KATEGORİLER

14 Şubat 2021 Pazar

REZONANS KANUNU - PIERRE FRANCKH


Kitabın Adı: Rezonans Kanunu

Yazar: Pierre FRANCKH

Sayfa Sayısı: 208

Yayınevi: Koridor Yayıncılık

Çeviren: Bengisu AKİPEK

Türü: Kişisel Gelişim

Termodinamik, rezonans, kuantum fiziği konularının ilgimi çektiği dönemde kitapçının birinde görmüştüm bu kitabı. İlk önce ilgimi çeken adı oldu. Sayfalarını karıştırdığımda tamam dedim, işte aradığım kitap! Zira, fizik, kimya ve uzay bilimin ilgi alanına giren rezonansın, felsefe, psikoloji ve sosyoloji dallarında da kendine yer bulduğunu fark etmiş, bu konu üzerinde yazmaya devam edeceğimi belirtmiştim. Doğrusunu söylemek gerekirse "Rezonans Kanunu" kitabını alırken türünün kişisel gelişim olduğunu bilmiyordum. İlgi alanım dışındaki kitabın ilk yarısını kendi adıma tatmin edici bulsam da kalan kısmına farklı bir gözle baktığımı ifade edeyim.

Önce biraz yazardan bahsedeyim. Pierre Franckh, önceden adını duymadığım, 1953 doğumlu bir Alman. Aslında tam bir sahne adamı. 6 yaşındayken çıkmış sahneye. 1963 yılında, yani henüz on yaşındayken, "Das Haus in Montevideo - Montevideo'daki Ev" adında uzun metrajlı bir filmde rol almış. 350'den fazla TV yapımında imzası var, tanınmış kanallarda iz bırakan sunuculuk deneyimleri olmuş. Aslında Franckh, 2004 yılına kadar bir aktör, seslendirme sanatçısı, yönetmen, yapımcı. "Aşkta Mutluluk Kuralları" adıyla dilimize çevrilen kitabıyla yazarlığa ilk adımını atıyor ve kitap, Stern dergisinin en çok satanlar listesine girmeyi başarıyor. Bundan sonraki döneminde kişisel gelişim, motivasyon koçluğu ve yazarlığı ön plana çıkıyor. Benzer konularda birçok kitabı var yazarın. Bugüne kadar iki milyonu aşkın baskı sayısıyla ezoterik alanda en başarılı Alman yazarlarından biri olarak gösteriliyor. 

Milyonları etkileyen yazarın aldığı eğitime dair hiçbir bilgiye rastlamadım. Bu arada çeviriyi başarılı bulduğumu belirtip kitaba döneyim. 

Pierre Franckh, "Rezonans Kanunu" adlı eserini yazmadan önce dünyada pek çok bilim adamıyla görüşmüş. Kitabın kısa bölümlerinden her biri farklı yazar, düşünür ve bilim adamlarının veciz sözleriyle başlıyor. Daha önceki yazılarımdan birinde "rezonans" olayını dıştan gelen herhangi bir etkinin (fiziki ya da manyetik kuvvet, dalga, ses, rüzgar, duygu, düşünce) frekansı ile nesnenin doğal frekansının uyumu olarak tarif etmiştim. Canlı, cansız her maddenin sürekli titreşim halinde, birer enerji yığını olduğunu biliyoruz. Bütün maddeler, kendilerine has bir titreşim kimliğine, yani doğal frekanslara sahip. Kainatı oluşturan bütün atomlar, hücreler birbiriyle etkileşim halinde.

Yapılan bilimsel deneylerden elde edilen sonuçlara göre, kalbimizde (EKG - Elektrokardiyogram) yöntemiyle ölçülen elektrik dalgalarının gücü, beynimizin yaydığı (EEG - Elektroensefalografi) yöntemiyle ölçülen elektrik dalgalarının gücünden  60 kat, kalbimizin yaydığı manyetik enerji ise beynimizin yaydığı manyetik enerjinin tam 5.000 katıymış. Buradan hareketle yazar, eğer insan türünün kainatta gelmiş, geçmiş her şeyi değiştirebilecek kudrete sahip olduğunu savunuyor ve inandığı takdirde bu gücünü rahatlıkla kullanabileceğini belirtiyor.

Yazar bu gücün pozitif enerji yayarak, isteklere odaklanarak ve onlarla etkileşim kurarak kullanabileceğini belirtirken hızını alamayıp bir de bunun formülünü açıklıyor! Mesela 8.500.000.000 kişilik dünya nüfusunun tamamını etki altına almak için transandantal meditasyon yapan ya da dua eden 9.220 kişinin kafi geleceğini iddia ediyor. (Formül şu: Etkilenmesi istenen toplam nüfusun yüzde birinin kare kökü) 

Ben insanın kendisi ve çevresi üzerinde etkisi olan yegane organın beyin olduğunu düşünüyorum. Yazarın, düşünce ve sorgulama merkezi olarak beyni, duygu ve inancın merkezi olarak da kalbi görmesi beni ikna etmedi. İçinden çıkamadığı ruhsal sorunları olanlar, kendine olan güvenini kaybedenler kitabı okuyarak hayata bakış açılarını değiştirebilirler belki. Fakat "Rezonans Kanunu" kitabının bana kişisel gelişim adına bir katkı sağlamadığını söylemek isterim. Diğer taraftan, hiçbir eğitimi olmayan eski oyuncu, sunucu, programcı yazarımızın bu tür konulara el atarak kendini ziyadesiyle geliştirmiş! olduğu gayet iyi anlaşılıyor!    

13 Şubat 2021 Cumartesi

AYA GİDİYORUZ

Ermenistan First Lady'si Madam Anna Hakobyan'ın pek muhterem eşi Nikol Paşinyan vefat etmişti. Hakobyan üzüntüden karalar bağlarken sevgili eşinin anıt mezarının başına oturmuş, iki gözü iki çeşme ağıt yakıyordu. Bütün komşuları, arkadaşları, dostları ve kendisini sevenler ellerini önlerine bağlayıp bu dramatik anı sessizce izlemeye koyuldular.

Hakobyan'ın kocası Nikol'a yaktığı ağıt herkesin içini parçalıyor, gözlerini yaşartıyordu:

"Ah Nikol Efendi ah... Sen ne güzel, ne alim bir adam idin... Upuzun boyun var idi, cümle alem yoluna kurban olur idi..".

İngilizce'yi sular seller gibi bilir idin. Fransızca, Almanca fevkalade konuşur idin...

Sen şiirden, edebiyattan, ekonomiden, dış politikadan çok iyi anlar idin...

Yollar, köprüler, hava meydanları, hastaneler, köşkler, saraylar yapmış idin...

Madam Hakobyan'ın Nikol'a sıraladığı övgüler bir türlü bitmek bilmiyordu.

"Ah Nikol Efendi ah... Hiçbir şeyi beğenmemiş, yenisini yapmış idin... Adaleti, eğitimi, orduyu dağıtmış, kafana göre yeniden var etmiş idin... 

Sen vardan yok ettiğin devletimizi yeniden kurmuş, yeniden kuruluş anayasası yapmış idin... Uzaya liman tesis etmiş, şanlı bayrağımızı da aya diktirmiş idin..."   

Töreni izleyenler sabırla kadının sözlerinin bitmesini beklerken Madam susacağa hiç benzemiyordu. Sonunda içlerinden biri dayanamayıp patladı.

"Yapma be Madam Hakobyan, amma da büyüttün yahu! Nikol'u hepimiz tanırız, yaptıklarını, yapmadıklarını iyi biliriz. Rahmetli hiç de dediğin gibi bir adam değil idi. Mesela hiçbir dil bilmez idi. Güzel konuşur idi ama diploması yok idi. Devleti yok etmiş idi ama yeniden kafasına göre kurmaya ömrü vefa etmemiş idi. Ne uzaya liman tesis etmiş, ne de bayrağımızı aya dikmiş idi..."

