Rainbow Cafe'nin cam kapısını itip içeri girer girmez sol tarafta, salonun en kuytu köşesindeki boş masayı gözüne kestirdi. Çeşit çeşit pasta, cupcake, makaron ve muffinlerin sergilendiği uzun vitrin dolabının yanından geçti. Üstünden pardösüsünü çıkarıp sandalyenin sırtına astıktan sonra köşedeki kanepeye bıraktı kendini. Hemen yanında biten beyaz ceket ve siyah papyonlu genç garsondan açık bir çay getirmesini istedi. Yan masada, neşe içinde sohbet eden gençleri, biraz ötede kafa kafaya vermiş dedikodu yapan orta yaşlı iki kadını, giriş kapısının hemen yanında kahvesini yudumlayan kır saçlı, yalnız adamı izledi. Başını pencereden dışarı çevirdi, gençler, yaşlılar ve çocuklardan oluşan insan yığınları caddenin bir ucundan diğerine akıyordu. Birbirine benzemeyen nice hayat öyküleri, umutları, acıları, farklı hedefleri vardı bu insanların. Kendisi de onlardan biriydi işte!
Çiçek desenli porselen şık bir fincan içinde sunulan çayla birlikte tabağın kenarında, beyaz renkli, üçgen katlanmış kaliteli kağıt peçetenin üzerinde ikramlık iki minik kurabiyeyi itinayla masanın üzerine bırakan garson, "Afiyet olsun" deyip ayrıldı. Az önce doktora içini dökmüş, biraz rahatlamıştı ama yine de eşini doktora şikayet etmesinden, çektiği sıkıntıların tek müsebbibi olarak onu suçlamasından ötürü huzuru kaçmıştı. Yaşadığı sorunlardan Kemal'in haberi olsaydı onu hiç yalnız bırakır mıydı? Yeniden aklı karışmış, içini hafiften bir pişmanlık duygusu kaplamaya başlamıştı. Çayından bir yudum aldıktan sonra derin bir nefes aldı. Doktorun babacan tavrı onu adeta büyülemişti. Biraz da babasına benzettiği top sakallı profesör karşısında bir yumak gibi çözülmüş, kimseye anlatmadığı sırlarını bir çırpıda anlatıvermişti. "Güven bana, söz veriyorum, seni iyileştireceğim." sözünü ne kadar iddialı bulsa da müthiş bir güven duymuştu Profesöre. Daha önce kapısını aşındırdığı doktorların hiçbirinden bu tarz sözler işitmemişti. En ümitsiz anında, içinde sönmeye yüz tutmuş ateş yeniden alev almıştı. Arkasını kanepeye yaslayıp kapattı gözlerini, önce Kemal'i düşündü, sonra doktorun sözlerini...
Omzuna dokunan bir dost eliyle irkildi. Ağırlaşmış göz kapakları aralandı.
- Hey, iyi misin? Selma, düşten uyanırcasına irkilerek gözlerini açan Esther'e meraklı gözlerle bakıyordu.
- Ah, kusura bakma Selmacım. Gel, yanıma otur şöyle.
- Seni bu şekilde görünce çok korktum. Gözlerin şişmiş, dur bakayım, ağladın mı sen?
- Merak etme iyiyim, uykusuzluktandır. Sabaha kadar gözümü kırpmadım, nasıl olduysa birden içim geçmiş. Hay Allah! hem de milletin içinde, rezil oldum.
- Yok canım, herkes kendi havasında, boş ver sen milleti şimdi. E, ne oldu? Kemal eve hiç gelmedi mi yoksa?
- Sabaha karşı geldi, saat sekiz olmadan yine kalkıp işine koştu. Almanlarla toplantısı varmış, hepi topu üç saat uyuyabildi ancak. Bu işin sonu nereye varacak, bilmiyorum.
