KATEGORİLER

28 Aralık 2020 Pazartesi

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 71

Ağaç Ev Sohbetleri'nin 71. Hafta konusunu belirleme onurunu bana veren sevgili DeepTone 'a teşekkür ederim. Ağaç Ev Sohbetlerinin bütün konu başlıklarının listesine buradan ulaşabilirsiniz. Bu haftanın konusu mutluluk üzerine;

Görece bir kavram olan mutluluğun TDK sözlüğündeki karşılığı, "bütün özlemlere eksiksiz ve sürekli olarak ulaşılmaktan duyulan saadet" olarak açıklanmakta. Peki sizin için mutluluk nedir? Mutluluk sürekli olarak elinizde tutabileceğiniz bir şey mi?

Çağlar boyunca insanların anlamaya çalıştığı "mutluluk" kavramı üzerine herkes farklı fikirler üretebilir. Mutluluk deyince benim aklıma ilk gelen, Nazım Hikmet'in çok sevdiği eşi Vera'ya ithafen yazdığı "Saman Sarısı" şiirinde geçen "Sen mutluluğun resmini yapabilir misin, Abidin?" sorusu. Ve tabii, Abidin Dino'nun ona verdiği şiirli cevap. Üstat, özlemlerini sıraladıktan sonra şöyle bitirir sözlerini: "... İşte o zaman Nazım, yapardım mutluluğun resmini, ama buna ne tuval yeterdi ne de boya..."

Çağdaş filozoflardan Slavoj Zizek, mutluluğun kişisel görüşlere göre değiştiğini ve kapitalist değerlerin bir ürünü olduğunu savunmakta. Zizek, insanın doğasında memnuniyetsizliğin hüküm sürdüğünü, gerçekte ne istendiğinin bilinmediğini ileri sürerken, istediklerine ulaştığı takdirde mutlu olduklarını zanneden insanların aslında aradıkları şeyin başka bir şey olduğunu fark edip tatmin olamadıklarını iddia ediyor.

Hayır, felsefe yapmayacağım. Ben mutluluğun sadece kapitalist değerlerin bir ürünü olduğunu düşünmemekle birlikte, Zizek'in mutluluğu tanımlarken ortaya koyduğu diğer görüşlere yakın hissediyorum kendimi. Mutluluk sanılanın aksine ulaşıldığında biteviye sürecek bir duygu değil bana göre de. Gökyüzündeki yıldızların anlık göz kırpışı kadar kısa, en fazla birkaç dakika süren bir hazzın doruk noktası. Etkisi zaman içinde süratle azalan, ardından yine doğamızda bulunan memnuniyetsizliğe evrilen bir olgu...

Diğer taraftan bizi mutlu edebilecek şeylerin sayısının göklerdeki yıldızların sayısından fazla olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden sonsuz ve büyük mutluluklar aramak yerine ulaşması çok daha kolay, küçük ama sayıca fazla mutlulukların peşine düşmek daha mantıklı bir yol. Genel olarak mutluluk bizim elimizde ama bazen beklediğimiz, bazen de hiç beklemediğimiz bir anda kapımızın çalındığı da oluyor. 

Bazen burnumuza çarpan ılgıt ılgıt yasemin kokusu, sevdiğimiz birinin bize gülümsemesi, tiryakinin uzun bir aradan sonra sigarasından aldığı ilk nefes, bir köpeğin masum bakışı, bebeğimizin ağzından çıkan ilk heceler, dost meclisinde kadehimizden aldığımız ilk yudum, bazen son anda kapısına yapıştığımız umumi bir tuvalet! Hepsi anlık mutluluk verir biz insanlara.

Ya da milli piyangodan büyük ikramiye vurdu diyelim. Sanmayın ki aldığınız para size devamlı bir mutluluk getirecek. Parayla saadet olmaz demeyeceğim. İşiniz rast gitse, daha refah bir yaşama kavuşsanız bile yeni duruma kolay alışırsınız, mutluluğunuz alışkanlığınıza yenilir, yeni istekler, yeni heyecanlar, yeni mutluluklar ararsınız. Mutluluk annenin doğurduğu bebeği ilk gördüğü andır. O andan sonra mutluluk sevgiye dönüşür. Mutluluk işinizde terfi aldığınız, ya da arzu ettiğiniz bir işe kabul edildiğiniz andır. Daha sonra işinizden memnun olabilirsiniz ama sürekli bir mutluluk hali söz konusu olamaz. Eğer yaptığınız işten memnunsanız, o işte mutlu anlarınız daha fazla demektir.

