KATEGORİLER

18 Şubat 2021 Perşembe

SON DANS BÖLÜM 14

Masanın üzerine bırakılan pet şişelerden birini alıp bardağına boşalttığı suyla ağzının kuruluğunu gideren Mr. Knudsen, başını kaldırıp mağrur bir tavırla kendisini izleyen şirket yetkililerini süzdü.

- Varsa sorusu olan, cevaplamaya hazırım. Önce Ümit, ardından Kemal’in üzerinde gezdirdi mavi gözlerini. Birkaç dakika önce beklemediği bir tepkiyle karşılaşan Anna'nın tadı kaçmış, süt dökmüş kedi gibi uysallaşmış, o kıpır kıpır halinden eser kalmamıştı. Başını kaldırmaksızın ağır hareketlerle bilgisayarını toplamaya başladı. Kemal, Anna'nın yakıcı etkisinden bir an önce kendini kurtarmak istiyordu. Bu onun son şansıydı. Sunumu yapan şirket yetkilisine teşekkür ettikten sonra önündeki dosyanın kapağını açtı. Eline aldığı kâğıdı Hans’a uzatarak teklifin ekinde yer alan yedek parça listesine işaretlediği parçaların eklenmesini ve garanti süresinin iki yıla çıkartılmasını talep etti. 

- Kemal Bey, hiç sorun değil, elbette istediklerinizi yaparız ama bu size küçük bir fiyat farkı getirecektir. 

Hans'ın bu sözleri, fiyatta indirim istemeye hazırlanan Kemal’in hiç hoşuna gitmemişti.

- Bunu kabul etmemiz mümkün değil, dedi bezgin bir halde. Zaten bütçemizi aşmış durumdayız, fiyatı arttırmaktan bahsediyorsunuz, oysa biz sizden fiyatlarınızı biraz daha aşağı çekmenizi talep etmeyi düşünüyorduk. 

Fiyat müzakeresi uzadıkça uzuyordu. Sonunda resti çekmişti Kemal. Mr. Knudsen, tekliflerini son bir kez daha gözden geçirmek üzere merkez ofisleriyle görüşebilecekleri bir yer isteyince, Ümit onları küçük toplantı salonuna yönlendirdi. Odasına dönen Kemal, kesinlikle rahatsız edilmemesi konusunda sekreterini uyardı.

Heyecandan yerine oturamadı, Almanların vereceği kararı beklerken geniş ofisinde bir aşağı bir yukarı volta atmaya başladı. Tabandan tavana kadar koyu renkli cam pencerenin önüne yaklaştı. Ellerini ensesine kenetleyerek vücudunu önce sağa daha sonra sol yanına doğru esnetti. Aşağıdaki kalabalık şehir manzarasına daldı yorgun gözleri. Kibrit kutusu büyüklüğünde arabalar, birer karınca misali oradan oraya koşuşturan insanlar, biteviye yanıp sönen mavi parlak ışığıyla trafiğin içinde ilerlemeye çalışan ambulans, üniversite binalarının arkasında, çay bahçesine yayılmış gençler… Bütün bu gördükleri, kendi küçük dünyasının dışında farklı hayatların olduğunu hatırlatıyordu. Hepsi telaşlı, hepsi büyük bir koşturmaca içinde. Sarı taksinin içinde randevusuna yetişmeye çalışan İrlandalı bir iş adamı hayal etti, iki lise öğrencisinin okullarından kaçmış olabileceğini, siren seslerini işitemediği ambulansın içinde yaşam mücadelesi veren ihtiyarı, sınavdan çıkıp gönüllerince eğlenen gençleri… Pencerenin önünde defalarca seyrettiği manzara ilk kez bu kadar ayrıntılı gelmişti gözlerinin önüne. Pencereden başını çevirince aklına ilk düşen yine Anna oldu. Turkuaz gözlü sarışın afet, başını yana eğmiş işveli bakışlarla kendisini süzerken odaya yayılan ağır parfüm kokusu aklını başından almıştı. Bir an ona haksızlık ettiğini, kadının uzun bacaklarının kısıtlı alanda başka bir hareket imkanı bulamadığını düşündü. Kendisi de bacaklarını açıp oturacağına daha derli toplu oturabilirdi. Yüzünü ateş bastı. Genç kadın, yaşadığı bu şoku, Alman müdürüne de anlatmış olabilirdi. Ne kadar utanılacak bir durumdu bu! Kimseyi kandırmaya gerek yoktu, besbelli etkilenmişti işte, belki de bu yüzden kendi kendine gelin güvey olmuştu. Şimdi nasıl bakacaktı kadının yüzüne? Zonklayan beyninin içinde birbiri ardı sıra dolaşan saçma sapan düşünceler boğazını sıkıyor, gözleri kararıyordu. Sandalyeler, duvarlara asılı tablolar, duvarlar, etrafındaki her şey dönmeye başladı. Dengesini kaybetmek üzereyken güçlükle bir adım atıp çalışma masasının kenarına attı elini. Masanın kenarına tutunarak bir çuval gibi koltuğa bıraktı mecalsiz bedenini. Bir süre öyle kaldı. Alnında boncuk boncuk biriken ter damlalarını elinin tersiyle sildi. Masasının üzerindeki kağıt yığınına baktı donuk gözlerle.

Ürkek bir tık tık sesinin ardından kucağında bir tomar dosyayla içeri girdi Nalân. Kemal'i koltuğuna serilmiş, benzi atmış bir halde görünce telaşlandı.

-  Kemal Bey, iyi misiniz?

Ağzını açmadan sağ elini hafifçe kaldırdı, iyiyim, merak etme dercesine. 

- Doktor çağıralım isterseniz, iyi görünmüyorsunuz, yüzünüz sapsarı. Tansiyonunuz düşmüş olmalı!

- Yok, hayır doktor falan istemez, bir ağrı kesici getir bana sadece, başım çatlıyor.

