu öyküde ters düşmüş. Bu sebeple ben, konusu itibarıyla bu öyküsünü diğer ikisine göre biraz daha az sevdim. 

9 Eylül 2020 Çarşamba

EYLÜL - MEHMET RAUF

Kitabın Adı: Eylül
Yazar: Mehmet Rauf
Sayfa Sayısı: 288
Yayınevi: Sis Yayıncılık
Türü: Roman

Mehmet Rauf'un Eylül adlı romanını Eylül ayında okumak tam bir tesadüf oldu benim için. Öncelikle, ilk psikolojik roman olması nedeniyle ünlenen bu kitabın ilk olarak 1901 yılında basıldığını belirtmek isterim. Yazarın ilginç bir hayat hikâyesi var. Bahriye mektebinden mezun olup kıdemli yüzbaşı rütbesine kadar yükselen Rauf, yazmış olduğu Zanbak isimli romanın pornografik bulunması sebebiyle ordudan atılmış ve 6 ay hapis cezası almış. Hapisten çıktıktan sonra hayatını yazarlıkla kazanmaya çalışmış ve yazdığı bazı kitapların yanı sıra, bazı romanları muhtelif dergi ve gazetelerde tefrika edilmiş. Daha sonra henüz evliyken ikinci bir eşle nikâh kıymış, bu da yetmezmiş gibi, yazdığı eserleri okuyup etkilenen ve kendisinden 25 yaş daha küçük bir kadınla üçüncü evliliğini yapmıştır. İlk romanı olan Eylül, önce dizi halinde bir gazetede yayınlandıktan sonra büyük ses getirmiş ancak daha sonraki kitaplarında bu işi bir kazanç kapısı olarak gördüğü ve yaşantısındaki derbederliği yüzünden ilk zamanlardaki başarısını koruyamamış ve okurlarını kaybetmiştir. Bir süre Tevfik Fikret'le aynı evde yaşayan Mehmet Rauf, Eylül romanını Tevfik Fikret'in eşine beslediği duygulardan esinlenerek yazdığı rivayet olunur. Son yıllarında ekonomik sıkıntılar çekerek önce felç olmuş ve arkasından yaşama veda etmiştir.

Kitabın ilk baskı yılını düşündüğümde fazla sayıda Osmanlıca kelimeyle karşılaşacağımı düşünmüştüm. Bu konuda fazla zorlandığımı söyleyemem, belki okuduğum baskı 2012 yılına ait olduğu için sadeleştirilmiş olabilir. Fakat sadeleştirmeden doğan bir hata mıdır yoksa o zamanın konuşma tarzı mı bilmiyorum, romandaki pek çok cümle beni ziyadesiyle rahatsız etti. Edebi değeri oldukça yüksek bazı bölümler olmasının yanı sıra okurken kulağımı tırmalayan ve anlamakta zorlandığım bölümler ve oldukça sıkıcı tekrarlar var kitapta.  

"Önce Beyoğlu'na gitmiş, oranın mevsimi olmadığına suç bularak adaya geçmişti." cümlesi evet, anlaşılabilir. Bu cümleyi, ""Önce Beyoğlu'na gitmiş, oranın mevsimi olmadığını bahane ederek adaya geçmişti." olarak okumayı tercih ederdim en azından.

"Dışarıda köpüren rüzgârla perdeler uyanırken güneşin sunduğu o ılık gizlilik içinde, nasıl da rahat ve bu müzik sarhoşluğunun içinde nasıl da mutluydu, kendini, dünyayı, her şeyi unutuyordu." deyip içimi eritirken, sonra bir anda,

"Ve o bütün vücuduyla ağlayarak: "Necib, Necib'" diye haykırıyordu." demesi, beni benden alıyordu. Bu noktadan sonra hadi düşün bakalım, bütün vücuduyla nasıl ağlar bir insan! Hıçkıra hıçkıra, titreye titreye de, bir şey de. Aklıma kadının kol ve bacaklarından göz yaşları akıyormuş gibi bir sahne geliyordu. 