Madam Hakobyan adamın sözlerini duyunca hemen ağlamayı kesti. Başını kaldırıp gururla şöyle cevap verdi:

"Olsun... Hepsine heves etmiş idi..."

Resim: https://www.medyarota.com/

SON DANS BÖLÜM 13

Hafif müziğin yankılandığı salonda yan tarafta gençlerin boşalttığı yere orta yaşlı üç kişi gelip oturdu. Öğleye doğru işyerlerini erken terk edenlerin birbiri ardına doldurduğu masaların arasında mekik dokuyan beyaz ceketli genç garson, masadan masaya koşturuyor, aldığı siparişleri yetiştirmekte zorlanıyordu.

Esther, Selma'nın sözlerini duymamıştı bile. Kendi aleminde fonda çalan The Sounds of Silence şarkısına yoğunlaşmıştı, yorgun gözleri masaların arasında dolaşırken hafiften bir hüzün kapladı içini. Sessizliğin sesine sadece çatal ve bıçak sesleri eşlik ediyordu. Salon hınca hınç dolmasına rağmen sohbet sesleri kesilmiş, çevresindeki insanlar açlıktan çıkmışçasına önlerine gelen yemeklere yumulmuştu. Bir an, yan masada oturan iki kadının konuşmalarını dinledikleri hissine kapılıp telaşlanmıştı ama etrafına bakınca salonu saran tuhaf sessizliğin sebebini anlaması fazla uzun sürmedi. Siparişlerinin alınması için garsonun gelmesini bekleyen çevreleri kalabalık içleri yalnız kadınlar, kendilerinden geçmiş, müstehzi gülümsemelerini gizlemeye gerek duymaksızın ojeli parmaklarını sanal alemin tuşları üzerinde gezdiriyorlardı. Çatal, bıçak tutan eller içgüdüleriyle harekete geçiyor, otomatik olarak açılan ağızlara birer lokma bıraktıktan sonra onlarca alt çene, ahenkli bir sessizlik içinde bir aşağı bir yukarı hareket etmeye başlıyordu. Yedikleri yemeğin tadına varmadan birer robot gibi sadece karınlarını doyurmaya çalışan güruha baktı boş gözlerle. Birbirlerine ne kadar çok benziyorlardı. Bunlara düşünürken aniden hareketlendi.

- Yalvarırım, sen de diğerleri gibi olma!

Esther’in beklenmedik tepkisine anlam verememişti, Selma. Masanın üzerine koyduğu telefonunu almasını engelleyen Esther’e dikti gözlerini.

- Nasıl yani, ne yaptım ki? Esther, iyi misin sen?

- Evet, Selma hem de çok iyiyim. Bak, biz buraya sohbet etmeye geldik, öyle değil mi?

- Eveeet, ne var ki bunda? 

Esther, diğer masaları gözüyle işaret ederek arkadaşının kulağına eğildi.

- O zaman bundan uzak duracaksın. Şunların haline bak! Hepsinin elinde birer telefon, birbirleriyle paylaşacak hiçbir şeyleri kalmamış!  

Esther'in alışılmadık bu davranışı Selma'nın tuhafına gitmişti. Endişe içinde gözlerini açıp telefondan elini çekti. Sesi titriyordu.  

- Senin sinirlerin iyice bozulmuş, Timur'un resmini gösterecektim sana. 

Esther, utancından kıpkırmızı kesilmişti. Yer yarılsın, içine girsindi. Bir süre ne yapacağını bilemedi. Pişmanlık içinde sızlanmaya başladı.

- Ah, öyle mi? Kusura bakma, kabalık ettim. Ne olur, ne olur, affet beni! Ellerini yüzüne kapadı. Gözlerinden yaşlar boşalırken Selma'nın uzattığı kağıt mendili alıp yüzünü sildi. Nefes almakta zorluk çekiyordu. İşte görüyorsun, dedi. Bütün sorun bende. Kemal'in hiçbir suçu yok. Beni anlayan tek dostumdun sen. Şu yaptığıma bak! Seni de kaybedersem, inan ki yaşayamam. Kendimi çok yalnız hissediyorum, dayanacak gücüm kalmadı artık...

- Canım benim, seni çok iyi anlıyorum. Sen merak etme, durumunu biliyorum, bak her şey yoluna girecek. Unutma, ben hep senin yanında olacağım. Göreceksin, Cevdet Bey'in dediklerini yapar, verdiği ilaçları kullanırsan, her şey yoluna girecek. Kalk hadi, gidip lavaboda yüzünü yıkayalım, sonra eve gideriz. Gece hiç uyuyamadığını söyledin, yalnız bırakmam seni bu şekilde. 

***

Elindeki kırmızı lazer ışığını kullanarak sunumuna devam eden Mr. Knudsen’in yönlendirmesiyle pazarlamaya çalıştıkları jeneratörlere ilişkin resim, şema ve teknik bilgileri bilgisayarından perdeye yansıtan Anna, odanın loşluğundan faydalanıp sinsice yanındaki adama sokulmaya devam ediyordu. Burnunun dibinde dalga dalga yayılan hoş parfüm kokusu aklını başından almıştı Kemal'in, aralarındaki mesafe sıfıra indiğinde, ani bir hamleyle oturduğu tekerlekli koltuğu sürükleyip kendini iyice duvarın dibine çekti. Pençesine aldığı avının çaresizliği karşısında iştahı kabaran bir panter edasıyla yakışıklı adamı ısrarla sıkıştırmaya devam eden Anna, perdeye yansıttığı her sayfanın ardından başını Kemal'den yana çeviriyor, yüzünde, davetkâr bir gülümseme beliriyordu. Gözlerini perdeden ayırmayan Kemal, Hans’ın anlattıklarını artık takip edemez duruma gelmişti. Anna'nın bir sonraki hamlesini merak ediyor, işi daha da ileri götürmesi durumunda nasıl bir tepki vereceğini düşünüyordu. Böylesine güzel bir kadının ilgisine hiçbir erkek kayıtsız kalamazdı. O da bir erkekti neticede, ister istemez etkilenmişti bu yakınlaşmadan. Fakat bütün bunların kuruntudan ibaret olduğuna inandırmak istiyordu kendini. Yok artık daha neler, diye geçirdi aklından. Böyle ulu orta, herkesin önünde olacak şey değil ki bu. Kimse kalkışamazdı böyle bir çılgınlığa.

Çok geçmeden yanıldığını anlamıştı. Güzel sarışın masanın altından uzun bacaklarını adamın ayaklarının arasına uzatmıştı bile. Kemal, duvara yapışmış, kaçacak bir yeri kalmamıştı. Yüzünü ateş bastı. Yapacağı en küçük bir hata başına büyük dertler açabilirdi. Artık bu işe bir son vermek gerekiyordu. Kısık sesle uyarmak istedi kadını.

- Was haben Sie vor?!! * 

Olan olmuş Kemal'in sesinin ayarı kaçmıştı. Perdeden gözlerini ayırmayan Ümit ve masanın etrafındakiler aynı anda arkaya çevirdiler başlarını. Anna, özür dileyip hemen toparlandı ve sanki hiçbir şey olmamış gibi bilgisayarının başına döndü. Kısa süren sessizlikten sonra Hans, kaldığı yerden devam etti sunumuna.

