Sevgili DeepTonetarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm heyecanıyla devam ediyor. Önceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini buradabulabilirsiniz. Ağaç Ev Sohbetleri'nde bu haftanın konusunu sevgili Uçun Kuşlar / Makbule Abalı belirledi:
"ÖSYM'nin uyguladığı LGS (Lise Giriş Sınavı) ve YGS (Yükseköğretime Geçiş Sınavı) ile ilgili görüş ve düşünceleriniz nelerdir? Bu sınavlardan birine siz veya bir yakınınız girmiş olsaydı, ülkemizde günümüz Eğitim Sisteminde hangi okul veya mesleklere yönlendirmeyi düşünürdünüz?"
Deveye sormuşlar, boynun neden eğri. Deve cevap vermiş; nerem doğru ki! Benim haftanın sorusuna vereceğim cevap da aşağı yukarı aynı olacak. Sadece sınavlar değil, ülkenin eğitim sistemi kökten değişmeli.
ÖSYM deyince benim aklıma ilk gelen isim Prof. Dr. Altan Günalp. 14 yıl boyunca aralıksız yürüttüğü başkanlık döneminde en ufak bir şaibeye karışmayan, her zaman hayırla yad edeceğimiz değerli bir insan. Eskiden aksayan bazı yönleri vardı ama bugünkü eğitim sistemimiz yerlerde sürünüyor. Eğer bir mucize olmazsa düzeleceğine de inanmıyorum. Sadece lise ve üniversite seviyesindekilere değil, imkânı olan bütün çocuklara ilkokuldan itibaren yurt dışında doğru dürüst eğitim veren okulları önerirdim. Çünkü bu ülkede eğitim diye bir şey yok artık. Okulda verilen eğitimle sınırlı kalmayıp kendini yetiştirmiş, mesleğini severek yapmaya istekli, liyakat sahibi az sayıda insanımız dışında bugün üniversitelerimizden mezun olan doktorumuz doktor değil, mühendisimiz mühendis değil, öğretmeniniz öğretmen değil. Askerimiz, hakimimiz, savcımız, avukatımız aklınıza gelen bütün meslek erbapları ne kadar iyi niyetli olurlarsa olsunlar, taşıdıkları unvanı hak etmiyorlar. Hak edenlerse kenarda köşede karın tokluğuna yaşam savaşı veriyor.
Hayalini kurduğu mesleği yapan şanslı insanlardan biriyim. Liyakat nedir? Yaptığı işi layığıyla yerine getirme kabiliyetidir. Sözgelimi liyakat sahibi bir mühendis, mesleki bilgi ve tecrübeye sahip, çalışkan ve kabiliyetli olmalı. Onca yıllık tecrübeden sonra ülkemizde liyakatin bu olmadığını gördüm. Bizim ülkemizde liyakatin anlamı "yalakalık". Bilginin, tecrübenin, kabiliyetin, ne kadar iyi eğitim aldığının, kaç dil bildiğinin zerre kadar önemi yok. Yalakalık derecesine sahip bir vatandaş en iyi okulları dereceyle bitirmiş, deneyimli, yetenekli bir vatandaştan çok daha fazla kabul görüyor ülkemizde. Onların çok daha fazla gelirleri var, daha önemli makamlara getiriliyor, daha az çalışıyorlar. O zaman herkesin aklına şu soru geliyor. Niye insan onca para ve zaman harcayıp iyi okullar bitirsin?
Eğitim şart! Ama nasıl bir eğitim? İyi bir eğitim nasıl olmalı? Bu konuya geleceğim fakat size bunun bir ütopya olduğunu baştan söyleyeyim. Her şeyin başı eğitim mi, yoksa adalet mi sorusu hep kafamı meşgul eder. İkisi arasında gider gelirim. Adalete önem veren bir toplumda eğitim seviyesi yüksektir. Eğitimli insanların çoğunlukta olduğu bir toplumda adalet yerini bulur. Bu, tavuk mu yumurtadan çıkar, yoksa yumurta mı tavuktan paradoksuna götürüyor bizi.
