KATEGORİLER

15 Nisan 2022 Cuma

SUSUZLUK - JO NESBO

Kitabın Adı: Susuzluk

Yazar: Jo NESBO

Çeviren: Can Yapalak

Sayfa Sayısı: 591

Yayınevi: Doğan Kitap 

Türü: Roman - Gerilim, polisiye

Gerilim, polisiye türüne fazla ilgim olmamasına rağmen romanı sevdiğimi söylemeliyim. Norveçli yazar Jo Nesbo, yarattığı kurgu karakter, dedektif Harry Hole'ün nefes kesen maceralarına adeta can veriyor. İlk sayfaları çevirirken bu kitap bana ne kazandıracak diye düşünmeye başlamıştım. Mesleğini bırakacağına dair eşi Rakel'e söz vermesine rağmen, üç yıl önce izini kaybettirmeyi başaran bir katilin, Tinder'den avladığı bir kadını tuhaf şekilde öldürüp kanını içmesinden sonra polisin yardım talebi üzerine görevinin başına dönen Harry Hole meslek aşkıyla, canı pahasına, çözülmesi zor bir işin üstesinden geliyor. Romanları kırktan fazla dile çevrilen yazar, polisiye gerilim türünde oldukça başarılı eserler vermiş. 

Karakter sayısının fazla olması başlangıçta olayların içine girmeyi zorlaştırsa da ilerleyen sayfalarda bu durum sorun olmaktan çıkıyor ve romanın tempolu akışına kaptırıyor kendini okur. Yazarın anlaşılması kolay ifade tarzı, olayların arasına sıkıştırdığı bilgiler, bir Kuzey Avrupa ülkesi olan Norveç'in başkentindeki yaşamın resmedilmesinin yanı sıra roman kahramanlarının karakter özellikleriyle psikolojilerinin başarılı bir şekilde sunulması dikkat çekici. Yazar bu kez muhtemelen Türk okurun ilgisini çekeceğini düşünerek kurguya Mehmet adında bir barmeni de dahil etmiş. Türk hamamı, Türk kahvesi ve Galatasaray-Fenerbahçe arasındaki amansız rekabete değinen yazar kitabın bir yerinde Türkçenin dilbilgisi bakımından dünyanın en zor üçüncü dili olduğunu söyletiyor kahramanına. Diğer taraftan kitabın adı ile romanın içeriği arasında bir bağlantı kuramadım.

"Gördüğü her insanın yüzünü hatırlayabilen bir meslektaşım vardı. Bana, gördüğümüz bir milyon farklı yüzü ayırt etme ve tanıma kabiliyetimizin beynin fosiform kıvrımı denen bir bölümünden geldiğini söylemişti. Bu kabiliyet olmasa tür olarak hayatta kalmamız epey zorlaşırmış..."

Kitabın 307. sayfasında, Harry Hole, barmen Mehmet'e yukarıdaki sözleri sarf ediyor. Buna benzer bilgiler bende merak duygusunu ateşler. Romanda yüz tanımaya ilişkin başkaca bir olay yer almadığı halde konuyla ilgili kısa bir araştırma yapmaktan kendimi alamadım. Yüz tanımama, ya da yüz körlüğü (prosopagnosia), doğuştan ya da bir travma sonrası ortaya çıkan, insanın kendi yüzü de dahil, çevresindeki kişilerin yüzlerini ayırt etmekte zorlandığı, yüz algısıyla ilgili bilişsel bir bozuklukmuş. Dünya nüfusunun yüzde ikisinde görülen ve tedavisi mümkün olmayan bu hastalıkla ilgili gerçek ve kurgusal temelli birçok film yapıldığını öğrendim. Kore dizilerini sevenler için "My Holo Love" bunlardan biri.

Roman oldukça sürükleyici. İşin başında katilin kim olduğunu öğrenmek merak duygusunu azaltmıyor. Dedektif Harry'nin amansız takibi sonunda katil yakayı ele veriyor ancak kitabın sonunu görmek için daha yüz sayfanız olduğunu fark ediyorsunuz. Emniyet Müdürü, kendisine Adalet Bakanı olma yolunu açan bu başarıyı yeterli bularak olayı kapatmak istese de Harry Hole, katili seri cinayetlere azmettiren sürpriz ismi ortaya çıkarana dek işin peşini bırakmıyor.

Romanda farklı bir kültürde, ardı arkası kesilmeyen olaylar, insan ilişkileri işlenirken okurun kafasında beliren birçok karanlık nokta sayfalar ilerledikçe açığa kavuşuyor. Yazar, kıvrak zekasıyla vampirliğin de ele alındığı türlü şiddet olaylarını kurgularken zaman zaman inandırıcılıktan uzaklaşmış olsa da kitabın türüne dair olumsuz önyargılarımı kırmayı başardı. Arada bu tür iyi yazılmış kitapları da okumanın iyi olabileceğini kanaatine vardım. Çeviri genel olarak fena değildi. Bu bakımdan eleştirebileceğim bir yönü yok. Polisiye roman serisi tarzında kaleme alınan Jo Nesbo kitaplarını sırasına göre okunması gerektiğini, bu şekilde özellikle Harry Hole karakterini daha iyi anlamanın mümkün olacağı iddiasında bulunanların görüşlerine katılmıyorum. Tam aksine belli bir süre geçmeden yazarın yeni bir kitabına başlamanın bana göre sıkıcı olacağını düşünüyorum. Yine de özellikle türü sevenler için kaçırılmayacak bir eser. 

11 Nisan 2022 Pazartesi

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 138

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm heyecanıyla devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusu benden:

"Sizce mutluluk nedir? Mutlu olmak için ne yapmak gerekir? Mutluluk, peşinden koşulması gereken bir hedef midir?"  