Hans'ı takip edecek durumda değildi artık Kemal. Perdeye yansıyan şekillere dalgın gözlerle anlamsızca bakıyordu sadece. Ona soracağı bütün zor sorular aklından uçup gitmişti çoktan. Keşke ilk kararımdan dönmeyip toplantıya katılmasaydım diye geçirdi kafasından. Sabahleyin, Yönetim Kurulu Başkanından yediği fırça, mecburen değiştirmişti kararını. Anna’nın böyle bir şeye cüret etmesi olacak iş değildi. Hans’la birlikte ikisini de kapı dışarı atmak en mantıklısıydı. Ama, ya sonra? Anna'nın böyle bir şeyi yaptığına kim ihtimal verirdi ki? Ümit buna asla inanmaz, anında ortada bırakıverirdi onu. Hatta bununla yetinmeyip daha da ileri gider, özellikle güzel kadının yanına oturduğunu söyler, bütün çalışanlara olayı tamamen farklı şekilde anlatırdı. Hans desen, asistanının istem dışı yaptığı küçük bir ayak sürtmesini olmadık yerlere çektiği için onu suçlardı muhtemelen. Haftalardır emek verdiği projenin bir anda güme gitmesi işten bile değildi. Yaşadığı bu olayın Feridun Bey’in kulağına gitme ihtimalini düşününce içi daraldı. Böyle bir durumda bir gün dahi kalamazdı şirkette. Zihnini kurcalayan bu düşünceler arasında toplantının ilk bölümü sona erdi. Ümit pencerenin dikey şerit perdesini aralamak için yanındaki çubuğu çevirince gün ışığı aydınlattı odayı.  

* Was haben Sie vor?: (Almanca) Ne yapmaya çalışıyorsunuz? 

Devam edecek



11 Şubat 2021 Perşembe

SON DANS BÖLÜM 12

Rainbow Cafe'nin cam kapısını itip içeri girer girmez sol tarafta, salonun en kuytu köşesindeki boş masayı gözüne kestirdi. Çeşit çeşit pasta, cupcake, makaron ve  muffinlerin sergilendiği uzun vitrin dolabının yanından geçti. Üstünden pardösüsünü çıkarıp sandalyenin sırtına astıktan sonra köşedeki kanepeye bıraktı kendini. Hemen yanında biten beyaz ceket ve siyah papyonlu genç garsondan açık bir çay getirmesini istedi. Yan masada, neşe içinde sohbet eden gençleri, biraz ötede kafa kafaya vermiş dedikodu yapan orta yaşlı iki kadını, giriş kapısının hemen yanında kahvesini yudumlayan kır saçlı, yalnız adamı izledi. Başını pencereden dışarı çevirdi, gençler, yaşlılar ve çocuklardan oluşan insan yığınları caddenin bir ucundan diğerine akıyordu. Birbirine benzemeyen nice hayat öyküleri, umutları, acıları, farklı hedefleri vardı bu insanların. Kendisi de onlardan biriydi işte!

Çiçek desenli porselen şık bir fincan içinde sunulan çayla birlikte tabağın kenarında, beyaz renkli, üçgen katlanmış kaliteli kağıt peçetenin üzerinde ikramlık iki minik kurabiyeyi itinayla masanın üzerine bırakan garson, "Afiyet olsun" deyip ayrıldı. Az önce doktora içini dökmüş, biraz rahatlamıştı ama yine de eşini doktora şikayet etmesinden, çektiği sıkıntıların tek müsebbibi olarak onu suçlamasından ötürü huzuru kaçmıştı. Yaşadığı sorunlardan Kemal'in haberi olsaydı onu hiç yalnız bırakır mıydı? Yeniden aklı karışmış, içini hafiften bir pişmanlık duygusu kaplamaya başlamıştı. Çayından bir yudum aldıktan sonra derin bir nefes aldı. Doktorun babacan tavrı onu adeta büyülemişti. Biraz da babasına benzettiği top sakallı profesör karşısında bir yumak gibi çözülmüş, kimseye anlatmadığı sırlarını bir çırpıda anlatıvermişti. "Güven bana, söz veriyorum, seni iyileştireceğim." sözünü ne kadar iddialı bulsa da müthiş bir güven duymuştu Profesöre. Daha önce kapısını aşındırdığı doktorların hiçbirinden bu tarz sözler işitmemişti. En ümitsiz anında, içinde sönmeye yüz tutmuş ateş yeniden alev almıştı. Arkasını kanepeye yaslayıp kapattı gözlerini, önce Kemal'i düşündü, sonra doktorun sözlerini... 

Omzuna dokunan bir dost eliyle irkildi. Ağırlaşmış göz kapakları aralandı. 

- Hey, iyi misin? Selma, düşten uyanırcasına irkilerek gözlerini açan Esther'e meraklı gözlerle bakıyordu.

- Ah, kusura bakma Selmacım. Gel, yanıma otur şöyle. 

- Seni bu şekilde görünce çok korktum. Gözlerin şişmiş, dur bakayım, ağladın mı sen? 

- Merak etme iyiyim, uykusuzluktandır. Sabaha kadar gözümü kırpmadım, nasıl olduysa birden içim geçmiş. Hay Allah! hem de milletin içinde, rezil oldum.

- Yok canım, herkes kendi havasında, boş ver sen milleti şimdi. E, ne oldu? Kemal eve hiç gelmedi mi yoksa?

- Sabaha karşı geldi, saat sekiz olmadan yine kalkıp işine koştu. Almanlarla toplantısı varmış, hepi topu üç saat uyuyabildi ancak. Bu işin sonu nereye varacak, bilmiyorum.  

- Sıkma canını, hep böyle gidecek değil ya. Hasan da eskiden aynı abisi gibiydi. İşleri batırdıktan sonra huzura erdik. Para, mal, mülk hepsi boş şeyler. Elimizdekileri yitirince bunalıma girmiş, o bildiğin hoş sohbet, neşeli Hasan gitmiş, dünyaya küserek içine kapanmış bambaşka bir adam gelmişti yerine. Bizim de gitmediğimiz doktor, çalmadığımız kapı kalmadı. Neler çektim bir ben bir de Allah bilir. Timur yeni doğmuştu. Bebeğe mi bakayım, kocamla mı uğraşayım, elde avuçta ne varsa kaybettiklerimize mi yanayım bilemiyordum. Ah, Allah o Cevdet Bey'den razı olsun, ne etti nasıl etti bilmiyorum ama kocamı birkaç ay içinde kendine getirdi. Sahi, Cevdet Bey'i nasıl buldun?

- Şey, bilmiyorum. Doktoru sevdim evet ama benim içim rahat değil yine... 

- Nasıl yani, sorun Kemal mi yoksa?

- Evet, onu çok seviyorum ama...

- Bir haltlar karıştırıyor değil mi? Tahmin etmiştim zaten, bütün erkekler...

- Hayır, hayır, beni yanlış anladın. Kemal asla yapmaz öyle şeyler. Sorun bende. Doktora her şeyi anlattım, gördüğüm halüsinasyonları, kabusları, her şeyi... Bu arada Kemal'den de bahsetmek zorunda kaldım tabii. İşinden başka gözünün hiçbir şey görmediğini, bu yüzden birbirimize zaman ayıramadığımızı falan yani... Ama o bunun hiç farkında değil. Gidip doktora kocamı şikayet ettim, oysa yaşadığım ruhsal sorunların sebebi kesinlikle o değil. Büyük hata ettim, biliyorum.

- Dur bir dakika, sakin ol. Hepsini konuşacağız ama bir şeyler söyleyelim önce.

Sabahtan beri ağzına bir şey koymayan Esther için bu teklif epey makbule geçmişti. Garsonun bıraktığı menüyü incelediler birlikte.

"Ben, köri soslu tavuk yanında bir de hellim salata istiyorum," dedi Esther. Selma, “Ben de ızgara tavuklu bir salata alayım.” dedi, menüyü uzatırken garsona. Esther'in mavi gözlerine baktı.

- Sence insan sevdiği birini bu kadar ihmal eder mi, Esther? Bu mümkün mü?