Romanın konusu son derece basit ve kişi sayısı oldukça az. Olayların tamamı üç kişi arasında geçiyor. Süreyya ve karısı Suat ile Süreyya'nın halasının oğlu Necip. Necip, Süreyya ile yakın arkadaş, yedikleri içtikleri ayrı gitmiyor. Devamlı birlikte oldukları için Suat'la da beraber aynı zamanda, üstelik onunla başta müzik olmak üzere ortak hoşlandıkları şeyler daha fazla. Süreyya ise tam aksine müzikten hoşlanmıyor, onun, Suat'ın hiç hoşlanmadığı deniz ve balık avcılığı merakı var. Durum böyle olunca doğal olarak Suat ve Necip arasında bir duygusal bağ oluşuyor. Önce gizliden başlayan bu ilgi karşılıklı olarak alevleniyor. Kitabın büyük bir kısmı her iki aşığın birbirine duyduğu derin tutku, kıskançlık, aykırı bir ilişki olması sebebiyle korku ve pişmanlık, suçluluk, sadakat gibi konular üzerinde dönüyor. Kah anlatıcı, kah Suat ve Necip'in ağzından yeter artık ne olacaksa olsun dedirtene kadar tekrar tekrar bu duygular dile getiriliyor. Bunca detaydan sonra trajik bir sonun birkaç cümle ile anlatılması da oldukça garibime gitmiş, sanki yazar da anlattıklarından sıkılmış olmalı ki artık dosyayı burada kapatayım dercesine aceleye getirmiş gibi geldi bana. Bunun yanı sıra, aile yapıları hakkında fazla bilgi verilmiyor, bildiğimiz tek şey beyefendi ve hanımefendinin (Süreyya'nın babası ve annesi) yazın kaldıkları bir bağ evi, kışlarını geçirdikleri bir konak ve bağ evinden sıkılıp kiraladıkları bir yalıda kalan Süreyya ve eşi ile birlikte ne alakaysa hemen hemen devamlı onlarla olan Necip! Bunlar ne iş yaparlar, konaklarda yalılarda çalışan dadıların, hizmetçilerin parası nasıl ödenir, bu değirmenin suyu nereden gelir, bilinmiyor. Muhtemelen baba parası yiyorlardır, zira o kadar lüks içinde hepsi parasızlıktan yakınıyor. Şu beyefendi ne iş yapıyor da, bir sürü aile ferdinin geçimini sağlıyor hakikatten merak ettim. Ne var ki Meşrutiyet sonrası zengin ailelerdeki müzik aşkı ve bu konularda almış oldukları eğitim güzel yansıtılmış.   

Okumaya geç başladığım için Osmanlı'nın son dönemi ve Cumhuriyet'in ilk dönemi yazarlarına ait okumadığım epeyce yazar vardır. Bu bakımdan Kürk Mantolu Madonna'nın arkasından Mehmet Rauf''un Eylül romanı biraz olsun eksikliğimi giderdi. Eylül romanını, açıkçası gereksiz yere uzatılmış ve bir çok yerdeki ifadelerini rahatsız edici buldum. Rahatsız edici derken, hani bir yazıyı okurken kulağınıza şiir gibi gelir, ya da bir an duraksar anlamaya çalışır ve yazarın meramını anlayınca takdir edersiniz, işte ben bu romanda bu tadı yakalayamadım. Bir günde bitirdim ama bu kitabın akıcılığından değil bir an önce elimden düşmesi için. Tavsiye eder miyim sanmam, ama benim gibi merakınızı yenmek istiyorsanız, okunabilir.  