Bugün, millet olarak yaşadığımız bütün sıkıntıların sorumlusu dindar ve kindar nesil yetiştirmeyi kendilerine şiar edinmiş siyasetçilerdir. Siyasetin asla sirayet etmemesi gereken iki kurumdan biri adaletse diğeri eğitimdir. Bakınız, milli eğitim bile demedim. Çünkü eğitim, eğitimdir, milliyeti olmaz. Eğitimin her kademesi özerk olmalı, siyasetin oyuncağı haline getirilmemelidir.
Her ne kadar uzmanlık dalım olmasa da eş durumundan kendi fikirlerimi paylaşmamda sakınca görmüyorum. Evet, ütopya dediğim bundan sonra başlıyor.
İlk olarak Diyanet İşleri Başkanlığını kaldırmakla başlardım işe. Laik bir ülkede 140.000 din adamının maaşını, camilerin elektriğini, suyunu, onarımını karşılamak zorunda mıyız? Cami imamlarının iktidar partisinin siyasi ve dini görüşlerini yurdun en ücra köylerine kadar yayması normal midir? Kilise ve diğer ibadethanelerde olduğu gibi buraların giderleri kendi cemaatlerince sağlanmalı ve Diyanetin bütçesi olduğu gibi eğitim bakanlığına aktarılmalıdır. İbadethanelerin yasalara uygun faaliyet gösterip göstermediğini, görev alanları dışına çıkıp çıkmadıklarını İçişleri Bakanlığı denetim altına almalı, gelir ve giderleri Sayıştay tarafından sıkı bir şekilde izlenmelidir. Vatandaş hangi ibadethaneyi kullanıyorsa onun bütün giderlerine ortak olmalı, yeterli cemaat bulamayan camiler ve diğer ibadethaneler kapatılmalı, varlıkları hazineye devredilmelidir. O zaman kimin dindar, kimin dinci olduğu göreceğiz bakalım.
Bakın, eğitimde plânlama önemli. Herkes doktor, mühendis olursa ayakkabılarımızı kim tamir edecek. Bildiğim kadarıyla Almanya bu konuda iyi. Çocuk henüz ilkokula giderken kabiliyetine ve ilgi alanına göre yönlendiriliyor. Şüphesiz, ülkenin hangi mesleğe ne kadar ihtiyacı olduğu da bu işin bir parçası. Yönlendirme nasıl olur? Diyelim tarım kötüye gidiyor. O zaman eğitim almış çiftçiye, besicilere, ziraat teknisyenlerine, ziraat mühendislerine ve baytarlara daha cazip maaş, daha fazla teşvik verirsin. Sözgelimi Türkçe öğretmenlerinin sayısı yetersiz mi? O zaman sadece o branşta eğitim verecek olan öğretmenlere daha yüksek ücret ödersin. Üniversite seviyesine gelen gençler yolunu önceden çizmiş olmalı. Ne ÖSYM'si? İhtiyaca göre öğrencileri yönlendirmedin mi? Teknikerse ihtiyacın meslek lisesi mezunlarını iki yıllık yüksek okullara, usta ihtiyacın için çocukları meslek okullarına göndermedin mi? Geriye kalanlar, üniversitelerde sınavsız, şaibeli mülakatlara ihtiyaç duymadan yer bulurlar o zaman.
Sevgili Makbule Abalı gibi ben de Eğitim Enstitülerini hatırlatayım. Bu nadide kurumlarda sanat vardı, spor vardı, felsefe vardı, bilimsel araştırmalar, sorgulayan dimağlar vardı. Ne yoktu? Din yoktu, siyaset yoktu. Dinin, siyasetin yeri okul değil zaten. Dinini merak edip bu yolda ilerlemek isteyenler, ya bağlı bulundukları cemaatin camisinde ya da kilisesinde, cem evinde ya da sinagogunda yer bulsun kendilerine ya da yüksek tahsillerini teoloji üzerine yapsınlar. Siyasete gelince; o üniversite aşamasında müfredata girebilecek bir bilim dalı.