- Kemal hasta Selma, en az benim kadar hasta! Ben arada bir halüsinasyon görüyor, geceleri kabuslarla uyanıyorum ama o yaşamıyor adeta, kendi dünyasında işinden başka hiçbir şeye yer yok. Gece gördüğü rüyaların bile işiyle ilgili olduğunu düşünüyorum. Aramızdaki fark, ben hasta olduğumu biliyorum, o hasta olduğundan habersiz. Eski günlerimizi o kadar özledim ki, bilemezsin.

- Bana doktoru anlatıyordun...

- Evet, daha öncekilere benzemiyor, nedenini bilmiyorum ama hayatımda beni düzlüğe çıkaracak kapının anahtarının onda olduğunu hissettim. Tuhaf bir adam. Yerinden kalkıp karşıma oturdu, doktorum değil sanki derdimi dinleyen babam gibiydi. Neyse boş ver, belki de umutlarımı iyice tükettiğim anda karşıma çıkan son fırsatmış gibi gördüm onu. 

Selma, gülümseyerek elini tuttu arkadaşının.

- Estherciğim gerçekten tuhaf bir adam bu Cevdet Bey. Diğer doktorlara hiç benzemiyor. Hasan'a da öyle şeyler yapmış ki sana anlatamam. Aynılarını bana yapsa kapısının önünden geçmem bir daha vallahi. Adam büyücü sanki. Zor bela ikna etmiştim Hasan'ı bir doktordan destek alsın diye, Cevdet Bey'i görür görmez teslim etti kendini. O eski asabi tavırlarından süratle uzaklaştı, depresyonundan eser kalmadı, bambaşka bir adama dönüştü. Ha bak şimdi aklıma geldi. Geçenlerde Jale beni bir falcıya götürmek istedi. Beni bilirsin fala filan inanmam ama sırf kırılmasın diye peki dedim. Falcı ne söyledi biliyor musun? 

Birden sustular. Siparişleri masaya bırakan garson yanlarından uzaklaşır uzaklaşmaz Selma heyecanla kaldığı yerden anlatmaya devam etti. 

- Baklaları savurduktan sonra kadın bana dönüp, bak kızım, "Üç vakte kadar adı E harfiyle başlayan bir arkadaşınla yurt dışına, seyahate çıkacaksın." dedi. Jale durur mu hiç. Hemen atladı. Esther işte! diye bir çığlık atıp "Bak beni bırakıp bir yere gidemezsiniz, anlaşıldı mı?" dedi. Tamam, tamam dedim ona. Çatlak bu kız gerçekten. Falcılara, astrologlara takmış kafayı. Ama dur bakayım, neden olmasın, bırakalım kocaları, bir haftalığına uzak bir yere gidip biraz kafamızı dinleyelim. Jale'yi falan da çekemem yanımızda. Baş başa, ikimiz, ne dersin? Hadi, afiyet olsun yemeklerimizi soğutmayalım lafa dalıp. Esther ağzına aldığı lokmayı yutarken düşündü.

- Ben,  bu halde yalnız bırakamam Kemal'i

- Seni anlamıyorum Esther, adamın seni düşündüğü yok, sen bana hala onu bırakamam diyorsun. Esther yanında oturan arkadaşının elini tuttu. 

- Sana çok şey borçluyum Selma, biliyorsun burada güveneceğim tek dostum, sırdaşım sensin. Yıllardan beri ne zaman nerede rastlaşacağımı bilmediğim gelgitler hayatımı zehir ediyor. Ne verilen ilaçlar ne önerilen rahatlama kürleri ne de kendimi avutmak için bir uğraş edinme türünden telkinlerden fayda gördüm. Tam aksine, günden güne gördüğüm kâbus ve sanrılar arttı. Artık yavaş yavaş aklımı yitirdiğimi düşünüyorum.

Esther’in ağzından ilk kez dökülüyordu bu sözler, aklını yitirmekten bahsediyordu alenen. Selma, onu eski haline döndürmek için elinden geleni yapıyor ama bütün önerileri arkadaşı tarafından geri çevriliyordu. Daha beteri, yaşadıklarını eşinden gizlemesiydi. Hele buna hiç anlam veremiyordu. Canından çok sevdiği arkadaşı dipsiz bir kuyunun içinde debelenirken ona yardımcı olamamak ne kadar üzücü bir durumdu. Defalarca Esther’e çaktırmadan Kemal’le konuşmayı aklından geçirmiş ama her seferinde bu fikrinden vazgeçmişti. Böyle bir işe kalkıştığında Esther’i kaybedeceğini gayet iyi biliyordu. Kaldı ki Kemal’in bu durumu başkasından öğrenmesi Esther’i daha çok bunalıma sokabilir, işleri iyice içinden çıkılmaz hale getirebilirdi. Hasan’a bile Esther'in durumunu çıtlatmamıştı. Zira onun bu haberi ağabeyine yetiştirmesi en fazla beş dakikasını alırdı.

- Biliyorum, dedi Selma. Dün akşamki yemekte yine oldu değil mi?

- Evet, dedi Esther, yaşadıklarını bir kez de Selma’ya anlattı. Sonra merakla sordu arkadaşına.

- Diğerleri de fark etti mi?

- Yok canım, hepsinin kafaları iyiydi, benim dışımda hiçbiri fark etmedi, dedi Selma.

- Ya Selmin? Selmin, son anda gelmişti aklına Esther’in.

Selma duraksadı bir an.

- Doğrusunu söylemek gerekirse o konuda kesin bir şey diyemem sana. Yanılmıyorsam mutfağa girip çıkıyor, masayı topluyordu o esnada. Yani o kadar işin arasında seni fark etmemiş olabilir. Zaten bir iki dakika ancak sürdü.

Söylediklerine kendi de inanmamıştı Selma. Cin gibi olduğunu biliyordu Selmin’in. Esther’in o tuhaf halini görse bile hemen gidip Kemal’e yetiştirecek değildi ya.

Birden sohbete dalınca Selma'nın hatırını sormadığı geldi aklına.

- Peki sen neler yapıyorsun dün akşamdan bu yana? Timur’un keyfi yerinde mi? Hasan nasıl? Bir solukta sıralamıştı soruları bir biri ardına.

- Ne olsun, hepsi iyiler. Timur’u anneannesine bıraktım. Hasan memleketi kurtarmaya karar verdi.  

- Nasıl yani? diye sordu merakla, Esther.

- Hiç sorma seninki particiliğe başladı. Futbol, briç derken, yeni bir oyuncak buldu kendine. Alaycı bir gülümseme belirdi yüzünde.



9 Şubat 2021 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 77

Ağaç Ev Sohbetlerinin 77. Haftasındayız. Sevgili DeepTone tarafından organize edilen etkinliğimizin bu haftaki konusu, sağlıklı nesiller yetiştirmek bakımından son derece önemli. Konuyu öneren Uçun Kuşlar blogunun sahibesi sevgili Makbule Abalı. Çocukların ve gençlerin okuma alışkanlığı kazanabilmeleri için neler yapılması gerektiği konusunu ve okumanın önemine ilişkin düşüncelerini kendi sayfasında gayet güzel açıklamış. Önceki haftaların sohbet konularıyla konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada  bulabilirsiniz. Bu haftanın konu başlığı ise şöyle: 

Çocuklara ve Gençlere Kitap Okuma Alışkanlığının Kazandırılması

Çocukluğundan itibaren okuma aşkıyla yanan blog yazarlarının arasında okumanın önemini oldukça geç kavrayan bir kişi olarak hayli sırıtacağımı biliyorum. İyi ki, bu alemde kimse birbirini yargılamıyor, duygu ve düşüncelerimizi bütün çıplaklığıyla açığa vurabiliyoruz. Bu bakımdan büyük bir konforun içinde hissediyorum kendimi. Daha önceki yazılarımda değindiğim üzere öğrencilik yıllarımda, Kur'an ve Teksas, Tommiks gibi çizgi romanları saymazsak, ders kitabı dışında hiçbir kitap okumadım. Bunda en çok öğretmenlerimi ve o zamanki mevcut eğitim sistemini suçluyorum. Okumanın ne kadar önemli bir gereksinim olduğunu anlamam ta üniversitenin ilk yıllarına rastlar...

