KATEGORİLER

4 Nisan 2022 Pazartesi

Ruhumu Öpmeyi Unuttun - İNCİ ARAL

Kitabın Adı: Ruhumu Öpmeyi Unuttun

Yazar: İnci ARAL

Sayfa Sayısı: 189

Yayınevi: Epsilon Yayınevi 

Türü: Öykü

İnci Aral'ın on öyküsünün yer aldığı Ruhumu Öpmeyi Unuttun adlı kitabında yer yer fantastik boyuta geçen ölüm ve yalnızlık temaları işleniyor. Basit bir dille yazılan öykülerin okunması kolay. 1944 doğumlu Aral, henüz ilkokul yıllarında önce babasını, iki yıl sonra da annesini kaybettikten sonra halasının yanında yaşamaya başlamış. Gazi Eğitim Enstitüsü Resim-İş bölümü mezunu. Okulu bitirdikten sonra değişik yerlerde öğretmenlik yapan yazar, küçük bir şehirde mesleğini yaparken evli bir erkek öğretmen arkadaşıyla bir dostluk başlıyor aralarında. Küçük yerlerde bu durum dedikodu çıkarmaya hayli müsait. Oysa onların dostluğu aşk meşk ilişkisi değil, normal bir arkadaşlık. Yanlış anlaşılmaları önlemek için hemen hergün birbirlerini gördükleri halde düşünce ve duygularını mektuplaşarak aktarırlar birbirlerine. Bir süre sonra arkadaşı, mektuplarında kalemini çok beğendiği Aral'ın, yazdığı öyküleri edebiyat dergilerine göndermesini tavsiye eder. Yayınevlerinden olumlu yanıt gecikmez ve yazar böylelikle edebiyat dünyasına adımını atar.

Bir dönem yazmış olduğu öykü ve romanlarla popüler olan Aral, kitabının başında hayal gücünün soyutlamayla kurmacaya dönüştüğüne ve gerçeğin görme ve algılama biçimimizi genişletme gücü olan sözcüklerle yeniden yaratılabileceğine inanmasam, bu öyküleri yazamayacağını söylüyor. Hayal gücünün soyutlamayla kurmacaya dönüşmesi nasıl bir şey acaba? Yani cümledeki (bana göre gereksiz ve de anlamsız) "soyutlama" sözcüğünü hiç kullanmasa daha iyi olmaz mıydı? Hadi bu neyse de, "ruhumu öpmeyi unutma" nasıl bir mesaj veriyor okura, hangi hisleri uyandırıyor? Hani evin hanımı kocasını kapıdan uğurlarken arkasından seslenip "Aşkitom bir şey unutmadın mı?" diye sorar sözgelimi. Adam elindeki bond çantasını savurarak ani bir dönüşle, ceplerini yoklar, cüzdanını telefonunu kontrol ettikten sonra karşısında muzipçe gülümseyen karısının gözlerine bakar ve "Yoo, unuttuğum bir şey yok." der ya. Bunun üzerine kadın gücenmiş bir ifade takınarak, küt küt atan kalbini ellerinin arasına alıp kocasına gösterirken şuh bir ses tonuyla, "ruhumu öpmeyi unuttun" der. Adam sonra ne der, artık onu da siz tahmin edin.

Yok, haksızlık etmeyeyim, kötü bir kitap değil. Fakat blog dünyasında okuduğum, bazı öyküler, doğrusunu söylemek gerekirse Aral'ın öykülerinden aşağı kalmaz. Cümle içinde kullanılan bazı yanlış sözcük seçimleri dışında öykülerin çoğu bilinen sorunlardan yola çıkılarak kurgulanmış, fazla kafa yormayı gerektirmeyen türden. Ancak edebi açıdan ve yazım tekniği bakımından öne çıkan bir özellik göremediğimi söylemek zorundayım. Kurgusal açıdan on öyküden üç bilemedim dört tanesini beğendim. Özellikle "Gelecek" diğer öyküler arasında en fazla hoşuma gideni oldu.

Son okuduğum iki öykü kitapta ortak konunun ölüm olması tesadüften başka bir şey değil. Edgar Allan Poe'dan sonra İnci Aral'ın öyküleri bana çerez gibi geldi. On yıldır kitabı çıkmayan yazarın romanlarına ve diğer öykülerine bir şans daha vermeyi düşünüyorum.       

