Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimizin 98. Haftasına girmiş bulunuyoruz. Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesiniburadabulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu sevgili DeepTone / Sade ve Derin belirledi.
"Sokak arasında yapılan düğünlerden rahatsız olmuyor musunuz?"
Sokak arasında hâlâ düğün dernek yapılıyor mu, doğrusu bilmiyorum. Ama çocukken bu tür kutlamalara sıklıkla rastlanırdı. Özellikle sünnet düğünlerini ve kına gecelerini hatırlıyorum. Düğün evinin bulunduğu evin iki tarafındaki sokak parçası branda çekilerek kapatılır ve geçici bir salon meydana getirilirdi. Davetli sayısına göre ahşap sandalyeler kiralanır, roman vatandaşlardan oluşan orkestra genellikle evin duvarının önünde yerini alır, ortada bırakılan boş alan dans etmek ya da göbek atıp oynamak isteyen davetliler için pist görevini görürdü. Sokak sakinlerinin tamamı doğal olarak davetli sayılırdı. Bu tür düğünler sebebiyle herhangi bir kişinin rahatsız olduğunu hiç duymadım. Son derede doğal bir olaydı bu tür etkinlikler eskiden. Düğünün yapıldığı gün aynı sokakta bir komşunun vefat etmesi, düğün sahibinin en büyük şanssızlığı, korkulu rüyasıydı. O zaman sokakta çalgı çengi çalınmaz, son anda bir kahve ya da düğün salonu kiralanır, düğün oraya taşınır, cenaze evine saygı gösterilirdi. Her zaman söylendiği gibi eskiden komşular arasında yardımlaşma, sevgi ve saygı vardı.
Bir süre sonra bu tür düğünler kışın kapalı salonlara yaz mevsiminde açık bahçelere taşındı. Bir ara oteller düğünlere ev sahipliği yaptı, şimdilerde ise kır düğünleri moda. Bazen bu tür yerler meskûn bölgelere yakın olabiliyor. Her gün yüksek sesle düğün gürültüsü çekmek hoş olmayabilir. Bu konuda fazla hassasiyeti olan biri değilim. Örneğin bazıları araç sesinden dolayı cadde üzerinde oturmayı tercih etmez. Ama biz ailecek genellikle cadde üzerinde oturur, trafiğin sesinden rahatsız olmayız, belli bir süre sonra insan duymuyor bu sesleri.
Düğün olayından fazla hoşlanmadığım halde bu tür aktiviteleri seven kişilerin vur patlasın çal oynasın tarzı eğlenmeleri beni rahatsız etmiyor. Fakat hasta ve küçük çocukları düşünerek bu tür eğlence mekânlarının meskûn mahallerden uzak olmasında yarar var elbette. Madem lâf sesten ve gürültüden açıldı; bir yandan çevre rahatsız oluyor gerekçesiyle yazlık yerlerde bile gece saat on ikiden sonra müzik yayını yapılmasına yasak getirirken diğer yandan sabahın köründen başlayarak ezan ve sela ses düzeylerini ideolojik olarak yasal sınırların üzerine çıkaran siyaset kurumuna, ondan yüz bulan Diyanet İşleri Başkanlığı yetkililerine ve ona bağlıbilcümle yalaka müezzin, imam, müftü ve diğer din adamlarına saygılarımı sunmadan yazımı sonlandırmış olmayayım yeri gelmişken!
Zilin sesini duyduğunda bütün korkularından arınmış içine bir
ferahlık gelmişti Selmin’in. Sabah gelir gelmez çayı koymuş kahvaltıyı
hazırlamıştı ama Esther’in odasına girmeye bir türlü cesaret edemiyordu. Göz
deliğinden bakmaya bile gerek duymaksızın hemen açtı kapıyı. Adını unuttuğu komik
adamın gelmesi inanılmaz ölçüde rahatlatmıştı kendisini. Yoksa söylediği hiçbir şeyi anlamayan
hanımıyla nasıl anlaşacaktı. Ya o tuhaf bakışlarına ne demeli. Sabah eve geldiğinden beri hanımının her an odasından çıkıp boğazına sarılacağını düşünüyor, tedirgin
oluyordu. Bir anda Martin'le göz göze geldi.
- Merhaba Fıstık!
Elinde büyükçe bir paketle içeri
daldı Martin. Selmin, gözlerini açıp bu adam da Esther’i hiç aratmıyor diye geçirdi aklından. Şimdiye kadar kimse kendisiyle bu kadar laubali tavırlar içinde olmamıştı. Kemal’in bu manyağı ciddiye almaması yönünde söylediklerini hatırlayıp kendini rahatlatmaya çalıştı. Doğruca salona geçen Martin, Selmin'in şaşkın bakışları altında rahat tavırları ve el kol hareketleriyle neşeli bir şekilde adeta dans ediyordu.
- E, nasıl bakalım prensesimiz?
- Siz gittiğinizden beri odasından çıkmadı efendim.
- Hanımefendi! Bizi dün tanıştırmayı unuttular mı yoksa? Adım Efendim değil, Martin. Sürekli yaptığı şirinlikler Selmin'i ilk zamanki kadar huylandırmıyordu ama yine de bu tuhaf adama alıştığı söylenemezdi.
- Peki, Martin Bey, benim adım da Fıstık değil, Selmin.
- Hayır Martin Bey de değil, sadece Martin. Ama ben sana
Fıstık demeye devam edeceğim. Selmin de neymiş, dilim dönmüyor ona.
- Esther Hanım’ın kahvaltısını odasına götürmem sizce uygun olur mu şimdi?
- Ha evet, sen kahvaltıyı salona hazırla, üç kişilik servis aç, hep
birlikte yeriz.
- Yok yok, ikiniz için hazırlarım, ben kahvaltımı mutfakta yaparım diye
karşılık verdi, Selmin. Şimdiye kadar hanımıyla birlikte aynı masaya
oturmadığını ve asla böyle bir saygısızlık yapmayacağını düşündü. Selmin'in içinden geçenleri sezen Martin birden ciddileşti. Üstüne gidip talimat verircesine karşılık verdi.
- Ne diyorsam onu yapın lütfen. Prenses buna üzülür
sonra. Yine eski doğal haline dönüp Selmin’e göz kırptı. Esther Hanım geldiğinde siz yine mutfakta yaparsınız
kahvaltınızı!
- Kemal Bey yok mu? diye sordu Martin.
Selmin salondaki masaya beyaz bir örtü sererken başını kaldırıp cevap verdi.
- Sanırım işe
gitti. Prenses Nora’ya bakmamı ister misiniz?
Geldiğinden beri yatak odasından en ufak bir ses duymadığı için hanımını
merak ediyordu. Aklına içerdeki pencere geldi. Birden hanımının pencereyi açıp oradan
kendini boşluğa bıraktığı korkunç bir sahne canlandı gözünde. Daha ne olduğunu
anlamadan sekizinci kattan yere çakılması ne kadar acı bir son olurdu.