Diyaneti kaldırdık, eğitim kurumlarını özerkliğe kavuşturup siyasi etkilerden arındırdık, plânlamayı yaptık, eski Eğitim Enstitülerini örnek alıp bilim ve sanata önem verdik. Peki bitti mi, hepsi bu kadar mı? Evet, hepsi bu kadar basit. Peki bu kadar basit bir şeyi niye yapamıyoruz? Cevabını söyleyeyim:
Çünkü kafası çalışan vatandaş istemezler. Kafası çalışan vatandaş, sorgulamasını bilir çünkü. Benim milli duygularımı, inancımı sömüremezsin der. Vatan, bayrak, şehit diyerek beni kandıramazsın, ezan diyerek, başörtüsü gibi semboller kullanarak beni uyutamazsın der. İşte mevcut eğitim sistemi kafası çalışmayan, egoist, çıkarcı ve yalaka insanlar üretiyor. Sözde eğitimliler... Koyuna üniversite diploması versen ne yazar. Çoban nereyi gösterse gideceği yol orası. Sözde demokrasimizle bu çarkı tersine çevirmek mümkün değil, Mustafa Kemal Atatürk gibi bir önder gerek. Şimdi ister misiniz, bu adam şimdi resmen darbeyi teşvik ediyor desinler. TCK Madde 302, işlediğim suçları aşağıda açıklayayım, arkadaşlara kolaylık olsun bari!
1. Devletin birliğini ve ülke bütünlüğünü bozdum mu, evet bozdum. Diyaneti kapattım, adalet ve eğitim kurumlarını siyasetten arındırdım. Siyaset devletle eşdeğer! olduğuna göre devletin birliği dolaylı yoldan bozulmuş oldu haliyle. Ülke desen paramparça oldu, cemaatler ayrıldı, camiler boşaldı. Daha ne yapaydım?
2. Düşmanla işbirliği içine girdim mi? Düşman kim? Onlara göre M. Kemal Atatürk. O halde suçum sabit. Haklısınız hakim bey, suçumu kabul ediyorum, en büyük düşmanınızla işbirliği içindeyim.
3. Devlet karşı savaş için tahrikte bulundum mu? O kadar gücüm yok, olsaydı devletin cahil bireyler yetiştiren eğitimine savaş açılması için tahrikte bulunurdum. Burada yazdıklarımın fazla etkisi olacağını sanmıyorum.
4. Milli yararlara karşı eylemlerde bulunarak kendime fayda sağladım mı? Milli yarar? Kime göre, neye göre. Sizin anladığınız yararlar bana göre zarar olabilir mesela! Ama kendime fayda sağladığım doğru değil. Bu yazımdan sonra birileri tutup beni Eğitim Bakanı yaparsa o zaman konuşalım.
İstanbul, sıcak yaz akşamlarından birini yaşıyordu. Interocean Denizcilik İşletmelerinin Odesa limanı çıkışlı dev yolcu gemisi, RMS Mauretania, iki binden fazla yolcu ve yaklaşık sekiz yüz mürettebatıyla şehre veda ederken boğazı titreten ikaz düdüğünü çaldı. Rıhtımda kızlarını uğurlamak üzere toplanan gözü yaşlı anneler, kulakları çınlatan sesi duyunca ayrılığın acısını yüreklerinde hissettiler. Yolcuların büyük bir kısmı üçüncü sınıfta seyahat eden kadın, çocuk ve genç kızlardan oluşuyordu. Gemiye alınır alınmaz ellerinde çantaları, birkaç parça giysi ve özel eşyalarını koydukları bohçalarıyla beraber borda boyunca dizili filikaların altındaki demir korkuluklara koşmuştu hepsi. Geçmiş günlerin hayaliyle kederlenen kalabalık, kendilerinden gittikçe uzaklaşan sahil şeridine boş gözlerle bakıyordu.
Aynı kaderi paylaşmasına rağmen Gümülcineli güzel Hareklia'nın durumu, biraz farklıydı diğerlerinden. Babasına boyun eğerek çıkmak zorunda kaldığı bu yolculuğu bir türlü içine sindiremiyor, aşkına ihanet etmesinden dolayı kendini suçlu hissediyordu. Gemiye adım attığından beri kucağından düşürmediği udu dışında yanına yaklaştırmıyordu kimseyi. Tamamen içine kapanmıştı, asker sevgilisi Antonis'ten başka bir şey yoktu aklında. O gün evi terk edip kaçarken, peşinden "Haro, Haro" diye seslenişi babasının, kulaklarında çınlıyordu hâlâ. Beş dakika önce çıksaydı, belki de sevdiğinin yanında olacaktı şimdi. Bir yolunu bulup kavuşmalıydı Antonis'ine. Ama bundan sonra nasıl? Söz verdiği gibi Semadirek Adasında ölene kadar bekler miydi onu? Nasıl haber uçurabilirdi kendisine, nasıl anlatabilirdi çaresizliğini? Onu bırakıp uzaklara gittiğine inanır mıydı hiç?