1 Nisan 2022 Cuma

KIZIL ÖLÜMÜN MASKESİ - EDGAR ALLAN POE

Kitabın Adı: Kızıl Ölümün Maskesi

Yazar: Edgar Allan POE

Çeviren: Öznur Özkaya

Sayfa Sayısı: 192

Yayınevi: Ren Kitap 

Türü: Öykü

Kızıl Ölümün Maskesi, Edgar Allan Poe'nun (1809-1849) 17 kısa öyküsünün yer aldığı bir kitap. Poe, kısacık ömründe çoğunlukla şiir ve kısa öyküler yazan bir şair, yazar. Editörlüğünün yanı sıra edebiyat eleştirmenliği yapan yazar oldukça çalkantılı bir yaşama sahip. Henüz bir yaşındayken babası evi terk ediyor. Hemen bir yıl sonra annesi veremden yaşamını yitirdi. Öksüz ve yetim kalan Poe'yu İskoç kökenli John Allan evine aldı, soyadını kullanmasına izin vermesine rağmen onu evlâtlık edinmedi. Allan'ın memleketi İskoçya'da ve daha sonra İngiltere'deki okullarda okudu. 1826 yılında Amerika'ya dönüp Virginia Üniversitesine kaydoldu. Aynı yıl Sarah isimli bir kızla nişanlandı. Ancak kumar borçları yüzünden manevi babası para göndermeyi kesince bir yıl sonra okuldan ayrılmak zorunda kaldı ve aynı yıl Sarah bir başkasıyla evlendi. Bunun üzerine Boston'a gidip katiplik ve gazete yazarlığı yaparak hayatını idame ettirmeye çalıştı. İlk şiir denemelerinden sonra kısa öyküler yazmaya başlayan Poe, ilk olarak 1833 yılında yazdığı ve okuduğum kitapta da yer alan "Şişede Bulunan Mesaj" adlı kısa öyküsüyle ödüle layık görüldü. Ekonomik krizin ve yazarlığın para kazandırmadığı bu dönemde geçim zorluğu çeken Poe, bir süre orduda görev yapmasının ardından yirmi altı yaşındayken, henüz on üç yaşındaki kuzeni Virginia ile evlendi. Evlendikten yedi yıl sonra vereme yakalanan genç eşini 1847 yılında kaybetti. Bu, Poe'nun ailesinde kız kardeşiyle birlikte veremden ölen üçüncü kadın olmuştu. Eşinin ölümünden sonra dengesini iyice kaybeden yazar, bir süre yeni aşk arayışlarına kapıldı ve sonunda çocukluk aşkı Sarah'ın yanına giderek onunla görüşmeye başladı ve 1849'da Baltimore sokaklarında sefil bir halde bulundu ve götürüldüğü sağlık kurumunda üç gün sonra hayata veda etti.

Poe, hakkında ne yazsam eksik kalır. Kırk yıllık yaşamı hep mücadele içinde geçmiş. Hayal gücü, etkili kalemi ve edebi yenilikleriyle kendisinden sonra gelen Charles Baudelaire, Franz Kafka, Jules Verne ve Luis Borges gibi pek çok şair ve yazara ilham vermiş. Hayatı filmlere konu olan farklı bir kişilik. Daha doğrusu delilik ile dahilik arasında dolaşan çılgın bir insan. Edebiyatın yanı sıra fizik ve kozmoloji ile kriptografiye büyük ilgisi olan yazarın "The Raven" isimli şiiriyle aynı adı taşıyan, yaşamının son yıllarının yine Poe tarzında ustaca işlendiği polisiye, gerilim türünde bir filmi de çekilmiş. Ünlü yazarın çektiği sıkıntılar yetmezmiş gibi bir de başarısını kıskanıp onu çekemeyenler var. Rufus Wilmot Griswold bunlardan en meşhuru. Edgar Allan Poe'nun ölümü üzerine nefretini şöyle kusmuş: Ölümünün ertesi günü Newyork Tribune gazetesine sahte isimle verdiği uzun bir ölüm ilânı metninde, "Edgar Allan Poe Baltimore'da öldü. Bu duyuru çok kişiyi şaşırtacak olsa da çok az kişi bu yüzden üzülecektir." diye yazmış, bu yetmezmiş gibi, "Yazarın Biyografisi" başlığı altında Poe'u aşağılayan bir makale kaleme almış. Griswold, yazdığı makalede, Edgar Allan Poe'nun ahlâksız, ayyaş, uyuşturucu müptelâsı bir deli olduğundan bahsederken ünlü yazarın yazdığını iddia ettiği mektupları delil olarak göstermiş. Gerçek kısa zamanda ortaya çıkmış olsa da büyük kitlelere ulaşan söz konusu makale, bir yandan yazarın tek biyografisi olarak rağbet görürken diğer yandan "kötü" bir adamın eserlerini okuma düşüncesiyle Poe'ya okurların ilgisi artarak devam etmiş.         

Kitabı elime almadan önce Edgar Allan Poe deyince aklıma ilk gelen onun "Annebelle Lee" şiiriydi. Bu şiirin üzerimde yarattığı etki büyük. Poe'nun gotik tarzda yazdığı öyküler, ölüm korkusu, gerilim ve gizem içermekte. Bu türler çok ilgi alanımın dışında kalmakla birlikte, yazarın ifade tarzına, hayal gücüne ve kullandığı sembollere hayran kaldığımı söylemeliyim. Yazar, kitabın başında yer alan öykülerde felsefi, dini ve mitolojik öğelerden yararlanmış. Bunun yanı sıra çok sayıda Avrupalı şair, eleştirmen ve yazarın eserlerinde geçen olaylara ve kişilere atıfta bulunmuş. Burada kitabı dilimize çeviren Öznur Özkaya'dan da bahsetmem gerekiyor. Özkaya, öykülerin içinde atıfta bulunulan kişi ve olayları sayfa dipnotlarıyla gayet güzel bir şekilde okura sunmuş. Sonraki öyküler daha anlaşılır ve sade. Sonları mutlaka esrarengiz bir ölümle biten öykülerin anlatıcısı ve başkişisi birinci şahıs. Ölüme karşı mesafeli duruşumdan mı, yoksa ölümden yana korkusuzluğumdan mı bilinmez öyküler beni fazla etkilemedi. Hemen hepsi bana masal kıvamında geldi. Kısa zamanda onlarca öykünün tamamının akılda kalması zor. "Kuyu ve Sarkaç" benim en sevdiğim öykülerinden biri oldu. Diğer taraftan başkalarının uykularını kaçırtan elektriği alamadım Poe'dan. Bu bende kitabı bir süre sonra yeniden okuma isteği uyandırıyor. 