Elindeki dosyaları sessizce masaya bıraktı, Nalan. Çekingen bir ses tonuyla,

- Hemen getiriyorum Kemal Bey, bunlar acilmiş, efendim, imzalamanız gerekiyor, dedikten sonra arkasını dönüp seri adımlarla kapıya yöneldi. Kemal, arkasından seslendi, bu sefer sesi biraz daha gür çıkmıştı.

- Ortalığı telaşa verme, ben iyiyim, anlaşıldı mı?

- Peki efendim, ben hemen ilacınızı getireyim. Tam kapıyı çekiyordu ki, içeriden seslendi yine Kemal.

- Almanlar gitti mi?

- Hayır efendim, toplantı salonundan çıkmadılar henüz.

Sekreterin bıraktığı ağrı kesiciyi ağzına atarken dünkü yemeği düşündü. Her şey onun için hazırlanmıştı. Doğum günü pastasını bile kesmeden evden ayrılmak zorunda kalmış, Esther’i ne kadar zor durumda bırakacağını aklının ucundan bile geçirmemişti. Bu işe başladı başlayalı yaşadığından bile habersizdi. Karısıyla en son ne zaman baş başa oturup birlikte bir şey paylaştığını düşündü. Aradan sanki uzun yıllar geçmişti. Yüzünü ellerinin arasına alıp gözlerini kapadı bir süre. "Evet, uzun zaman oldu." diye mırıldandı. En son ne zaman sinemaya, tiyatroya gitmişler ya da baş başa bir yemek yemişlerdi. Hasan ve Ayhan'lar dışında görüştükleri hiç kimse kalmamıştı neredeyse. Bu düşüncelerin arasında anlık bir görüntü geçti gözlerinin önünden. Aynı hızla kayboldu Anna'nın gözü yaşlı hayali. Aylar geçmişti Esther'i düşünmeyeli. Bugün bunları düşünmesine sebep Anna'ydı belki de. Birden yüreğine bir hançerin saplandığını hissetti. Başından aşağı kaynar sular döküldü. "23 Temmuz, evlilik yıl dönümümüz. İki ay geçmiş, nasıl unuttum bunu ben," diye söylendi kendi kendine. Esther, ağzını açıp bir şey söylememişti. Ara sıra gözlerinin nemlenmesi,  dalıp gitmeleri  belki de bu yüzdendi.

Berlin’deyken, yani onun tek kelime Türkçe bilmediği, kendisinin ise çat pat Almanca konuşmaya çabaladığı zamanlarda bile birlikte gezip tozduklarını, ortaklaşa zevk aldıkları, eğlendikleri nice şeylerin bulunduğunu ve bütün bunlardan ikisinin de büyük mutluluk duyduklarını anımsadı. Evlendikten hemen sonra Esther'in büyük bir hevesle Türkçeyi öğrenmeye çalışması kendisini ne kadar çok sevdiğinin açık bir göstergesiydi.

Derin bir iç geçirdi. Berlin’deki dil okulunda ilk kez göz göze geldiği anı hatırladı. Bir anda içine ateş düşmüş, deniz mavisi gözlerinin ışıltısı sarmıştı bütün benliğini. Sıcak gülümseyişi bir mıknatıs gibi çekmişti kendine. Yüreği göğsünden fırlayacak gibiydi. Bütün bu hissettiklerinin karşılık bulması, onu dünyanın en mutlu insanı yapmıştı. Gözü artık hiçbir şey görmüyordu. Ders çıkışlarında birlikte gezip eğleniyorlar, birlikte hoşça vakit geçiriyorlardı. Yine bir ders çıkışında, şirin bir kafede oturmuş sohbet ederlerken ailesini sorduğunda, "kimsem yok benim" demişti Esther, aynı anda yüzünde beliren hüzne şahit olmuştu. İlk anda bu durumu annesiyle babasının ayrılmış olabileceğine yormuştu. Avrupa memleketlerinde ebeveynlerin on sekiz yaşından sonra çocuklarını yanlarında görmekten pek hoşlanmadıklarını, onları erken yaşta kendi ayaklarının üzerinde durabilecek şekilde yetiştirdiklerini biliyordu. Belki, herhangi bir nedenden ötürü ailesiyle arası açılmıştı. “Kimsem yok” dedikten sonra daha fazla üzerine gidip canını sıkması ne işe yarayacaktı ki. Zamanı geldiğinde kendisi anlatırdı nasıl olsa. Can sıkıcı bir konuyu eşeleyince eline ne geçecekti. O gün bugündür bu konu hiç açılmamıştı aralarında. Belki bunun için daha zamana ihtiyaç vardı.

Devam edecek.



17 Şubat 2021 Çarşamba

LEVIATHAN - PAUL AUSTER


Kitabın Adı: LEVIATHAN

Yazar: Paul AUSTER

Sayfa Sayısı: 288

Yayınevi: Can Yayınları

Çeviren: Seçkin SELVİ

Türü: Polisiye Roman

Leviathan, Winconsin'in kuzeyindeki bir yol kenarında hazırlamaya çalıştığı bombanın patlamasıyla paramparça olan bir yazar ve bu olayın sır perdesini anlamaya çalışan dostu arasında geçenleri konu eden bir roman. Amerikalı yazar Paul Auster, birbiri ardına bir çok olayı nefes kesici bir sürükleyicilikle birbirine bağlarken birçok tema üzerinden derinlikli mesajlar veriyor kitabında. Anlatıcı, Peter Aaron, soğuk bir kış günü tanıştığı Benjamin Sach'ın tamamlama fırsatı bulamadığı kitabının adı olan Leviathan'ı, onun ölüm haberini aldıktan sonra, iki ay içinde kendi yazdığı kitabın adına veriyor. Leviathan, Tevrat'ta geçen efsanevi bir deniz canavarının adı. Diğer taraftan İngiliz filozof Thomas Hobbes'un (1588-1679) tanınmış eseri de aynı adı taşıyor. "İnsan insanın kurdudur." düşüncesinden yola çıkan Hobbes, İngiliz İç Savaşı yıllarında yazdığı eserde, eşit yaratılsalar bile, insanlar, aynı şeyleri istedikleri için güvensizlik ortamı oluşacağını ve ardından kaos ve kavganın çıkacağını belirtirken bunun önüne geçmenin ancak devlet otoritesiyle mümkün olabileceğini iddia etmektedir. 