Mutlu olmak insana anlık bazda kendini iyi hissettirir. Yazmak, okumak ya da yeni bir şeyler öğrenmek süreci, insanı mutlu etmez. Yazarken düşünür, araştırır, cümleler kurar, bir çaba içine gireriz. Bütün bunlar sadece iki mutluluk kırpıntısı için. Birincisi yazıyı bitirip son kontrolleri yaptıktan sonra, eğer iyi bir iş çıkarttığımıza inanıp yayınla düğmesine bastığımızda, ikincisi yazımıza gelen yorumları okuduğumuz anda. Okurken de öyle, okuduğumuz bir yazı bize yeni bir şey öğrettiğinde ya da yazının içinde geçen bir cümle bizi gülümsettiğinde mutlu oluruz. Yani mutluluk bana göre yüksek haz aldığımız kırpıntılar, yıldızların göz kırpmasıdır. Bu yazımı okuyan siz okurların da mutluluk yıldızları bol olsun.

27 Aralık 2020 Pazar

CONFESSION CABINET 3


 - Papaz efendi, hayırlı pazarlar efendim.

- Sağ ol evladım, epeydir görünmedin.

- Sormayın Papaz Efendi, aklım sürekli günah işlemekle meşgul.

- Seni dinliyorum.

- Şu İblis denen büyük şeytanı düşünüyorum. Bana öyle geliyor ki, Baba'mızdan daha çok seveni var.

- Tövbe de evlat, hiç öyle şey olur mu?

- Tamam, Babamız beni affetsin ama ben düşüncelerimin esiri oldum. Şöyle etrafıma bakıyorum, bütün dindarlar Tanrımızın buyurduklarını değil, şeytanın dediklerini yapıyorlar. Üstelik bunu yaparken büyük bir şevk ve iştah içindeler. 

- Nasıl yani?

- Hristiyanlıkta yedi büyük günah; kibir, açgözlülük, şehvet, öfke, haset, tembellik ve oburluk. İslamiyette yedi büyük günah; adam öldürme, zina, şarap, anneye babaya hürmetsizlik, kumar, yalancı şahitlik, dine karşı çıkmak. Yahudiliğin on emrinde de benzer şeyler var. İnsanların hepsi bunların tam tersini yapıyorlar, demek ki Tanrı'yı taktıkları yok. 

- Onların hepsi günahkar evladım, sen bakma onlara, sakın ola doğru yoldan ayrılma.

- Ama Papaz efendi, ben doğruluk yolunda tek başıma kalmaktan korkuyorum.

- Rabbin seni kurtarmasını sessizce bekle evladım, merak etme düşüncelerinden dolayı Tanrı'nın affetmesi için sana dua edeceğim. 

 

24 Aralık 2020 Perşembe

KELİME OYUNU 4

Kelime Oyunu etkinliğimizin bu haftaki kelimelerini sevgili Hanife Ertaş belirledi. Haftanın kelimeleri şöyle:
YEŞİL-ŞİİR-BAHARAT-YOL-SABAH

HAYAT

Gel dedi, seninle bir satranç oynayalım, Hayat. Bir ŞİİR okumuş, belli ki kestirmiş gözüne beni. Hayatın aksine satranç oyununda her şey bellidir, diyormuş okuduğu şiirde. Vezirin, atın, filin, kalenin hatta piyonun ne yapıp ne yapamayacakları. Oysa hayatın kuralı belli olmaz diyormuş, şiirde. Hayat, anlayana dedi, Hayat. Onun da kuralları var, oynamasını bilene. Aman dedim, seninle hiç oyun oynanır mı, sen beni her zaman mat edersin.