Liseyi bitirip Ankara'ya ilk adımımı attığım yıllar, öğrenciler arasında felsefenin, siyasetin en çok rağbet gördüğü ve bu uğurda büyük acıların yaşandığı bir döneme denk gelir. Dedem yaşlarındaki adamların cami avlularında anlattıkları kıssalar sayesinde engin bir din bilgisine ulaştığımı sandığım yıllardı. Zor bela çalışma salonlarının koğuşa çevrildiği okul yurduna kapağı atmış, dar bütçemle abilerimizin "bilinçlenmek" adına okumamızı önerdiği Marks ve Engels'in kitaplarını almaya başlamıştım. Merakla hangi kitabı elime alıp okumaya başladığımda sanki başka bir lisanda yazılmış gibi geliyordu bana. Cuma geceleri çalışma salonumuzda çetin tartışmalar yapılırdı. Orada en sorulmayacak sorular abilerimiz tarafından son derece ikna edici bir şekilde cevaplandırılırdı. Tartışma bir şekilde din meselesine geldiğinde tamam diyordum, sosyalist felsefeden anlamam ama artık bu konuda tek söz sahibi benim. Oysa Kur'an'ı on kez Arapçasından hatmetmiş ben, o zamana dek bir kez olsun Türkçesini okumamıştım. Doğal olarak kutsal kitabın içinde yer alan baş ağrıtıcı bazı konulara cevap bulamıyordum bu yüzden. Söylenenlere her ne kadar inansam da yok olamaz, böyle şeyler Kur'an'da yoktur, diyor inancıma en ufak bir halel gelsin istemiyordum. İşte tam da sırada Ramazan ayı münasebetiyle gazete eki olarak verilen Kur'an-ı Kerim ve Türkçe mealleri, ders kitapları dışında okuduğum ilk eser oldu diyebilirim. Gerçekler, bir şamar gibi yüzüme çarpmıştı. Evet, abilerin her söylediği harfi harfine yazıyordu okuduğum Kitap'ın Türkçesinde. Sadece Kur'an değildi bildikleri, bizi ikna etmeye, gerçekleri anlatmaya çaba sarf edenler, komünizm, sosyalizm, faşizm üzerine onlarca kitabı yutmuşlar, Said-i Nursi dahil bütün İslami külliyatı ezberlemişlerdi adeta. O zaman ilk kez anladım, okumanın ne büyük bir güç olduğunu, ve benim ne kadar cahil kaldığımı... 

Yoğun ders yüküyle birlikte bir türlü okuyamadığım sosyalizm konulu kitapları küçük kitaplığımda bir süs gibi sergilemekle geçti sonraki yıllar. Lakin o esnada Kur'an-ı Kerim'in Türkçesini birkaç kez okumuş ve düşüncelerim iyice bulanmıştı. Ve 1980 darbesi olduğu sıralar, eğitim ve öğretim yılının açılmasına kısa bir süre kala, İzmir'deki evimde bir sürü yasaklanmış kitapla birlikteydim. Cunta beni yanlış anlamasın diye ilk iş olarak, bir tanesini bile okuyamadığım onlarca kitabın sobada yanışını seyrettim. 

Üniversiteden mezun olduktan sonra kitap okumak için bazı teşebbüslerim olduğu doğrudur. Hatta askerlik hizmetini yaptığım Tekirdağ'daki bir kitapçıdan özene bezene aldığım ilk kitabı hayatım boyunca unutmam. Andre Brink'in Sesler Zinciri... Tam 455 sayfalık bir kitaptı. Yahu sen henüz Kırmızı Başlıklı Kız'ı okumamışken nasıl kalkarsın böylesine kalın kitapları okumaya! Okuyamadım tabii. Pek çok kez mücadele ettim. Bu anlatacağım gerçekten komik. Okumasını bilenler için daha da komik gelecektir. Ordu Evi'nde kalıyorum, zamanım var. Yatağıma uzanıp, kitabın başından itibaren tekrar tekrar satırları okuyorum. Yirmi sayfa okumuşum, iyi Allah bereket versin. Ertesi gece, kitabımı açıyorum, kaldığım yerden devam edeyim diyorum, ilk okuduğum bölüm aklımdan uçup gitmiş! Hadi sil baştan! Bu şekilde kitabın üçte birine bile gelemiyorum. Oysa okunması o kadar kolay bir kitap ki, Sesler Zinciri...

Evleniyorum, şansa bak, eşim edebiyat öğretmeni! Eşyadan daha fazla kitap getiriyor çeyiz olarak. Karakaya Barajında memuriyet gibi bir işim var, cumartesi ve pazar tatil. Akşam erkenden evimdeyim. Eşim antrenörlüğe başlıyor. Al şu kitabı okumakla başla, sonra şunu oku vs. Ağaç Ev Sohbetimizin konusu olan kitap okuma alışkanlığını ben çocukken değil, tam 26 yaşında kazandım, ne yalan söyleyeyim Memur Bey! Sonraki dört yıl boyunca bütün Rus klasikleri ve bir sürü yerli yazarların kitaplarını, şantiyeye bir gün gecikmeli gelen Cumhuriyet gazetesi ve eklerindeki bütün yazıları büyük bir açlıkla okumaya başlamıştım. Tam o sıralar bir köşede Tekirdağ'dan aldığım Sesler Zinciri adlı kitap geçti elime. Nasıl kolay okunduğuna şaşırmış ve kitabı ilk elime aldığım zamanlardaki çektiğim kabir azabına nasıl da gülmüştüm. Her şeye rağmen evliliğimizin ilk yıllarında eşimle yaptığım sohbetler okumuş-cahil arasındaki kadar aykırı değildi. Eşim, hiç kitap okumayan birinde var olan bu bilginin kaynağını merak ediyordu. Bunu ben arkadaş seçimime bağlıyordum. Bütün arkadaşlarımı bana bir şeyler öğreten kişilerden seçiyor, onlarla uzun uzun tartışıyordum. 

Yukarıda anlattığım nedenlerle sevgili Makbule Abalı'nın bazı sorularına cevabım yok ne yazık ki. Yine beni tam can evimde vurarak Köy Enstitülerinden bahsetmiş yazısında. Madem yola çıktık, onun sorularıyla kör topal düşünelim bakalım neler çıkacak? 

Okuma yazma öğrendikten sonra okuduğum ilk kitabı hatırlıyor muyum? Eğer bu öykü, roman türünden bir eserse, evet yukarıda bahsettiğim Sesler Zinciri, 19 yıl gecikmeyle! Fakat ilginçtir, ilkokuldan beri her gün evimize giren Demokrat İzmir gazetesinin pazar ekindeki Muzaffer İzgü'nün öykülerini büyük bir keyifle okurdum.

Uykuya geçmeden önce kimse masal okumadı bana. Kitap okuyan da olmadı, ben de çocuklarıma okumadım maalesef. Kızım babası gibi okumaya geç merak sardı ama oğlum tam bir kitap ve film canavarı.

Beni en çok etkileyen çocuk ya da gençlik kitabı yok Hakim Bey! Henüz konulara uzaktım o yaşlarda.

Çocukken doğum günlerimde kitap hediye edilmiştir ama okuyan kim? O zamanların en pratik hediyesi olduğu için ben de hediye etmişimdir. Bir de lisede teşekküre geçtiğimde hediye edilen kitaplar vardı kapağını kaldırmadığım. İkisini hatırlıyorum, biri Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Mektupları, diğeri Nietzsche'ydi sanırım. O günlere, o kitapları, o yaşlarda okuyabilmek için dönmek isterdim.