7 Eylül 2020 Pazartesi

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 55

Sade ve Derin / Deeptone tarafından moderatörlüğü üstlenilen Ağaç Ev Sohbetlerinin ikinci yılında, 55. Hafta konusu Manxcat/Kuyruksuz Kedi'den. Hemen konu başlığını verelim:

Parayla saadet olur mu, olmaz mı? Birileri her şeyin başı sağlık mevzusuna bağlamadan önce belirteyim, sağlığımız yerinde ve paramız var. Mutlu olmaya yeter mi yetmez mi?

Sağlığımız yerinde ve paramız da olduğuna göre daha başka ne isteriz bu fani dünyada.  Gerçekten merak ettim var mıdır üçüncü bir şey? Madem sağlığı bir tarafa koyduk, yaşadığımız dünyada paranın çözemeyeceği çok az şey olduğunu düşünüyorum. Fakat bizi mutlu edecek her şeyin parayla çözüleceğini iddia etmek de doğru değil. Altını çizdiğim gibi her şeyi çözemez para. Diyelim ki denizi seviyorsunuz, "Ah bir de şöyle bir yatım olsa ne kadar mutlu olurum." diyebilirsiniz. Paranız varsa buyurun, işte mutluluğun kapısını açtınız. Şöyle istediğinizden âlâ yatınız emrinizde. Üç sefer, bilemediniz dört sefer açıldınız denize, partiler verdiniz arkadaşlarınız toplayıp, içkiler, yemekler keyifler yerinde. Sonra sıkıldınız, özel bir uçağınız olsun, istediğiniz zaman istediğiniz yere gidip gezmek için. Para çok ya, problem değil sizin için. Onu da aldınız, gezip gördünüz, yiyip içtiniz, mutlu da oldunuz, hem de en lüksünden, en pahalısından, muhtemelen normal insandan daha fazla mutlu eder pahalı şeyler sizi, sonra... 

Sonra tatil dönüşü eşiniz arıyor telefonla, iyi görüştüğünüz bir dostunuz koltuk takımını değiştirmiş, tutturuyor biz de değiştirelim diye. "Ya hanım, daha bir ay olmadı, biz onları alalı!" Eşiniz, kıskançlığından hız kesmiyor, "Olsun, şimdi onlar moda." Kızıyorsunuz elbette, "Biz paraları sokaktan mı topluyoruz?" diye çıkışıyorsunuz. "Sen şişesi elli bin liralık şarabı içtin ama arkadaşlarınla, bana otuz bin liralık koltuğu mu çok görüyorsun?" diye yanıtlıyor. Elbette bu tartışma bu kadar sakin ve medenice devam etmiyor. Mutluluk mu dediniz?

Adamcağız tarladan topladığı ürününü gitmiş, pazarda satmış. İyi para kazandım diye ağzı kulaklarında, mutlu mu mutlu. Hani para olsa bari, elli kilo domates, yirmi kilo biber. 200 TL, onun için hiç de az değil. Köy evinde mis gibi bir tarhana çorbasının kokusu geliyor burnuna, kapıdan girerken. Çocuklar koşturuyor etrafına. Oturuyorlar birlikte mütevazı yer sofrasına. Kırıyorlar soğanı yumruklarıyla, kuru fasulye pilav, yanında da halis muhlis köy yoğurdu, katıksız. Kadın demiyor ki falanca komşumuz şunu aldı ben de isterim. Elindekilerle mutlu oluyorlar çoluk çocuk, bütün aile. 

Nedir mutluluk, var mı ölçüsü? Eğer varsa, eminim ki ikinci örnekteki ailenin saadeti çok daha ağır basar. Belki soruyu şöyle evirip çevirmekte fayda var. Parasız saadet olur mu? Ha, o zaman iş değişir bak. Parasız saadet olmaz. Yarını nasıl geçireceğini bilmeyen bir kişinin mutlu olmasına imkan yoktur. Hele bu pandemi döneminde işini kaybeden bir sürü insanı düşünüyorum. Hangisi mutlu olabilir düştüğü bu durumdan?