Auster, romanında basit bir anlatımı tercih etse de Leviathan adını kullanmak suretiyle olaylara felsefi bir derinlik kazandırmakta.

"Dimaggio bir can almıştı, o da Dimaggio'nun canını almıştı. Şimdi sıra kendindeydi, kendi canının da alınması gerekiyordu. Bu içsel bir yasaydı ve Sach kendini yok etme cesaretini bulamadığı sürece, lanet çemberi hiçbir zaman tamamlanıp kapanmayacaktı..."

İşin felsefi boyutuna inmeden okunduğunda zevk veren ama akılda kalmayacak bir roman Leviathan. Esasen polisiye türü demek de ne derece doğru tartışılır. Çünkü anlatıcı, okurun düşünmesine gerek bırakmaksızın kitabın başından sonuna dek olayların bütün detaylarını veriyor. Yazarın kullandığı üslûp güzel, geriye dönüşler yerinde, sağlam kurgusu etkileyici.

Kitabı İngilizceden dilimize çeviren ve bütün Paul Auster roman çevirilerini yapan meşhur Seçkin Selvi. Böyle bir şahsı eleştirmek bana düşmez ama yer yer hani böyle olsa daha iyi olurdu dediğim yerler olmadı değil. Yine de anlaşılması zor bir roman değil ama Selvi'den çok daha iyisini bekliyor insan. Ancak bir konuda şaşırdığımı söylemek isterim. Romanın üç ayrı yerinde, "musluk" sözcüğünün lavabo anlamında kullanıldığını gördüm. Şaşırdım tabii. Meğerse TDK sözlüğünde, Arapça kökenli bu sözcüğün "el yıkamaya yarayan yer, lavabo" diye bir anlamı daha varmış!   

Sonuç olarak tavsiye edebileceğim, okuması keyifli bir roman Leviathan.

16 Şubat 2021 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 78


Ağaç Ev Sohbetlerinin 78. Haftasındayız. Sevgili DeepTone tarafından organize edilen etkinliğimizin bu haftaki konusunu öneren de kendisi. Sınırsız bir dünyanın hayalini kurmuş. Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın sorusu şöyle:

"Dünyada sınırlar kalksa ne olurdu?" 

Sevgili Deeptone'un yazısından alıntı yaparak başlayayım: "Gerçekleri severim diyen de yalan söylüyor. İnsanlar gerçekleri sevmez, bal gibi de yalanı severler. Ama öyle demezler." diyor sevgili hayaller prensesi. İnsanlar kötü şeyleri hayal etmez fakat gerçekler bazen acıdır. Benim hayalci bir yanım yok. Fakat, hayır, yalancı değilim, yalan söylediğimi kabul etmiyorum. Bu kez ben de hayal kurmaya çalışacağım elimden geldiğince. Gölgelerin gücü adına, bütün gerçeklerimi bir yana itip hayal gücümün sınırlarını zorlayacağım, eğer becerebilirsem.

Sevgili Deep, yazısının sonunda coğrafi sınırları dikkate almamızı istemesine karşılık tarlamızdan portakal çalanı tüfekle vuramayacağımızı söylemesi sınır konusunda kafaları karıştırmış olsa da konuya takılmayalım. Sınırların ne önemi var. Başta ABD olmak üzere süper güçler sınırları hiçe sayıp zaten bütün dünyaya hükmediyor. Devletler arası savaşlar olmazdı fakat iç savaşlar devam ederdi. Yok kötü düşünmeyeceğim, savaş lafını ağzıma almamam lazım, hayal kuracağız şurada. 

Evet, vizeler kalkardı, seyahat için pasaport çıkarmaya gerek kalmazdı. Cebimize kimliğimizi koyup dünyanın diğer ucuna gidebilirdik.  Irkçılık, sömürü aynen devam ederdi. ABD'nin sınırları içinde ırkçılık devam etmiyor mu? Hitler kendi topraklarında soykırım yapmadı mı? 

Güzel şeyler düşünmeye çalışıyorum, aklıma bir şey gelmiyor, ne zormuş hayal kurmak! Şimdi sınırsız bir dünyanın başında illa ki bir yönetim olmalı değil mi? Bakın burası çok önemli! Başa Atatürk gibi muhteşem bir insanı getirelim. Hayal değil mi bu canım, karışmayın.

Devlet, ülke diye bir şey kalmayacak! Ne güzel... Ama sınırları kaldırsanız bile milletleri yok edemezsiniz, onlar olacak. Dünyanın bütün topraklarında değişik milletler serbestçe dolaşacak, kaynaşacak. Melez bir ırk oluşacak zamanla, dünya ırkı. Bunun için biraz sabırlı olmak gerekir tabii.    

Sınıfsal farklılıklar da kalkacak. Refah seviyemiz yükselecek, üretim artacak, sanata gereken önem verilecek, okuma oranı artacak, dünya yaşanılır hale gelecek. Nasıl mı? Atatürk'ü başımıza getirdik ya! Siz de bir tuhafsınız yani...   

Oh, içim açıldı, güzelmiş hayal kurmak, ah şu gerçekler olmasa...