"Genç çifte bir ömür boyu mutluluk dileriz.", "Mutlu yıllar." gibi klişeleşmiş cümleler bana anlamsız gelir. Mutlu olmanın sırrını açıkladığını iddia eden düzenbazlar çaresiz insanları kandırıp onların sırtından para kazanmaya devam ediyor. Şimdiye kadar sayısız tanımı yapılan "Mutluluk", kişisine göre farklı anlamlar barındıran göreceli bir kavram. Benim burada anlatacaklarım, "mutluluk" üzerine bazı düşünceler ve bunların hakkında kişisel değerlendirmelerim. Şimdi, TDK mutluluğa nasıl bir anlam yüklemiş, dilerseniz önce ona bakalım. 

"Bütün özlemlere eksiksiz ve sürekli olarak ulaşılmaktan duyulan kıvanç durumu, ongunluk, kut, saadet, bahtiyarlık, saadetlilik"  

Esasen sizi altını çizdiğim, tartışmanın odak noktasına, mutluluğun, "sürekli olarak ulaşılabilecek bir durum" olup olmadığı konusuna çekmek istiyorum. Mutluluğu bir histen çok yaşam tarzı olarak belirleyen Aristoteles, mutluluğa giden yolun akıl, erdem ve tefekkürden geçtiğini söyler. Psikolojide mutluluk bilinenin aksine bir duygu değil, oluş halidir. Çünkü duygular geçicidir, mutluluk ise her zaman var olan, bir devinim halindedir. Karşılaştırmak gerekirse insan her zaman hüzünlü, kıskanç, neşeli olamaz. Duygular belli bir duruma karşılık gelir ama mutluluk için insanın bir duruma ihtiyacı yoktur. Diğer taraftan uzun süreli mutluluğu "ideal tembellik" olarak tanımlayan Nietzsche'ye göre ise mutluluk, anlık ya da kısa süreli bir durumdur. 

Mutluluğun öğrenilebilir olduğu ya da genetik faktörlere bağlı olduğu gibi değişik konularda daha pek çok argüman mevcut ancak bütün bunlarla sizi sıkmak niyetinde değilim. Öyleyse benim için mutluluk nedir sorusuna cevap verirken yukarıdaki görüşlerin hangilerine katılıp hangilerine takıldığımı anlatamaya çalışayım dilim döndüğünce.

Bana göre mutluluk süreklilik arz etmeyen, anlık bir duygudur. Dışarıya mutlu görünüp devamlı gülümseyen kişilerin endişelerini, içinde kopan fırtınaları en yakınları bile bilmez çoğu zaman. Yaşam boyunca her insan değişik acılara ve hazlara muhatap olur. İstekleri, bazen kendilerinden kaynaklanan, bazen de elinde olmayan nedenlerden ötürü gerçekleşmez. Sürekli bir mutluluktan söz edemeyiz. Bunun yerine durağan ya da mutlu anların daha çok, acılı ve endişeli anların daha az olduğu huzurlu bir yaşam ararız. Mutluluk, birkaç dakika ile birkaç gün süren ve kontrolümüz dahilinde ya da kontrolümüz dışında karşımıza çıkan birçok olayın sonucunda yaşadığımız, büyük keyif ve haz aldığımız duygusal durumlardır. Mutluluğun genetik faktörlerle ilgisine ya da öğrenilebilir olduğuna inandığımı pek söyleyemem. Basit birkaç örnekle duruma biraz açıklık getirmeye çalışayım.

Bugün yaklaşık iki yüz kilo eşyayı üç kat aşağı ve ardından iki kat yukarıya merdivenlerden taşıdım. Eşim son bir aydır bu taşıma olayını gözünde büyütürken ısrarla dışarından yardım almamı istemişti ancak ben bu işin üstesinden gelebileceğime inandığım için aldırış etmedim. Yorucu bir işti tabii. Ancak son parçayı taşıyıp kendimi koltuğa attığımda bendeki mutluluğu görmeliydiniz. Zor bir işi başarmanın verdiği haz. Birkaç dakika sonra terim soğumaya başladığında o mutlu anım da sessiz sedasız buharlaşmıştı. Kızım, çok sevindiği bir sonuç elde ettiğinde; bir sınav sonucu, beğenip aldığı bir elbiseyi üzerinde denediğinde ya da güzel bir haber alması durumunda, ışıldayan gözleriyle "Ayy çok mutlu oldum." der Onun bu mutluluğu beni de etkiler ve mutlu kılar. Bu bana mutluluğun bulaşıcı olduğunu da öğretmiştir. Birkaç dakika sonra günlük hayatımıza döneriz.

Düşüncelerinden çok etkilendiğim Schopenhauer, "Acının yokluğu mutluluğun ölçütü ise, o zaman mutluluk ve zevkin kendi başına varlığı yoktur. Daha çok mutlu olmak için çabalamak yerine daha az acı çekmeye bakmalı insan. İşte bu yüzden çok mutsuz olmamanın en güvenli yolu çok mutlu olmayı istememektir. Yani mutlu olmak için zevk, mal, mülk peşinde koşmak isteğini en aza indirgerseniz daha az acı çekip daha çok mutlu olabilirsiniz." diyor.

O halde mutlu olmak için acılarımızın geçici ve hayatımızın ayrılmaz bir parçası olduğunu kabul ederek sabretmemiz ve ulaşabileceğimiz hedeflere yönelmemiz gerekir. Bu bir teslimiyetten ziyade bir kabullenmedir. Elimizden geleni yaparak isteklerimize ulaşmaya çalışsak bile her şey kontrolümüzde olmadığı için mutlu sona ulaşmak mümkün olmayabilir. 

Acılar ve mutluluklar hayatın içinde döngüsel kavramlar. Bu bakımdan mutluluğun peşinde koşmak bana anlamsız geliyor. Bizi sevindirip heyecanlandıran, küçük şeyler illâ ki karşımıza çıkacaktır. Önemli olan bunun farkına varıp tadını çıkarmak, acı çekmediğimiz her anın kıymetini bilmektir.

5 Nisan 2022 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 137

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm heyecanıyla devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu sevgili DeepTone belirledi: 

"Sadece çok para kazanan insanlar mı başarılıdırlar?"  