Mürettebat, yan güvertede toplanan kalabalığı merdivenlerden aşağı, üçüncü sınıf yolcular için ayrılan alt kattaki bölüme yönlendirdi. Yemek saati gelmişti. Kantin olarak ayrılan kısımda kuyruğa girip tepsilerini dolduran yolcular, görevliye uzattıkları emaye kupalarına çay koydurduktan sonra uzun masalarda kendilerine uygun birer yer arıyorlardı. Aynı dili konuşanlar birbirini buluyor, hemen sıcak bir dostluk başlıyordu aralarında. Yemeğe başlamadan önce hep birlikte ayağa kalktılar, haç çıkartıp Tanrı'larına dua ettiler. Bulundukları yerde ortalık pislikten geçilmiyordu, havasızlık nedeniyle yemek kokularının ter kokularına karıştığı ortamdan rahatsız olanlar, yemeklerini tamamlayamadan nefes alabilecekleri açık alanlara kaçtılar.
Niki, gemiyi beklerken birkaç arkadaş bulmuştu kendine. Ertesi gün yemeklerini bitirip çaylarını içerlerken aralarında koyu bir sohbete dalan kızlar, göğüslerinde sakladıkları fotoğrafları yanındakilere gösterip meraklı gözlerle arkadaşlarının tepkisini ölçüyorlardı. "Ooo, seninki de pek yakışıklıymış, ne iş yapıyor?" "Otomobil fabrikasında işçiymiş." "Çok sevindim, benimkisi de demiryollarında ray döşüyor." "Bakın bu da benimkisi, çocukları çok seviyormuş, bir sürü çocuğumuz olmasını istiyor." Bu samimi ortamda şen şakrak gülüşmeler devam ederken masaların arasında dolaşan Haro'nun sesi duyuldu.
"Gümülcine'den, Batı Trakya'dan gelen var mı aranızda?" Yalnızlığa daha fazla dayanamamıştı, zavallı Haro. Teker teker dolaştığı masalardan beklediği cevabı bir türlü alamıyordu. "Hayır," diyordu bazıları kendi dilinde. "Biz Rusya'dan geliyoruz." Bazıları İngilizce cevap veriyordu. Yolcuların büyük bölümü Rus olduğu için etrafında konuşacak kimse bulamıyor ve bu durum onu iyice yalnızlığa itiyordu.
Küçük kız Olga, yemeğini yedikten sonra valiziyle yatakhaneye doğru giderken ambara alınan eşyaları fişlemekle meşgul bir denizciyle göz göze geldi. Gördüğü kişi, sandala binmesine yardımcı olan bahriyeli gençten başkası değildi. Delikanlı, hemen işini bırakıp Olga'nın elindeki valizi aldı. Birbiriyle bakışmakla yetindiler yine. Mürettebatın yolcularla özel ilişkiye girmesi başlarına belâ açabilirdi. Küçük Olga'ya gelince; yaşadığı bu güzel duyguyla ilk kez karşılaştığı için nasıl davranacağını bilmiyordu.
Yatakhane, sıkış tepiş çift katlı yatakların sıralandığı, tavandaki floresan lambalarla aydınlanan, havasız, basık, geniş bir salondan ibaretti. Yolcuların hepsi bir arada soyunup dökündüler, giysilerini koyacak bir dolap bile bulamadıklarından çelik ranza demirleri işporta pazarına dönmüştü. Haro, kendine bir yoldaş bulamamıştı hâlâ. Ranzaların arasındaki dar koridorlarda "Aranızda dilimi konuşan biri var mı?" diye bağırarak dolaşıyordu. Nihayet beklediği karşılık geldi.