- Sıkma canını, hep böyle gidecek değil ya. Hasan da eskiden aynı abisi gibiydi. İşleri batırdıktan sonra huzura erdik. Para, mal, mülk hepsi boş şeyler. Elimizdekileri yitirince bunalıma girmiş, o bildiğin hoş sohbet, neşeli Hasan gitmiş, dünyaya küserek içine kapanmış bambaşka bir adam gelmişti yerine. Bizim de gitmediğimiz doktor, çalmadığımız kapı kalmadı. Neler çektim bir ben bir de Allah bilir. Timur yeni doğmuştu. Bebeğe mi bakayım, kocamla mı uğraşayım, elde avuçta ne varsa kaybettiklerimize mi yanayım bilemiyordum. Ah, Allah o Cevdet Bey'den razı olsun, ne etti nasıl etti bilmiyorum ama kocamı birkaç ay içinde kendine getirdi. Sahi, Cevdet Bey'i nasıl buldun?
- Şey, bilmiyorum. Doktoru sevdim evet ama benim içim rahat değil yine...
- Nasıl yani, sorun Kemal mi yoksa?
- Evet, onu çok seviyorum ama...
- Bir haltlar karıştırıyor değil mi? Tahmin etmiştim zaten, bütün erkekler...
- Hayır, hayır, beni yanlış anladın. Kemal asla yapmaz öyle şeyler. Sorun bende. Doktora her şeyi anlattım, gördüğüm halüsinasyonları, kabusları, her şeyi... Bu arada Kemal'den de bahsetmek zorunda kaldım tabii. İşinden başka gözünün hiçbir şey görmediğini, bu yüzden birbirimize zaman ayıramadığımızı falan yani... Ama o bunun hiç farkında değil. Gidip doktora kocamı şikayet ettim, oysa yaşadığım ruhsal sorunların sebebi kesinlikle o değil. Büyük hata ettim, biliyorum.
- Dur bir dakika, sakin ol. Hepsini konuşacağız ama bir şeyler söyleyelim önce.
Sabahtan beri ağzına bir şey koymayan Esther için bu teklif epey makbule geçmişti. Garsonun bıraktığı menüyü incelediler birlikte.
"Ben, köri soslu tavuk yanında bir de hellim salata istiyorum," dedi Esther. Selma, “Ben de ızgara tavuklu bir salata alayım.” dedi, menüyü uzatırken garsona. Esther'in mavi gözlerine baktı.
- Sence insan sevdiği birini bu kadar ihmal eder mi, Esther? Bu mümkün mü?
- Kemal hasta Selma, en az benim kadar hasta! Ben arada bir halüsinasyon görüyor, geceleri kabuslarla uyanıyorum ama o yaşamıyor adeta, kendi dünyasında işinden başka hiçbir şeye yer yok. Gece gördüğü rüyaların bile işiyle ilgili olduğunu düşünüyorum. Aramızdaki fark, ben hasta olduğumu biliyorum, o hasta olduğundan habersiz. Eski günlerimizi o kadar özledim ki, bilemezsin.
- Bana doktoru anlatıyordun...
- Evet, daha öncekilere benzemiyor, nedenini bilmiyorum ama hayatımda beni düzlüğe çıkaracak kapının anahtarının onda olduğunu hissettim. Tuhaf bir adam. Yerinden kalkıp karşıma oturdu, doktorum değil sanki derdimi dinleyen babam gibiydi. Neyse boş ver, belki de umutlarımı iyice tükettiğim anda karşıma çıkan son fırsatmış gibi gördüm onu.
Selma, gülümseyerek elini tuttu arkadaşının.
- Estherciğim gerçekten tuhaf bir adam bu Cevdet Bey. Diğer doktorlara hiç benzemiyor. Hasan'a da öyle şeyler yapmış ki sana anlatamam. Aynılarını bana yapsa kapısının önünden geçmem bir daha vallahi. Adam büyücü sanki. Zor bela ikna etmiştim Hasan'ı bir doktordan destek alsın diye, Cevdet Bey'i görür görmez teslim etti kendini. O eski asabi tavırlarından süratle uzaklaştı, depresyonundan eser kalmadı, bambaşka bir adama dönüştü. Ha bak şimdi aklıma geldi. Geçenlerde Jale beni bir falcıya götürmek istedi. Beni bilirsin fala filan inanmam ama sırf kırılmasın diye peki dedim. Falcı ne söyledi biliyor musun?