Yok, yok hayatı gözünde büyütme o kadar, dedi. Düşünen bir varlık olan bizler, tarih boyunca yaşamı sorgulamış ve kısacık ömrümüzdeki rolümüzü anlamaya çalışmışız. Her SABAH uyandığımızda başımıza neyin geleceğini bilmeden açmışız gözlerimizi hayata. YEŞİL yapraklar, gazele döndüğünde fark etmişiz ömrümüzden bir yıl daha gittiğini. Nice insan yaşadığından habersiz kapatıp gitmiş yaşam defterini. 

Hadi dedi Hayat, kırdaki rengarenk, kocaman bir kelebeğin kanat çırpışını izleyelim. Ya da bir damla suya hasret, tarlada ümitsiz köylünün suya kavuşma sevincini paylaşalım seninle. Çaresiz canlıların çaresi olalım. Yeni şeyler öğrenmek, duygu ve düşüncelerimizi harekete geçirmek için güzel filmler izleyelim, bol bol okuyalım, yazalım. Murathan Mungan'ın dediği gibi, yeri gelir, bir şiir yaşatır her şeyi, yaşamın anlamı solduğunda bazen. İşte bunlardır yaşama anlam veren...

Bir şeyler yapmalı, hayatın akışına kaptırmamalıyız kendimizi dedi, Hayat. Sadece birileri istediği için ya da yapmak zorunda olduğumuz için değil sadece kendimiz yapmak istediğimiz için, bizi mutlu ettiği için, yapalım. Kendi isteğimiz, arzumuz dışında yaptıklarımızla geçen anlar hiç yaşanmamış sayılır, dedi. O yaşanmamış anları çıkart ömründen, şimdi yeniden düşün. Gördün mü, bak. sandığımızdan çok daha kısaymış hayat.

Boş yere uğraşma, sonsuz bir boşluktan ibaret olan hayatın anlamını bulmak için. Bizler olmadan hiçbir anlamı yok ki zaten. BAHARATsız yemeğin tadı tuzu olmadığı gibi yavandır aslında hayat, içine kendimizden bir şeyler katmazsak eğer. Gereksiz, kah monoton kah acılarla dolu ömürlük bir zaman içinde kat ettiğimiz boş bir YOLdur hayat. Sen, ben, bizler doldururuz o anlamsız boşluğu, her birimiz birer minik anlam katarız yaptıklarımızla. Hepimiz güzel şeyler katarak hayata, erişiriz mutluluğa. Ancak böyle güzelleşir dünya. 

Bir kez daha mat etmişti beni, Hayat.  



23 Aralık 2020 Çarşamba

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 70


Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetlerinin 70. Hafta konusunu sevgili Andromeda belirlemiş. 

"Konu ne olursa olsun, kişi ve nesnelere ikinci şans verilmeli mi?"

İşin doğrusu nesnelere ikinci şans nasıl verilir konusuna takıldığımı Andromeda'nın konuyla ilgili yazısına yapmış olduğum yorumda belirtmiştim. Sağ olsun, soruma cevap vermiş ve "Bir ürün aldınız ama memnun kalmadınız. Aynı ürüne ve markaya ikinci bir şans verir misiniz?" diyerek konuya açıklık getirmiş. Doğal olarak konu Deep, yazısında her zamanki neşeli üslubunu kullanarak nesnelerle olan diyalogunu anlatmış. 

Önce nesne tanımındaki "eşya" yı ele almak eğlenceli bir başlangıç olabilir. Evet, yanlışlıkla elimdeki bardağı düşürürsem, bardak kırılır. O kırıldığı için ben de ona kırılırım. Fakat zamanı geri alamadığım için istesem de ona ikinci bir şans veremem. Bunama yaşına gelen bilgisayarım kafayı yer bazen. "Ön bellek bekleniyor" diye bir bilgi çıkar ekranın alt çubuğunda. Bekle bekle bir şey değişmez, ekran donar, sinir olurum. En sonunda kapatır, yeniden başlatırım. Fakat yine aynı numarayı çeker. Yine kapatır açarım. Bu kez düzelir. Yeni bilgisayar alana kadar elimdeki emektara sadece iki defa değil, son nefesini verene kadar şans veririm. 