- Önce masa hazırlansın, daha sonra kahvaltı için haber verirsin diyerek cevap verdi Martin. Koltuğun üzerine bıraktığı paketi gösterdi. Ama sen şunu Prenses’in odasına
bırak istersen, bu arada ben de sana yardım edeyim.
Martin mutfaktan aldığı servis tabaklarını taşımaya
başladığında Selmin, heyecanla içinde ne olduğunu bilmediği paketi alıp yatak
odasına doğru yürüdü. Kapıyı hafifçe tıklatıp içeri girdi. Hanımını yatağında huzurlu bir şekilde uyur vaziyette görünce rahat bir nefes aldı.
Paketi sessizce masanın üzerine bıraktığı anda Esther’in gözlerini açtığını fark etti.
Pencereyi kontrol ettikten sonra az önceki kuruntularının ne kadar yersiz
olduğunu düşündü. Yeniden eline aldığı paketi yatağında doğrulmakta olan
Esther’in ayak ucuna bıraktı ve hiçbir şey demeden arkasını dönüp kapıya yöneldi. Donuk gözlerle pakete bakan hanımından tedirgin olmuştu. Korku içinde odanın kapısını çekip salona attı
kendini.
***
Arabasına bindiği anda Kemal’in ilk gözüne takılan torpidonun
üzerindeki derin çizik oldu. Esther'i düşündü. Kim bilir ne
durumdaydı şimdi. Galibi belli olmayan bir savaşın içinden çıkmış gibiydi. Az önce
işini kaybetmişti ama giderayak lâf yemediği için teselli ediyordu kendini. İzin isteyeceğini
tahmin edebilseydi Ümit’e sarf ettiği kaba sözlerin çok daha fazlasını çekinmeden ona da söylerdi Feridun Bey. İşini kaybetmiş olması umurunda değildi artık. Sırtından büyük bir yük kalkmış, hafiflemiş hissediyordu kendini. Hatta
bu duruma içten içe seviniyordu bile. Eşinin gerçek rahatsızlığını gizleyip önemsiz bir hastalığı var diyerek işten ayrılacağını söylemek göründüğü kadar kolay değildi. Belki de işini bırakmak için geçerli bir sebep bulamadığı için Feridun Bey’e
yeniden teslim olacaktı. İzin konusunda ısrarcı olması işini kolaylaştırmış,
amacına ulaşmasına vesile olmuştu. Bundan sonra gerisini Feridun Bey düşünsün artık dedi
içinden. Aklından Cevdet Bey’e uğramak geçiyordu fakat son anda bundan vazgeçti. Şimdi bir
an önce eve dönüp Esther’i görmek istiyordu sadece.
Cevdet Beyin numarasını tuşladı. Esther’in dün gece odasından
çıkıp yanına geldiğini ve “Son Dans” şarkısını dinlerken hıçkırarak ağladığını,
daha sonra tekrar odasına döndüğünü anlatacaktı. Ayrıca Doktor'a tatil projesinden bahsedecek, onu eşiyle birlikte yanlarında görmekten ne kadar mutlu
olacağını söyleyecekti.
Konuşmanın bitiminde Esther’in odasından çıkıp yanına gelmesini
iyiye yoran Doktor, yaptığı davet için Kemal’e teşekkür ettikten sonra eşiyle konuşması ve
randevularını ayarlaması için Kemal'den biraz zaman istedi.
***
Yatak odasının kapısını hafifçe tıklattı Selmin. Kapalı kapının önünde
bir süre bekledi. Tam kolu çevirip içeri girmeyi düşünüyordu ki, Martin’in getirdiği paketin içinden çıkan kıyafetleri giyen Esther
kapıyı açıp nazlı adımlarla çıktı dışarı. Kenarları siyah işlemeli uzun lacivert
kostümü ile birlikte topuz yaptığı siyah saçlarını toplayan hennini* üzerinden omuzlarına dökülen beyaz ipek şal genç kadına çok yakışmıştı. Salona girdiğinde Martin’in Esther’i
her gördüğünde yaptığı gibi "Matmazel" deyip önünde diz çökmesinden sonra zarifçe kendisine
uzanan eli öpme seremonisini ilgiyle izleyen Selmin hemen sıvışıp mutfağın yolunu
tuttu. Esther’e nazik bir şekilde yemek masasında kendisi için hazırlanan yeri gösterdi Martin, rahat
oturabilmesi için sandalyesini çektikten sonra tam karşısındaki sandalyeye geçti. Selmin, çay servisini henüz tamamlamıştı ki, kapının zili duyuldu.
- Geldim Kemal Bey, diyerek hemen koştukapıya Selmin. Kapının önünde bekleyen Selma ve Jale’den başkası değildi. Hanımının arkadaşlarını bir anda karşısındagörünce çok şaşırmıştı.
- Affedersiniz Kemal Bey geldi sandım, içeri buyurun efendim.
İki kadın salona girdiklerinde masada prenses kıyafetleriyle kahvaltıya oturmuş Esther
ile onun karşısında Martin’i görünce birbirlerinin yüzüne anlamsızca bakıp ne diyeceklerini bilemediler.
Martin, neşe içinde ellerini havaya kaldırdı.
- Buyurun, sizler de
buyurun bayanlar! Prenses Nora’mızın masası şenlensin diye bağırdı. Salonun
girişinde ayakta kalan Selmin’e seslendi.
- Hadi, iki tabak kap sen de gel
Fıstık dedi gülerek. Hanımının arkadaşları önünde Martin’in ona hitap
şeklinden utanan Selmin kızararak mutfağa geçti. Esther’in sağına Jale, soluna da
Selma oturdu. Esther belli belirsiz başını sallayıp selamladı yeni gelen
misafirleri. Halinden oldukça memnun görünmesine karşılık Esther'in güzel mavi
gözlerindeki şişlik ve kızarıklık, bir kez daha dikkatinden kaçmadı Selma’nın.
***
Üzerindenbüyük bir yük kalkmıştı.
Esther iyileştikten sonra kendine zaman ayırabileceği bir iş nasıl olsa
bulurdu. Garaj kapısını açmak için uzaktan kumandanın tuşuna basarken
onca yolu nasıl geldiği, hangi caddelerden, sokaklardan geçtiği zihninden
silinmişti. Aklında kalan son görüntü Feridun Bey’in arkasını dönüp masasına
doğru yürümesiydi. Sanki görünmez bir el onu almış, arabasına koyup garajın
önüne getirmişti. Torpidonun üstündeki derin çiziği görünce bu kez Martin geldi aklına.
Bu saate kadar eve çoktan gelmiş olmalıydı.
Salona girdiğinde gördüğü manzara karşısında küçük dilini
yutacaktı. Başındaki hennin ve büyüleyici lacivert kostümüyle gerçek bir
prensesten farkı olmayan Esther, arkadaşlarıyla birlikte salonda kahvaltı
ediyordu. Martin'in icadı olmalıydı bu yine. Şaşkın gözlerle etrafına bakıp
gülümsedi.
Martin Kemal'i görünce
masadan fırlayıp yanına geldi.