14 Şubat 2021 Pazar

REZONANS KANUNU - PIERRE FRANCKH


Kitabın Adı: Rezonans Kanunu

Yazar: Pierre FRANCKH

Sayfa Sayısı: 208

Yayınevi: Koridor Yayıncılık

Çeviren: Bengisu AKİPEK

Türü: Kişisel Gelişim

Termodinamik, rezonans, kuantum fiziği konularının ilgimi çektiği dönemde kitapçının birinde görmüştüm bu kitabı. İlk önce ilgimi çeken adı oldu. Sayfalarını karıştırdığımda tamam dedim, işte aradığım kitap! Zira, fizik, kimya ve uzay bilimin ilgi alanına giren rezonansın, felsefe, psikoloji ve sosyoloji dallarında da kendine yer bulduğunu fark etmiş, bu konu üzerinde yazmaya devam edeceğimi belirtmiştim. Doğrusunu söylemek gerekirse "Rezonans Kanunu" kitabını alırken türünün kişisel gelişim olduğunu bilmiyordum. İlgi alanım dışındaki kitabın ilk yarısını kendi adıma tatmin edici bulsam da kalan kısmına farklı bir gözle baktığımı ifade edeyim.

Önce biraz yazardan bahsedeyim. Pierre Franckh, önceden adını duymadığım, 1953 doğumlu bir Alman. Aslında tam bir sahne adamı. 6 yaşındayken çıkmış sahneye. 1963 yılında, yani henüz on yaşındayken, "Das Haus in Montevideo - Montevideo'daki Ev" adında uzun metrajlı bir filmde rol almış. 350'den fazla TV yapımında imzası var, tanınmış kanallarda iz bırakan sunuculuk deneyimleri olmuş. Aslında Franckh, 2004 yılına kadar bir aktör, seslendirme sanatçısı, yönetmen, yapımcı. "Aşkta Mutluluk Kuralları" adıyla dilimize çevrilen kitabıyla yazarlığa ilk adımını atıyor ve kitap, Stern dergisinin en çok satanlar listesine girmeyi başarıyor. Bundan sonraki döneminde kişisel gelişim, motivasyon koçluğu ve yazarlığı ön plana çıkıyor. Benzer konularda birçok kitabı var yazarın. Bugüne kadar iki milyonu aşkın baskı sayısıyla ezoterik alanda en başarılı Alman yazarlarından biri olarak gösteriliyor. 

Milyonları etkileyen yazarın aldığı eğitime dair hiçbir bilgiye rastlamadım. Bu arada çeviriyi başarılı bulduğumu belirtip kitaba döneyim. 

Pierre Franckh, "Rezonans Kanunu" adlı eserini yazmadan önce dünyada pek çok bilim adamıyla görüşmüş. Kitabın kısa bölümlerinden her biri farklı yazar, düşünür ve bilim adamlarının veciz sözleriyle başlıyor. Daha önceki yazılarımdan birinde "rezonans" olayını dıştan gelen herhangi bir etkinin (fiziki ya da manyetik kuvvet, dalga, ses, rüzgar, duygu, düşünce) frekansı ile nesnenin doğal frekansının uyumu olarak tarif etmiştim. Canlı, cansız her maddenin sürekli titreşim halinde, birer enerji yığını olduğunu biliyoruz. Bütün maddeler, kendilerine has bir titreşim kimliğine, yani doğal frekanslara sahip. Kainatı oluşturan bütün atomlar, hücreler birbiriyle etkileşim halinde.

Yapılan bilimsel deneylerden elde edilen sonuçlara göre, kalbimizde (EKG - Elektrokardiyogram) yöntemiyle ölçülen elektrik dalgalarının gücü, beynimizin yaydığı (EEG - Elektroensefalografi) yöntemiyle ölçülen elektrik dalgalarının gücünden  60 kat, kalbimizin yaydığı manyetik enerji ise beynimizin yaydığı manyetik enerjinin tam 5.000 katıymış. Buradan hareketle yazar, eğer insan türünün kainatta gelmiş, geçmiş her şeyi değiştirebilecek kudrete sahip olduğunu savunuyor ve inandığı takdirde bu gücünü rahatlıkla kullanabileceğini belirtiyor.

Yazar bu gücün pozitif enerji yayarak, isteklere odaklanarak ve onlarla etkileşim kurarak kullanabileceğini belirtirken hızını alamayıp bir de bunun formülünü açıklıyor! Mesela 8.500.000.000 kişilik dünya nüfusunun tamamını etki altına almak için transandantal meditasyon yapan ya da dua eden 9.220 kişinin kafi geleceğini iddia ediyor. (Formül şu: Etkilenmesi istenen toplam nüfusun yüzde birinin kare kökü) 

Ben insanın kendisi ve çevresi üzerinde etkisi olan yegane organın beyin olduğunu düşünüyorum. Yazarın, düşünce ve sorgulama merkezi olarak beyni, duygu ve inancın merkezi olarak da kalbi görmesi beni ikna etmedi. İçinden çıkamadığı ruhsal sorunları olanlar, kendine olan güvenini kaybedenler kitabı okuyarak hayata bakış açılarını değiştirebilirler belki. Fakat "Rezonans Kanunu" kitabının bana kişisel gelişim adına bir katkı sağlamadığını söylemek isterim. Diğer taraftan, hiçbir eğitimi olmayan eski oyuncu, sunucu, programcı yazarımızın bu tür konulara el atarak kendini ziyadesiyle geliştirmiş! olduğu gayet iyi anlaşılıyor!    

13 Şubat 2021 Cumartesi

AYA GİDİYORUZ

Ermenistan First Lady'si Madam Anna Hakobyan'ın pek muhterem eşi Nikol Paşinyan vefat etmişti. Hakobyan üzüntüden karalar bağlarken sevgili eşinin anıt mezarının başına oturmuş, iki gözü iki çeşme ağıt yakıyordu. Bütün komşuları, arkadaşları, dostları ve kendisini sevenler ellerini önlerine bağlayıp bu dramatik anı sessizce izlemeye koyuldular.

Hakobyan'ın kocası Nikol'a yaktığı ağıt herkesin içini parçalıyor, gözlerini yaşartıyordu:

"Ah Nikol Efendi ah... Sen ne güzel, ne alim bir adam idin... Upuzun boyun var idi, cümle alem yoluna kurban olur idi..".