Başarı hayatımızın en göreceli kavramlarından biri. İlk anda başarı deyince kısa zamanda büyük paralar kazanma becerisi geliyor insanın aklına. Biraz düşününce başarıdan ne anladığımız ve bunun ölçüsünün ne olduğu gibi her birimizin farklı şekilde cevaplandırabileceği sorular canlanıyor zihnimde. Aynı dilden konuşabilmek adına, öncelikle, başarının tanımı üzerinde anlaşmak gerektiğini düşünüyorum. 

TDK sözlüğünde başarı şöyle tarif ediliyor: "Kişinin yetenek ve yetişmeye bağlı olarak gösterdiği ansal ya da eylemsel etkinliklerinin olumlu ürünü, bir işi istenilen biçimde bitirmek, elde etmek, istediğini bulmak."

Bu tanımdan yola çıkıp "başarılı olma" kriterlerini belirleyecek olursak;

1. Başarı, yetenekle doğrudan ilgilidir. Milli piyangodan yıllarca bilet alıp sonunda büyük ikramiyeyi kazanan birine "Helâl olsun, sonunda başardı." diyemeyiz. Fakat sadece bu kriter baz alındığında şu cümleleri kurmak mümkün. "Ömür boyu hapse mahkûm azılı bir soyguncu kaldığı hücreden iki yüz metre uzunluğunda bir tünel kazarak kaçmayı başardı." "Kurduğu saadet zinciriyle yüzlerce kişiyi dolandırmayı başardı."     

2. Yetişmeye bağlıdır başarı. Eğitim, çaba göstermek ve kabiliyet yetişmenin alt unsurlarıdır. Yani cahil, tembel, beceriksiz insanlar asla başarıya ulaşamazlar. 

3. Başarı, anlık olabilir ya da bir eylemin sonucunda elde edilebilir. Bir futbolcunun final maçında son dakika golü atarak takımını şampiyon yapması anlık bir başarıdır. Anlık başarı ya da başarısızlıkları bazıları kadere bağlar ama bunlar aslında şans ya da tesadüften başka bir şey değildir. Burada önemli bir hususun altını çizmek gerekiyor. Başarının sözlük tanımına göre diğer bir kural, hedeflenen ya da elde edilen ürünün ya da varılan son noktanın "olumlu" olması. Ancak bu, kişinin bakış açısına, toplumun kültür ve ahlak anlayışına, yer ve zamana göre değişebilen göreceli bir kavram. Shakespeare, iyi ya da kötü bir şey olmadığını, yalnızca düşüncelerimizin onları öyle yaptığını söyler. Benzer şekilde toplumun değer yargılarının "olumlu" ya da "olumsuz" kavramına yüklediği anlamları da göz ardı etmemek lâzım.

4. Bir işi istenilen biçimde bitirmek, elde etmek, istediğini bulmak TDK sözlüğüne göre başarı olarak tanımlanıyor. Bunların hepsine birden ulaşmak sınırsız hırs ve talepleri olan günümüz insanı için hayli zor. 

Yukarıda anlatıldığı üzere sözlük tanımında başarının parayla en ufak bir ilgisi bulunmuyor. Ne yazık ki toplumun bakış açısıyla, ahlâk anlayışı ve değer yargılarıyla örtüşmeyen bir durum bu.

Basit bir örnekle meramımı anlatmaya çalışayım. Ahmet, yoksul bir ailenin zeki, yetenekli bir çocuğu ama şanssız. Bu yüzden elinden tutacak biri çıkmamış karşısına, şanssız olduğu için anlık başarı elde etme ihtimalinden uzak. İmkânlarını zorlayarak çalışmış, çabalamış, borç harç kabiliyetini sergileyebileceği bir dalda eğitimini tamamlamış. TDK sözlüğünü açıp bakmış. Başarılı olmak için gereken bütün özelliklere sahip olduğunu görmüş. Hedefini belirlemiş, tek gayesi doğduğu bu topraklarda vatanına, milletine faydalı işler yaparak örnek bir insan olmak. Ülkenin en iyi üniversitelerinden birini yüksek dereceyle bitirmiş. Mesleğinde yükselip büyük işler başarmak hayaliyle sınavlara girmiş ve en yüksek puanı almış.  Mülâkata çağırmışlar Ahmet'i. "Size göre dünyanın gelmiş geçmiş en büyük insanı kimdir?" diye sormuş heyetten sakallı biri. Ahmet, bütün saflığıyla, bir an bile düşünmeden "Mustafa Kemal Atatürk" demiş. Kısa bir süre sonra mülâkatta elendiği haberi ulaşmış kendisine.       

Ahmet'in ilkokuldan bir arkadaşı var, adı Mehmet. Uyuzun teki. Orta düzey bir zekâya sahip. Liseyi zor belâ bitiriyor ama üniversite giriş sınavında çakıyor. Aileden yana şanslı ama. Babasının çok parası var, üstelik partide sözü geçen "başarılı" bir işadamı kendisi. Gayrimeşru işlerden elde ettikleriyle partiye büyük para yardımı yapıyor, parti de ona çok para kazanacağı büyük işler veriyor. Al gülüm, ver gülüm güzel bir ilişki! Mehmet sınavı kazanamayınca babası onu ABD'ye gönderiyor. Genellikle birahanelerde kızlarla eğlenirken ara sıra sıkıcı bulduğu derslere katılıyor. Birkaç yıl sonra eline tutuşturulan sıradan bir "college" diplomasıyla dönüyor ülkeye. Hedefini çoktan belirlemiş, babası gibi çok para kazanan, başarılı bürokrat olacak. Arkadaşı Ahmet'le aynı KPSS sınavına giriyor, aldığı puan Ahmet'in aldığı puanın yarısı bile değil. Ahmet gibi onu da çağırıyorlar mülâkata ayıp olmasın diye. Çok geçmeden müjdeli haberi geliyor. Basit bir memurluktan başlayıp yıldırım hızıyla yükseliyor. Birkaç sene sonra genel müdür oluyor, aynı zamanda birkaç kurumun yönetim kurulu üyeliği veriliyor kendisine. "Başarısını" büyük bir cesaret gösterip sorgusuz sualsiz iktidarın istediği kararların altına imza atmaya, özel sektörden aldığı rüşvetleri adil bir şekilde amirleriyle paylaşmasına borçlu. 