Birden sustular. Siparişleri masaya bırakan garson yanlarından uzaklaşır uzaklaşmaz Selma heyecanla kaldığı yerden anlatmaya devam etti.
- Baklaları savurduktan sonra kadın bana dönüp, bak kızım, "Üç vakte kadar adı E harfiyle başlayan bir arkadaşınla yurt dışına, seyahate çıkacaksın." dedi. Jale durur mu hiç. Hemen atladı. Esther işte! diye bir çığlık atıp "Bak beni bırakıp bir yere gidemezsiniz, anlaşıldı mı?" dedi. Tamam, tamam dedim ona. Çatlak bu kız gerçekten. Falcılara, astrologlara takmış kafayı. Ama dur bakayım, neden olmasın, bırakalım kocaları, bir haftalığına uzak bir yere gidip biraz kafamızı dinleyelim. Jale'yi falan da çekemem yanımızda. Baş başa, ikimiz, ne dersin? Hadi, afiyet olsun yemeklerimizi soğutmayalım lafa dalıp. Esther ağzına aldığı lokmayı yutarken düşündü.
- Ben, bu halde yalnız bırakamam Kemal'i.
- Seni anlamıyorum Esther, adamın seni düşündüğü yok, sen bana hala onu bırakamam diyorsun. Esther yanında oturan arkadaşının elini tuttu.
- Sana çok şey borçluyum
Selma, biliyorsun burada güveneceğim tek dostum, sırdaşım sensin. Yıllardan beri ne zaman nerede rastlaşacağımı bilmediğim gelgitler
hayatımı zehir ediyor. Ne verilen ilaçlar ne önerilen rahatlama
kürleri ne de kendimi avutmak için bir uğraş edinme türünden telkinlerden
fayda gördüm. Tam aksine, günden güne gördüğüm kâbus ve sanrılar arttı. Artık
yavaş yavaş aklımı yitirdiğimi düşünüyorum.
Esther’in ağzından ilk kez dökülüyordu bu sözler, aklını yitirmekten bahsediyordu alenen. Selma, onu eski haline döndürmek için elinden geleni yapıyor ama bütün önerileri arkadaşı tarafından geri çevriliyordu. Daha beteri, yaşadıklarını eşinden gizlemesiydi. Hele buna hiç anlam veremiyordu. Canından çok sevdiği arkadaşı dipsiz bir kuyunun içinde debelenirken ona yardımcı olamamak ne kadar üzücü bir durumdu. Defalarca Esther’e çaktırmadan Kemal’le konuşmayı aklından geçirmiş ama her seferinde bu fikrinden vazgeçmişti. Böyle bir işe kalkıştığında Esther’i kaybedeceğini gayet iyi biliyordu. Kaldı ki Kemal’in bu durumu başkasından öğrenmesi Esther’i daha çok bunalıma sokabilir, işleri iyice içinden çıkılmaz hale getirebilirdi. Hasan’a bile Esther'in durumunu çıtlatmamıştı. Zira onun bu haberi ağabeyine yetiştirmesi en fazla beş dakikasını alırdı.
- Biliyorum, dedi Selma. Dün akşamki yemekte yine oldu değil
mi?
- Evet, dedi Esther, yaşadıklarını bir kez de Selma’ya anlattı.
Sonra merakla sordu arkadaşına.
- Diğerleri de fark etti mi?
- Yok canım, hepsinin kafaları iyiydi, benim dışımda hiçbiri
fark etmedi, dedi Selma.
- Ya Selmin? Selmin, son anda
gelmişti aklına Esther’in.
Selma duraksadı bir an.
- Doğrusunu söylemek gerekirse o konuda kesin bir şey diyemem sana. Yanılmıyorsam mutfağa girip çıkıyor, masayı topluyordu o esnada. Yani o kadar işin arasında seni fark etmemiş olabilir. Zaten bir iki dakika ancak sürdü.
Söylediklerine kendi de inanmamıştı Selma. Cin
gibi olduğunu biliyordu Selmin’in. Esther’in o tuhaf halini görse bile hemen
gidip Kemal’e yetiştirecek değildi ya.
Birden sohbete dalınca Selma'nın hatırını sormadığı geldi aklına.