İngilizce'yi sular seller gibi bilir idin. Fransızca, Almanca fevkalade konuşur idin...

Sen şiirden, edebiyattan, ekonomiden, dış politikadan çok iyi anlar idin...

Yollar, köprüler, hava meydanları, hastaneler, köşkler, saraylar yapmış idin...

Madam Hakobyan'ın Nikol'a sıraladığı övgüler bir türlü bitmek bilmiyordu.

"Ah Nikol Efendi ah... Hiçbir şeyi beğenmemiş, yenisini yapmış idin... Adaleti, eğitimi, orduyu dağıtmış, kafana göre yeniden var etmiş idin... 

Sen vardan yok ettiğin devletimizi yeniden kurmuş, yeniden kuruluş anayasası yapmış idin... Uzaya liman tesis etmiş, şanlı bayrağımızı da aya diktirmiş idin..."   

Töreni izleyenler sabırla kadının sözlerinin bitmesini beklerken Madam susacağa hiç benzemiyordu. Sonunda içlerinden biri dayanamayıp patladı.

"Yapma be Madam Hakobyan, amma da büyüttün yahu! Nikol'u hepimiz tanırız, yaptıklarını, yapmadıklarını iyi biliriz. Rahmetli hiç de dediğin gibi bir adam değil idi. Mesela hiçbir dil bilmez idi. Güzel konuşur idi ama diploması yok idi. Devleti yok etmiş idi ama yeniden kafasına göre kurmaya ömrü vefa etmemiş idi. Ne uzaya liman tesis etmiş, ne de bayrağımızı aya dikmiş idi..."

Madam Hakobyan adamın sözlerini duyunca hemen ağlamayı kesti. Başını kaldırıp gururla şöyle cevap verdi:

"Olsun... Hepsine heves etmiş idi..."

Resim: https://www.medyarota.com/

SON DANS BÖLÜM 13

Hafif müziğin yankılandığı salonda yan tarafta gençlerin boşalttığı yere orta yaşlı üç kişi gelip oturdu. Öğleye doğru işyerlerini erken terk edenlerin birbiri ardına doldurduğu masaların arasında mekik dokuyan beyaz ceketli genç garson, masadan masaya koşturuyor, aldığı siparişleri yetiştirmekte zorlanıyordu.

Esther, Selma'nın sözlerini duymamıştı bile. Kendi aleminde fonda çalan The Sounds of Silence şarkısına yoğunlaşmıştı, yorgun gözleri masaların arasında dolaşırken hafiften bir hüzün kapladı içini. Sessizliğin sesine sadece çatal ve bıçak sesleri eşlik ediyordu. Salon hınca hınç dolmasına rağmen sohbet sesleri kesilmiş, çevresindeki insanlar açlıktan çıkmışçasına önlerine gelen yemeklere yumulmuştu. Bir an, yan masada oturan iki kadının konuşmalarını dinledikleri hissine kapılıp telaşlanmıştı ama etrafına bakınca salonu saran tuhaf sessizliğin sebebini anlaması fazla uzun sürmedi. Siparişlerinin alınması için garsonun gelmesini bekleyen çevreleri kalabalık içleri yalnız kadınlar, kendilerinden geçmiş, müstehzi gülümsemelerini gizlemeye gerek duymaksızın ojeli parmaklarını sanal alemin tuşları üzerinde gezdiriyorlardı. Çatal, bıçak tutan eller içgüdüleriyle harekete geçiyor, otomatik olarak açılan ağızlara birer lokma bıraktıktan sonra onlarca alt çene, ahenkli bir sessizlik içinde bir aşağı bir yukarı hareket etmeye başlıyordu. Yedikleri yemeğin tadına varmadan birer robot gibi sadece karınlarını doyurmaya çalışan güruha baktı boş gözlerle. Birbirlerine ne kadar çok benziyorlardı. Bunlara düşünürken aniden hareketlendi.

- Yalvarırım, sen de diğerleri gibi olma!

Esther’in beklenmedik tepkisine anlam verememişti, Selma. Masanın üzerine koyduğu telefonunu almasını engelleyen Esther’e dikti gözlerini.

- Nasıl yani, ne yaptım ki? Esther, iyi misin sen?

- Evet, Selma hem de çok iyiyim. Bak, biz buraya sohbet etmeye geldik, öyle değil mi?

- Eveeet, ne var ki bunda? 

Esther, diğer masaları gözüyle işaret ederek arkadaşının kulağına eğildi.

- O zaman bundan uzak duracaksın. Şunların haline bak! Hepsinin elinde birer telefon, birbirleriyle paylaşacak hiçbir şeyleri kalmamış!  

Esther'in alışılmadık bu davranışı Selma'nın tuhafına gitmişti. Endişe içinde gözlerini açıp telefondan elini çekti. Sesi titriyordu.  

- Senin sinirlerin iyice bozulmuş, Timur'un resmini gösterecektim sana. 

Esther, utancından kıpkırmızı kesilmişti. Yer yarılsın, içine girsindi. Bir süre ne yapacağını bilemedi. Pişmanlık içinde sızlanmaya başladı.

- Ah, öyle mi? Kusura bakma, kabalık ettim. Ne olur, ne olur, affet beni! Ellerini yüzüne kapadı. Gözlerinden yaşlar boşalırken Selma'nın uzattığı kağıt mendili alıp yüzünü sildi. Nefes almakta zorluk çekiyordu. İşte görüyorsun, dedi. Bütün sorun bende. Kemal'in hiçbir suçu yok. Beni anlayan tek dostumdun sen. Şu yaptığıma bak! Seni de kaybedersem, inan ki yaşayamam. Kendimi çok yalnız hissediyorum, dayanacak gücüm kalmadı artık...