- Patron, bak iyi adam lâfın üstüne gelir. Kaynanan seviyormuş seni, hadi geç sen de otur şöyle. Mutfağa doğru seslendi. Fıstık, bir servis daha getir, büyük patron geldi.
- Şimdi, neler yumurtlayacaksın bakalım dedi, Kemal. O da
Martin’le nasıl konuşulması gerektiğini öğrenmişti sonunda.
- Biliyor musun patron, Prenses Nora hep senden bahsediyor bana. Kim bu kibar beyefendi diye sorup duruyor durmadan.
Esther’in üzerindeki bakışlarını kaçırmadı Kemal,
- Peki sen ne cevap verdin ona?
Bir kahkaha patlattı Martin, salondaki herkes büyük bir sessizlik içinde onun ne
diyeceğini bekliyordu.
- Prens Kemal dedim, Osmanlı Hanedan’ından. Hepsi birlikte gülmeye
başladılar. Esther de bir kahkaha kopartarak katıldı onlara.
- Peki nereden buldu bu kıyafetleri?
- Evden getirdim, kıyafet balosu için eşim Lilla almıştı bir
zamanlar. Ha, o da çok selâm söyledi sizlere. Şaşırdın değil mi?
- Evet, ama benim sürprizim daha çok şaşırtacak sizi dedi,
Kemal gülerek.
Martin duraksadı,
- Patron, hadi söyle de meraklandırma bizi.
- Hemen pasaportlarınızı hazırlayın, eşlerinizle birlikte bir
haftalığına Macaristan’a gidiyoruz. Peşin peşin söyleyeyim, kimse mızıkçılık yapmasın
yerleriniz ayırtıldı.
Martin Esther’in yanına gidip hemen müjdeyi verdi. Selma
Hasan’ı, Jale de Ayhan’ı aradı. Kemal kapının önünde sessizliğini koruyan
Selmin’in yanına gitti.
- Sen de bizimle geliyorsun tamam mı dedi. Hiç beklemediği
bu davet Selmin’in de çok hoşuna gitmişti.
* Hennin: Orta Çağ sonlarında Avrupa'da kadın soylular tarafından giyilen koni, çan kulesi veya kesik koni şeklindeki başlık.
En iyisi kaçıp kurtulmaktı buralardan, en azından bir
süreliğine. Bilgisayarının başına geçip internet sayfalarını karıştırırken
gözüne taştan bir şato ilişti. Tam aradığı gibi, şehir dışında, yemyeşil
çimle kaplı geniş bahçesi, sekiz yatak odası olan, arkadaş grupları ya da
aile fertleriyle baş başa güzel vakit geçirmek için düşünülmüş şirin bir tatil
köşesiydi. Binaya bitişik Ortaçağdakilere benzeyen üzeri konik şapkalı
silindirik kuleler, yapıya olağanüstü bir ihtişam veriyordu. İç mekân
resimlerine baktı dikkatlice. Süslemeli tavandan sarkan göz kamaştırıcı
avizelerle bezenmiş büyük salonu dolduran geniş yemek masası ile oturma
gruplarının yanında davetkâr bir şömine ve ona bitişik duvarın üstünde ise yağlı
boya bir prenses portresi. Bu sıkıntılı dönemde kendisini yalnız
bırakmayan dostlarıyla birlikte, işi gücü unutup şehrin karmaşasından bir hafta
olsun uzaklaşabilmek, Esther’e de iyi gelecekti şüphesiz. Yer durumuna baktı,
evet müsait görünüyordu. Hiç zaman kaybetmeden, Feridun Bey’den bile izin
almaya tenezzül etmeden yaptı rezervasyonu. Eşleriyle birlikte Doktor, Martin,
Hasan, Ayhan'ı, bir de emektar Selmin Hanım’ı eklemişti listeye. Kendisi, karısı ve çocuklar dâhil toplam on üç kişi olduklarını hesapladı.Esther ile aynı odayı paylaşamayacağı aklına gelince içi biraz burkuldu ama doktorun dediği gibi sabretmesi gerektiğini
düşündü. Bu durumda sekiz odanın neredeyse tamamı doluyordu.
Kendisinin asla kabul etmeyeceği böyle bir oldu bittiyi, Cevdet Bey
dışında diğerlerinin reddetmeyeceğinden neredeyse emindi. Bu müthiş
sürprizi bir an önce duyurmak için sabırsızlanıyordu. Belki Cevdet Bey'i bile ikna edebilirdi ancak ilk önce Feridun Bey'le konuşması gerekiyordu.
Yatmadan önce Esther’in
açık bıraktığı sayfanın hâlâ aynı şekilde durduğunu görünce şaşırdı. Oysa dün
sayfayı kapatmış olduğundan emindi. Demek ki yanlış hatırlıyordu. Indila’nın etkileyici sesiyle bir kez
daha büyülenmek, dün gece yaptığı gibi şarkının sözlerinde Esther’i keşfetmek için kuvvetli
bir istek duydu içinde. Kulaklığı aradı, bıraktığı yerden kaldırmış bir yerlere koymuş olmalıydı Selmin. Bu sefer kendini tutmak, defalarca dinlememek konusunda kesin kararlıydı. Son Dans’ı son kez dinlemek daha doğrusu içinde hissetmek için play düğmesine bastı.
Yüreğine bir ok gibi saplanan etkileyici melodinin ardından
Indila dokunaklı sesiyle şarkıya başladı. Sözler salonun duvarlarından sekip içine işliyordu.
Dün gece defalarca dinlediği şarkının Fransızca sözlerinin ne anlama geldiğini
ezberlemişti neredeyse.
Oh ma douce souffrance- "Ah benim uysal kederim"
….
- Ahh Indila,
Pour oublier ma peine immense – "Büyük acımı unutmak için,"
Je veux m'enfuir, que
tout recommence – "Kaçmak istiyorum, her şey yeniden başlasın diye"
Tam bu esnada yatak odasının kapısı aralandı ve Esther beyaz geceliğiyle salona girdi. Masada
oturan Kemal’in farkına varmadan, belki de onu görmezden gelip ayaklarını sürüyerek geçti oturdu karşı koltuğa. Gözyaşlarını içine akıtan Kemal, şaşkın gözlerle takip ediyordu karısını. Şarkının sona ermesiyle birlikte kendisini tutamayıp hıçkıra hıçkıra ağlamaya
başladığını görünce kalkıp yanına gitti. Ne diyeceğini, nasıl davranması gerektiğini bilmiyordu.
Güzel karısının bu halini görünce yüreği parçalandı. Uzattı ellerini karısına
doğru. Yanağından inci tanelerinin süzüldüğü bir çift mavi göz üzerine çevrildi. Elleri havada, donmuş bir halde Esther'in yanı başında
kalakaldı. İçinden onu kucaklamak, af dilemek, yalvarmak geçtiği halde ona
daha fazla yaklaşmaktan çekiniyordu. Hiçbir şey söylemeden yaşlı gözlerle sessizce
kalktı yerinden Esther, odasına geri dönüp kapattı kapıyı. Kemal arkasından
izlerken onu, adeta bir heykel gibi çakılıp kalmıştı olduğu yerde. Şarkıyı bir
kez daha dinleyim dese Esther’in yine odasından çıkıp geleceğinden kuşkusu
yoktu ama onu yeniden ağlatmak istemedi.