- Peki sen neler yapıyorsun dün akşamdan bu yana? Timur’un keyfi
yerinde mi? Hasan nasıl? Bir solukta sıralamıştı soruları bir biri ardına.
- Ne olsun, hepsi iyiler. Timur’u anneannesine bıraktım. Hasan
memleketi kurtarmaya karar verdi.
- Nasıl yani? diye sordu merakla, Esther.
- Hiç sorma seninki particiliğe başladı. Futbol, briç derken, yeni bir oyuncak buldu kendine. Alaycı bir gülümseme belirdi yüzünde.
esther'i doktor düzeltmeden kemal ile arası düzelmez :)
YanıtlaSilKemal'i düzeltmek lazım belki de:))
Silbir haftadır yoksun bloglardaaaa, dön artııık :)
YanıtlaSilYarından itibaren bloglarda boy göstermeye başlarım:)
SilTrafiğin olmadığı bu saatlerde Selma’nın gelmesi en FAZLA on beş dakikayı bulacaktı ya da trafiğin olmadığı bu saatlerde BİLE Selma’nın gelmesi en az on beş dakikayı bulacaktı, şeklinde yazsanız kulağa daha mı hoş gelecek sanki bay Kaplan? Trafikle ilgili bir olumlama ile başlıyor cümle, ikinci yarısı yazdığınız haliyle tam oturmamış gibi. Belki de sadece bana öyle gelmiştir🤗. Yazın dediğiniz için yazdım, yoksa bu şekilde de okunup geçilebilir yani. Her durumda gayet güzel yazıyorsunuz zaten 🧿. Selamlar, saygılar 😀
YanıtlaSilTarfikli cümle ile ilgili benzer şeyler yazacaktım, siz yazmışsınız bile 😊
Sil🤗👍
SilÇok teşekkür ederim Sevda Hanım. Biliyorsunuz, konuya dahil olmanız, beni her zaman mutlu eder:) Cümleye yüklenmek istenen anlamın tam olarak karşılanması, okurken kulağı tırmalamaması son derece önemli.
Sil"Trafiğin yoğun olmadığı" ifadesinde fazla bulduğunuz "yoğun" sözcüğü sanki bana gerekliymiş gibi geldi. Şöyle ki, "trafiğin olmadığı" dediğimizde araç ve yaya trafiğinin hiç olmadığı boş cadde ve sokaklar geliyor aklıma. Selma'nın Esther'le buluşmak için yola çıktığı zaman dilimi sabah ve akşam saatlerindeki gibi, çalışanların işlerine gidip gelme saatlerine denk gelmiyor, bu yüzden trafik nispeten sakin ama yine de belli bir araç akışı var. Dolayısıyla "yoğun" sözcüğünü çıkardığımda vermek istediğim anlamın bozulacağını düşünüyorum.
Diğer taraftan Esther, doktordan çıkıp yakın mesafede Selma'yla buluşacakları kafeye geliyor ancak Selma'nın evi daha uzak olduğu için bir süre onu beklemesi gerekiyor. Aslında bu sürenin olayın akışında pek önemi yok. Esther, bu sürenin yaklaşık on beş dakikayı bulabileceğini geçiriyor aklından sadece.
Bu gibi durumlarda eşimin önerdiği şey, eğer çok gerekli değilse yazıdan sorun yaratan cümleyi çıkarmak. Bence de en iyisi bu sanırım. İlginiz için çok teşekkürler. Her zaman eleştirilerinizi bekliyorum. Saygılarımla:)
*** Bu arada, konuyu burada kapatmak istediğimi sanmayın lütfen. Tartışmaya sonuna kadar açığım:)
Mrs. Kedi,
SilSiz de düşündüğünüzü biraz açarsanız sevinirim. Arızayı hep birlikte giderelim:)
Cümleyi eksik yazmışım bay Kaplan, yoğun kelimesinde rahatsızlık veren bir anlatım yok. Benim yazdığım cümleleri ‘yoğun’ kelimesi ile birlikte okuyun, demek istediğimi anlarsınız bence. Hatta sizin trikle okuyun, yani yüksek sesle. Önce orjinal halini, sonra da benim yazdığım hallerini ( ama ‘yoğun’ kelimesini de ekleyerek) yüksek sesle okuyun, bakalım size de aynı hissi verecek mi? Benim takıldığım şey trafik yoğun değilken Selma’nın gelmesinin en AZ on beş dakika sürmesi. Sanki, trafik yoğun değilken en FAZLA on beş dakika sürmesi kulağa
Sildaha uyumlu geliyor. Bilmem anlatabildim mi demek istediğimi? Sanırım bayan Kedi daha iyi açıklayacaktır. Çok selamlar.