Gelelim marka ve ürün konusunda ikinci şans verme durumuna: Ünlü markalar, elde ettikleri başarıyı sürdürebilmeleri için kalitelerinden, satış sonrası hizmetlerinden taviz vermezler. Bu yüzden emsallerine göre ürünlerini biraz daha pahalı satmalarını son derece doğal karşılıyorum. Ancak pek çoğu aşırı talebe bağlı olarak ipin ucunu kaçırır ve ürünlerinden ziyade markalarını satmaya başlarlar. Bu yüzden daha az tanınmış markaları denemek isteriz. Bazen hiç umulmadık fiyata kaliteli ürün bulmak mümkündür. Fakat genellikle ucuza aldığımız üründe aradığımızı bulamayız. Ya işlevsel değildir, ya parçası yoktur ya da satıştan sonraki servisi iyi değildir. Bu durumda aynı markanın ürününe ikinci bir şans vermek parayı sokağa atmak demektir bana göre. Sadece beyaz eşya ya da elektrikli ev aletleri değil, giyim eşyası, marketten, tatlıcıdan ya da hırdavatçıdan aldığımız herhangi bir ürün olabilir bu. Tek ürün satan bir dükkan size kötü bir ürün verirse o esnaftan bir daha alışveriş etmeyiz. Diğer taraftan Migros gibi yerlerde alternatif ürünler mevcut olduğu için diğer bir markayı deneriz. Yani marka ve ürün konusunda benim kararım net, ikinci şansları yok maalesef.

İnsan ilişkilerine gelince durum biraz karışık. Eğer karşımdaki insanın yalan söylediğini fark edersem benim için o bitmiştir. Mecbur olmadıkça ilişkimi keserim. Mecbur olmadıkça diyorum, çünkü bazen mecbur kalıyor insan. Özellikle evde tamirat işi olduğunda işini son derece iyi yapan bir usta bulduk diyelim. Adam sürekli oyalıyor, yarın geleceğim diyor yok, yarından sonra diyor yine yok. Onunla iş yapmak bir ölüm. Ama bildiğin diğer ustalar da biliyorsun ki eline yüzüne bulaştıracak. O zaman bile bile gidip işi ona yaptırmak zorunda kalıyoruz.

Askerliğimi yaparken başıma bir olay gelmişti. O olaydan sonra her ne olursa olsun karşı tarafı dinlemenin önemini anlamıştım. Ön yargılı olmadan kişiyi değerlendiririm, eğer beni bir kez daha zor durumda bırakacak bir davranış içerisine girmeyeceğine ikna olursam ona ikinci bir şans verebilirim. Fakat söz konusu davranışının onun bir karakteri olduğunu düşünürsem, imkanım varsa arkamı döner giderim. Eğer yoksa ondan uzak durmaya çalışırım. Özetle, her olayı ayrı değerlendirir, karşımdaki insana ikinci bir şans verilip verilmeyeceğine karar veririm.  

AĞAÇ EV SOHBETLERİ GEÇMİŞ HAFTALARIN KONU BAŞLIKLARI İÇİN BKZ  

20 Aralık 2020 Pazar

ÇOCUKLUĞUMUN KOMŞULARI # 11 (FİNAL)