Ahmet'i soracak olursanız, o hâlâ işsiz. Birkaç yere asgari ücretle giriyor ama sen fazla dürüstsün, bizim işimize yaramazsın diyerek kapının önüne koyuyorlar adamı. Ahmet hergün soruyor kendine. Benim neyim eksik, neden Mehmet gibi başarılı bir insan olamadım. Oysa ondan daha yetenekliyim, daha fazla çalıştım, çaba gösterdim, tek bir hayalim vardı, sadece memlekete hizmet etmek. Çok istese de evlenemezdi, kendisine yuva kuracak , ev geçindirecek parası yoktu çünkü. Bir gün kalktı, kitaplıktan TDK sözlüğünü aldı eline. Önce "B" harfini arayıp buldu. Sonra "başarı" sözcüğünün ne anlama geldiğini dikkatle okudu bir kez daha.

"Kişinin yetenek ve yetişmeye bağlı olarak gösterdiği ansal ya da eylemsel etkinliklerinin olumlu ürünü, bir işi istenilen biçimde bitirmek, elde etmek, istediğini bulmak."

Bunun insanları yanıltan eksik bir tanım olduğunu fark etti. İş bulamıyordu, evlenip yuva kuramıyor, hiçbir isteğini yerine getiremiyordu. Kalemi aline alıp sözlüğe bir şeyler karaladı. Sonra yaptığı değişiklikle başarının tarifini yeniden okudu.

"Kişinin yetenek ve yetişmeye GEREKSİNİM DUYMAKSIZIN, SAHİP OLDUĞU PARAYA ve İKTİDARA OLAN YAKINLIĞINA bağlı olarak gösterdiği ansal ya da eylemsel etkinliklerinin olumlu YA DA OLUMSUZ ürünü, bir işi istenilen biçimde bitirmek, elde etmek, istediğini bulmak.

Şimdi tam da istediği gibi olmuştu. Sözlüğü kucağına alıp sıkıca sardı, gözlerini kapattı, biraz düşünüp derin bir nefes aldı ve oturduğu apartmanın yedinci katından kendini boşluğa saldı. Arkasında bıraktığı beyaz bir A4 sayfasında büyük harflerle "BAŞARAMADIM" yazılıydı. Mesajı okuyanlar Ahmet'in neyi başaramadığını bir türlü anlayamadılar. Sağlıklı, zeki, çalışkan, ahlâklı, yardımsever, iyi bir üniversite bitirmiş, hayatının baharında, yakışıklı bir genç! Neyin eksikti be çocuk? Ahmet'in kucağındaki TDK sözlüğünün "B" harfine bakmış olsalardı bir ihtimal anlayabilirlerdi Ahmet'in neden başaramadığını, neyin eksik olduğunu... 

En büyük başarı hayatta kalmaktır. Hayatta kalmanın tek yolu ise para kazanmak. Çok para kazanan her zaman başarılı bir insan mıdır? Mevcut dünya düzeninde evet, maalesef. Parası olmayan biri başarılı olabilir mi? Parası olmayan birinin en azından şansının olması lâzım. Peki başarılı bir insan her zaman para kazanır mı? Yine mevcut dünya düzenine göre biraz zor. Bazı insanların değeri, yaptıkları başarılı işler, sonradan, hatta ölümlerinin ardından anlaşılır. Onlardan bazıları sefil bir hayat sürseler de çoğu kez ardından gelenler için iyi birer kazanç kapısı olmuşlardır.  

4 Nisan 2022 Pazartesi

Ruhumu Öpmeyi Unuttun - İNCİ ARAL

Kitabın Adı: Ruhumu Öpmeyi Unuttun

Yazar: İnci ARAL

Sayfa Sayısı: 189

Yayınevi: Epsilon Yayınevi 

Türü: Öykü

İnci Aral'ın on öyküsünün yer aldığı Ruhumu Öpmeyi Unuttun adlı kitabında yer yer fantastik boyuta geçen ölüm ve yalnızlık temaları işleniyor. Basit bir dille yazılan öykülerin okunması kolay. 1944 doğumlu Aral, henüz ilkokul yıllarında önce babasını, iki yıl sonra da annesini kaybettikten sonra halasının yanında yaşamaya başlamış. Gazi Eğitim Enstitüsü Resim-İş bölümü mezunu. Okulu bitirdikten sonra değişik yerlerde öğretmenlik yapan yazar, küçük bir şehirde mesleğini yaparken evli bir erkek öğretmen arkadaşıyla bir dostluk başlıyor aralarında. Küçük yerlerde bu durum dedikodu çıkarmaya hayli müsait. Oysa onların dostluğu aşk meşk ilişkisi değil, normal bir arkadaşlık. Yanlış anlaşılmaları önlemek için hemen hergün birbirlerini gördükleri halde düşünce ve duygularını mektuplaşarak aktarırlar birbirlerine. Bir süre sonra arkadaşı, mektuplarında kalemini çok beğendiği Aral'ın, yazdığı öyküleri edebiyat dergilerine göndermesini tavsiye eder. Yayınevlerinden olumlu yanıt gecikmez ve yazar böylelikle edebiyat dünyasına adımını atar.

Bir dönem yazmış olduğu öykü ve romanlarla popüler olan Aral, kitabının başında hayal gücünün soyutlamayla kurmacaya dönüştüğüne ve gerçeğin görme ve algılama biçimimizi genişletme gücü olan sözcüklerle yeniden yaratılabileceğine inanmasam, bu öyküleri yazamayacağını söylüyor. Hayal gücünün soyutlamayla kurmacaya dönüşmesi nasıl bir şey acaba? Yani cümledeki (bana göre gereksiz ve de anlamsız) "soyutlama" sözcüğünü hiç kullanmasa daha iyi olmaz mıydı? Hadi bu neyse de, "ruhumu öpmeyi unutma" nasıl bir mesaj veriyor okura, hangi hisleri uyandırıyor? Hani evin hanımı kocasını kapıdan uğurlarken arkasından seslenip "Aşkitom bir şey unutmadın mı?" diye sorar sözgelimi. Adam elindeki bond çantasını savurarak ani bir dönüşle, ceplerini yoklar, cüzdanını telefonunu kontrol ettikten sonra karşısında muzipçe gülümseyen karısının gözlerine bakar ve "Yoo, unuttuğum bir şey yok." der ya. Bunun üzerine kadın gücenmiş bir ifade takınarak, küt küt atan kalbini ellerinin arasına alıp kocasına gösterirken şuh bir ses tonuyla, "ruhumu öpmeyi unuttun" der. Adam sonra ne der, artık onu da siz tahmin edin.