Sonuç olarak, yeterince paranın olmaması da, yettiğinden fazla olması da saadet kapılarını kapatır. Her kişiye göre bu sınır değişmekle birlikte saadet için yeterli paramızın olması gerekir. Kritik sözcük YETERLİ. Bu kadar doyumsuz bir insan neslinde YETERLİ denilen miktara bir sınır koyamadığımız içindir bütün mutsuzluğumuz. 

KÜRK MANTOLU MADONNA -SABAHATTİN ALİ

Kitabın Adı: Kürk Mantolu Madonna
Yazar: Sabahattin Ali
Sayfa Sayısı: 160
Yayınevi: Yapı Kredi Yayınları
Türü: Roman

Ne zamandır okumaya niyetlendiğim bir kitaptı "Kürt Mantolu Madonna". Kitap daha önce iki kez elime geçtiği halde olmadı. İlk seferinde kitapçıdan aldıktan sonra girdiğimiz bir AVM'nin kasasında unutuldu, ikinci kez ben okuyana kadar kim bilir kimin elinde kaldı. Sabahattin Ali (1907-1948), Cumhuriyet Döneminin kuvvetli kalemlerinden toplumcu bir yazar. Kısa sayılabilecek bu romanında yazar, dönemin sosyal yapısının yanı sıra insanın topluma yabancılaşması, aşk ve derin ruhsal tahlillere yer veriyor. Roman, yazıldığı döneme bağlı olarak bazı eski sözcükler içermekte ve bazı ifadeler günümüz Türkçe'sine göre güncelliğini yitirmiş durumda. Fakat, akıcı ve kuvvetli bir dili olduğunu söyleyebilirim.

İlk bölümde anlatıcı kendinden bahsediyor. İşinden neden kovulduğunu dahi anlamayan, insanların ekonomik ve sosyal statülerine göre değer verildiğinden yakınan ve yaşamın anlamını anlamaya çalışan bir karakter bu. Bir şirkette genel müdür yardımcısı olarak görev yapan varlıklı, eski bir okul arkadaşı olan Hamdi Bey'in küçümser tavırlarını sineye çekip onun ayarladığı bir işte, banka işlerini takip eden bir memur olarak çalışmaya başlıyor. Kendisine verilen odanın karşı masasında, Raif Bey adında, şirketin eski çalışanlarından, Almanca tercüme işlerini yapan, ezik bir memur oturmakta. Raif Bey, sık sık Hamdi Bey'in baskı ve hakaretlerine karşılık en ufak bir tepki göstermemektedir. Yine bir hakaretin ardından bir kağıda çizdiği Hamdi Beyin portresi, Anlatıcının dikkatini çeker ve kendisine hiç ilgi göstermeyen Raif Bey'i daha büyük bir istekle tanımaya çalışır. Hasta olduğu bir gün hem tercümesi yapılacak belgeleri götürmek hem de  geçmiş olsun demek için evine gider. Ev oldukça kalabalıktır, karısı, karısının erkek kardeşleri, eniştesi, çocuklar kendi havalarında yaşamaya devam ederlerken, istisnasız hiçbiri Raif Bey'i eve para getiren bir robottan farklı görmezler. 

Raif Bey, arkadaşına  içine kapanıklığını, her şeye karşı tepkisizliğinin nedenini ısrarla anlatmamakta direnmektedir. İyice ağırlaşıp hasta yatağına düşünce arkadaşına ofisteki çekmesinden siyah kaplı defterini getirmesini rica eder. Ertesi günü defteri getiren arkadaşından onu sobaya atmasını ister. Arkadaşı olan anlatıcının merakı artmıştır. Bir günlüğüne defteri okumasına müsaade ister ve Raif Bey'den bunun için onay alır. Sabah defteri getirdiğinde arkadaşının yaşamını yitirdiği gerçeğiyle karşılaşır. Romanın asıl konusu da Raif Bey'in bu deftere yazdığı ilginç hayat hikayesinde gizli