Doğduğum evin tam karşısında iki katlı bir ev, mahallemizde ailecek küs olduğumuz, yani karşılaşsak dahi başımızı çevirdiğimiz insanların yaşadığı tek evdi. Çocukken bu insanlarla neden konuşmadığımızı bilmez, bu konuda bir soru sormak dahi geçmezdi aklımızdan! Anneannem yaşlarında oldukça kilolu bir kadın, kocası, yetişkin çocukları yaşardı bu evde. Kadının gerçek adının Hesna olduğunu yıllar sonra öğrenmiştim. Biz ona hep ailecek Sazana derdik. Sazana o kadar şişmandı ki, yürürken kalçaları sahilde fırtınaya tutulmuş bir sandalın yalpalamasını andırır, evinin çift kanatlı kapısında yan dönerek kocaman göbeğini içeri zor sokardı. Bu düşmanlığın ve nefretin nedenini hiç sorgulamadan geçti ilk çocukluğum. Kötü insanlardı onlar. Hele o Sazana; evimizin önünde oyun oynamamıza kızar, söylenir, kazayla pencerelerinin önündeki çiçek saksılarını koyduğu sahanlığa topumuz kaçsa, sallana sallana gidip mutfağından bir bıçak alır ve bize göstere göstere keserdi topumuzu. Önceden hazırlayıp plastik bir leğene doldurduğu suyu kapısının önünde oynayan çocukların üzerine aniden boşaltır, "Hadi cehennem olup gidin, başka yerde oynayın, Allah'ın cezaları." derdi. 

Kocası iyi bir adama benziyordu ama bizim ailede onun da adı iyi anılmazdı hiç bir zaman. "Eşek Adam" derdik. Kapılarının önüne bağladığı bir eşeği vardı. Muhtemelen bu yüzden bu isim verilmişti kendisine. Gerçek adı Mustafa'ydı. Her gün eşeğini alıp bir yerlere gider, akşam olunca evine geri dönerdi. Evlerinin yan tarafında ahşap eski kapının arkasında eşeğini koyduğu bir ahır vardı. 

Büyük kızları Seher bir bankacıyla evlenmişti. Gelin olarak el öpmeye annesinin evine geldiğinde çocuk merakıyla perdeyi aralayıp gizlice onları izliyorduk. Büyüklerimiz bize kızmış hemen perdeyi kapatıp camdan uzaklaşmamızı istemişlerdi. On yaşındayken, canımdan çok sevdiğim dedemin hastalığı iyice ilerlemiş, artık son günlerini yaşıyordu. Çevresindekileri tanımaz hale gelmişti. İçimde anlatılmaz bir sıkıntı vardı, ümidimi kaybetmemeye çalışıyordum. Ölümünden bir gün önce Sazana ve Eşek Adamı evimizde görünce gözlerime inanamadım. Geçmiş olsun ziyaretine gelmişlerdi. Kendinde olsaydı, onları muhtemelen bastonuyla kovacağını düşünüyordum dedemin. Onu kaybettikten sonra çok ağlamıştım. Dedemin ölümünden sonra ailelerin inanılmaz derecede samimi olması, birbirlerine gidip gelmeleri beni fazlasıyla şaşırtmış ve yaralamıştı. Benim gözümde onlar hala Sazana, Eşek Adamdı. Sevgili Dedem mi fazla gelmişti onlara...

Yıllar sonra ilk kez gerçeği eşimden duyduğumda şok olmuştum. Annem de yeni öğrenmiş, belli ki bana söylemeye cesaret edememişti. Meğer bizim Eşek Adam dediğimiz kişi, anneannemin öz be öz kardeşiymiş. Sazana'dan önce yaptığı ilk evliliğinde annem dünyaya gelmiş fakat eşi henüz lohusayken merdivenlerden düşerek hayatını kaybetmiş. Kafam iyice karışmıştı. Yani annemin gerçek babası, benim yıllarca dedem dediğim kişi değil, Eşek Adam'mış. Dedem ve anneannem, annemi evlatlık alıp nüfuslarına geçirmişler. Eşek Adam, annemin hem öz babası, hem de öz dayısıymış. Sazana, Eşek Adamla ikinci evliliğini yaptıktan sonra üç çocukları olmuştu. Seher, Hasan ve Cemal. Aslında eskiden aileler arasında su sızmazmış. Bu yüzden doğan üçüncü çocuklarına dedemin adını koymuşlar. Araları açılınca çocuğun adını Cemal olarak değiştirmişlerdi. Cemal'in nüfusunda hala dedemin adı yazılı. Bir anda üvey de olsa Seher Teyzem, Hasan ve Cemal dayılarım olmuştu. Hepsi evlendiler çoluk çocuğa karıştılar. Fakat ne de olsa eski günlerin soğukluğunu hiçbir zaman üzerimden atamamıştım. Dedem öldükten sonra Mustafa Dedem (derken hala rahatsızlık duyuyor, dedeme ihanet etmişim gibi geliyor) beni ve kardeşlerimi eşeğine bindirerek yakınlık kurmaya çalıştı. Liseye giderken bankacı olan Hasan Dayım beni evlerinde Ticaret dersi çalıştırmıştı. Bütün sevgi gösterileri bana yapmacık geliyordu. Cemal Dayım çalıştı, didindi, kendi işini kurdu. Türkiye'de marangoz makinası imalatı yapan tanınmış bir sanayiciydi. Seher Teyzem genç yaşında kocasıyla birlikte Alzheimer hastası oldular. Bu hastalık büyük oranda genlerle geçtiği için canım sıkılmıştı. Oysa yüz yaşına kadar yaşayan anneannemin ve onun bütün kardeşlerinin öldükleri güne kadar akılları yerindeydi. Seher Teyzem Muhtemelen Sazana'dan gelen genleri taşıyor olmalıydı.     