İlkokulda bir sürü eğitsel kolumuz vardı. Büyük saçmalıktı! Öğrencilerin her birinin koluna bir pazı bandı ya da göğsüne bir rozet takmaktan ileri gitmezdi bu görevler. Belki o yılların birinde KK, yani Kitaplık Kolu başkanı bendim, ne kadar komik!

Kütüphane, Halk Evleri...? What are these? Üniversite yıllarında kütüphaneye sessiz bir ortamda ders çalışmak için giderdim. Bir de Bahçelievler'de Milli Kütüphane yeni açılmıştı o yıllarda. Sadece bir kez, binayı gezmek, merakımı gidermek amacıyla ziyaret ettiğimi hatırlıyorum.  

Ah Hocam beni çok sıkıştırdınız, İnşallah çocukluk ve gençlik yıllarından çıkıp bugünlere geliriz bir an önce. Evet, şu ana kadar toplu taşım araçlarında kaç kişiye rastladığımı saymadım işin doğrusu. Tek tük de olsa vardır karşılaştıklarım, Avrupalı değiliz neticede. Fakat bana bazen okuma krizinin geldiği olur, elimden kitap düşürmem. Sadece toplu taşım araçlarında değil, eşimin alışverişini beklerken, asansörde, hatta tuvalette bile. En zevklisi de sonuncusu! Umarım öyle krizler gelir yine, bu aralar yine okumaya ara verdim, bu yüzden sıkkın canım... Tatile çıkarken her zaman yanıma kitaplarımı alırım elbette.

Bu haftaki yazım epeyce uzadı, aslında konuya yeni girmiş gibiyim. Mesela bir sürü kitap okuduğu halde beyni bomboş olanlardan bahsetmek isterdim. Sadece okumuş olmanın değil, okuduklarımızı akıl süzgecimizden geçirmenin ve okuduklarımızdan gereken bilgileri almanın önemine değinmek ne güzel olurdu. Okudukça düşünmenin, düşündükçe dünyanın ne kadar yaşanılmaz bir yer olduğunu anlamanın, ya da gece gündüz TV de eğlence programı seyretmek yerine varoluş nedenimize kafayı takmanın dayanılmaz hafifliğinden dem vururdum biraz. Neyse, bu kadar yetsin. 

7 Şubat 2021 Pazar

SON DANS BÖLÜM 11

Esther, yanağından süzülen yaşları çantasından çıkardığı kağıt mendile sildikten sonra karşısındaki koltukta kendisini dikkatle dinleyen doktora içini dökmeye devam etti.

- Kocam yeni işine başladıktan yaklaşık altı ay sonra şirketin icra kuruluna atandı. Uzun zamandan beri ilk kez eve erken gelmiş, boynuma sarılmıştı. Sevinçten havalara uçuyordu. Elinde kocaman bir gül buketini bana uzatarak, "Sana müthiş bir haberim var sevgilim. Şirketin icra kurulundayım artık. Hadi hemen hazırlan, bunu kutlamamız lazım, Hasan’ı aradım, Selma’yla birlikte onlar da gelecek." dedi. Fakat biliyordum, yeni pozisyonu onu daha çok yoracaktı. Sorumluluğu daha artacak, daha çok çalışacak ve bana ayıracak zamanı kalmayacaktı. O gece, sahildeki en güzel lokantalarından birine gittik. Hiç bu kadar coşkulu görmemiştim Kemal’i. Bu hızlı yükseliş ona, beş kat fazla maaş, yıl sonu primi, kapsamlı bir aile sağlık sigortası, son model bir araba, her şeyden önemlisi müthiş bir kariyer ve özgüveni beraberinde getirmişti. Bu duruma sevinmeli mi üzülmeli mi, gerçekten bilmiyordum. İşin doğrusu, kendi adıma pek sevindiğim söylenemezdi. Çünkü, mesleğinde yükseldikçe Kemal'in benden uzaklaşacağından adım kadar emindim. Sabahın erken saatlerine kadar süren toplantılar, iş yemekleri, iş seyahatleri, uzun mesai saatleri derken artık ne bir tatil hayalimiz kalmıştı ne de kendimize ayıracak tek bir günümüz. Her gece eve yorgun argın geliyor, duşunu alır almaz sırtını dönüp horlamaya başlıyordu. İşinden başka hiçbir şeye yer yoktu artık hayatında. Zoraki birkaç arkadaş ziyareti, ayda yılda bir yemek davetinden başka birbirimizin yüzünü görmez olmuştuk. Dün akşam olduğu gibi davetli konuklarımıza aldırmadan yaptığı telefon görüşmeleri, işinin gereği acilen evden çıkmalar… Yani, o hayallerimi süsleyen erkek gitmiş, yerine varlığımdan bile habersiz yabancı bir adam girmişti hayatıma. Bana kötü davranmıyordu, bilakis son derece nazikti ama onca işinin arasında bir figüran, bir aksesuar bile değildim. Yok sayılmak kadar kötü bir şey yoktur, Hocam. Daha önce bahsettiğim gibi onunla konuşmaya çok çalıştım, ama olmadı. Bunu defalarca denedim, her seferinde ya bir telefonu, ya da bir işi çıkıyordu.

Doktor, anlıyorum dercesine başını salladı. Mesleğinin gereği her türlü ihtimali değerlendirmesi gerekiyordu.

- Yoğun iş temposu nedeniyle eşinizin size karşı ilgisinin azaldığını söylüyorsunuz, peki tek neden bu muydu sizce?

Derin bir iç geçirdi, Esther. 

- Aslında kendimi sorguladığım anlar olmuyor değil. Acaba eşimin ilgisizliğinin nedeni ben miyim? Çok şey mi bekliyorum kocamdan? İçine düştüğüm yalnızlık, gördüğüm düşler, hayal âlemlerinde yaptığım yolculukların nedeni sadece karanlık geçmişim mi? Yoksa kocamın ilgisizliği mi yeniden depreşen rahatsızlığıma sebep.  Son zamanlarda sürekli sorduğum bu sorularla kendimi tartıyordum. Sağlığım yerinde olsaydı, yeniden düzene sokabilirdim belki hayatımı. Baştan itibaren kocamla geçmişimi paylaşmamak bir hataydı, biliyorum. İlk zamanlar ilişkimizin yara almaması için beni derinden etkileyen konuları konuşmak cesaretini bulamamıştım kendimde. Daha önceki doktorlarımın söylediğine göre gördüğüm kâbusların, tuhaf hayal ve rüyaların nedeni o feci kazadan sonra geçirdiğim kafa travmasıydı. Yaşadığım ruhsal sorunları, uzun süreli tedavi sürecimi öğrendiğinde eşimin delirdiğimi düşünebileceğini ve haklı olarak beni terk etmek isteyeceği korkusuna kapılmıştım. İlaçlarımı düzenli olarak kullandıktan sonra uyku düzenim yerine oturmuştu, halüsinasyonlarım ortadan kalkmış, kabus görmez olmuştum. Dikkat etmem gereken tek şey kullandığım ilaçları Kemal'in öğrenmemesiydi. Çocuk yapmayı düşünmediğimiz için rahatlıkla ilaçlarımı alabilecektim. Evliliğimizin ilk yıllarında mutlu bir çifttik. Ancak yeni işine başladıktan sonra bütün düzenimiz değişti, koca evde yalnızlığa mahkum oldum. Onsuz geçen bir dakikam bile bana uzun gelirken sadece birkaç dakikalığına görüyordum yüzünü. Kendi eksikliklerimi düşünerek yalnız kalmaktansa eşim tarafından ihmal edilmek kabulümdü. Bu yüzden ihtiyacım olan ilgiyi göstermemesinden dolayı eşimi hiçbir zaman suçlamadım, yine de suçlamıyorum. İşin doğrusu, Hocam, hem kendine, hem de benim gibi eksikli bir kadına dünyayı zindan eden bir adama nasıl davranacağımı, ne yapmam gerektiğini bilemiyordum. Onun akıl sağlığı yerinde, üzerine aldığı işin sorumluluğunu yerine getiriyor, gereğini yapıyor diyordum çoğu zaman kendime. Bana gelince; akıl hastası olarak yaftalanmak, o gözle bakılmak, yalnızlığa mahkum edilmek istemiyordum. Eşimin bu nedenle benden uzaklaşma ihtimali çıldırtıyordu beni. Uzun bir aradan sonra ilaçlarımı düzenli olarak aldığım halde yeniden kabuslar, hayaller görmeye başladım ve bu durum artık dayanılmaz bir hal almaya başladı. O kahrolası kabusları görmemek için geceleri uyuyamıyorum. İşte size gelmemin nedeni bu, Hocam.