Kitabın basımı, cildi, kağıt kalitesi güzel, özellikle çevriyi çok başarılı bulduğumun altını çizmeliyim. Edgar Allan Poe gibi bir yazarın kitabını dilimize bu denli güzel ifadelerle kazandırmasından ötürü Özkaya'ya hakkını teslim etmek gerektiğini düşünüyorum. 

"Sefaletin pek çok çeşidi vardır. Biçareliğin de. Uçsuz bucaksız ufka ebemkuşağı gibi uzanırken renkleri bu kuşağınki gibi çeşitlidir, onun gibi ayırt edilebilir ama bir o kadar da iç içedir."

Özellikle bu tür öyküleri sevenler için öneririm. 

29 Mart 2022 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 136

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm canlılığıyla devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu sevgili DeepTone belirledi: 

"Baharın gelmesi sizi heyecanlandırır mı? Bu heyecanı tarif eder misiniz?"  

Nice baharı geride bırakmış olmanın verdiği rehavetin yanı sıra aşk defterini kapatmamdan ötürü yeni gelen bahar için pek fazla heyecanlandığımı söyleyemem. Yılın başından, hatta Covid-19'un yurdumuzu ziyaret ettiği o ilk günden bu yana kış uykusuna yatmış gibi hissediyorum kendimi. Pandeminin yanı sıra ülkenin ekonomik çöküşü bütün heyecanımı alıp götürmekte. Heyecandan ziyade bahara biraz olsun umutla girmek istiyorum. Her ne kadar mart ayı baharın başlangıcı kabul edilse de nisan ayı, havaların ısındığı, doğanın canlandığı yeni bir döneme giriş, özellikle benim nazarımda yeni yılın başı. Bu düşüncemin temelinde nisan ayının ilk haftasında doğmuş olmamın payı büyük sanırım.

Ekonomik buhranın aksine pandeminin etkisini kaybettiğini düşünüyorum artık. Açık havada maske kullanmamakla beraber alışveriş için bir dükkâna girme durumu için mecburen yanımda maske taşıyorum. Geçtiğimiz dönemde pandemi, gündemin ilk sırasındaki yerini alırken bugün ve önümüzdeki günler için en önemli sorunumuz ekonomi. Paramızın değer kaybetmesi yurt dışı plânlarımızı iki kez düşünmeye zorluyor bizi. Zamanında üç kıtada yirmi kadar ülkeyi gezip görme fırsatım olmuş iyi ki! Bundan sonra gezmek, tatil yapmak çok daha zor olacak, belli. Kızım geçen hafta Hollanda'ya gitmişti. İki kişi birer pizza yemişler, 400 TL'ye patlamış. Konaklama ücretlerinden bahsetmiyorum bile. Sabit gelirli bir vatandaş için hayli zor yurt dışı tatili artık. Peki yurt içinde bir yere gitmek kolay mı? Köprü fiyatları dövize endeksli, akıl almaz paralar ödeniyor. Eskiden dizel araç tercih ediliyordu, yakıtı daha tasarruflu olduğu için. Şimdi motorin benzini solladı geçti. Aracımın deposunu doldurmamın bedeli 1.500 TL'yi aşıyor. 

Ülkenin mevcut durumu karşısında baharın gelişine sevinemiyorum. Özellikle gençlerin umutlarını kaybetmesi, geleceğe dair hayallerinin kararması depresyona sokuyor beni.

Ama her şeye rağmen bu yıl ahdim olsun Kos Adasına gidip en az bir kez tavernada tabak kıracağım. Bir de yakıt fiyatına aldırmadan güneydoğuya bir tur yapmayı, Mardin'i gezip görmeyi, Urfa'nın sıra gecelerinden birine katılmayı düşünüyorum.

Küresel ısınmanın bir sonucu mudur, ülkenin içinde bulunduğu vahim durumdan mı kaynaklanıyor bilmem ama yeni yıla girdiğimden beri bir uyuşukluk hasıl oldu bende ki, sormayın. Hani şu Ağaç Ev Sohbetleri de olmasa  blogumu bile unutacağım neredeyse. Bu çok kötü tabii. Kendimi zorlayıp nisan ayından itibaren yeniden bir şeyler yazmak, çeviri yapmak istiyorum. İstek her zaman var, o tükenmez var olduğum sürece ama icraat yok, bu da ayrı mesele! Uzunca bir ara verdikten sonra iyi kötü biraz kitap okumaya çalışıyorum. Bu konuda hızımı biraz daha arttırmam lâzım. 