***
Feridun Bey’in ofisine doğru yaklaşırken Ümit’ten almıştı haberi. "Gelmeyeceğinizi
bilseydim daha iyi hazırlanırdım toplantıya." demişti telefonda.
Beş kişilik Reynolds heyetini gönderdikten hemen sonra Feridun
Bey’in öfkeyle "Hepinizi koyacağım kapının önüne." deyip söylene söylene şirketten
ayrıldığını öğrendiğinde Kemal’in sinirleri iyice gerilmişti. İçindeki heyecanı
bastırmakta zorlanarak sekreterin önündeki koltuklardan birine oturdu.
"Hoş geldiniz Kemal Bey," dedi Yasemin gülümseyerek. Ayağa
kalkıp elini sıktıktan sonra Feridun Bey’in kapısına yöneldi. "Geldiğinizi
haber vereyim."
Az sonra dışarı çıktı. İçeri girdiği zamanki neşesi
kaybolmuştu.
- Biraz bekleteceğim sizi, Kemal Bey, bu arada içecek bir şey
söyleyeyim size.
Bekletme işini üzerine alarak kendisine gizli bir üstünlük sağlama
çabalarını ukalaca bulmuştu sekreterin. Bal gibi Feridun Bey söylemişti
beklesin diye. Dünkü toplantıya gelmemesine bozulduğu için kapısında bekleterek
aklı sıra ondan intikam alıyordu.
- Hayır, bir şey istemiyorum.
Huzursuzluğunu
gizleyemiyor, bir an önce ne olacaksa olmasını istiyordu. Eskiden içeride bir başkası olsa bile rahatlıkla kimseye sormadan
odasına dalabiliyordu patronun. Ama şimdi bunu yapabilecek cesareti bulamıyordu kendinde. Yasemin'e sıkıntısını, bekletilmekten hoşlanmadığını hissettirecek bir tavır içinde sordu.
- İçeride kimse var mı?
- Hayır, efendim.
Verdiği cevabı kısa bulmuş, zoraki bir izahat
vermek durumunda kalmıştı Yasemin. Eliyle kulağına işaret edip sesini alçalttı.
- Telefon
görüşmesi yapıyor.
Sekreterin bu açıklamasını hiç inandırıcı bulmadı. Yalan söylediğini adı gibi bilmesine rağmen sesini çıkarmadı. Sekreter sıfatını küçümseyip kendilerini yönetici
asistanı diye tanıtan bu süslü tazeleri iyi tanırdı. Bu takım çoğu
zaman hizmet ettikleri insandan daha üstün görürler kendilerini. Kimlerle ne
zaman görüşüleceğini, kimlerin kabul edilip edilmeyeceğini emir aldıkları
kişiden daha iyi bilirlerdi. Dilediklerini dost ya da düşman yapmak onların elindeydi.
İşin dışında aile ilişkilerine bulaşmaktan kendilerini alamazlar, canları
isterse hizmet ettiği yönetici eşlerini, kocaları adına sürpriz hediyelerle
onurlandırır, özel günlerinde evlerine çiçek gönderirler, aralarını yaparlardı.
Patroniçeler onlarla her koşulda iyi geçinmek zorundaydılar.Hele bir ukalalık yapmaya görsünler,
kocalarına bütün cazibelerini gösterip onları kıskançlık krizine sokmaları işten değildi. Bu
yüzden kendi sekreteri Nalân’a hep mesafeli yaklaşmış, onun yönetici asistanı
sıfatını kullanmasını engellemişti.
Ensesini ancak kapatan kısa kesimli siyah saçları, renkli
gözleriyle değme mankenlere taş çıkartıyordu. Parlak koyu gri
renkli gömleğinin altına beyaz bir pantolon giymiş kulaklarından sarkan altın
sarısı halka küpelerine uyumlu bir kolye takmıştı. İlk kez bu kadar dikkatli
bakıyordu otuz yaşlarındaki genç kadına.
Aradan on dakika geçmiş ama içerden bir ses çıkmamıştı. Kendini
yönetici asistanı olarak tanıtan ve işinin gerektiği gibi davranan Yasemin, önündeki bilgisayarla meşgul olmayı bırakıp kalktı yerinden. Elindeki ince dosyayı göğsüne dayayıp salına salına
Feridun Bey’in bulunduğu odanın kapısının önünde birkaç saniye duraksadı. İçerdeki havayı bir tazı gibi kokladıktan sonra kolu çevirip içeri girdi. Kapıyı çalmaya gerek
bile duymaması şaşırtmıştı Kemal’i. Birkaç dakika sonra odadan sessizce çıkıp Kemal'in yüzüne bile bakmadan dönüp masasına oturdu. Hiçbir neden yokken kalkıp
Feridun Bey’in odasına girmesine anlam veremedi Kemal. Bir an sekreterin bu hareketiyle
kendine nispet yaptığını dahi düşündü. Öyle ya, kendisi patronun gönlünün
olmasını beklerken, o kırıta kırıta çat kapı girebiliyordu patronun odasına. En azından telefon
görüşmesinin bittiğini, birazdan onu içeri alacağını söyleyebilirdi. Sekreterin
bu ilgisizliği iyice canını sıkmaya başlamış, Feridun Bey’den yiyeceği lâfları bile unutturmuştu.
Artık buradan çıkıp kurtulmaktan başka hiçbir şey düşünmüyordu. Güçlükle duyulan telefonun
bip sesiyle ahizeyi kulağına götüren Yasemin nihayet başını kaldırıp zoraki
bir gülümsemeyle,
- Feridun Bey, sizi bekliyor efendim, dedi.
Ayağa kalkıp kendine çeki düzen verdi, kravatını düzeltti. Sağ
elini yumruk yaptıktan sonra ileri çıkardığı orta parmağıyla kapıyı tıklatırken Yasemin'e heyecanını gizlemeye çalıştı.
Geniş makam odasının en uzak köşesinde, fazla büyük olmayan
masanın arkasından ayağa kalkan Feridun Bey, ortada büyük bir sehpanın bulunduğu açık sarı renkte deri kaplı dört koltuğu işaret etti.
- Geç şöyle otur. dedi.
Yüzündeki yorgunluğun
dışında ne öfke, ne neşe, ne de hislerini ele verecek başka bir ifade
vardı. Karşılıklı oturur oturmaz kapı açıldı, sekreter ne almak istediklerini
sordu. Birer çay söylediler.
Feridun Bey, "Evet," diyerek konuşmaya başladığında nefesini
tutmuş onun ağzından çıkacak sitem, tehdit, hakaret sözcüklerini
bekliyordu,Kemal.
- Esther Hanım nasıl? diye sordu. Hiç beklemediği bu soru
karşısında şaşırmıştı Kemal.