- Canım benim, seni çok iyi anlıyorum. Sen merak etme, durumunu biliyorum, bak her şey yoluna girecek. Unutma, ben hep senin yanında olacağım. Göreceksin, Cevdet Bey'in dediklerini yapar, verdiği ilaçları kullanırsan, her şey yoluna girecek. Kalk hadi, gidip lavaboda yüzünü yıkayalım, sonra eve gideriz. Gece hiç uyuyamadığını söyledin, yalnız bırakmam seni bu şekilde. 

***

Elindeki kırmızı lazer ışığını kullanarak sunumuna devam eden Mr. Knudsen’in yönlendirmesiyle pazarlamaya çalıştıkları jeneratörlere ilişkin resim, şema ve teknik bilgileri bilgisayarından perdeye yansıtan Anna, odanın loşluğundan faydalanıp sinsice yanındaki adama sokulmaya devam ediyordu. Burnunun dibinde dalga dalga yayılan hoş parfüm kokusu aklını başından almıştı Kemal'in, aralarındaki mesafe sıfıra indiğinde, ani bir hamleyle oturduğu tekerlekli koltuğu sürükleyip kendini iyice duvarın dibine çekti. Pençesine aldığı avının çaresizliği karşısında iştahı kabaran bir panter edasıyla yakışıklı adamı ısrarla sıkıştırmaya devam eden Anna, perdeye yansıttığı her sayfanın ardından başını Kemal'den yana çeviriyor, yüzünde, davetkâr bir gülümseme beliriyordu. Gözlerini perdeden ayırmayan Kemal, Hans’ın anlattıklarını artık takip edemez duruma gelmişti. Anna'nın bir sonraki hamlesini merak ediyor, işi daha da ileri götürmesi durumunda nasıl bir tepki vereceğini düşünüyordu. Böylesine güzel bir kadının ilgisine hiçbir erkek kayıtsız kalamazdı. O da bir erkekti neticede, ister istemez etkilenmişti bu yakınlaşmadan. Fakat bütün bunların kuruntudan ibaret olduğuna inandırmak istiyordu kendini. Yok artık daha neler, diye geçirdi aklından. Böyle ulu orta, herkesin önünde olacak şey değil ki bu. Kimse kalkışamazdı böyle bir çılgınlığa.

Çok geçmeden yanıldığını anlamıştı. Güzel sarışın masanın altından uzun bacaklarını adamın ayaklarının arasına uzatmıştı bile. Kemal, duvara yapışmış, kaçacak bir yeri kalmamıştı. Yüzünü ateş bastı. Yapacağı en küçük bir hata başına büyük dertler açabilirdi. Artık bu işe bir son vermek gerekiyordu. Kısık sesle uyarmak istedi kadını.

- Was haben Sie vor?!! * 

Olan olmuş Kemal'in sesinin ayarı kaçmıştı. Perdeden gözlerini ayırmayan Ümit ve masanın etrafındakiler aynı anda arkaya çevirdiler başlarını. Anna, özür dileyip hemen toparlandı ve sanki hiçbir şey olmamış gibi bilgisayarının başına döndü. Kısa süren sessizlikten sonra Hans, kaldığı yerden devam etti sunumuna.

Hans'ı takip edecek durumda değildi artık Kemal. Perdeye yansıyan şekillere dalgın gözlerle anlamsızca bakıyordu sadece. Ona soracağı bütün zor sorular aklından uçup gitmişti çoktan. Keşke ilk kararımdan dönmeyip toplantıya katılmasaydım diye geçirdi kafasından. Sabahleyin, Yönetim Kurulu Başkanından yediği fırça, mecburen değiştirmişti kararını. Anna’nın böyle bir şeye cüret etmesi olacak iş değildi. Hans’la birlikte ikisini de kapı dışarı atmak en mantıklısıydı. Ama, ya sonra? Anna'nın böyle bir şeyi yaptığına kim ihtimal verirdi ki? Ümit buna asla inanmaz, anında ortada bırakıverirdi onu. Hatta bununla yetinmeyip daha da ileri gider, özellikle güzel kadının yanına oturduğunu söyler, bütün çalışanlara olayı tamamen farklı şekilde anlatırdı. Hans desen, asistanının istem dışı yaptığı küçük bir ayak sürtmesini olmadık yerlere çektiği için onu suçlardı muhtemelen. Haftalardır emek verdiği projenin bir anda güme gitmesi işten bile değildi. Yaşadığı bu olayın Feridun Bey’in kulağına gitme ihtimalini düşününce içi daraldı. Böyle bir durumda bir gün dahi kalamazdı şirkette. Zihnini kurcalayan bu düşünceler arasında toplantının ilk bölümü sona erdi. Ümit pencerenin dikey şerit perdesini aralamak için yanındaki çubuğu çevirince gün ışığı aydınlattı odayı.  

* Was haben Sie vor?: (Almanca) Ne yapmaya çalışıyorsunuz? 

Devam edecek



11 Şubat 2021 Perşembe

SON DANS BÖLÜM 12

Rainbow Cafe'nin cam kapısını itip içeri girer girmez sol tarafta, salonun en kuytu köşesindeki boş masayı gözüne kestirdi. Çeşit çeşit pasta, cupcake, makaron ve  muffinlerin sergilendiği uzun vitrin dolabının yanından geçti. Üstünden pardösüsünü çıkarıp sandalyenin sırtına astıktan sonra köşedeki kanepeye bıraktı kendini. Hemen yanında biten beyaz ceket ve siyah papyonlu genç garsondan açık bir çay getirmesini istedi. Yan masada, neşe içinde sohbet eden gençleri, biraz ötede kafa kafaya vermiş dedikodu yapan orta yaşlı iki kadını, giriş kapısının hemen yanında kahvesini yudumlayan kır saçlı, yalnız adamı izledi. Başını pencereden dışarı çevirdi, gençler, yaşlılar ve çocuklardan oluşan insan yığınları caddenin bir ucundan diğerine akıyordu. Birbirine benzemeyen nice hayat öyküleri, umutları, acıları, farklı hedefleri vardı bu insanların. Kendisi de onlardan biriydi işte!