Yok, haksızlık etmeyeyim, kötü bir kitap değil. Fakat blog dünyasında okuduğum, bazı öyküler, doğrusunu söylemek gerekirse Aral'ın öykülerinden aşağı kalmaz. Cümle içinde kullanılan bazı yanlış sözcük seçimleri dışında öykülerin çoğu bilinen sorunlardan yola çıkılarak kurgulanmış, fazla kafa yormayı gerektirmeyen türden. Ancak edebi açıdan ve yazım tekniği bakımından öne çıkan bir özellik göremediğimi söylemek zorundayım. Kurgusal açıdan on öyküden üç bilemedim dört tanesini beğendim. Özellikle "Gelecek" diğer öyküler arasında en fazla hoşuma gideni oldu.

Son okuduğum iki öykü kitapta ortak konunun ölüm olması tesadüften başka bir şey değil. Edgar Allan Poe'dan sonra İnci Aral'ın öyküleri bana çerez gibi geldi. On yıldır kitabı çıkmayan yazarın romanlarına ve diğer öykülerine bir şans daha vermeyi düşünüyorum.       

1 Nisan 2022 Cuma

KIZIL ÖLÜMÜN MASKESİ - EDGAR ALLAN POE

Kitabın Adı: Kızıl Ölümün Maskesi

Yazar: Edgar Allan POE

Çeviren: Öznur Özkaya

Sayfa Sayısı: 192

Yayınevi: Ren Kitap 

Türü: Öykü

Kızıl Ölümün Maskesi, Edgar Allan Poe'nun (1809-1849) 17 kısa öyküsünün yer aldığı bir kitap. Poe, kısacık ömründe çoğunlukla şiir ve kısa öyküler yazan bir şair, yazar. Editörlüğünün yanı sıra edebiyat eleştirmenliği yapan yazar oldukça çalkantılı bir yaşama sahip. Henüz bir yaşındayken babası evi terk ediyor. Hemen bir yıl sonra annesi veremden yaşamını yitirdi. Öksüz ve yetim kalan Poe'yu İskoç kökenli John Allan evine aldı, soyadını kullanmasına izin vermesine rağmen onu evlâtlık edinmedi. Allan'ın memleketi İskoçya'da ve daha sonra İngiltere'deki okullarda okudu. 1826 yılında Amerika'ya dönüp Virginia Üniversitesine kaydoldu. Aynı yıl Sarah isimli bir kızla nişanlandı. Ancak kumar borçları yüzünden manevi babası para göndermeyi kesince bir yıl sonra okuldan ayrılmak zorunda kaldı ve aynı yıl Sarah bir başkasıyla evlendi. Bunun üzerine Boston'a gidip katiplik ve gazete yazarlığı yaparak hayatını idame ettirmeye çalıştı. İlk şiir denemelerinden sonra kısa öyküler yazmaya başlayan Poe, ilk olarak 1833 yılında yazdığı ve okuduğum kitapta da yer alan "Şişede Bulunan Mesaj" adlı kısa öyküsüyle ödüle layık görüldü. Ekonomik krizin ve yazarlığın para kazandırmadığı bu dönemde geçim zorluğu çeken Poe, bir süre orduda görev yapmasının ardından yirmi altı yaşındayken, henüz on üç yaşındaki kuzeni Virginia ile evlendi. Evlendikten yedi yıl sonra vereme yakalanan genç eşini 1847 yılında kaybetti. Bu, Poe'nun ailesinde kız kardeşiyle birlikte veremden ölen üçüncü kadın olmuştu. Eşinin ölümünden sonra dengesini iyice kaybeden yazar, bir süre yeni aşk arayışlarına kapıldı ve sonunda çocukluk aşkı Sarah'ın yanına giderek onunla görüşmeye başladı ve 1849'da Baltimore sokaklarında sefil bir halde bulundu ve götürüldüğü sağlık kurumunda üç gün sonra hayata veda etti.

Poe, hakkında ne yazsam eksik kalır. Kırk yıllık yaşamı hep mücadele içinde geçmiş. Hayal gücü, etkili kalemi ve edebi yenilikleriyle kendisinden sonra gelen Charles Baudelaire, Franz Kafka, Jules Verne ve Luis Borges gibi pek çok şair ve yazara ilham vermiş. Hayatı filmlere konu olan farklı bir kişilik. Daha doğrusu delilik ile dahilik arasında dolaşan çılgın bir insan. Edebiyatın yanı sıra fizik ve kozmoloji ile kriptografiye büyük ilgisi olan yazarın "The Raven" isimli şiiriyle aynı adı taşıyan, yaşamının son yıllarının yine Poe tarzında ustaca işlendiği polisiye, gerilim türünde bir filmi de çekilmiş. Ünlü yazarın çektiği sıkıntılar yetmezmiş gibi bir de başarısını kıskanıp onu çekemeyenler var. Rufus Wilmot Griswold bunlardan en meşhuru. Edgar Allan Poe'nun ölümü üzerine nefretini şöyle kusmuş: Ölümünün ertesi günü Newyork Tribune gazetesine sahte isimle verdiği uzun bir ölüm ilânı metninde, "Edgar Allan Poe Baltimore'da öldü. Bu duyuru çok kişiyi şaşırtacak olsa da çok az kişi bu yüzden üzülecektir." diye yazmış, bu yetmezmiş gibi, "Yazarın Biyografisi" başlığı altında Poe'u aşağılayan bir makale kaleme almış. Griswold, yazdığı makalede, Edgar Allan Poe'nun ahlâksız, ayyaş, uyuşturucu müptelâsı bir deli olduğundan bahsederken ünlü yazarın yazdığını iddia ettiği mektupları delil olarak göstermiş. Gerçek kısa zamanda ortaya çıkmış olsa da büyük kitlelere ulaşan söz konusu makale, bir yandan yazarın tek biyografisi olarak rağbet görürken diğer yandan "kötü" bir adamın eserlerini okuma düşüncesiyle Poe'ya okurların ilgisi artarak devam etmiş.         