ÇOCUKLUĞUMUN KOMŞULARI # 10


Bakkal Niyazi'nin yanındaki evi geçiyorum. Doğduğum evin tam karşısındaki o ev, bu yazı dizisinin finalini hak ediyor zira. Onun bir yanındaki evde Kalaylılar otururdu. Kalaylı ismin nereden geldiğini bilmiyorum. Oldukça kalabalık bir nüfusa sahip bu ailenin aklımda kalan en önemli kişisi Kalaylı Necla'ydı. Mahallemizin sıradan kadınlarından biriydi. Yanağında derin bir kesik izi, yüzünde eksilmeyen bezginlik vardı. Küçük İhsaniye Camisine çıkan yokuşun köşesindeki iki katlı bir evde yaşıyorlardı. Kocasının ismi çıkmış aklımdan. İkinci katın kapalı balkonunda devamlı içki içen, üzerine giydiği beyaz atletle aşağı doğru sarkıp sokaktan geçenlere laf atan serseri kılıklı biriydi. Elliye yakın yaşlarda, çalışkan bir kadın olan Kalaylı Necla'nın, evlerinin önündeki çeşmeden teneke kovalara su doldurduğu bir görüntü geçiyor şimdi gözlerimin önünden. Sokak çocuklarının birbirleriyle dalaşması sonucu başlayan komşu kavgalarına karışmasına şahit olmuştum birkaç kez. Yine de bu cefakar kadın hakkında olumsuz bir şey söyleyemem. Bir kızları ve bir sürü oğlan çocukları vardı ailenin. Oğlanların hepsi de yanlarında bıçak taşıyan belalı tiplerdi. Bu yüzden Kalaylılara bulaşmak her babayiğidin harcı değildi. En büyüklerinin adı Erdinç'ti, evlendikten sonra üst katta kendilerine bir oda verilmişti. Çok geçmeden bir çocukları oldu. Onun bir küçüğü Hüsaçi (Hüseyin) gizemli biriydi. Bir işte çalışıp çalışmadığını bilmiyordum. Onun bildiğim tek merakı teraslarında güvercin beslemekti. Değişik türde eğittiği güvercinlerin başkalarına ait güvercinleri tavlayıp kümesine getirmesiyle övünürdü. O güvercinlerin gökyüzünde süzülmelerini, takla atmalarını, türlü hünerlerini göstermelerini izlemek büyük bir zevkti onun için gerçekten. Her zaman başı hafif yana yatık gözleri havada dolaşırdı. Hüsaçi'nin bir ufağı Mehmet, nedense içlerinde en mazbutları gelirdi bana. Bir oto tamircisinde çalışıyordu. En küçükleri Rıfat benden bir yaş küçük, şımarık, haşarı bir çocuktu. Bütün oyunlarda hile yapar, mızıkçılık çıkarırdı. Çevresinin ona nefretle bakması sonucunu doğuran bu davranışlarının sebebi, muhtemelen abilerine olan güveninden kaynaklanıyordu. İlkokulu bitiremedi. Abileri onu bir elektrikçinin yanına çırak verdiler. Birkaç ay sonra bir gün, sokağımız ortalığı inleten feryat sesleriyle sarsıldı. Kalaylıların evinin önünde büyük bir kalabalık toplanmıştı. Evden fırlayıp ne olduğunu anlamaya çalışırken Kalaylı Necla'nın kendini yerden yere attığını görmüştüm. Rıfat'ı elektrik çarpmış, kurtaramamışlardı. Benimle yaşıt olan tek kız evlatlarının adı Devlet'ti. İlkokulda aynı sınıftaydık. İlk yılda sınıfta kalmış, yollarımız ayrılmıştı. Esmer, içine kapanık sessiz bir kızdı. Uzun yıllar kendisinden haber alamamıştım. Öğrendiğime göre daha sonra evlenmiş ve kızı doktor olmuştu. Hoş bir his kaplamıştı içimi. 