Çiçek desenli porselen şık bir fincan içinde sunulan çayla birlikte tabağın kenarında, beyaz renkli, üçgen katlanmış kaliteli kağıt peçetenin üzerinde ikramlık iki minik kurabiyeyi itinayla masanın üzerine bırakan garson, "Afiyet olsun" deyip ayrıldı. Az önce doktora içini dökmüş, biraz rahatlamıştı ama yine de eşini doktora şikayet etmesinden, çektiği sıkıntıların tek müsebbibi olarak onu suçlamasından ötürü huzuru kaçmıştı. Yaşadığı sorunlardan Kemal'in haberi olsaydı onu hiç yalnız bırakır mıydı? Yeniden aklı karışmış, içini hafiften bir pişmanlık duygusu kaplamaya başlamıştı. Çayından bir yudum aldıktan sonra derin bir nefes aldı. Doktorun babacan tavrı onu adeta büyülemişti. Biraz da babasına benzettiği top sakallı profesör karşısında bir yumak gibi çözülmüş, kimseye anlatmadığı sırlarını bir çırpıda anlatıvermişti. "Güven bana, söz veriyorum, seni iyileştireceğim." sözünü ne kadar iddialı bulsa da müthiş bir güven duymuştu Profesöre. Daha önce kapısını aşındırdığı doktorların hiçbirinden bu tarz sözler işitmemişti. En ümitsiz anında, içinde sönmeye yüz tutmuş ateş yeniden alev almıştı. Arkasını kanepeye yaslayıp kapattı gözlerini, önce Kemal'i düşündü, sonra doktorun sözlerini... 

Omzuna dokunan bir dost eliyle irkildi. Ağırlaşmış göz kapakları aralandı. 

- Hey, iyi misin? Selma, düşten uyanırcasına irkilerek gözlerini açan Esther'e meraklı gözlerle bakıyordu.

- Ah, kusura bakma Selmacım. Gel, yanıma otur şöyle. 

- Seni bu şekilde görünce çok korktum. Gözlerin şişmiş, dur bakayım, ağladın mı sen? 

- Merak etme iyiyim, uykusuzluktandır. Sabaha kadar gözümü kırpmadım, nasıl olduysa birden içim geçmiş. Hay Allah! hem de milletin içinde, rezil oldum.

- Yok canım, herkes kendi havasında, boş ver sen milleti şimdi. E, ne oldu? Kemal eve hiç gelmedi mi yoksa?

- Sabaha karşı geldi, saat sekiz olmadan yine kalkıp işine koştu. Almanlarla toplantısı varmış, hepi topu üç saat uyuyabildi ancak. Bu işin sonu nereye varacak, bilmiyorum.  

- Sıkma canını, hep böyle gidecek değil ya. Hasan da eskiden aynı abisi gibiydi. İşleri batırdıktan sonra huzura erdik. Para, mal, mülk hepsi boş şeyler. Elimizdekileri yitirince bunalıma girmiş, o bildiğin hoş sohbet, neşeli Hasan gitmiş, dünyaya küserek içine kapanmış bambaşka bir adam gelmişti yerine. Bizim de gitmediğimiz doktor, çalmadığımız kapı kalmadı. Neler çektim bir ben bir de Allah bilir. Timur yeni doğmuştu. Bebeğe mi bakayım, kocamla mı uğraşayım, elde avuçta ne varsa kaybettiklerimize mi yanayım bilemiyordum. Ah, Allah o Cevdet Bey'den razı olsun, ne etti nasıl etti bilmiyorum ama kocamı birkaç ay içinde kendine getirdi. Sahi, Cevdet Bey'i nasıl buldun?

- Şey, bilmiyorum. Doktoru sevdim evet ama benim içim rahat değil yine... 

- Nasıl yani, sorun Kemal mi yoksa?

- Evet, onu çok seviyorum ama...

- Bir haltlar karıştırıyor değil mi? Tahmin etmiştim zaten, bütün erkekler...

- Hayır, hayır, beni yanlış anladın. Kemal asla yapmaz öyle şeyler. Sorun bende. Doktora her şeyi anlattım, gördüğüm halüsinasyonları, kabusları, her şeyi... Bu arada Kemal'den de bahsetmek zorunda kaldım tabii. İşinden başka gözünün hiçbir şey görmediğini, bu yüzden birbirimize zaman ayıramadığımızı falan yani... Ama o bunun hiç farkında değil. Gidip doktora kocamı şikayet ettim, oysa yaşadığım ruhsal sorunların sebebi kesinlikle o değil. Büyük hata ettim, biliyorum.

- Dur bir dakika, sakin ol. Hepsini konuşacağız ama bir şeyler söyleyelim önce.

Sabahtan beri ağzına bir şey koymayan Esther için bu teklif epey makbule geçmişti. Garsonun bıraktığı menüyü incelediler birlikte.

"Ben, köri soslu tavuk yanında bir de hellim salata istiyorum," dedi Esther. Selma, “Ben de ızgara tavuklu bir salata alayım.” dedi, menüyü uzatırken garsona. Esther'in mavi gözlerine baktı.

- Sence insan sevdiği birini bu kadar ihmal eder mi, Esther? Bu mümkün mü?

- Kemal hasta Selma, en az benim kadar hasta! Ben arada bir halüsinasyon görüyor, geceleri kabuslarla uyanıyorum ama o yaşamıyor adeta, kendi dünyasında işinden başka hiçbir şeye yer yok. Gece gördüğü rüyaların bile işiyle ilgili olduğunu düşünüyorum. Aramızdaki fark, ben hasta olduğumu biliyorum, o hasta olduğundan habersiz. Eski günlerimizi o kadar özledim ki, bilemezsin.

- Bana doktoru anlatıyordun...