Kitabı elime almadan önce Edgar Allan Poe deyince aklıma ilk gelen onun "Annebelle Lee" şiiriydi. Bu şiirin üzerimde yarattığı etki büyük. Poe'nun gotik tarzda yazdığı öyküler, ölüm korkusu, gerilim ve gizem içermekte. Bu türler çok ilgi alanımın dışında kalmakla birlikte, yazarın ifade tarzına, hayal gücüne ve kullandığı sembollere hayran kaldığımı söylemeliyim. Yazar, kitabın başında yer alan öykülerde felsefi, dini ve mitolojik öğelerden yararlanmış. Bunun yanı sıra çok sayıda Avrupalı şair, eleştirmen ve yazarın eserlerinde geçen olaylara ve kişilere atıfta bulunmuş. Burada kitabı dilimize çeviren Öznur Özkaya'dan da bahsetmem gerekiyor. Özkaya, öykülerin içinde atıfta bulunulan kişi ve olayları sayfa dipnotlarıyla gayet güzel bir şekilde okura sunmuş. Sonraki öyküler daha anlaşılır ve sade. Sonları mutlaka esrarengiz bir ölümle biten öykülerin anlatıcısı ve başkişisi birinci şahıs. Ölüme karşı mesafeli duruşumdan mı, yoksa ölümden yana korkusuzluğumdan mı bilinmez öyküler beni fazla etkilemedi. Hemen hepsi bana masal kıvamında geldi. Kısa zamanda onlarca öykünün tamamının akılda kalması zor. "Kuyu ve Sarkaç" benim en sevdiğim öykülerinden biri oldu. Diğer taraftan başkalarının uykularını kaçırtan elektriği alamadım Poe'dan. Bu bende kitabı bir süre sonra yeniden okuma isteği uyandırıyor. 

Kitabın basımı, cildi, kağıt kalitesi güzel, özellikle çevriyi çok başarılı bulduğumun altını çizmeliyim. Edgar Allan Poe gibi bir yazarın kitabını dilimize bu denli güzel ifadelerle kazandırmasından ötürü Özkaya'ya hakkını teslim etmek gerektiğini düşünüyorum. 

"Sefaletin pek çok çeşidi vardır. Biçareliğin de. Uçsuz bucaksız ufka ebemkuşağı gibi uzanırken renkleri bu kuşağınki gibi çeşitlidir, onun gibi ayırt edilebilir ama bir o kadar da iç içedir."

Özellikle bu tür öyküleri sevenler için öneririm. 

29 Mart 2022 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 136

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm canlılığıyla devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu sevgili DeepTone belirledi: 

"Baharın gelmesi sizi heyecanlandırır mı? Bu heyecanı tarif eder misiniz?"  

Nice baharı geride bırakmış olmanın verdiği rehavetin yanı sıra aşk defterini kapatmamdan ötürü yeni gelen bahar için pek fazla heyecanlandığımı söyleyemem. Yılın başından, hatta Covid-19'un yurdumuzu ziyaret ettiği o ilk günden bu yana kış uykusuna yatmış gibi hissediyorum kendimi. Pandeminin yanı sıra ülkenin ekonomik çöküşü bütün heyecanımı alıp götürmekte. Heyecandan ziyade bahara biraz olsun umutla girmek istiyorum. Her ne kadar mart ayı baharın başlangıcı kabul edilse de nisan ayı, havaların ısındığı, doğanın canlandığı yeni bir döneme giriş, özellikle benim nazarımda yeni yılın başı. Bu düşüncemin temelinde nisan ayının ilk haftasında doğmuş olmamın payı büyük sanırım.

Ekonomik buhranın aksine pandeminin etkisini kaybettiğini düşünüyorum artık. Açık havada maske kullanmamakla beraber alışveriş için bir dükkâna girme durumu için mecburen yanımda maske taşıyorum. Geçtiğimiz dönemde pandemi, gündemin ilk sırasındaki yerini alırken bugün ve önümüzdeki günler için en önemli sorunumuz ekonomi. Paramızın değer kaybetmesi yurt dışı plânlarımızı iki kez düşünmeye zorluyor bizi. Zamanında üç kıtada yirmi kadar ülkeyi gezip görme fırsatım olmuş iyi ki! Bundan sonra gezmek, tatil yapmak çok daha zor olacak, belli. Kızım geçen hafta Hollanda'ya gitmişti. İki kişi birer pizza yemişler, 400 TL'ye patlamış. Konaklama ücretlerinden bahsetmiyorum bile. Sabit gelirli bir vatandaş için hayli zor yurt dışı tatili artık. Peki yurt içinde bir yere gitmek kolay mı? Köprü fiyatları dövize endeksli, akıl almaz paralar ödeniyor. Eskiden dizel araç tercih ediliyordu, yakıtı daha tasarruflu olduğu için. Şimdi motorin benzini solladı geçti. Aracımın deposunu doldurmamın bedeli 1.500 TL'yi aşıyor. 

Ülkenin mevcut durumu karşısında baharın gelişine sevinemiyorum. Özellikle gençlerin umutlarını kaybetmesi, geleceğe dair hayallerinin kararması depresyona sokuyor beni.

Ama her şeye rağmen bu yıl ahdim olsun Kos Adasına gidip en az bir kez tavernada tabak kıracağım. Bir de yakıt fiyatına aldırmadan güneydoğuya bir tur yapmayı, Mardin'i gezip görmeyi, Urfa'nın sıra gecelerinden birine katılmayı düşünüyorum.