Ülkenin siyasi ve ekonomik sorunlarından kendimi uzak tutamadığım bir gerçek. Uzun zamandır gazete okumuyorum, horoz döğüşü gibi aynı kişilerin hakarete varıncaya dek birbirlerini taciz ettikleri TV haber programlarını da bıraktım şükür. Bu iyi! Bağımsız ve tarafsız haber yapan youtube kanalları, özellikle sokak röportajları yeni gözdem. Bir şeye başlayınca (huyum kurusun) bende bağımlılık yapıyor. Bu yüzden, bu tür programlara gereğinden fazla takılıyor, değerli vaktimi harcıyorum. Bundan böyle artık kendimi biraz frenleyip okuma/yazma faaliyetlerine ağırlık vermeliyim, havaların ısınmasını bahane ederek. Ne alâkaysa!

Dediğim gibi baharın gelişi bana fazla heyecan vermiyor. Hani biraz heyecanlanma imkânım elverseydi eğer, Kuşadası'ndan yeni aldığımız yazlıkta geçireceğimiz günlerin heyecanını yaşıyor olabilirdim sözgelimi. Eşim Mayıs ayında falan gideriz diyor ama biraz daha gecikiriz sanırım. Zira taşınma, tesisat bağlantıları vs. gibi işleri halletmemiz lâzım önce. Evimiz yaklaşık yedi yüz metre düz bir yolun sonunda güzel bir halk plajına açılıyor. Belli ki bundan böyle yazları orada geçireceğiz (ikinci bir emre kadar). Arada bir, aklımıza esen yerlere yelken açabiliriz. Ama ilk işim internet bağlantısını halletmek olmalı. Pandemiden önceki yaz Foça'da okuduğum sekiz kitabı blogumda yazamadığım için hâlâ kızar dururum kendime. Yüzmekten, güneşin altında kızarmaktan hoşlandığımı pek söyleyemem. Lâkin bundan büyük zevk alan eşimi yalnız bırakmaya da gönlüm razı olmaz, her yıl olduğu gibi o yüzüp güneşlenirken, kendime gölgelik bir yer ayarlayıp bolca kitap okurum muhtemelen. E, akşamları fırsat buldukça, rakı balık da fena olmaz hani. Olmadı bi de Demet Akalın gibi sinema yaparız. Bakın şimdi biraz biraz heyecanlanır gibi oldum. Peki, o vakit, cümleten "hayırlı baharlar"

24 Mart 2022 Perşembe

KOLERA GÜNLERİNDE AŞK - Gabriel Garcia MARQUEZ

Kitabın Adı: Kolera Günlerinde Aşk

Yazar: Gabriel Garcia MARQUEZ

Çeviren: Şadan Karadeniz

Sayfa Sayısı: 442

Yayınevi: Can Yayınları 

Türü: Roman 

Kolombiyalı yazar Gabriel Gracia Marquez'in (1927-2014) beni derinden etkileyen "Kolera Günlerinde Aşk" isimli romanı okuduğum kitaplar arasında müstesna yerini aldı. Tahminimin aksine konusu sıradan bir aşk öyküsü değil. Büyülü Gerçekçilik olarak bilinen edebi türün en önemli temsilcilerinden biri olarak gösterilen yazar, bu eserinde, bana göre söz konusu türün en temel özelliklerinden sihirli ve mantık dışı olaylara pek yer vermezken gerçekleri tüm çıplaklığıyla okura aktarmış. Kolera Günlerinde Aşk romanında olayların seyrindeki gerçekliğin kendi aşk tanımıma uyması bu kanaate sahip olmamın nedeni olmalı. Bin bir türlü haline şahit olduğumuz aşkın kesin kuralları vardır. Aşk denilen takıntılı durum elli yılı aşkın bir süre boyunca devam eder mi? Evet, bence bu mümkün ama bir şartla! Ne demiş şair, "seni uzaktan sevmek aşkların en güzeli!" 

Kitap, olayların geçtiği coğrafyayı, sömürge yönetimini, iç savaşı, zengin ve yoksul arasındaki uçurumu, ırklar arasındaki dengesizliği, bölgenin dini ve kültürel özelliklerini kolay anlaşılır bir dille, detaylı olarak verirken olaylar gerçek bir yaşam kesiti tadında anlatılıyor. Bazılarına göre yazarın anne ve babasının yaşamından izler taşıyan eserin konusu şöyle:

Olaylar 19. yüzyılın sonları ile 20. yüzyılın başlarında Karayip Denizi kıyısında konumlanan bir kasabada geçer. Florentino Ariza, öykünün baş kahramanı, zavallı aşık! Kasabanın telgraf memuru. Fermina Daza ise, babası Lorenzo Daza ve halasıyla birlikte yaşayan gelinlik çağında bir kızcağız. Günlerden bir gün Florentino, Lorenzo'ya telgraf getirdiği sırada karşıdan gördüğü güzeller güzeli Fermina'ya aşık olur. Fermina, Florentino'yu önce geri çevirmez ancak babası Lorenzo'nun niyeti başkadır, kasabaya gelme nedeni onu üst tabakadan biriyle evlendirmektir. Bu yüzden ilişkilerini öğrenir öğrenmez önce aralarını yapan halasını kovar ve hemen kızını alıp uzak akrabalarının yanına götürür. Florentina için zor günler başlamıştır. Ancak bir yolunu bulup Fermina'ya telgraflar ve mektuplar göndermeye devam eder. Yaklaşık bir yıl sonra Fermina babasıyla kasabaya döndüğünde bambaşka biri olmuştur. Aralarındaki ilişkinin bir hayal olduğunu ve kendisini bir daha görmek istemediğini söyler Florentina'ya. Kısa süre sonra tam da babasının arzu ettiği cinsten bir damat adayı çıkar sahneye. Varlıklı bir aileye mensup doktor Juvenal Urbino Avrupa'dan yeni dönmüştür. Babasının teşvikiyle Fermina da böyle bir izdivacı seve seve kabul eder. Çift zaman geçirmeden evlenip Avrupa'ya uzun bir balayı seyahatine çıkar. Bu süre zarfında Florentino, aşık olduğu Fermina'yı bir türlü aklından çıkaramaz fakat bu arada birçok kadınla sayısız ilişkiye girmekte sakınca görmez. Sadece cinsellik içeren bu ilişkiler bir süreliğine sıkıntısını hafifletse de aşk acısını dindirmekten uzaktır. Sevgililerinden biri aşkın ikiye ayrıldığını üst tarafta ruhani alt tarafta ise bedensel aşkın olduğunu söyler. Gerçekten de Florentino bedensel aşkı doyasıya yaşarken ruhundaki yanan kor ateşi söndüremez. Fermina döndüğünde kocasıyla inişli çıkışlı bir yaşam sürer. Ama Fermina'nın disiplini, Doktor Urbino'nun karısını her dediğini yapması sayesinde genellikle mutlu bir tablo çizerler. Florentino'nun tek arzusu Fermina'nın kocası doktor Urbino'nun ölümünü beklemektir artık. Aradan elli yılı aşkın bir süre geçtikten sonra garip bir kaza sonucunda ağaçtan düşen doktor hayatını kaybeder. Fermina, cenazenin kaldırıldığı gün kendisini ziyaret eden Florentino'yu karşısında bulur. "Fermina," der. "sana sonsuz bağlılık ve bitmeyen aşk andımı bir kez daha dile getirmek için yarım yüzyıl bekledim bu anı." Fermina'nın tepkisi ne olmuştur sizce?

Evet, aşk dedik. Romanda aşık olan tek kişi Florentino bence. Fermina'nın ona aşık olduğunu düşünmüyorum, kanaatim odur ki, bu durum aşkın kuralına ters. İlk bakışta aşık olmuştur Florentina'ya, evet bu da olabilir. Peki elli yıl sürer mi? Eğer Fermina ile evlenseydi asla bu kadar sürmezdi. Aşkın bu kadar uzun sürmesinin sevgilinin ulaşılmaz olmasından başka hiçbir bir sebebi yok. Nitekim Florentino yaşadığı yüzlerce ilişkiden bazılarını aşk sanmıştır ama istediğini elde eder etmez arkasını döndüğünü görüyoruz. Kolera salgını romanın neresinde diyecek olursanız. Evet, bu hastalık yoksul kesim üzerinde etkili oluyor, nehirde yüzen cesetleri görmek mümkün. Salgın hastalık romanın ana teması olmaktan uzak fakat Florentina'nın içine düştüğü aşkla kolera arasında bir ilişki kurulduğu da açık. Kolera öldürür ama aşk can çekiştirir. 

Romana yapılan eleştiriler; yazarın ırkçılığı çağrıştırdığı iddia edilen sözleri ve Florentina'nın ilişki kurduğu kızlardan birinin yaşı. Kendisine göz kulak olması için uzak akrabalarından biri tarafından gönderilen küçük yaştaki kızı Florentino bir yıl boyunca kendisi için hazırlıyor ve sonunda büyük yaş farkına rağmen onunla ilişkiye giriyor. Kitapta ırkçılığı maruz gösteren bir durum yok, sadece koyu renklilerin, alt sınıf olarak görülmesi sonucunda beyazların hizmetinde çalışması gerçeğine ışık tutuyor yazar. Romanın başkahramanı Florentino'nun pedofil bir ilişkiye girmesine veryansın edilmesini de anlamlı bulmuyorum. Zira bu olay da dünyada yaşanan gerçeklerden biri. Yazarın bu davranışı öven bir tutumu yok. Nasıl banka soygunu ya da katliam, savaş gibi her cins şiddet içeren olayların kitap ya da film konusu olabiliyorsa, yaşama dair tüm gerçeklerin, okura ne kadar ters gelirse gelsin, konu olarak işlenmesinde hiçbir mahsur yok bence. 