Sizin ne demek istediğinizi anladım Sevda Hanım:) Ama sanırım ben kendimi yeterince ifade edemiyorum. Ne bileyim belki de yanlış düşünüyorum. "En AZ on beş dakika..." derken Selma gelene kadar daha on beş dakikası var, bir şekilde o zamanı geçirmesi lazım. Zaten bu yüzden çay söylüyor, etrafına bakınıyor. "Trafik yoğun değilken en FAZLA on beş dakika..." dediğimizde sanki bir panik havası estirmiş gibi oluyor. Hani elinde tamamlaması gereken bir iş var da Selma gelene kadar mutlaka bitirmesi gerekiyor. Mrs. Kedi ile birlikte siz cümleyi baz almış olabilirsiniz, belki de dediğiniz gibi bu yüzden kulağa daha uyumlu gelmiş olabilir. Ben yukarıda belirttiğim gibi "A, daha on beş dakika var, şöyle bir serileyim" ya da "üff, nasıl geçecek bu on beş dakika" durumları için "en AZ"'ı tercih etmiştim. Sonuçta dediğim gibi cümleyi çıkardım zaten. İnandığım konularda (hatalı olduğumun farkına varamadığım zamanlar) bazen dik kafalı olabiliyorum. O yüzden siz benim kusuruma bakmayın:) Teşekkür ederim, selamlar.
SilAha, şimdi anladım ne demek istediğinizi. Sizin anlattığınız şekilde okuyunca mantıklı geldi. Ne kadar ilginç değil mi; aynı cümleyi okuyup farklı algılamak. Demek ki yazarların işi gerçekten çok zor, anlatmak istediğini tam olarak anlatabilmek her zaman mümkün olmuyor demek. Cümleyi çıkarmanıza gerek yoktu ki bay Kaplan, ben zaten bu yüzden fikirlerimi kendime saklayıp sadece okuyup bitirmek istemiştim. Size müdahale ederek kaleminizin doğallığının bozmanıza sebep olmuş gibi hissettim. Ben gene aynı sisteme döneceğim, roman bitince yorum yapacağım. Sizinki dik kafalılık değil de, ne demek istediğinizi anlatmaya çalışmak bence. O yüzden yüz yüze konuşmanın çok önemli olduğunu savunurum ben her zaman. Çünkü konuşurken vurgular ve beden dilimizle anlatmak istediğimizi tam olarak ifade edebiliyoruz. Yazı dili biraz mekanik kalıyor, yukarıdaki durumda olduğu gibi; aynı ifadeyi farklı kişiler farklı farklı anlayabiliyor. Yani alles in Ordnung, everything is fine 🤗. Çok selamlar, saygılar 👍😃
SilAslında insanlar arasında iletişim zor Sevda Hanım. Önce güven lazım. Ne art niyetli ve ön yargılı yaklaşmalıyız karşımızdakine ne de karşımızdaki bize ön yargılı ve art niyetli bir tutum içinde olmalı. Bunu sağladıktan sonra meramımızı tam olarak yazıya dökmek ya da sözlü olarak ifade edebilmek ikinci adım. Mükemmel bir yazar ya da hatip bile olsak, bu konuda yüzde yüz başarıya ulaşmanın mümkün olamayacağını düşünüyorum. Üçüncü adım ise okuduğumuzu tam manasıyla anlayabilmek ya da söyleneni, konuşulan bir konuyu kusursuz kavrayabilmek. Bana göre bu da yüzde yüz mümkün değil. İşte sadece bu yüzden anlaşmazlıklar, kavgalar, savaşlar çıkıyor. Karşılıklı güven ve sağlıklı bir iletişim olsa dünya güllük gülistanlık olurdu herhalde:) Bizler sadece elimizden geldiği kadar düşüncelerimizi, duygularımızı ifade etmeye çalışıyoruz. İletişim oranımızı yükseltmeye çabalıyoruz. Sadece yazarların değil, okurların da işi zor yani:)