Yokuşun alt tarafında diğerlerinden farklı betonarme iki katlı bir ev vardı. Orada oturanlar hakkında pek bir şey kalmamış aklımda. Ama onların alt tarafındaki Şaver Hanım'ı unutmam mümkün değil. Altmış yaşlarında çakır gözleri derin göz çukuruna gizlenmiş, sarkık yanakları horozun ibikleri gibi iki yana sarkık, dağınık saçlı, ağzında diş kalmamış, gerçekten de çirkin sıfatını sonuna kadar hak eden bir kadındı. Çocuklar onu gördüklerinde annelerinin eteklerine saklanır, ağlamaya başlardı. Bu durum karşısında o çocuklara çıkışır, "Ne kaçıyorsun, ben senin annenden daha güzelim." demekten geri durmazdı. Her gün bakkala gitmek üzere çıktığı yolda mahallenin küçük çocukları onu görür görmez evlerine kaçarlardı. Aslında zararsız, kendi halinde acınacak bir kadıncağızdı. Kırkına merdiven dayamış bekar oğluyla birlikte yaşardı. Oğlunun bir at arabası vardı. Arabaya kah meyve, sebze kasalarını yükleyip seyyar manavlık yapardı, kah sokak aralarını gezip hurda toplardı.

Gelecek bölümde son olarak bir aile dramından, karşı komşumuzdan bahsedeceğim. 

19 Aralık 2020 Cumartesi

ÇOCUKLUĞUMUN KOMŞULARI # 9


Karşı sıramızda birbirine sırtını dayamış iki katlı evlerin hepsinin planı birbirinden oldukça farklıydı. Fatma Teyze, her akşam başından eksik etmediği beyaz başörtüsüyle kapısının önündeki merdivenlere oturup gelen geçeni seyreden, sessiz, sakin, yalnız ve yaşlı bir kadındı. Kırışık yüzündeki sıcak gülümseme kendisiyle bütünleşmişti adeta. Beş altı basamakla çıkılan giriş kapısının altında kışlık yakacağını koyduğu ahşap kanatlı küçük bir bodrumu vardı. Kapıdan içeri girildiğinde beton tabanlı bir hol arka bahçeye açılırdı. Bahçenin yarısını kaplayan iki katlı küçük daire bozuntusunu kiraya vermişti. Oradan elde ettiği gelir sayesinde ele güne muhtaç olmadan yaşamını sürdürmekteydi. Bahçeye sonradan ilave edilen bu yapının altında küçük bir mutfak, dışarıdan merdivenle çıkılan üst katta ise tek gözlü bir oda vardı. Kiracısı Niğdeli bir aileydi. Babaları İsmail Efendi, Kore gazisi, emekli polisti. Kısık sesle konuşan efendi bir adamdı. Ayşe Abla, kocasının tam aksine anlaşılmayacak derecede hızlı konuşan fakat içinde hiç kötülük barındırmayan bir kadındı. Üç kızından en büyüğü Gülşen biraz safçaydı, siyah tenli biriyle evlendi eski Mabel çikletlerinin üzerindeki Arap kızına benzeyen şirin bir kızı oldu. Serpil benden bir yaş büyük, zeki bir kızdı ancak bir süre kendi sağlık sorunlarıyla uğraştı ve bu yüzden liseye giderken bir yıl rapor almak zorunda kaldı. Daha sonra bir bankaya girip oradan emekli oldu. Eşimle ve kız kardeşimle iyi anlaşıyorlardı. Eşime talip olduğum vakit memleketten çok uzaklardaydım, bu niyetimi kendisine ulaştıran kişi olması bakımından hayatımda önemli bir yer tutar. Ancak sonradan öğrendiğime göre eşimle arkadaşlığı bozulacak diye arada kalmaktan çok korkmuş o zaman. "Ben sadece aracıyım, yanlış anlama" deyip durmuş eşime. Serpil de iyi bir evlilik yapabilirdi fakat bekar kalmayı tercih etti. Halen annesi ve kız kardeşi ile birlikte başka bir semtte yaşıyor.  Ailenin en küçük kızı Sevgi, saf, garip bir kızdı. Küçük yaşlarından beri ezberi çok iyiydi, güzel dedikodu yapardı. Her eve girer, dedikoduluk malzeme toplar ve büyük marifetmiş gibi duyduklarını yaymaktan çok hoşlanırdı. Boğazına düşkündü. Komşu evlere dalar hoşuna giden, canının çektiği ne varsa çekinmeden isterdi. Temizlik hastasıydı. Günde elli kez sabunla yıkardı ellerini. O tuhaflık halleri halen devam ediyor, bu durumda evlenemezdi, evlenmedi. 