Aşk ne zaman ve nerede insanın karşısına çıkar bilinmez. Raif Bey, sadece üç dört aylık bir sürede yaşıyor aşkı ve sonraki on yıl vefasızlığın acısı çekip otuz beş yaşında hayata veda ediyor. İşin ilginç tarafı yaşamı boyunca inandığı tek insan olan Maria'nın, yani "Kürk Mantolu Madonna" 'nın ona asla vefasızlık etmediği gerçeğini, Raif Bey, ölümünden hemen önce acı bir şekilde öğreniyor. Havran'da çiftçilik yapan ve sabun fabrikaları bulunan babası tarafından sabun imalatı üzerine yeni teknik bilgiler öğrenmesi için Almanya'ya gönderilen Raif Bey, gezdiği bir resim galerisinde bir kadın portresi resmine takılır. Bu, ressam olan Maria'nın kendisini resmettiği bir tablodur. Kadının peşine düşer ve tesadüfen onu bulur da. Ve işte, Raif Bey'in kısacık yaşamında kendini bulduğu ve büyük keyif aldığı üç aylık dönem böyle başlar. Maria, prensip sahibi, erkeklerin parasıyla her şeyi satın alabilmesine öfkelenen ve onlara kapısını tamamen kapatan baskın bir karakterdir. Ancak Raif Bey'in çocuksu saflığından etkilenir ve ona inanır. Gel gelelim, memleketteki eniştesinden gelen bir telgraf onun bu mutluluğunun sonunu getirecektir. Telgrafta babasının öldüğü bildirilirken hemen memlekete dönmesi istenmektedir. Aslında ne babası ne de diğer aile fertleriyle sıcak bir bağı yoktur Raif Bey'in, ancak, Maria'nın isteği üzerine memlekete döner. Ağır bir zatürre geçirmekte olan kadın için de bir fırsat olur bu, o da şehrin karmaşasından uzak temiz havanın iyi geleceği bir yere, annesinin yanına gider. 

Raif Bey'in dönüşü hiç de bıraktığı gibi olmayacaktır. Enişteleri babasından kalan bütün varlığı aralarında bölüşmüş kendisine verimsiz bir zeytinlik ve harap bir ev bırakmışlardır. Buna rağmen sevdiğini yanına almak için evde bir takım tadilatlara ve işini yoluna koymaya çalışır. Bu esnada sık sık Maria ile mektuplaşırlar. Derken, bir süre sonra Maria'nın mektupları kesilir. Raif Bey, terk edildiğini, sevgilisini bir başkasına kaptırdığını düşünür. Oysa Maria sevdiğine bir çocuk beklediğini bile söyleyemeden doğum esnasında yaşamını yitirecektir. Aradan on yıl geçtikten sonra bu gerçeği büyük bir tesadüf sonucunda öğrenecektir Raif Bey, dokuz yaşındaki kızını karşısında görüp ona dokunamadan hem de.      


"Ah Maria, niçin seninle bir pencere kenarında oturup konuşamıyoruz? Niçin rüzgârlı sonbahar akşamlarında, sessizce yan yana yürüyerek ruhlarımızın konuştuğunu dinleyemiyoruz? Niçin yanımda değilsin?"

Bu arada aşkı hafife alan Raif Bey'e Maria, güzel bir nutuk çekiyor, tam da benim düşündüğüm gibi...