SilCümleyi çıkardım, çünkü ben de yetersiz buldum. Belki daha güzel bir şekilde ifade edilebilirdi. Müdahale etmeniz beni çok mutlu ediyor. Farklı düşünmenizi istemem. Şunu söyleyerek sizi bir nebze rahatlatmış olayım: Eğer ben o cümlemi beğenseydim, sonuna kadar savunur, sizin eleştirilerinizi saygıyla kabul eder ama yine de yazıda değişiklik yapmazdım. Siz rahat olun:) Baştan kabul ediyorum, yanlış bildiğimden dolayı ya da gözümden kaçtığı için hata yapabilirim. Siz yazılarımda gözünüze çarpan, kulağınızı tırmalayan, aklınıza yatmayan bir husus görürseniz çekinmeden ikaz edin lütfen. En azından tartışma imkanımız olur, doğrusunu birlikte buluruz:)
Yazmak ya da konuşmak... Hangisi derseniz, kişisine göre değişir. Bazı güçlü kalemler iki lafı bir araya getirip konuşamazken bazı hatip kişiler de iki kelimeyi bir araya getirip yazamaz. Yazmanın ve konuşmanın birbirlerine göre avantaj ve dezavantajları vardır. Ben kendimi konuşarak değil yazarak daha iyi ifade edebileceğimi düşünüyorum. Düşünüyorum diyorum, çünkü yazmanın en büyük avantajı bu bana göre. Konuşurken düşünme imkanı daha az, duygularımız öne geçiyor. Bu nedenle düşünmeden ağzımızdan kaçıracağımız bir kelime dahi başımıza büyük dertler açabilir. Kusura bakmayın ne olur. Bu konuda uzun zamandır bir şeyler yazmak istiyordum, belki yeri değildi ama nasip burasıymış. Saygılarımla, çok teşekkürler:)
👍😃
Sil:)
SilBu bölüme kadar ilk defa okurken gözümü (sesli okurken de kulağımı) tırmalayan bir kelimeye denk geldim. "Hora geçti" diye yazmışsınız. Bu çok yöresel bir söylemdir benim bildiğim. TDK ya bakarsak da; Rumca "Birçok kişi tarafından el ele tutuşarak oyun müziği eşliğinde oynanan bir halk oyunu." açıklamasını görüyoruz. Hikayeniz yerel bir ağız içermediğinden biraz aykırı geldi kelime. Makbule geçti belki daha yerinde olur, nacizane.
YanıtlaSilSevgiler,
Sevgili Momentos, katkınız için teşekkür ederim:) "Hora geçti" deyimini biz gâvur İzmirliler çok kullanırız:) Bu yüzden ülkemizde söz konusu deyimin herkes tarafından bilinip kullandığını sanıyordum. Yorumunuzdan sonra araştırma fırsatını buldum ve sayenizde aşağıda sizlerle paylaşacağım yeni şeyler öğrendim.
SilÖncelikle söz konusu deyim Anadolu'nun pek çok bölgesinde (Ege, Karadeniz, İç Anadolu, Akdeniz), Azeri ağzında ve Mevlevilerde yaygın olarak kullanılan halk ağzı bir deyimmiş. Köken olarak Türkçe diyor Vikipedi:)
"Hora geçmek" deyiminin TDK'deki anlamı şöyle: (halk ağzında) beğenilmek, hoşa gitmek, makbule geçmek, kendisine verilen kimsenin işine çok yaramak. Ancak siz "hora" sözcüğüne bakmışsınız ki o, hem köken hem anlam olarak tamamen farklı:)
"Hora geçmek" deyimi kökeni hakkında bir takım görüşler var ama benim en makul bulduğum, iyilik anlamında "hayra geçmek" sözünün halk ağzında bozulmuş hali olduğu.