Romanı çeviren Şadan Karadeniz hanımefendi 1931 doğumlu. Pek çok okurun değindiği gibi ben de çeviriyi başarılı bulmadım. Genellikle aşırıya kaçan Öztürk'çe tutkusu nedeniyle kendisine fırlatılan eleştiri oklarından daha fazlası var bana soracak olursanız. Hurafe yerine boşinan, özgürlük heykeli yerine özgürlük yontusu, mirasçı yerine kalıtçı gibi birçok kelime kullanması okuma keyfini perişan ediyor. Bildiğim kadarıyla başka birinden çevirisi yok romanın. Bu yetmezmiş gibi, anlaşılmaz cümleler, dilbilgisi hataları, gereksiz ve yersiz sözcüklerin kullanılması can sıkıcı. Can Yayınlarının bu kadar kötü bir çeviriyi kabul etmesi şaşırttı beni doğrusu. Roman, orijinal dili olan İspanyolcadan değil, İngilizceden çevrilmiş. Türkçeye dönüştürülmeye çalışılmış bu romanın bir kez daha herkesin anlayabileceği ve dilbilgisi hatalarının asgariye indirildiği bir Türkçeye çevrilmesi lâzım sanırım. Böylelikle İspanyolca-İngilizce-Türkçemsi-Türkçe dört ayrı elden çıkan roman aslını ne kadar yansıtır? Rahatsız edici çeviriye rağmen Marquez kalitesini hissettiriyor insana. Sıkıcı bulanlar, okumakta zorlananlar da var ama benim meraklısına şiddetle tavsiye edeceğim bir roman. Üstüne bir de filmini izledim. O da güzeldi ama kitabın yerini tutmuyor tabii.

22 Mart 2022 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 135

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm canlılığıyla devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusu sevgili DeepTone tarafından belirlendi: 

"Ölmeden önce neleri yapmış olmak istersiniz?"  

Böyle bir soruya cevap veren kişinin aşağı yukarı kaç yaşlarında olduğunu tahmin etmek hiç de güç değil. Sözgelimi sevgili Deep'in cevaplarından biri "buz tırmanışı" öğrenmek! Elbette benim yaşımda birinin böylesine ekstrem bir aktiviteyi hayal etmesi dahi imkânsız. Çocukluk hayallerinin, gençlik ateşiyle tasarlanan gelecek plânlarının kısmen gerçekleştirilmesi, bir kısmının ise, içinde bulunulan koşullar ve imkânsızlıklar nedeniyle asla ulaşılamaz olduğunun kabullenilmesinden sonra yaşama dair hedefler küçülür. Diğer bir deyişle bu yaşlandığımızı gösteren bir işarettir! Burada yaştan kastım doğum tarihine bağlı olan değil hissedilen yaş elbette. Dolayısıyla haftanın sorusu, bir bakıma, içinde bulunduğumuz ruh halinin aynası olacak muhtemelen. Dünyada hatırı sayılır bir süre geçirmiş insanlar için "Ölmeden önce neleri yapmak isterdiniz?" sorusu daha anlamlı olabilir belki. Zira elli altmış yaşında birinin hayali NBA'de basketbol oynamak olamaz ama keşke oynayabilseydim diye hayal kurmasında hiçbir sakınca yok tabii. Bence böyle bir insan hayata bağlıdır, ruhu genç, dünyadan henüz elini eteğini çekmemiştir. 

Bana gelince; kendimi büyük bir final maçında, son dakika golü yememek için orta sahada mütemadiyen top çeviren galip takımın oyuncuları gibi hissediyorum. Gün geçtikçe kaosa sürüklenen dünyamızda savaşlara, kıtlık, kaza ve doğal afetlere maruz kalmadan maçımı tamamlayıp huzur içinde şeref turu atmak istiyorum. Aslında akıllara durgunluk veren hayallerim de yok değil. Sözgelimi, hiç ihtimal vermesem de 3.000 yılını ve hatta 10.000 yılında dünyanın ne hal alacağını görmek isterim.     

Şaşılacak bir şey, Allah sizi inandırsın, bu yaşıma geldim ama ölümden hâlâ korkmuyorum. Düşünüyorum da, tüh bari şunu da yapsaydım deyip gözümün açık gideceği bir şey yok gibi. Fakat fırsat elverdiğince çok kitap okumak, bol bol konser, tiyatro vb. etkinliklere katılmak, yurdun ve dünyanın henüz göremediğim köşelerini ziyaret etmek, güzel sofralarda dostlarla birlikte yiyip içmek, eğlenmek, yeni şeyler öğrenmek yaşayacağım süre boyunca vazgeçmeyeceğim faaliyetler olacak. Özellikle Yunanistan'ın çalgılı, çengili bir sahil tavernasında, uzo ve Akdeniz mezeleri eşliğinde demlenmeden bu dünyadan ayrılmaya hiç mi hiç niyetim yok.

"Keşke" sözcüğünü hiç sevmem. Fakat ruhumu tazelemek için "keşke" lerimden de bahsetmek zorundayım. Beş altı dil konuşup yazmak isterdim sözgelimi. Ayrıca keman, akordeon ya da piyano gibi müzik aletlerinden en az birini hakkını vererek çalmayı becermek ve besteler yapmak hiç de fena olmazdı. Elbette kitap yazmak da isterdim fakat son zamanlarda eline kalem alanın kitap yazdığını görüyorum. Herhangi bir araştırma yapmadım ama memlekette yazar artış oranı okur artış oranından daha fazla gibi sanki. Kötü yazarlar kendime olan güvenimi arttırırken iyi yazarlar, cesaretimin kırılmasına, köşeme çekilmeme neden oluyor. Onca güzel kitabın arasında kim senin yazdıklarını okusun diye dertlendiğim oluyor zaman zaman. Bilgisayar ve yazılım konusunda söz sahibi olmak yine keşkelerimden bir diğeri. Başka mı? Gerisi sağlık...

