"Bu yılbaşında 2022'ye değil de kendi seçtiğiniz bir yıla girme ve o yılı yeni baştan yaşama şansınız olsaydı hangi yılı seçerdiniz? Neden?"
Pandemiye, ülkenin ekonomik çöküşüne rağmen içinde bulunduğumuz yıl sevindiğim ve üzüldüğüm günler yaşadım. Bu yılı seçmek istemezdim sanırım, o halde geçmişe doğru uzanmam gerekiyor. Yaşadığım yılların sayısına göre seçme şansımın pek çoğunuzdan fazla olduğunu düşünüyorum. Bu avantajlı durumuma rağmen itiraf etmeliyim ki, benim için yine de zor bir seçim.
Tamam, felsefe yapmamaya çalışacağım. Fakat, bana geçmişte yaşadığım bir yılı yeniden yaşama şansı verildiğini bildirseydi omzuma konan bir peri, başımı çevirip ona şu cevabı verirdim; "Şimdi seni gönderenin yanına gidiyorsun ve benim böyle bir şansı kullanmak istemediğimi söylüyorsun." Çünkü geçmişe dönüp baktığımda en mutlu olduğum yıllarda bile beni az ya da çok üzecek bazı olayların yaşandığını hatırlıyorum. Ancak, emir daha büyük yerden gelmiş, soruyu cevaplamazsam olmaz. O zaman sizi epey gerilere götüreceğim, muhtemelen bir çoğunuz dünyaya henüz merhaba dememiştir o yıllarda.
Evet, sene 1987. Tamı tamına altı ay önce evlenmişim. Huzurlu bir işim var. İşimi severek icra ediyorum. Mesleğimin ilk yıllarında olmama rağmen yılbaşında aldığım zamla birlikte bana verilen maaş milletvekili maaşlarıyla yarışıyor. Cumartesi ve pazar günleri tatil. Karakaya'nın kara dağları bizim için cennet bahçesi. Eşim sayesinde, geçmiş yılların açığını kapatabilmek için vaktimin çoğunu kitap okuyarak geçiriyorum. Maaşımın küçük bir kısmını harcayıp geri kalan kısmını İsviçre Frangına çeviriyoruz. Pırıl pırıl bir gelecek hayali kuruyoruz. Şimdiki genç mühendislerin asgari ücretle A101 de kasiyer olarak çalıştığını düşünürken kahroluyorum bu arada. Ama hakkını yemek istemem kimsenin. Duble yollarımız yoktu o zamanlar! Olsaydı belki de daha güzel geçerdi yılımız!
Eşim ilk çocuğumuza hamile. Onun heyecanı yeter zaten mutlu olmamıza. Ne var ki, yıl kötü başlıyor. Diyarbakır'dan dönüyoruz, eşim, kayınvalidemle birlikte. Yağmurlu bir kış günü... Ergani'ye iyice yaklaşmışız, yol karanlık, iri damlalar tüm şiddetiyle ön camı dövüyor. Karşıdan canavar gibi üzerime gelen kamyonlar yanımızdan geçtikten sonra derin bir oh çekiyorum, bu kez de atlattım diye. Acemiliğimin de payı var bu ürkeklikte. Bazen yoldan çıkıp bankete düşüyorum, yoğun bir sis kaplamış her yanı. Bir anda bir çarpma sesi, büyük bir gürültü... Kaputun üzerinde koyun başları... Farlar kırılmış, iyice kararıyor önüm. Elinde taşıdığı bir çift silâhı üzerimize çevirip gözümüze doğru fener tutan bir köylü beliriyor kapımda. Arabanın içinde panik zirvede. Kayınvalidem kıyameti koparıyor. Pencereyi açıyorum, sağanak tüm şiddetiyle devam ediyor. Kürtçe bir şeyler anlatıyor. Sürünün sahibi olmalı. Kayınvalidem adama, "Kızım çocuğunu düşürecek, sen ne diyorsun?" diye bağırıyor. Adam zor kurtuluyor kayınvalidemin elinden, muhtemelen onun söylediklerini de anlamıyor zaten. Kıpırdayacak halimiz yok. Araba yürüyecek gibi, ama farlar yanmıyor. Adam çekip gitmiş, bu iyi ama ne yapacağız biz şimdi? Bu havada, bu gecenin kör vaktinde kimi bulasın ki yardım isteyesin. Tek umudum baraja dönmek üzere yola çıkmış müteahhit İtalyanların bir aracı, o da çok zor. Bu hava şartlarında yola çıkmak akla zarar. Ya karayolunda sürü gezdirenin aklına ne demeli? Cep telefonu icat edilmemiş daha. Şimdi aman ne kolaylık, ne konfor... Neyse bir ışık görüyorum ta uzaklardan, üzerimize doğru geliyor. Yolun ortasındayız zaten. Şanslıyım, elektromekanik işlerini üstlenen İsviçreli BBC'nin (Brown Boveri) aracı bu. Durduruyorum hemen. Konuşup anlaşıyoruz, onlar önde ben arkada, araçlarının ışığını takip edeceğiz. Ergani'ye kadar yaklaşık on beş kilometre gidiyoruz bu şekilde zor bela. Daha sonra aracı bir benzin istasyonuna çekip taksiyle dönüyoruz baraja, sıcak evimize. Yağmur tüm şiddetiyle devam ediyor hâlâ.
Her şeye rağmen şanslıyız. Eşimin ve bebeğin sağlık durumu iyi. O akşam arabayı bulmuşlar istasyonda, başında silahlı adamlar nöbet tutuyormuş. Şoför gidip alıyor zabıt tutulduktan sonra. Dava açıyorlar bana. Yedi koyun telef olmuş, hem de hepsi gebe. Yersen. Aksini nasıl ispatlayabilirsin ki, bırakıp kaçmışsın. Hakim diyor, adam ne isterse ödeyeceksin, her biri elli binden üç yüz elli bin. Yok diyorum, hatalı olan ben değilim, avukat tutacağım. Ergani'deki tek avukatı tutuyor, yirmi beş bin veriyorum. Dava sonunda yirmi beş bin daha. Böyle avukat görmedim. O güne kadar hiç avukatlık işim de olmamıştı ya, ama sonrasında da görmedim böylesini. Adam her duruşmada bana mektup yazıyor, duruşmanın seyri hakkında bilgi veriyor. Sonunda kazanıyorum davayı, mahkeme masrafı bile ödemeden. Hemen gidiyor, avukatın bakiye ücretini verip teşekkür ediyorum.
Neyse ki sonu iyi bitmişti bu serüvenin. Sonra Mayıs ayının sonuna doğru yaşanabilecek en güzel olaylardan birini yaşadık. Oğlum, Fırat gelmişti dünyaya. Maviş gözleri vardı. Mutluluğumuz kanatlandı. Ve o yılın sonuna kadar güzel geçti günlerimiz. O elim kazayı saymaz ve herhangi bir yılı yeniden yaşamak zorunda kalsaydım eğer, 1987 yılını seçerdim muhtemelen. Mesleğimi severek yapıyordum, sevgi dolu bir eş, insanca çalışma saatleri, tatminkâr bir maaş ve ilk çocuğumuzu kucaklayışımız... Tiyatro, sinema gibi etkinliklerden yoksun, şehir dediğin köyden farksız, sebzeleri görünce "biz bunları hayvana veririz" diyen eşim, anne baba evinden uzak yeni bir hayat, her şeye rağmen yine de güzel bir yıl olarak hatırlarım 1987 yılını.