- Evet, daha öncekilere benzemiyor, nedenini bilmiyorum ama hayatımda beni düzlüğe çıkaracak kapının anahtarının onda olduğunu hissettim. Tuhaf bir adam. Yerinden kalkıp karşıma oturdu, doktorum değil sanki derdimi dinleyen babam gibiydi. Neyse boş ver, belki de umutlarımı iyice tükettiğim anda karşıma çıkan son fırsatmış gibi gördüm onu. 

Selma, gülümseyerek elini tuttu arkadaşının.

- Estherciğim gerçekten tuhaf bir adam bu Cevdet Bey. Diğer doktorlara hiç benzemiyor. Hasan'a da öyle şeyler yapmış ki sana anlatamam. Aynılarını bana yapsa kapısının önünden geçmem bir daha vallahi. Adam büyücü sanki. Zor bela ikna etmiştim Hasan'ı bir doktordan destek alsın diye, Cevdet Bey'i görür görmez teslim etti kendini. O eski asabi tavırlarından süratle uzaklaştı, depresyonundan eser kalmadı, bambaşka bir adama dönüştü. Ha bak şimdi aklıma geldi. Geçenlerde Jale beni bir falcıya götürmek istedi. Beni bilirsin fala filan inanmam ama sırf kırılmasın diye peki dedim. Falcı ne söyledi biliyor musun? 

Birden sustular. Siparişleri masaya bırakan garson yanlarından uzaklaşır uzaklaşmaz Selma heyecanla kaldığı yerden anlatmaya devam etti. 

- Baklaları savurduktan sonra kadın bana dönüp, bak kızım, "Üç vakte kadar adı E harfiyle başlayan bir arkadaşınla yurt dışına, seyahate çıkacaksın." dedi. Jale durur mu hiç. Hemen atladı. Esther işte! diye bir çığlık atıp "Bak beni bırakıp bir yere gidemezsiniz, anlaşıldı mı?" dedi. Tamam, tamam dedim ona. Çatlak bu kız gerçekten. Falcılara, astrologlara takmış kafayı. Ama dur bakayım, neden olmasın, bırakalım kocaları, bir haftalığına uzak bir yere gidip biraz kafamızı dinleyelim. Jale'yi falan da çekemem yanımızda. Baş başa, ikimiz, ne dersin? Hadi, afiyet olsun yemeklerimizi soğutmayalım lafa dalıp. Esther ağzına aldığı lokmayı yutarken düşündü.

- Ben,  bu halde yalnız bırakamam Kemal'i

- Seni anlamıyorum Esther, adamın seni düşündüğü yok, sen bana hala onu bırakamam diyorsun. Esther yanında oturan arkadaşının elini tuttu. 

- Sana çok şey borçluyum Selma, biliyorsun burada güveneceğim tek dostum, sırdaşım sensin. Yıllardan beri ne zaman nerede rastlaşacağımı bilmediğim gelgitler hayatımı zehir ediyor. Ne verilen ilaçlar ne önerilen rahatlama kürleri ne de kendimi avutmak için bir uğraş edinme türünden telkinlerden fayda gördüm. Tam aksine, günden güne gördüğüm kâbus ve sanrılar arttı. Artık yavaş yavaş aklımı yitirdiğimi düşünüyorum.

Esther’in ağzından ilk kez dökülüyordu bu sözler, aklını yitirmekten bahsediyordu alenen. Selma, onu eski haline döndürmek için elinden geleni yapıyor ama bütün önerileri arkadaşı tarafından geri çevriliyordu. Daha beteri, yaşadıklarını eşinden gizlemesiydi. Hele buna hiç anlam veremiyordu. Canından çok sevdiği arkadaşı dipsiz bir kuyunun içinde debelenirken ona yardımcı olamamak ne kadar üzücü bir durumdu. Defalarca Esther’e çaktırmadan Kemal’le konuşmayı aklından geçirmiş ama her seferinde bu fikrinden vazgeçmişti. Böyle bir işe kalkıştığında Esther’i kaybedeceğini gayet iyi biliyordu. Kaldı ki Kemal’in bu durumu başkasından öğrenmesi Esther’i daha çok bunalıma sokabilir, işleri iyice içinden çıkılmaz hale getirebilirdi. Hasan’a bile Esther'in durumunu çıtlatmamıştı. Zira onun bu haberi ağabeyine yetiştirmesi en fazla beş dakikasını alırdı.

- Biliyorum, dedi Selma. Dün akşamki yemekte yine oldu değil mi?

- Evet, dedi Esther, yaşadıklarını bir kez de Selma’ya anlattı. Sonra merakla sordu arkadaşına.

- Diğerleri de fark etti mi?

- Yok canım, hepsinin kafaları iyiydi, benim dışımda hiçbiri fark etmedi, dedi Selma.

- Ya Selmin? Selmin, son anda gelmişti aklına Esther’in.

Selma duraksadı bir an.

- Doğrusunu söylemek gerekirse o konuda kesin bir şey diyemem sana. Yanılmıyorsam mutfağa girip çıkıyor, masayı topluyordu o esnada. Yani o kadar işin arasında seni fark etmemiş olabilir. Zaten bir iki dakika ancak sürdü.

Söylediklerine kendi de inanmamıştı Selma. Cin gibi olduğunu biliyordu Selmin’in. Esther’in o tuhaf halini görse bile hemen gidip Kemal’e yetiştirecek değildi ya.

Birden sohbete dalınca Selma'nın hatırını sormadığı geldi aklına.

- Peki sen neler yapıyorsun dün akşamdan bu yana? Timur’un keyfi yerinde mi? Hasan nasıl? Bir solukta sıralamıştı soruları bir biri ardına.

- Ne olsun, hepsi iyiler. Timur’u anneannesine bıraktım. Hasan memleketi kurtarmaya karar verdi.  

- Nasıl yani? diye sordu merakla, Esther.

- Hiç sorma seninki particiliğe başladı. Futbol, briç derken, yeni bir oyuncak buldu kendine. Alaycı bir gülümseme belirdi yüzünde.