Yöresel bir özelliği yok eserin, haklısınız. "Makbule geçti" şeklinde kullanmam daha uygun olabilir. Teşekkürler:)
Bir öykü bizi ne güzel çalıştırdı.. :) çok teşekkür ederim detaylandırma için. Demek hayır kelimesinin böyle evrilmesi müthiş :))) saygılar,
SilÇalıştırsın, ne güzel işte:) İşleyen demir pas tutmaz:) Bana sorsalar Rumca derdim, iyi oldu öğrendiğimiz:)
SilKorona, aşı, okular, siyaset gibi karmakarışık konularla ortam iyice gerilmişken, insanların ruh ve beden sağlığı iyice bozulmuşken- gerçek anlamda bozulmuşken- böyle bir konuyu işlemek iyi olmuş.
YanıtlaSilOkurken düşündüm de bazı kadınların arkadaşlarının eşleri konusunda olumsuz konuşmaları, dedikodu yapmaları çok doğaldır. Onlar için keyiflidir. Bazı detaylar incelikle işlenmiş.
Emeğinize sağlık.
Aslında en az bir sene önce yazmıştım. Ancak son şeklini her bölümü yayınlamadan önce veriyorum. Bu esnada ekleyip çıkarmalarım da oluyor tabii. Teşekkür ederim, sağ olun:)
SilOkurken "Esther kendine bir hobi edinse keşke" diye düşünüyorum hep. Kendini kocasına fazla bağlamış bir karakter. Bir kadın için alıştığı ilgiden yoksun kalmaşı hoş değil ama ne bileyim kendi hayatını yaşayabilmeli insan.
YanıtlaSilDışarıdan bakıldığında çoğu zaman insan davranışlarına anlam veremiyoruz. Aslında evliliğin ilk yıllarında hiçbir sorunu yoktu Esther'in. Yeni bir ülkenin kültürüne adapte olmak için belki en fazla sıkıntı çekmesi beklenen bu yıllarda kısa sürede dilimizi öğrenmiş, bu sayede geniş bir arkadaş çevresi oluşturmuş, sosyal hayata karışmış, sinema, tiyatro ve konserlere katılarak dışa dönük bir karakter çizmişti. Güvenip sevdiği ve kendisinden her konuda büyük destek aldığı Kemal'i hayatının ayrılmaz bir parçası görüyor. Kemal'in yeni işinde ona sırtını dönmesiyle problem yaşamaya başlıyor. Başka biri olsa dediğiniz gibi kendi yolunu çizer, bir işe girer ya da hobiler edinir. Ancak Esther'in gözünde Kemal'in yerini hiçbir şey tutmuyor, yalnızlığa düşüyor, eski rahatsızlıkları nüksediyor. Burada "aşk" tanımına dikkat çekmek istiyorum aslında. Zaman zaman blog ve yorumlarda yaptığım tartışmalarda aşkın sadece bir tarafı bağladığını, aslında marazi bir durum olduğunu ifade etmiştim. Olayda Esther, Kemal'e aşık, Kemal ise Esther'i seviyor. Kemal'in aşk hastalığı yok ama başka bir hastalığı var, o işine aşık, onun gözü Esther'i değil, işinden başkasını görmüyor artık. Esther ise, Kemal'in onu ihmal ettiğini bildiği halde ona toz kondurmuyor, hep kendini suçluyor. Aralarındaki tek fark belirttiğim gibi Esther hastalığının aşk olduğunu bilmeksizin onu geçmişine bağlıyor, Kemal ise hastalığının farkında değil. Yani sorun sağlıklı iki insan arasında değil, bu yüzden mantıklı değil davranışları. Bakalım bu kör düğüm nasıl çözüme kavuşacak:) Teşekkürler.
SilYorumları okuyum derken ne yazacağımı unuttum. :))
YanıtlaSilEsther ve Kemal' in ilişkisi nasıl devam edecek merak ediyorum. Bu bölümde de mekandaki detayları, olayların düzgün akışını sevdim. Okurken satırlar akıp gidiyor. Kalemine sağlık.
Teşekkür ederim, yorumlardan çok faydalanıyorum ben de. Sağ olun:)
Sil