Sözlerini bitirirken farkında olmadan, sesini yükseltmiş, yüzü ağlamaklı bir hal almıştı Esther'in. Büyük çaresizlik içinde çaldığı son kapıydı bu. Doktor, oturduğu yerden kalktı. Gözlerinin içine baktı genç kadının.

- Seni çok iyi anlıyorum Esther. Söz veriyorum, o mutlu günlerine geri döneceksin. Sadece biraz sabırlı olmanı ve bana güvenmeni istiyorum.

- Size güveniyorum Hocam, dedi Esther, gözünde biriken yaşları mendiliyle silerken.

- Peki, o halde anlaştık, bugünlük burada bırakalım. Şimdi sana yeni bir ilaç yazacağım, akşamdan itibaren kullanmaya başla. Bu, uykunu bir miktar düzene sokacaktır. Mümkünse gece erken yatmaya çalış. Uykusuzluk, halüsinasyon ve kabus görmeye zemin hazırlar. Senin için de uygunsa sekreterimle konuşup önümüzdeki hafta için sana bir randevu vermesini isteyeceğim.   

Esther, oturduğu koltuktan yavaşça ayağa kalktı ve doktorun elini sıktı. Kendini biraz olsun rahatlamış hissediyordu. Odadan çıkmak için kapı kolunu çevirmeden geri dönüp aralarında doğan güveni teyit edercesine, belli belirsiz gülümsedi Doktor'a.

- Teşekkür ederim, Hocam. Haftaya istediğiniz saatte gelebilirim, hoş çakalın.  

Tuvalete gidip akan makyajını temizledikten sonra salona geri döndü ve çantasından cüzdanını çıkardı. Cep telefonunu açtığında, Selmin’in aradığını gördü. Ama önce Selma vardı aklında. Salondaki beyaz zambağa bir kez daha baktı. Binadan çıkıp arabasına doğru yürürken arkadaşını aradı, doktorun muayenehanesine yakın, yeni açılan bir kafede buluşmak üzere sözleştiler.

Evin temizliğini bitiren Selmin, kirli çamaşırları makineye attı. Akşam yemeği için Esther'in bir şey isteyip istemediğini sormayı unutmuştu. Birkaç kez telefonla hanımını aramış ama her seferinde "aradığınız kişiye şu anda ulaşılamıyor" mesajıyla karşılaşmıştı. Gerçi istediği bir şey olsaydı mutlaka ona söylerdi ama yine de içi rahat etmemişti. Tam evden çıkıyordu ki, telefonu çaldı. Arayan Esther’di.

- Hayırdır Selmin, beni aramışsın. 

- Kusuruma bakmayın Hanımefendi, rahatsız ettim. Akşam yemeği için benden istediğiniz bir şey var mı diye soracaktım.

- Hayır, benim için bir şey yapmana gerek yok. Acıktıysan sen kendine bir şeyler hazırla.

Devam edecek



4 Şubat 2021 Perşembe

SON DANS BÖLÜM 10

- Eşimi seviyorum. Onun da beni sevdiğini düşünüyorum. Yani sorun başka biri değil. Bir yıldır işleri aşırı derecede yoğun. İşin doğrusu, bu durum canımı acıtmaya başladı artık. Aynı evin içinde birbirimizi göremez hale geldik. Gece gündüz aklı fikri hep işinde. Evliliği hiç böyle düşünmemiştim, başından beri sevdiğim insanla yaşamımı doyasıya paylaşmanın hayalini kurmuştum hep. Oysa şimdi her şey tersine döndü, eski günleri ne kadar özlediğimi size anlatamam. İlk zamanlar bencilce davrandığımı düşünüp eşime haksızlık yaptığıma inanıyordum. Sadece onun çektiği sıkıntıları, bunalımları içimde hissediyor, benimle ilgilenmediği için ona asla kızmıyor, onu hiç suçlamıyordum.  Bu kadar yoğun bir çalışma temposuna, her şeyin sorumluluğunu üzerine alma takıntısına hiçbir insan dayanamazdı, bir gün hastalanıp elden ayaktan kesilecek diye ödüm patlıyordu. O ağır iş yükünün altında ezilirken bir de benim dertlerimle uğraşmasına gönlüm razı olamazdı. Birbirimizi o kadar çok seviyorduk ki, mutluluğumuzu doyasıya yaşamak için çocuk yapmayı bile sürekli erteliyorduk. Çocuğumuz olduğunda sevgimizi yeni bir kişiyle paylaşmak zorunda kalacakmışız, birbirimize olan sevgimiz azalacakmış gibi geliyordu her ikimize de. Anlayacağınız, doğmamış çocuğumuzu kıskanıyor, onu sevgimizi çalacak bir hasım gibi görüyorduk adeta. Hal böyleyken hiç beklemediğimiz bir yerden vurdu bizi kader. Doğduğum topraklardan uzak bir kültür içinde günden güne yalnızlık hissetmeye, içime kapanmaya başladım. Uzun bir süredir birbirimize hiç zaman ayıramıyoruz. İşinden başka hiçbir şey görmüyor gözü. Aslında kendisi de farkında değil bunun. Adeta büyülenmiş gibi, bütün hayatını işine adamış bir adamla evin içinde iki yabancı gibi dolaşıyoruz. İnanmayacaksınız ama evimiz dahi ofisinin bir parçası haline geldi, akşamları eve adımını attığı andan itibaren ya birbiri ardına telefon görüşmeleri yapıyor, ya da bilgisayarının başına geçip bir şeyler yetiştirmeye çalışıyor. Ne bir masaya oturup karşılıklı yemek yiyebiliyoruz, ne de kahvaltı edebilecek zaman bulabiliyoruz. Biraz sohbet edebilmek için bir köşeye sinip sabırla sıramın gelmesini bekliyorum. Zor bela araya girip biraz nefes almasını, karşılıklı bir kahve içmeyi teklif etsem bana ya yorgun olduğunu ya da acil işinin çıktığını söyleyip "sonra hallederiz." deyip lafı ağzıma tıkıyor.

Kemal'le üç yıl kadar önce Berlin’de tanışmıştık. O zamanlar özel bir eğitim kurumunda Almanca dersi veriyordum. Kemal işletme konusunda ihtisas yapmak üzere gelmiş ve yabancı dilini ilerletmek için şirketimize kayıt yaptırmıştı. İlk karşılaştığımız andan itibaren çarpılmıştık birbirimize. Öğretmen öğrenci ilişkisi kısa süre içinde güzel bir arkadaşlığa dönüştü. Boş zamanlarımızda beraber olmaya başladık. İçim içime sığmıyordu, ne kadar mutluydum, anlatamam. Böyle bir hayatı hayal bile edemezdim, hele yaşadığım o felaketten sonra… 

Esther'in yüzü kızarmış, elleri titremeye başlamıştı. Buraya kadar anlattıklarını daha önce sadece Selma'yla paylaşmıştı ama daha ileriye götürmeyi aklından bile geçirmemişti.