“Hayır dostum, hayır!” diyordu. “Aşk hiç de sizin söylediğiniz basit sempati veya bazen derin olabilen sevgi değildir. O büsbütün başka, bizim tahlil edemediğimiz öyle bir histir ki, nereden geldiğini bilmediğimiz gibi, günün birinde nereye kaçıp gittiğini de bilmeyiz. Halbuki arkadaşlık devamlıdır ve anlaşmaya bağlıdır. Nasıl başladığını gösterebilir ve bozulursa bunun sebeplerini tahlil edebiliriz. Aşka girmeyen şey ise tahlildir. Sonra düşünün, dünyada hepimizin hoşlandığımız birçok kimseler, mesela benim hakikaten sevdiğim birçok dostlarım vardır. (Muhterem Beyefendinin bunların en başında geldiğini söyleyebilirim.) Şimdi ben bütün bu insanlara âşık mıyım?”

Ben bu romanı sevdim ve hala okumayan varsa okumasını öneririm.

31 Ağustos 2020 Pazartesi

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 54

Hali hazırda moderatörlüğü sevgili Deep Tone tarafından yürütülen Ağaç Ev Sohbetleri'nin bu haftaki konusu benden. Haftalar su gibi geçerken bu güzel etkinlik şanına yaraşır şekilde devam ediyor. Ağaç Ev Sohbetleri'nin 54. Haftasında kafama takılan bir konuyu sizlerle tartışmak istedim. Her türlü olumsuzluğun nedeni olarak ortaya sürülen "Eğitim" konusu bu. Hani her fırsatta, "Eğitim Şart!" demiyor muyuz? Fakat kafalar karışık, her iktidar kafasına göre eskisini silip yeni uygulamalar getiriyor. Yurt dışında, ülkemizden tamamen farklı eğitim uygulamaları var. Sorum şu:

"Eğer tam yetkili bir Eğitim Bakanı olsaydınız, ülkedeki eğitim sistemini düzenlemek, sağlıklı ve topluma faydalı bireyler yetiştirmek için eğitim konusunda neler yapardınız? Hedefinize ulaşmak için karşınıza ne tür engeller çıkabileceğini düşünüyorsunuz ve bunları aşmak için hangi tedbirleri alırdınız?" 

Bence ülkemizin "Adalet" ten sonra gelen en önemli meselesi "Eğitim" dir. Eğitim sistemini düzeltmek için ilk adım olarak Bakanlığın önündeki "Milli" sözcüğünü kaldırmakla işe başlardım. Çünkü sözcükleri tükettiğimize inanıyorum. Adına "Milli" dediğimiz zaman eğitimimiz "milli" olmuyor çünkü. Küçük çaplı bir araştırma yaptım. Rusya'dan, Çine, İsveç'ten Amerika Birleşik Devletlerine kadar hemen hemen bütün dünya ülkelerinde bakanlığın adı "Eğitim Bakanlığı" Bizim gibi "Milli Eğitim Bakanlığı" adını kullanan iki ülkeden biri Fransa, diğeri ise Cezayir. Bir garip durum da Yunanistan'da var; Eğitim ve Diyanet İşleri Bakanlığı... Eğitim'in milleti, dini olmamalı bana göre. Milli ya da dini duygularımızı kabartarak işin özünü kaçırmış oluyoruz. Önce iyi insan, topluma faydalı birey yetiştirmek olmalı eğitimin hedefi.

Eğer, tam yetkili bir Eğitim Bakanı yapsalar beni, devletin kısa, orta ve uzun vadeli planlarına bakardım. Hoş, neremiz doğru ki! Devlet Planlama Teşkilatının ülke yönetimine ne kadar katkısı oluyor? Madem konumuz bu değil, var sayalım ki DPT işini doğru yapıyor. O zaman bakardım, ülke ihtiyaçlarına. Kaç doktora ihtiyacımız var, kaç ziraat mühendisine, kaç avukata, kaç öğretmene... O zaman hangi branşa ihtiyaç varsa ona göre kontenjan açardım. Ülkemizde üniversite sayısı 209 olmuş. Dünya ölçeğinde bakıldığında bu hâlâ küçük bir sayı. Fakat önemli bir fark var. Yurt dışındaki üniversitelerin öğrenci sayısına düşen uzman eğitim kadrosu ve alt yapısı bizimkilerden çok üstün. Ve onların pek çoğu uluslararası boyutta, hatta bir çoğu on-line eğitim veriyor. Demek istediğim ülkemizde çok sayıda diplomalı işsiz var. İş bulanların büyük bir kısmı da eğitim aldığı konunun dışında görev yapıyor. Yani, aslında zaten yeterli olmayan eğitim bütçesi bu şekilde boş yere israf ediliyor.