Yan taraftaki iki katlı evin hatırası büyüktür bende. Kapıdan içeri girildiğinde beton zeminli holün karşısında mutfak olarak kullanılan yerde, taştan bir eviye ile ocak, buraya açılan kapının arkasında da sokağa cephesi olan küçük bir odası vardı bu evin. Holün karşı kapısı merdivenle üst bahçeye çıkar ve oradan bir kapıyla yukarıdaki iki odaya geçilirdi. Evin ön cephesini kaplayan iki pencereli oda misafirlerin ağırlandığı yerdi. Arka taraftaki oda ise sadece Hatice Nineye aitti. Onu geniş bir yer minderinin üzerine bağdaş kurmuş, elindeki kahve cezvesini önündeki mangalın külüne gömmüş haliyle hatırlarım. Hatice Nine, doksan yaşının üzerinde kara kuru bir kadındı. Başında siyah başörtüsü, siyah giysiler içinde kurudukça küçülmüştü sanki. Girit adasında doğmuş, mübadeleden önce ailecek Türkiye'ye göç etmişlerdi. Anneannemle anneleri ayrı, babaları birdi. Birinci sigarası içerdi. Hiç unutmam, henüz ilkokula başlamamıştım. Elime beş lira verip beni Orhan Bakkal'a sigara alamaya göndermişti. Bakkalın önüne geldiğimde sımsıkı tuttuğum avucumu açtığımda paranın yerinde yeller estiğini görmüştüm. O zamanlar beş lira büyük paraydı tabii. Çok fazla sorun olmadı herhalde ki ondan sonra neler yaşandı hatırlamıyorum. Hatice Nine, doğum yaptıktan kısa bir süre sonra kızını kaybetmişti. Damat da sırra kadem basınca torunu Fatma'yı büyütmek yaşlı Hatice Nine'ye düşmüştü. Bildiğim kadarıyla hiçbir gelirleri yoktu, muhtemelen dedemler destek olurdu onlara. Hatice Nine öldükten sonra Fatma, anneannemin üzerine titrediği bir çocuk olarak büyüdü. Adeta annemin küçük kız kardeşi, bizim hakiki ablamızdı. Benden on yaş büyüktü, on yedisinde Ahmet adında Diyarbakırlı bir komiserle evlendi, eşi emekli olana kadar görevleri gereği yurdun değişik yerlerini dolaştılar. Üç çocukları oldu. Ayşegül, Belgin ve Cengiz. Anneannemin bütün çocukların doğumlarında Fatma Ablamın yanına koştuğunu hatırlıyorum. Fatma Ablamız böbrek yetmezliğinden genç yaşta aramızdan ayrıldı.