Küresel ısınmanın bir sonucu mudur, ülkenin içinde bulunduğu vahim durumdan mı kaynaklanıyor bilmem ama yeni yıla girdiğimden beri bir uyuşukluk hasıl oldu bende ki, sormayın. Hani şu Ağaç Ev Sohbetleri de olmasa  blogumu bile unutacağım neredeyse. Bu çok kötü tabii. Kendimi zorlayıp nisan ayından itibaren yeniden bir şeyler yazmak, çeviri yapmak istiyorum. İstek her zaman var, o tükenmez var olduğum sürece ama icraat yok, bu da ayrı mesele! Uzunca bir ara verdikten sonra iyi kötü biraz kitap okumaya çalışıyorum. Bu konuda hızımı biraz daha arttırmam lâzım. 

Ülkenin siyasi ve ekonomik sorunlarından kendimi uzak tutamadığım bir gerçek. Uzun zamandır gazete okumuyorum, horoz döğüşü gibi aynı kişilerin hakarete varıncaya dek birbirlerini taciz ettikleri TV haber programlarını da bıraktım şükür. Bu iyi! Bağımsız ve tarafsız haber yapan youtube kanalları, özellikle sokak röportajları yeni gözdem. Bir şeye başlayınca (huyum kurusun) bende bağımlılık yapıyor. Bu yüzden, bu tür programlara gereğinden fazla takılıyor, değerli vaktimi harcıyorum. Bundan böyle artık kendimi biraz frenleyip okuma/yazma faaliyetlerine ağırlık vermeliyim, havaların ısınmasını bahane ederek. Ne alâkaysa!

Dediğim gibi baharın gelişi bana fazla heyecan vermiyor. Hani biraz heyecanlanma imkânım elverseydi eğer, Kuşadası'ndan yeni aldığımız yazlıkta geçireceğimiz günlerin heyecanını yaşıyor olabilirdim sözgelimi. Eşim Mayıs ayında falan gideriz diyor ama biraz daha gecikiriz sanırım. Zira taşınma, tesisat bağlantıları vs. gibi işleri halletmemiz lâzım önce. Evimiz yaklaşık yedi yüz metre düz bir yolun sonunda güzel bir halk plajına açılıyor. Belli ki bundan böyle yazları orada geçireceğiz (ikinci bir emre kadar). Arada bir, aklımıza esen yerlere yelken açabiliriz. Ama ilk işim internet bağlantısını halletmek olmalı. Pandemiden önceki yaz Foça'da okuduğum sekiz kitabı blogumda yazamadığım için hâlâ kızar dururum kendime. Yüzmekten, güneşin altında kızarmaktan hoşlandığımı pek söyleyemem. Lâkin bundan büyük zevk alan eşimi yalnız bırakmaya da gönlüm razı olmaz, her yıl olduğu gibi o yüzüp güneşlenirken, kendime gölgelik bir yer ayarlayıp bolca kitap okurum muhtemelen. E, akşamları fırsat buldukça, rakı balık da fena olmaz hani. Olmadı bi de Demet Akalın gibi sinema yaparız. Bakın şimdi biraz biraz heyecanlanır gibi oldum. Peki, o vakit, cümleten "hayırlı baharlar"

24 Mart 2022 Perşembe

KOLERA GÜNLERİNDE AŞK - Gabriel Garcia MARQUEZ

Kitabın Adı: Kolera Günlerinde Aşk

Yazar: Gabriel Garcia MARQUEZ

Çeviren: Şadan Karadeniz

Sayfa Sayısı: 442

Yayınevi: Can Yayınları 

Türü: Roman 

Kolombiyalı yazar Gabriel Gracia Marquez'in (1927-2014) beni derinden etkileyen "Kolera Günlerinde Aşk" isimli romanı okuduğum kitaplar arasında müstesna yerini aldı. Tahminimin aksine konusu sıradan bir aşk öyküsü değil. Büyülü Gerçekçilik olarak bilinen edebi türün en önemli temsilcilerinden biri olarak gösterilen yazar, bu eserinde, bana göre söz konusu türün en temel özelliklerinden sihirli ve mantık dışı olaylara pek yer vermezken gerçekleri tüm çıplaklığıyla okura aktarmış. Kolera Günlerinde Aşk romanında olayların seyrindeki gerçekliğin kendi aşk tanımıma uyması bu kanaate sahip olmamın nedeni olmalı. Bin bir türlü haline şahit olduğumuz aşkın kesin kuralları vardır. Aşk denilen takıntılı durum elli yılı aşkın bir süre boyunca devam eder mi? Evet, bence bu mümkün ama bir şartla! Ne demiş şair, "seni uzaktan sevmek aşkların en güzeli!" 

Kitap, olayların geçtiği coğrafyayı, sömürge yönetimini, iç savaşı, zengin ve yoksul arasındaki uçurumu, ırklar arasındaki dengesizliği, bölgenin dini ve kültürel özelliklerini kolay anlaşılır bir dille, detaylı olarak verirken olaylar gerçek bir yaşam kesiti tadında anlatılıyor. Bazılarına göre yazarın anne ve babasının yaşamından izler taşıyan eserin konusu şöyle:

Olaylar 19. yüzyılın sonları ile 20. yüzyılın başlarında Karayip Denizi kıyısında konumlanan bir kasabada geçer. Florentino Ariza, öykünün baş kahramanı, zavallı aşık! Kasabanın telgraf memuru. Fermina Daza ise, babası Lorenzo Daza ve halasıyla birlikte yaşayan gelinlik çağında bir kızcağız. Günlerden bir gün Florentino, Lorenzo'ya telgraf getirdiği sırada karşıdan gördüğü güzeller güzeli Fermina'ya aşık olur. Fermina, Florentino'yu önce geri çevirmez ancak babası Lorenzo'nun niyeti başkadır, kasabaya gelme nedeni onu üst tabakadan biriyle evlendirmektir. Bu yüzden ilişkilerini öğrenir öğrenmez önce aralarını yapan halasını kovar ve hemen kızını alıp uzak akrabalarının yanına götürür. Florentina için zor günler başlamıştır. Ancak bir yolunu bulup Fermina'ya telgraflar ve mektuplar göndermeye devam eder. Yaklaşık bir yıl sonra Fermina babasıyla kasabaya döndüğünde bambaşka biri olmuştur. Aralarındaki ilişkinin bir hayal olduğunu ve kendisini bir daha görmek istemediğini söyler Florentina'ya. Kısa süre sonra tam da babasının arzu ettiği cinsten bir damat adayı çıkar sahneye. Varlıklı bir aileye mensup doktor Juvenal Urbino Avrupa'dan yeni dönmüştür. Babasının teşvikiyle Fermina da böyle bir izdivacı seve seve kabul eder. Çift zaman geçirmeden evlenip Avrupa'ya uzun bir balayı seyahatine çıkar. Bu süre zarfında Florentino, aşık olduğu Fermina'yı bir türlü aklından çıkaramaz fakat bu arada birçok kadınla sayısız ilişkiye girmekte sakınca görmez. Sadece cinsellik içeren bu ilişkiler bir süreliğine sıkıntısını hafifletse de aşk acısını dindirmekten uzaktır. Sevgililerinden biri aşkın ikiye ayrıldığını üst tarafta ruhani alt tarafta ise bedensel aşkın olduğunu söyler. Gerçekten de Florentino bedensel aşkı doyasıya yaşarken ruhundaki yanan kor ateşi söndüremez. Fermina döndüğünde kocasıyla inişli çıkışlı bir yaşam sürer. Ama Fermina'nın disiplini, Doktor Urbino'nun karısını her dediğini yapması sayesinde genellikle mutlu bir tablo çizerler. Florentino'nun tek arzusu Fermina'nın kocası doktor Urbino'nun ölümünü beklemektir artık. Aradan elli yılı aşkın bir süre geçtikten sonra garip bir kaza sonucunda ağaçtan düşen doktor hayatını kaybeder. Fermina, cenazenin kaldırıldığı gün kendisini ziyaret eden Florentino'yu karşısında bulur. "Fermina," der. "sana sonsuz bağlılık ve bitmeyen aşk andımı bir kez daha dile getirmek için yarım yüzyıl bekledim bu anı." Fermina'nın tepkisi ne olmuştur sizce?

Evet, aşk dedik. Romanda aşık olan tek kişi Florentino bence. Fermina'nın ona aşık olduğunu düşünmüyorum, kanaatim odur ki, bu durum aşkın kuralına ters. İlk bakışta aşık olmuştur Florentina'ya, evet bu da olabilir. Peki elli yıl sürer mi? Eğer Fermina ile evlenseydi asla bu kadar sürmezdi. Aşkın bu kadar uzun sürmesinin sevgilinin ulaşılmaz olmasından başka hiçbir bir sebebi yok. Nitekim Florentino yaşadığı yüzlerce ilişkiden bazılarını aşk sanmıştır ama istediğini elde eder etmez arkasını döndüğünü görüyoruz. Kolera salgını romanın neresinde diyecek olursanız. Evet, bu hastalık yoksul kesim üzerinde etkili oluyor, nehirde yüzen cesetleri görmek mümkün. Salgın hastalık romanın ana teması olmaktan uzak fakat Florentina'nın içine düştüğü aşkla kolera arasında bir ilişki kurulduğu da açık. Kolera öldürür ama aşk can çekiştirir. 

Romana yapılan eleştiriler; yazarın ırkçılığı çağrıştırdığı iddia edilen sözleri ve Florentina'nın ilişki kurduğu kızlardan birinin yaşı. Kendisine göz kulak olması için uzak akrabalarından biri tarafından gönderilen küçük yaştaki kızı Florentino bir yıl boyunca kendisi için hazırlıyor ve sonunda büyük yaş farkına rağmen onunla ilişkiye giriyor. Kitapta ırkçılığı maruz gösteren bir durum yok, sadece koyu renklilerin, alt sınıf olarak görülmesi sonucunda beyazların hizmetinde çalışması gerçeğine ışık tutuyor yazar. Romanın başkahramanı Florentino'nun pedofil bir ilişkiye girmesine veryansın edilmesini de anlamlı bulmuyorum. Zira bu olay da dünyada yaşanan gerçeklerden biri. Yazarın bu davranışı öven bir tutumu yok. Nasıl banka soygunu ya da katliam, savaş gibi her cins şiddet içeren olayların kitap ya da film konusu olabiliyorsa, yaşama dair tüm gerçeklerin, okura ne kadar ters gelirse gelsin, konu olarak işlenmesinde hiçbir mahsur yok bence. 

Romanı çeviren Şadan Karadeniz hanımefendi 1931 doğumlu. Pek çok okurun değindiği gibi ben de çeviriyi başarılı bulmadım. Genellikle aşırıya kaçan Öztürk'çe tutkusu nedeniyle kendisine fırlatılan eleştiri oklarından daha fazlası var bana soracak olursanız. Hurafe yerine boşinan, özgürlük heykeli yerine özgürlük yontusu, mirasçı yerine kalıtçı gibi birçok kelime kullanması okuma keyfini perişan ediyor. Bildiğim kadarıyla başka birinden çevirisi yok romanın. Bu yetmezmiş gibi, anlaşılmaz cümleler, dilbilgisi hataları, gereksiz ve yersiz sözcüklerin kullanılması can sıkıcı. Can Yayınlarının bu kadar kötü bir çeviriyi kabul etmesi şaşırttı beni doğrusu. Roman, orijinal dili olan İspanyolcadan değil, İngilizceden çevrilmiş. Türkçeye dönüştürülmeye çalışılmış bu romanın bir kez daha herkesin anlayabileceği ve dilbilgisi hatalarının asgariye indirildiği bir Türkçeye çevrilmesi lâzım sanırım. Böylelikle İspanyolca-İngilizce-Türkçemsi-Türkçe dört ayrı elden çıkan roman aslını ne kadar yansıtır? Rahatsız edici çeviriye rağmen Marquez kalitesini hissettiriyor insana. Sıkıcı bulanlar, okumakta zorlananlar da var ama benim meraklısına şiddetle tavsiye edeceğim bir roman. Üstüne bir de filmini izledim. O da güzeldi ama kitabın yerini tutmuyor tabii.