Diğer taraftan, herkesin üniversite bitirmesine gerek yok. Bu ülkede ara meslek gruplarına daha çok ihtiyaç var. Onlara da kaliteli bir eğitim verilip topluma daha faydalı bir iş yapılabilir.

Eğitim aileden başlar. Devletin de ailelere yardımcı olması gerekir. Nasıl ki koruyucu sağlık konusunda aile hekimleri çocuk doğmadan başlayıp ölene kadar vatandaşı takip sorumluluğunu üstlenmiş, eğitim konusunda da benzer bir yapılanmaya gider, eğitimli nesiller yetiştirdim. Hatta aile sağlık merkezlerinde bir pedagog ve bir uzman eğitimci görevlendirir, toplum için bir eğitim veri tabanı hazırlardım. Sağlıklı bir insan eğer yeterli bir eğitim alırsa ülkedeki suç oranı da kaza oranı da düşer. Aile sağlık merkezlerinde görevli uzman elbette ki eğitmeyecek insanları, onun görevi sadece çocuğun kabiliyeti ve ülkenin ihtiyaçları doğrultusunda danışmanlık yapmak. Aile Hekimleri dahil sağlık merkezinde görevli personel ve eğitim danışmanı üzerine kayıtlı kişilerin genel sağlık durumuna, suça yatkınlığı, kültür, sanat ve spora olan ilgilerine göre yönlendirmeli ve başarılarına göre devlet tarafından ödüllendirilmelidir. Devlet, işini layığıyla yerine getiremeyip başarısız olanlarla sözleşmelerini feshetmelidir. Çünkü sağlık ve eğitim toplum için çok önemlidir. Bildiğim kadarıyla doktorların bir kısmı yazdıkları reçete miktarı, yaptıkları cerrahi operasyon sayısıyla prim alıyorlar. Oysa önemli olan toplumu kontrol altında tutarak sağlığını korumak, ya da erken teşhiste bulunarak ileri düzeyde tedavi masraflarından kaçınmaktır. Eğitim de aynı şekilde devlet tarafından yönlendirilir, denetim altında tutulursa ülkemizin uzun vadede kazanımları yapılan harcamaların çok üstünde olacaktır.

Ülkemiz topraklarında birçok etnik grup yaşamaktadır. Bu yüzden milliyet ve din üzerinden yapılan ayrımcılığın devlete  ve millete zarar vereceğini öğretmeliyiz çocuklarımıza. Keza cinsiyet ayrımcılığı aileden başlayan ve ağır neticeler doğuran önemli bir ülke sorunumuzdur. Bunların yerine koymamız gereken, bağımsızlık bilinci, özgür düşünce ve vatandaşlar arasında adalet anlayışıdır.

Eğer Eğitim Bakanı olsaydım, eğitim paralı olurdu fakat öğrencinin bütün ihtiyacını rahatlıkla karşılayabilecek miktarda devlet bursu verirdim. Verilen burs karşılığında mezunlara, devletin gereksinim duyduğu kadrolarda burs aldığı süre kadar çalışma zorunluluğu koyardım.

Bütün bu iyi niyetli çabalarımı aşırı milliyetçiler ve dini yaşam biçimi olarak gören insanlar engellemeye çalışırdı. Çünkü onların amacı, vatandaşların düşünmelerine imkân vermeden koyun gibi gütmek. Bunu aşmanın tek yolu var bana göre. Atatürk'ü anlamak ve onun izinden yürümek!