- Daha iyi, Feridun Bey, sağ olun.
- Aman, aman her şeyin başı sağlık.
Nezaketinden mi yoksa az
sonra sarf edeceği kötü sözlere altlık olsun diye mi söylemişti bunları Feridun
Bey, anlayamadı. Konuya patronundan önce girerse gergin ortamın biraz yumuşayacağını düşündü.
- Dünkü toplantı için sizden özür dilemeye geldim. Bunu derken
yüzünün kızardığını hissetti.
Beklediğinin aksine ne hazırlanması için ona gönderdiği
klasörden bahsetti, ne de arayıpgelemeyeceğini bildirmemesinden. Telefonlarına
cevap vermediğini bile yüzüne vurmadı Feridun Bey.
- Boş ver şimdi, olan oldu artık, dedi. Yapacak bir şey yok. Ama gelmiş
olsaydın eminim temsilciliği kaptırmazdık. Şu senin Ümit ne tür
makineler imal ettiklerini sordu adamlara. Kardeşim onca yazışma yapmışsın,
makinelerin teknik özelliklerini sorgulamışsın, belgelerinden referanslarına
kadar araştırmışsın, sonra kalkıp ne tür makineler imal ediyorsunuz diye
saçma sapan bir soru sorabilir mi insan? İnan bana adamlar şoka girip acaba doğru yere mi
geldik diye birbirlerinin yüzüne baktılar. O an yer yarılsaydı da içine girseydim dedim. Yahu adam bir kere olsun açıp bakar, bu heriflerle neler konuşulmuş, ne
yapmaya gelmişler, hani bilmiyorsa da açıp sorar. Sadece o da değil, toplantıya
katılan bir Allah’ın kulu Reynolds adını duymamış, sorsan adamların çiklet sattığını
söyleyecekler. Bu kadar ciddiyetsizlik, bu kadar kepazelik olur mu yahu? Adamların
yerinde ben de olsam gider doğru dürüst bir firmaya verirdim temsilciliği. Yani senin anlayacağın Kemal’ciğim, sen olmasan var ya, batar bu şirket batar. Bak bir gün gelmedin,
gör işte halimizi.
Feridun Bey’in yumuşak tonda başlayan konuşması gittikçe
sertleşiyor, öfkesi artıyordu. Ancak sonradan söyledikleri Kemal’in içine su
serpti. Öyle ya onun gibisini nereden bulacaklardı. Bir taraftan Feridun Bey'in kendisi hakkında söyledikleri gururunu okşarken diğer taraftan enayi yerine koyuyordu kendini. Bu işin orta yolu
olmadığını biliyordu; ya işi bu denli ciddiye almayacak, kendine ve ailesine zaman ayıracak buna karşılık patronun ağır laflarını sineye çekmek
zorunda kalacak, ya da it gibi çalışıp yaşadığını unutacak, bunlara karşılık
ayda yılda bir patronundan iki güzel lâf işitecekti.
Esther’in durumunu bahane edip patrondan izin istemenin zamanı
değildi. Aslında bunun "bahane" olmadığını gayet iyi biliyordu. Her zaman
olduğu gibi yine patron gözüyle bakmıştı olaya. Hep böyle yapardı zaten. Bu
yüzden işten başka bir şey düşmüyordu aklına.
Feridun Bey’e bakarsan, karısı hastaneden çıkıp eve döndüğüne
göre Kemal de artık işinin başına geçebilirdi. Ama durum hiç de onun düşündüğü
kadar basit değildi.
Sekreter çayları bırakıp dışarı çıktıktan sonra, söylemekte
zorlandığı fakat illâ söylemek zorunda olduğu izin meselesini açmak istedi.
- Feridun Bey, dedi. Ben sizden izin isteyecektim. Büyük bir suç işlemiş gibi bakışlarını kaçırırken Feridun Bey’in öfkeyle karışık söylediği "Sen olmasan batar bu şirket" sözleri çınlıyordu kulaklarında. Bir bakıma
meydan okurcasına "Ben yokum, şirket batarsa batsın." demekti bu.
Kendisinden beklenmeyen bu umursamaz tavrından yine kendi rahatsız olmuştu.
- Esther’in durumu iyi değil, yanında olmak zorundayım.
Feridun Bey’in hoşuna gitmedi bu haber,
- Neyi var, kötü bir hastalık mı? diye sordu, merakla gözlerinin
içine bakarken. Esther'in kansere ya da ölümcül bir hastalığa yakalandığını düşünüyordu. Kemal ise daha fazla
açık etmek istemiyordu karısının durumunu. Kestirme yollu cevap vermeyi yeğledi.
- Hayır, o kadar kötü değil çok şükür, dedi. Başka bir
şey söylemeden sessiz kaldı. Feridun Bey, ciddileşti birden,
- Kemal, dedi, net bir ses tonuyla. Şu sıralar izin
kullanman çok zor. Bunu aklından çıkar. Arada gider karınla ilgilenirsin, onun
dışında başka bir şey kabul edemem. Ümit’le falan yürümez bu işler,
biliyorsun.
Çok fazla şaşırmamıştı patronunun bu tavrına. İşten başka her
şey teferruattı onun için. Ama gelirken hazırlamıştı kendini.
- Gitmek zorundayım Feridun Bey, biliyorum sizi zor durumda
bırakacağım ama gitmek zorundayım.
- Kesin kararını vermişsin anlaşılan. O zaman, sen bilirsin deyip kalktı ayağa. Bunun
ne anlama geldiğini biliyordu, Kemal. Dönüp masasına yürüyen Feridun Bey’in
arkasından o da kalktı. Elini sıkmaya lüzum kalmadığını düşündü, kapıya
yöneldi. Söylenen söylenmiş, yapılması gereken yapılmıştı…
Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimizin 97. Haftasına girmiş bulunuyoruz. Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesiniburadabulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu sevgili DeepTone / Sade ve Derin belirledi.
"Hayatta en çok neye veya nelere önem verirsiniz?"
Sorunun öncelikle kişisel düşüncelerimizi öğrenmek amacıyla sorulduğunu sanıyorum. Aksi takdirde yazılacak çok şey var bu konuda. Hayatta en çok önem verdiğim şeyi soracak olursanız benim aklıma ilk gelen sözcük "dürüstlük". Bu sözcüğe farklı anlamlar yüklenip kullanımı geniş bir alana yayılmış. Dürüstlük ahlâki ya da etik bir değerdir demekten kaçınıyorum bu yüzden. Benim esas anlatmaya çalıştığım dürüstlük, dar anlamıyla "iki yüzlü olmamak" şeklinde karşılığını buluyor. Zira doğruluk, iyilik, ahlâki ilke ve toplumsal değerlere bağlılık, erdem gibi tanımlar kişinin fikrine ve özellikle kişinin içinde bulunduğu sosyal ve kültürel şartlara bağlı olarak değişiklik göstermekte. Dolayısıyla "içi dışı bir olmak" deyimi dürüstlüğü hangi manada algıladığım hususuna açıklık getirecektir. Diğer taraftan dürüstlüğün bile yeri geldiğinde işe yaramayacağını, gerçekleri yüzüne vurduğumuz için karşımızdaki insanı kırabileceğini biliyorum. Riyâkarlık, iki yüzlülük, yüzüne gülüp arkasından iş çevirmek, yalan söylemek, kendini olduğundan farklı göstermek en sevmediğim davranışlar. Bunların hepsini kapsayan siyaset kurumundan nefret etmemin bir nedeni de bu olabilir.