Doktor, yanındaki etajerin üzerindeki cam sürahiye uzanıp kristal bardağa su boşalttıktan sonra yerinden kalktı. Esther’in karşısındaki koltuğa yerleşmeden bardağı genç kadına uzattı. Sakinleştirici bir sesle,

- Felaket derken?

Bir yudum suyla ağzının kuruluğunu alan genç kadın devam etti. 

- Teşekkür ederim, kusura bakmayın. Evet, Doktor Bey, yani hocam, dedi, kendini gülümsemeye zorlayarak. İnanın bu felaketi aklımdan çıkarmak için yıllarca mücadele ettim. Aslında çok güzel bir çocukluk geçirmiştim. Tuna Nehri'nin kıyısında, bahçesinde rengârenk çiçeklerin olduğu iki katlı bir evimiz vardı. Dışarıda, bekleme salonunuzun bir köşesinde az önce gördüğüm zambak çiçeği, bana yine o çocukluk yıllarımı hatırlattı. Benim en sevdiğim çiçektir, beyaz zambak. Lise son sınıfa geçmemi kutlamak üzere arabamıza binip Budapeşte’ye doğru yola çıkmıştık. Eşim dâhil beni tanıyan herkes beni Alman sanıyor. Oysa bütün ailem gibi ben de Macaristan’ın şirin kasabası Szentendre’de doğmuştum. Babam kasabanın tanınmış avukatlarından biriydi. İşi gereği haftada bir (bazen iki) sefer kasabamıza yirmi kilometre uzaklıktaki Budapeşte’ye gidip gelirdi. O gün evden çıktığımızda hava kapalıydı fakat henüz yağmur başlamamıştı. On dakika sonra aniden patlayan yağmur bir anda bütün yolları dereye çevirdi. Göz gözü görmüyordu, paniğe kapılan annem Arpad Köprüsü kavşağına varmadan önce, arabamızı kenara çekip yağmurun biraz dinmesini bekleyelim diye ikaz etmişti babamı. Tam köprünün başına varmıştık ki, aniden bir süt kamyonunun üzerimize doğru geldiğini fark ettim. Korna sesleri, fren seslerine çığlıklarımız metal seslerine karışmıştı. Hem annem hem de babam oracıkta can vermişler. O elim kazadan sonra hurda haline gelen arabadan çıkarıp beni bilincimi kaybetmiş bir halde Budapeşte’de bir hastaneye kaldırmışlar. Bir ay boyunca kendime gelememiş, o arada bir dizi operasyon geçirmişim. Daha sonra, babamın yakın bir arkadaşı beni Budapeşte'den alıp Berlin’e götürmüş. İki ay da orada, özel bir hastanede yatmışım. Kazadan üç ay geçtikten sonra, ümitlerin yavaş yavaş tükendiği bir sırada, yeniden açmışım gözlerimi hayata. O an geçmişe dair acı bir klakson sesinden başka hiçbir şey kalmamıştı aklımda. Sonra...”

Doktor, gözlerini yere dikip seneler öncesinin acılarını bir kez daha yaşayan kadınının titreyen ellerini tuttu. Bardağı uzatıp birkaç yudum su içmesine yardım etti. Kadının yüzünde boncuk boncuk ter birikmişti. Onu biraz sakinleştirmek için konuyu değiştirmeyi düşündü.    

- Tamam, Esther, daha fazla yormak istemiyorum seni. İstersen bu konuya daha sonra devam edebiliriz. 

- Kusura bakmayın, hiç iyi hissetmiyorum kendimi. Biraz daha su alabilir miyim?

- Elbette, dedi Doktor. Yanında hastası varken telefonla rahatsız edilmesi pek hoşuna gitmediği gibi olur olmaz sekreterin içeri girmesine de asla müsaade etmezdi. Yerinden kalktı, masasının yanındaki sürahiden doldurduğu su bardağını bir kez daha Esther’e uzattı. Esther, suyun yarısını içti, çantasından çıkardığı kağıt mendille ağzını silerken,

- Teşekkür ederim Hocam, şimdi biraz daha iyiyim, dedi.

- Emin misin? İstersen eşinden söz et biraz. Ama konuşabilecek durumdaysan devam edelim, yoksa…

Doktor lafını bitirmeden toplamıştı kendini, Esther. Anlattıkça sırtındaki yük azalıyor, bedeni hafifliyordu sanki. 

- Evet, ne'den bahsediyordum? Ha, evet eşimi sormuştunuz değil mi? Evet, eşim işletme ihtisasını bitirdikten sonra Berlin’den ayrıldı. Fakat onunla ilişkimiz devam etti. Birbirimizden hiç kopmadık. Birkaç ay sonra beni Türkiye'ye davet edip ailesiyle tanıştırdı. Ondan üç ay sonra da evlendik. Bir ithalat-ihracat şirketinde muhasebe müdürü olarak çalışıyordu. İlk zamanlar çok mutluydum. Ailesiyle, arkadaşlarıyla iyi vakit geçiriyorduk. Sık sık konserlere, tiyatroya, arkadaş ve aile toplantılarına katılıyor, eğleniyorduk. Cumartesi öğleden sonraları ve pazar günleri çalışmıyordu. Hafta sonlarını iple çekiyordum. Yıllık izinlerinde ve uzun tatil günlerinde birlikte uzun gezilere çıkıyorduk. Bazen Kemal’in kardeşi Hasan ve eşi Selma da katılırdı bize. Samimi görüştüğümüz birkaç arkadaşımız daha vardı. Onlarla olan dostluğumuz halen devam ediyor zaten. Ama eskiden çok daha sıkı fıkıydık, şimdi en fazla ayda yılda bir kez birbirimize yemeğe gideriz, o kadar. Selma benim en yakın dostum, arkadaşım. Kafalarımız birbirine iyi uyar. Pek çok şeyi paylaşırız aramızda. Geceleri kâbuslarıma giren, ne kadar unutmaya çalışsam da bir türlü peşimi bırakmayan o feci kaza ve geçmişim dışında tabii. Sırdaşım, dert ortağım benim. Başı sıkıştığında her zaman ben de onun yanında olurum elbette. İşte, az önce söz ettiğim gibi, geçen yıl Kemal'in aldığı yeni iş teklifinden sonra bütün hayatımız alt üst olmuştu. Aslında alacağı yüksek maaş umurunda değildi ama böyle büyük bir şirkette böylesine prestijli bir pozisyonda görev almak hayallerinin bile ötesindeydi. Ülkenin en büyük, en ünlü şirketlerinden birinin genel müdürü olacaktı.

Bardağında yarım kalan sudan bir yudum aldıktan sonra anlatmaya devam etti, Esther

- İlk zamanlar onun adına sevindim tabii. Benim için de gurur verici bir şeydi bu. Onun gibi bir eşe sahip olmak her kadının hayaliydi. Ertesi gün eski çalıştığı şirkete istifa dilekçesini verdi. Görevini yerine gelecek kişiye devretmesi için iki hafta daha eski işine devam etmesi gerekiyordu. Bu süre zarfında her akşam yeni şirketine uğramasına anlam veremiyordum. Hatta dayanamayıp sormuştum niye bunu yaptığını. Bana, "Şirketin işleyişini en kısa zamanda öğrenmem lazım, bu görevlerde adaptasyon süresi diye bir şeye bakmazlar. İşe başladığın gün büyük bir sorumluluk biner insanın sırtına." dediğinde içime bir kurt düşmüştü. Anladığım kadarıyla eskiden olduğu gibi birbirimize dilediğimiz kadar zaman ayırmamız mümkün olamayacaktı artık. İşe henüz resmen başlamadan sezmiştim hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını. Yine de eğer onu daha mutlu edecekse, her şeye katlanabileceğimi inanıyordum.

Devam edecek