16 Mart 2022 Çarşamba

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 134

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm canlılığıyla devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusu sevgili DeepTone tarafından belirlendi:

"21. yüzyıl dünyaya neler getirdi?"  

Henüz 21. yüzyılın başındayız. Geçen yaklaşık yirmi yıl, insanlığın daha mutlu bir yaşama kavuşacağına dair en ufak bir umut ışığı göstermedi bana. Bilim ve Teknolojinin gelişmesi, insana yaraşır bir yaşam getirmedi biz insanlara. Tam aksine, sömürü düzenini alevlendirerek fırsat eşitliğini ortadan kaldırdı, zengini daha zengin, yoksulu daha yoksul yaptı. Yaşanan savaşlar, terör, pandemi, çevre kirliliği ve diğer sorunların baş sorumlusu, küresel sermayenin ve onun ateşine odun taşıyan cahil, çaresiz bazen de sadece kendi çıkarını düşünen insanlar... 

Elbette bu yüzyılın sonuna kadar nelerin değişeceğini tahmin etmek hayli zor. Zira bu yazıyı okuyanların neredeyse tamamı -eğer bengi su bulunmazsa- bu yüzyılın sonunu göremeyecek. Zaman içindeki yolculuğumuz daha ne kadar sürer, bundan sonra neler yaşarız meçhul fakat Jose Saramago'nun "Kötü kader diye bir şey yoktur. 21. yüzyıl vardır ve bu yüzyıl, yavrucuğum; bir kelebeği bile intihar ettirebilir." sözüne itiraz edecek gücü göremiyorum kendimde. Bununla birlikte anlaşılan o ki, sohbetin konusu geleceği kapsamıyor. Ayrıca bu hafta karamsar bir yazı yazmak istemiyorum. Diğer taraftan çevremizi kuşatan dünya ve ülke koşulları güzel şeyler yazabilmek için hayli zorluyor beni! 

Bilişim teknolojilerinde meydana gelen gelişimi, her türlü olumsuz yan tesirlerine rağmen internet sayesinde iletişimin hız kazanarak geniş kitlelere ulaşmasını olumlu buluyorum. İnsanlar artık dünyanın her noktasından her türlü bilgiye ulaşabiliyor. Bu hem büyük bir kolaylık hem de müthiş zaman kazandırıyor. Bu durum bir bakıma ömrümüzün uzatmış oluyor. Tüketim çılgınlığına yol açması, dezenformasyon aracı olması, insanları yalnızlığa itmesi bir tarafa, bütün bu olumsuzluklar sosyal medyayı gözden düşürmüyor. Zira ne kadar baskı altında tutulsak da farklı kanallardan farklı fikirleri, doğru haberleri alma imkânına kavuşmak güzel bir şey. 

Ülkemiz özelinde tek olumlu gelişme, bana göre, siyasal İslâm foyasının ortaya çıkması oldu. Din tüccarlığı, dinin siyasete alet edilmesi, özellikle genç kuşakların gözünü açtı. Yeni yüzyılın başından bugüne değin, hiç olmadığı kadar demokrasiden uzaklaştık, adaletin terazisi işlemez oldu, ekonomik durumumuz bozuldu. İnanıyorum ki, yaşadıklarımız, cumhuriyetin kuruluş ilkelerinin değerini daha iyi anlamamıza ve yaşadıklarımızdan gerekli dersleri çıkarmamıza vesile olacaktır.

Görüldüğü gibi ne kadar çabalasam dünyada ve ülkemizde "olumlu" diyebileceğim pek bir şey çıkmıyor. 21. yüzyıl bize hangi olumsuzlukları getirdi diye sorulacak olsaydı sayfalarca yazabilirdim. Bu durumda hiç arzulamadığım halde morallerinizi bozmuş olurdum. Maazallah 21. yüzyılın getirdikleri arasında, Taksime çelenk koymaya giden seksen yaşının üzerinde bir profesör doktorun polisin müdahalesiyle yere düşürüldüğünden bahsetmeye kalkardım sizlere. Ama bu tür kötü şeylerden bahsetmeyeceğim. Z kuşağının bizlerden kalan pisliği tez zamanda temizleyeceğine olan inancımı korumaya çalışıyorum. 

13 Mart 2022 Pazar

ZAMİR - HAKAN GÜNDAY

Kitabın Adı: ZAMİR

Yazar: Hakan GÜNDAY 

Sayfa Sayısı: 368

Yayınevi: Doğan Kitap 

Türü: Roman 

Zamir, yazar Hakan Günday'ın okuduğum ikinci kitabı. Daha önce ilk romanı Kinyas ve Kayra'yı sevmiştim. Yeraltı edebiyatının kuvvetli kalemlerinden biri olan yazar, bu kitabında sömürüye, savaşların sebep olduğu acı sonuçlara, insanlar üzerinde oluşturulan algılara gerçekçi bir şekilde değinerek zihinleri zorlamış. Yazarın dile getirdikleri, geçmişin acı gerçeklerini ortaya döken bir distopya aslında.