İkinci olarak düşünme, akıl yürütme, sorgulama vazgeçemeyeceğim olgular. Pozisyonu ne olursa olsun, sorgusuz sualsiz birinin peşinden yürümeyi, onun fikirlerini savunmayı, yalakalık yapmayı kendime yediremem. Farklı fikirlerden yararlanmayı ve aldığım bilgileri akıl süzgecimden geçirip karar vermeyi önemserim. Okumayı, sanatsal faaliyetleri, bilgi ve görgümü arttıracak her şeyi ve doğruya ulaşmak için tartışma ortamlarını severim.
Sevmenin ve sevilmenin birer sonuç olduğunu düşünüyorum. Yukarıda bahsettiğim konularda bana yakın düşünceye sahip olanları severim, onlarda beni sever zaten. Bu kategorideki insanlara saygı duyarım. Toplumda herkesin saygıyı hak etmediğini düşünüyorum. Örneğin yalancı, hırsız, düzenbaz birine saygı göstermem. Diğer taraftan aşkı ve sevgiyi önemsiyorum demekle bir yere varılamayacağına inanıyorum. İnsanların sevgisini kazanabilmek için kişiliğimden taviz vermek suretiyle onlara kendimi şirin göstermem, yalakalık yapmam.
Adalet ve fırsat eşitliğine, başkasına zarar vermemek koşuluyla sınırsız özgürlüğe büyük önem veriyorum ama bunlara sahip olmak sadece benim elimde değil. Bu konularda ülkemizin durumu beni kahretmekte.
Sağlık, belki de en önemlisi ama elimizde olmayan bir şey. Sağlığa önem vermemiz, karşılaşabileceğimiz rahatsızlıkların cüzi bir kısmına faydası olabilir. Ne olur, her yıl check-up yaptırırsın, erken teşhis falan. Dişlerini fırçalarsan daha az çürür. Hepsi bu işte. Bir pandemi geldi, sağlığına önem verenlerle vermeyenler arasında fark kalmadı. Hatta sağlığına önem veren kişiler daha fazla zarar gördü. Sağlık konusu bence piyango, kime ne zaman vuracağı belli değil.
Huzur? Önemli tabii. Ama bu hayatta huzura da huzursuzluğa da kapılar açık. Huzursuz olduğumuzda sabretmek, huzurluysak tadına varmak tek çare.
İşe başladığından bu yana Kemal Bey’le bu kadar uzun
konuşmadıklarını düşündü Selmin. Aylar süren sakin hayatı bir anda hareketlenmişti. Sessizce kalktı masadan.
- Ben yemeği hazırlayayım.
Kemal başını hafifçe sallayıp gülümsedi. Sabahtan beri ağzına
bir lokma girmemişti. Selmin'in özenle hazırladığı bir masada Esther’le karşılıklı oturup keyifle
yemek yemeyi ne kadar çok özlemişti. Eski günlerin hayalini kurarken kendine gelmesi uzun sürmedi. Bu şimdi mümkün değil tabii dedi, içinden. Esther'in tepkisini nasıl kestirebilirdi? Bir bakmışsın masada ne kadar
tabak çanak varsa üzerine fırlatır kaçar gidebilirdi yanından. Martin'e güvenip böyle bir
şeyi denemeye değer bulsa da tek başına boyundan büyük işlere
kalkışması delilik olurdu. Mutfağa doğru seslendi,
Bir saattir ne yapıyorlardı içeride? Sessizce yaklaşıp yatak
odasına açılan kapının aralığından gözetlemeye başladı. Pencerenin yanındaki yuvarlak masada Esther'le Martin karşılıklı oturmuş hararetle bir şeyler konuşuyorlardı. Daha doğrusu her zaman olduğu gibi konuşan Martin’di yine. O kadar konuşacak şeyi nereden buluyordu bu adam! Kim bilir belki o ana kadar Esther anlatmış, şimdi de sıra diğerine gelmişti. O kadar
dalmışlardı ki Kemal'i fark etmediler bile. Martin’i büyülenmişçesine dinleyen Esther arada bir gülümsüyordu. Onu böylesine mutlu görmek biraz olsun
içine su serpmişti Kemal’in. Bu tabloyu sabaha kadar seyredebilirdi. Arkasından yaklaşan Selmin’in
ayak seslerini fark etmedi.
Hemen toparlandı. Hizmetçinin gözünde kapı dinleyen ya
da röntgencilik yapan bir insan durumuna düşmesi canını sıkmıştı. Sesi duyup konuşmasına ara veren Martin, elinde yemek tepsisi ile odaya giren Selmin'in arkasına gizlenen Kemal'i gördü.
- Ooo Patron, gel gel, ben de senden bahsediyordum Prenses Nora'ya.
Selmin, yemek tepsisini sessizce masaya bıraktı,
hafifçe diz çöküp selamladı.
- Matmazel Nora… dedi. Yemeğinizi getirdim diyemedi. Boğazı düğümlenmişti, kaldı
öylece, bir şeyler söylese de anlamayacaktı nasıl olsa. Belki kısa kesmesi daha iyiydi.
Şaşırmıştı Kemal. Gözlerini Esther'den alamıyordu. Martin'e çevirdi başını.
- Senden bahsediyorduk derken…
Martin ve Esther’in aynı anda kıkırdamasına alınmıştı.
Yine de hesap sorar gibi bir sertlik yoktu ses tonunda. Sadece kendisi hakkında ne konuştuklarını merak etmişti.
- Arabanı nasıl çizdiğimi anlatıyordum, Prensese dedi, bir yandan kıkırdamaya devam ediyordu.
- Bırak dalga geçmeyi, gerçekten ne konuştuğunuzu merak ediyorum.
Elindeki boş tepsiyle kapıda bekleyen Selmin, Martin’in cevabından önce araya girdi.
- Kemal Bey sizin yemeğinizi de mutfağa hazırladım.
Kemal tamam gibisine elinisalladı.
- Eee? diyerek Martin’in cevabını beklemeye koyuldu.
- Yemin ederim seni anlatıyordum. Çok matrak adam şu bizim
patron dedim, son model arabasını çizdim, adamın gıkı bile çıkmadı. Bunu duyar duymaz Prenses Nora gülmeye başladı.
O gülünce beni de bir gülme krizi tuttu ki deme gitsin.
Esther, göz ucuyla Kemal’e bakarken utangaç bir şekilde gülümsüyordu. Kemal ne yapacağını bilemedi, o da başladı gülmeye.
- Peki dedi, o sana neler anlattı?
- Hayatını dedi Martin. Bana hayatını anlattı. Tuna
Nehrinin kıyısında, Szentendre kasabası yakınlarında, büyük bir şatoda
yaşıyorlarmış. Bir sürü hizmetçi, aşçı, bahçıvan ve savaşçı varmış etrafında. Doğum
günü için büyük bir ziyafet veriliyormuş. Envai çeşit yemek ve meyvelerle
donatılmış büyük bir masanın etrafında saygın misafirleri ağırlıyorlarmış. Büyük
salonun kapısı açılmış birden. İçeri bir sürü savaşçı girmiş, anne ve babasını
öldürmüşler. Askerlerden biri onu atının terkisine alıp kaçırmış. O askerin
yüzünü bir türlü aklımdan çıkaramıyorum dedi. Bu olaydan sonra gözünü odada açtığını söyledi.
Esther masanın üzerindeki çorba kâsesini önüne
çekti. Eline aldığı kaşığı dikkatle incelemeye koyuldu. Martin dönüp ona bir
şeyler söyledikten sonra yeniden Kemal’e dönüp gülmeye başladı.
- İşin tuhafı ne biliyor musun patron?
- Neymiş?
- Prenses Nora’yı kaçıran asker vardı ya... Gülmekten konuşamıyordu Martin.
- Eee ne olmuş ona?
- İşte o askerin sen olduğunu söylüyor.
- Hoppala dedi, Kemal. Anlaşıldı, bana olan düşmanca tavrı bu yüzden demek.
- Ama merak etme, onu kaçıran askerin sen olmadığını söyledim kendisine, hani
fena adam sayılmaz bile dedim senin için. Gülmekten yerlere yatıyordu Martin. Bak, patron bu iyiliğimi sakın unutma dedi, son olarak.
Kemal, Martin’i tanımış, onun her şeyi yapabileceğine
inanmıştı artık. Bütün bu anlattıklarını Esther’e rahatlıkla söylemiş
olabileceğini düşündü. İçin için Martin’e kızıyordu kızmasına ama bir yandan da ona muhtaç olduğunu biliyordu. Belki bu iş için biçilmiş kaftandı ve başkası ile olamazdı bu iş. Kısa zamanda karısının
güvenini kazanmış ve en azından sakinleştirmesini bilmişti.
- Hadi gel bir şeyler atıştıralım dedi, Kemal.
- Yok, ben kaçayım, Patron, yoksa evde dayak var dedi, gülerek. Bak bir şeye ihtiyacın olursa ara beni tamam mı, yirmi dört saat açık
telefonum.
Kapıyı kapattıktan sonra geldi aklına. "Anlaştık" demişti
demesine ama yaptığı hizmetin bedelini konuşmamışlardı daha. Paragöz biri olsa
şimdiye kadar kaç kez konuyu önüne getirir, pazarlığa girişirdi. Hoş,
kendisinin de aklına gelmemişti ne istediğini sormak, onca sıkıntının arasında.
Sadece o değil, Cevdet Bey’in de kaç para isteyeceğini bilmiyordu. Karşılığın almadan bütün günlerini Esther’e ayırmak zorunda değildi bu insanlar.
Mutfaktan Selmin’in sesini duydu, yemeğin hazır olduğunu
hatırlatıyordu.
Selmin’i de gönderdikten sonra evde Esther’den başka kimse
kalmamıştı. Yatak odasına gidip boşalan tabakları tepsiye yerleştirdi. Önüne koyulan ne varsa hepsini
yediğini görünce sevindi. Hele karısının kendisine bakıp gülümsemesiyle dünyalar
onun oldu. Dolabından pijamalarını aldıktan sonra dışarı çıkıp odanın kapısını çekti
sessizce.
Mutfaktaki soğutucudan bir bira alıp bilgisayarın başına
geçti. Reenkarnasyon olayının sadece bir inanç olduğunu, bilimsel açıdan henüz
kanıtlanmadığını söylemişti Doktor Cevdet Bey. Bununla birlikte Esther’in hiç
bilmediği bir dil konuşması kafasını meşgul etmeye devam ediyordu. Öyle biri
yaşamış olabilir miydi gerçekten? Google arama motoruna "Prenses Nora" yazdıktan sonra karşısına çıkan sayfalara bakmaya başladı. Evet, 1989 yılında
yaşamını yitirmiş Liechtenstein’lı bir prenses aynı adı taşıyordu ama
aradığı kişi bu olamazdı. Bir de Suudi Arabistan Krallığında, dünyanın en büyük
kadın üniversitesinin adıymış "Prenses Nora". Bu ikisinin dışında başka bir şey bulamadı. Ortaçağ Avrupa’sının feodal sisteminde, derebeylerin idaresi
altında birçok küçük devletçik kurulduğunu hatırladı. Kendilerine ait toprağı
olan ve karın tokluğuna köylüleri köle gibi çalıştıran soylular sınıfı,
şövalyelerle korunan ve etrafı kalın taş duvarlarla çevrili görkemli şatolarda yaşıyordu.
Kim bilir belki de Esther, önceki yaşamında, tarihin sayfalarında iz bırakmamış yüzlerce şatodan
birinin prensesiydi. Hemen toparlandı. Jale'nin düşüncesi olabilirdi bunlar ancak. Yok,
daha neler, hiç böyle bir şey mümkün mü? Hayalini kurmaya başladığı şatonun
koridorlarında salınarak yürüyen prenses kılığında Esther figürünü utanılacak bir şeymiş gibi hemen silip atmaya çalıştı kafasından.
Üzeri boncuk boncuk terlemiş bira şişesine şöyle bir
baktıktan sonra dikti kafasına. Gözleri yan taraftaki dolabın
rafından dışarı sarkan ve buradayım dercesine kendini gösteren klasöre kaydı. Feridun
Bey’in pek bir önem verdiği toplantıya gitmemiş, bir telefon edip gelemeyeceğini dahi bildirmemişti. Bu yetmezmiş gibi telefonunu sessize alarak şirketi zor
durumda bırakmıştı. Kendisinden asla beklenmeyen, aynısını bir başkası yapsa
küplere bineceği bir davranıştı bu.
Cebinden telefonunu çıkardı, yığınla cevapsız aramalar...
Yarın sabah erkenden şirkete uğramak farz olmuştu. Ümit’ten toplantının
sonucunu öğrenmeyi geçirdi aklından ama vazgeçti. Reynolds’un
temsilciliğini başkalarına kaptırdılarsa Feridun Bey’in gözüne görünmemesi gerektiğini az çok tahmin ediyordu. Evet, toplantıya katılmamasının geçerli bir nedeni vardı ama bunu
önceden gelemeyeceğini bildirmemesine, telefonlarını açmamasına ne kılıf
uyduracaktı. Esther’i bu durumda yalnız bırakamayacağı için yıllık
iznini kullanmak zorundaydı. Arada gidip işleri yoluna sokmak onun tarzı değildi. Şirket kapısından girdiği anda bambaşka bir varlığa dönüşeceğini, işin dışındaki aleme bütün kepenklerini kapatacağını gayet iyi
biliyordu. Kontrolü dışında yaşadığı bu durum karısında süregelen
rahatsızlığın bir başka versiyonuymuş gibiydi sanki. Evet, her ikisi de
birlikte yaşayacakları dünyaya sırtlarını dönmüş, başka dünyalarda arıyorlardı mutluluğu. Sonuçta her ikisi de yıkıcı bir hastalığın pençesine düşmüşlerdi,
farkında olmadan.