Henüz altı günlükken Türkiye sınırına yakın, Suriye'nin El Aman kentindeki bir mülteci kampına bırakıldıktan sonra meydana gelen patlama nedeniyle yüzü ciddi şekilde hasar gören Zamir'in hikâyesini öğreniyoruz. Zamir'in sıra dışı yaşamının tohumları hayata gözlerini açtığı Türkiye topraklarında atılmış. Onu çocuk yaşında dünyaya getiren Zerre'nin çektiği acılar ise bulunulan coğrafyada kadının toplumdaki yerini gösteriyor. 

Yazarın üslûbu, kelime seçimlerindeki ustalığı ve benzetmeleri takdire şayan. Bunların yanı sıra toplumsal sorunlara gerçekçi yaklaşımı ve sorunların kaynağına ilişkin makul tespitleri dikkat çekiyor. Bazı okurlara sıkıcı gelebilecek ancak benim son derece ilgimi çeken siyasal ve felsefi düşüncelerinin yanı sıra zekice plânlanmış bir kurgu, romanı sürükleyici hale getiriyor. Yazar, Kinyas ve Kayra'dan farklı olarak insanların bireysel hikâyeleri dışında birçok toplumsal soruna ışık tutmuş kitabında.           

"Bu dünya öyle bir yer ki... Sizi barıştıran her kimse, savaştıran da odur ve sizi kim doyuruyorsa bilin ki aç bırakan da odur!"

Hakan Günday, dünyaya farklı pencereden bakan bir yazar. Bir röportajında insan neden yazar sorusuna cevaben yazmak bir bakıma düşünmektir diyerek niyetini ortaya koymuş. Sadece yazarken değil yazarın kitaplarını okurken de bilmediğimiz, bize acı vermesi nedeniyle bildiğimiz halde görmekten, öğrenmekten kendimizi alıkoyduğunuz gerçekleri bir bir önümüze seriyor.  

"Sadakayla sadakatin kökeni aynı... Birilerinin sana sadık kalmasını istiyorsan onlara sadaka vereceksin. Ama bunun için de ilk yapman gereken şey, insanları sadakaya muhtaç hâle getirmek!"

Eser, bir yandan yakın tarihe ışık tutarken diğer yandan siyasi konulara, uluslararası yardım örgütlerinin bilinmeyen yüzlerine dair sır perdesini aralıyor. Elbette, bunu kurgusal bir dille yapıyor, herhangi bir kanıt göstermiyor ama şahit olduğu olaylarla, gözlemlerine dayanarak bağlantı kuran okur için yazarın anlattıkları hiç de şaşırtıcı değil. İç siyasete ilişkin tespitleri, gerçekleri tokat gibi insanın yüzüne vuruyor. Özellikle Milli ve Yerli liderimizin insanları etkilemek için uyguladığı yöntemlere ilişkin dile getirdiği gerçekler, yazarın cesaretini gösteren en çarpıcı örneklerden biri.

Günday, okuru görünenin dışında görünmeyeni düşünmeye zorlarken onun asıl hedefi sürekli barışın sağlanması. Aslında böyle bir şeyin olmayacağını kendisi de biliyor. Kitabın başkahramanı Zamir'in tek amacı dünyada daha az insanın ölmesi. Bunun için silâh kullanımı dışında, sahtekârlık yapmak, yalan söylemek dahil etik olsun ya da olmasın her türlü davranış ve araçtan yararlanıyor. 

"Belki de insanın dışı suya, içi de toprağa yansıyordu... Dünyanın bütün gölgeleri bu yüzden kapkaranlıktı.

Romanın içeriğinde bir miktar küfür, pornografi, şiddet, alkol, uyuşturucu gibi öğeler söz konusu ki bunlar zaten yeraltı edebiyatının olmazsa olmaz öğeleri. Bazı okurlar, kitabın bir yerinde, dünyada yapılan katliamları sayarken "Türklerin Ermenileri katletmesi" ifadesinden çok rahatsız olmuşlar ve yazara kızıp bundan sonra hiçbir kitabını okumayacaklarını ifade ederek tepki vermişler. Aklını kullanan, dikkatli her okur, bu tepkinin nedenlerini kitabın içeriğinde gayet kolay bulacaktır. Millet olarak ne kadar katı kurallarımız var, ne kadar tahammülsüz olduğumuz bu vesileyle bir kez daha ortaya çıkıyor. Önemli olan kitabın vermek istedikleri. Benim olumsuz olarak eleştireceğim kitabın final bölümü oldu sadece. Elbette bir insanın çıkıp dünyada barışı getirmesi pek inandırıcı olmazdı. Rasyonel bakış açısıyla, bütün gayretine rağmen insanı yola getiremeyen Zamir'in intihar etmesi beni şaşırtmayacaktı. Oysa yazar, güzel bir mesaj içerse de biraz aceleye getirdiği kanaatine vardığım sonuç bölümünü basit bir şekilde bitirmiş. Ben severek okudum, yazarı ve türü sevenler için hafızada iz bırakacak kaçırılmaz bir eser.