Şişenin dibinde kalan son yudumu devirdi kafasına. Hâlâ işi
düşündüğü için kızdı kendine. "Tamam, yarın şirkete uğrayıp hemen döneceğim, o
kadar. Başka bir şey düşünmeyeceğim, ne Feridun Beyi, ne de Reynolds’u" diye söz verdi kendine. Sabah erkenden bir taksiye atlayıp hastanenin kapalı otoparkında
bıraktığı arabasını almalıydı önce.
Pierre de Marivaux (1688-1763) oyunları en çok sahnelenen Fransız bir yazar. 1725 yılında yazılan Köleler Adası isimli oyun Paris'te bir İtalyan tiyatrosunun oyuncuları için yazılmış ve ilk kez onlar tarafından sahnelenmiştir. Oldukça kısa 11 sahnelik oyun hayali bir Köleler Adasında geçmektedir. Bu adanın özelliği kölelerin efendi, efendilerin köle olması. Bir deniz kazası sonucu kölesiyle birlikte bu adaya çıkan efendi Iphicrate ile kölesi Arlequin adanın yasaları gereği rolleri değişir. Komedi tarzındaki oyun, efendi-köle ilişkilerini mizahi bir dille hicvetmekte. Birkaç saatte okunacak bir kitap. Kitabı Fransızca aslından dilimize çeviren Berna Güven'i başarılı bulduğumu söyleyebilirim. Oyuncu sayısı az ve okunması kolay.
Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimizin 96. Haftasına girmiş bulunuyoruz. Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesiniburadabulabilirsiniz. Bu haftanın güncel konusunu sevgili DeepTone / Sade ve Derin belirledi.
"Aşı olacak mısınız? Yoksa aşı karşıtı mısınız? Aşı sonrası aşıdan dolayı hastalık veya ölümlerin olduğunu düşünüyor musunuz? Genel olarak aşı hakkında ne düşünüyorsunuz?"
Covid-19 hastalığına karşı iki doz Sinovac/Çin aşısı oldum. Aşı olmamın gerçek nedeni, aşıya olan güvenimden ziyade doktor olan kızımı kırmamak ve mahalle baskısından kurtulmaktı. Mahalle baskısı olarak dillendirdiğim, aşı taraftarlarının kendileri gibi düşünmeyen insanları bencillikle suçlamalarıdır. Özgür düşünceme göre karar verebilseydim aşı olmazdım. Başta ülkemizi yönetenler (gelmiş geçmiş bütün iktidarları içine alacak şekilde) olmak üzere kapitalist dünyaya olan güvensizliğim aşı konusuna tereddütle yaklaşmanın temel nedeni. Soner Yalçın'ın Kara Kitap'ını okuduktan sonra ilaç ve aşı konusunda yapılan pek çok deney sonucunun manipüle edildiğini, anlı şanlı ilaç şirketlerinin yeterli deney ve araştırma yapmadıkları gerekçesiyle milyonlarca dolar tazminat ödediklerini biliyorum. Biliyorum dememin sebebi Yalçın'ın, bu tür çıkarımları belgeleriyle ortaya koymuş olmasıdır. Ayrıca geçmiş yıllarda yaşanan Çernobil Nükleer kazası sonucunda radyasyonlu Karadeniz çayının güvenli olduğunu sözde kanıtlamak amacıyla ekran karşısında şov yapan Sanayi ve Ticaret Bakanı Hüseyin Cahit Aral'ı unutmadım.
Herhangi bir virüse karşı aşı geliştirmek uzun yıllar süren titiz bir çalışma gerektirir ve kısa/uzun dönem yan etkileri konusunun araştırılması esastır. Bugüne kadar kendini ispatlamış, çiçek, çocuk felci, kuduz vs. aşıların büyük faydası olduğu yadsınamaz. Ne var ki bir tür grip virüsü olan Covid-19 için yeterli çalışma yapılamadığı gibi hızla mutasyona uğrayan bu virüs karşısında aşı konusu iyice çetrefilli bir hal almaktadır. Daha geçen ay bir Cumhuriyet Savcısının Covid-19 aşısının yan etkileri ve ölümcül olabilecek sonuçlarının araştırılmasına yönelik bireysel soruşturma başlatması sonucunda görevinden alınması kuşkularımı daha da arttırmıştır. Dünyada muhtelif ülkelerde yaşayan, konusunda uzman pek çok bilim adamı, geliştirilmekte olan Covid-19 aşılarının olumsuz etkileri konusunda birçok savlar ileri sürerlerken devletler bu insanların topluma ulaşma imkanlarını engellemiş ve işlerine son verdirmişlerdir.
Komplo teorilerine pek sıcak bakmıyorum. Yok efendim çip takacaklarmış, genlerimizi değiştireceklermiş gibi iddiaları saçma buluyorum. Ancak dünyayı kökünden etkileyen Corona pandemisinin doğal yollardan değil de Wuhan'daki araştırma laboratuvarından bir kaza sonucu dışarı sızdırıldığına dair görüşleri makul buluyorum. Bir de işin ticari, ekonomik yanı var elbette ama buna hiç girmeyeyim.
Geçen hafta elli yaşında çakı gibi bir mühendis arkadaşımın Covid-19 nedeniyle hayatını kaybettiğini öğrendim. Yakınlarından biri facebook hesabında yazılan taziye mesajlarının altına, onu Covid-19 değil uygulanan yanlış tedavi ve verilen ilaçların öldürdüğünü yazmıştı ki, dünyada aylar önce yasaklanan ilaçları, düne kadar halka dağıtmaya devam etti bizim Sağlık Bakanlığımız.
Özetle bireysel olarak aşıya karşıyım ancak aşı aleyhtarı değilim. Allah akıl vermiş, fikir vermiş insanların araştırıp kendi kararlarını vermelerini doğru bulmaktayım. Anneme bile aşı olma demedim. Çünkü annem ya da başkasının vebalini taşımak istemem. Ancak şunu da düşünmeden edemiyorum: Birkaç sene sonra aşının ciddi rahatsızlıklara yol açtığının ortaya çıkması beni hiç şaşırtmayacaktır. Senelerce yumurta kolesterol yapar, aman yumurta yemeyin diyen doktorlar, bilim adamları ve bu vesileyle dünyanın ilacını satıp ihya olanlar bugün kolesterolü ağızlarına almıyorlar. Son olarak aşı olmayanların toplu taşım araçlarına, AVM'lere vs. mahallere girmemelerini isteyen ya da devlet hizmetlerinden yararlandırılmamaları konusunda çağ dışı yasaklar uygulamasını öneren insanları yadırgadığımı belirtmek isterim.