"Hey sen, buraya gel." Haro, gelen sese döndü. Şükürler olsun ki, dilinden anlayan biri çıkmıştı sonunda. Niki, sıcak bir gülümsemeyle elini kaldırdı. "Buradayız, hadi gel." Birkaç arkadaşıyla birlikte bohçalarının üstüne oturan Niki, kızlardan birinin gösterdiği gergefteki nakış işini inceliyordu. Haro, ürkek adımlarla yaklaştı yanlarına. Niki, gergefi bırakıp bohçalardan birini Haro'nun önüne attı. "Gel hadi çekinme, otur şuraya. Bize katılabilirsin."
Haro, sırtındaki udu önüne alıp yan tarafa bıraktı ve ürkek hareketlerle kendisine uzatılan bohçanın üstüne çöktü. Kızlardan biri kumaş kılıfın içindekini merak ediyordu.
"Nedir o sırtında taşıdığın şey?"
"Büyükbabamın udu." dedi gururla Haro. "Çalmasını da o öğretmişti bana."
Niki ve kızların önlerindeki el işleri dikkatini çekmişti Haro'nun. Niki'ye sordu.
"Terzi misiniz?"
"Evet," dedi Niki, "Ben terziyim." Makası almak için dikiş kutusuna uzandı. Çantanın içindekiler Haro'nun ilgisini çekmişti. Bunu fark eden Niki, memnuniyetle anlatmaya başladı. "Bunlar, defne yaprağı ve sarımsak. Yemeklerde defne yaprağı ve sarımsağı pek severmiş damat bey!" Arkadaşları Niki'ye bakıp kıkırdadı. Niki, istifini bozmadan devam etti. "Amerikan sarımsağının kokmadığından şikayetçi."
Haro, kutuda gördüğü bir fotoğrafı eline alıp dikkatle incelemeye başladı. Takım elbise içinde, orta yaşlarda, kravatlı, bıyıklı, kumral biriydi. Yaşını göstermiyordu, hâlâ yakışıklı sayılabilirdi. Kara kaşlı, kara gözlüydü, düzgün birine benziyordu. Niki, Haro'nun bir fotoğrafa bir de kendisine baktığını görünce açıklamak zorunda kaldı. "Bu onun fotoğrafı, Prothomos'un," dedi. "Amerika'nın Şikago kentinde terzilik yapıyor. Hem erkeklere hem de kadınlara elbise dikecek artık. Kendisine karılık edecek birini istedi, herhangi birini... Yani kim olursa, önemi yok, yeter ki başında dırdır etmesin istiyor..." Niki'nin bu sözleri gemiye bindiğinden beri ilk kez gülümsetti Haro'yu. Niki, kaderine razı bir şekilde boynunu büktü. "Ne yapabilirim? Arkamda bıraktığım dört kadın bana güveniyor." dedi. Haro, girdi söze. "Aşağı yukarı aynı durumdayız, benim de elime bakan dört erkek var." Kader ortağı iki genç kız ısınmışlardı birbirlerine. Niki içten bir gülümsemeyle tanıttı kendini.
"Benim adım Niki," dedi. "Yanımdaki bu altı kız... Hepimiz aynı adada doğduk." Teker teker isimlerini saymaya başladı. "Angeliki, Lemonia,..." Diğer kızlar kendi adlarını söyleyerek sırayla tanıttılar kendilerini. "Katerina", "Margarita", "Antigone", "Maria". Niki, neşeyle bağırdı. " Yaşasın! Limni, Şikago'yu fethedecek." Kızlar hep birlikte kahkahaya boğulurken onların bu neşeli hali Haro'yu hayli şaşırtmıştı. Aklına Antonis gelince birden durgunlaşarak kendinden söz etmeye başladı.
"Adım Haro, Batı Trakya'dan geliyorum. Orada, kendi pastanemizde tatlı ve kurabiye yapıyordum. Depremde dükkânımız yıkıldı. Pastacı bir gençle evlenmek için Kanada'ya gideceğim." Niki, heyecanlanarak açtı gözlerini. "Pastacı mı? Aaa, sakın Limni'den göçmüş olmasın? İnanmıyorum, evleneceğin o pastacı Limnili mi yoksa?" Haro, soğukkanlı bir şekilde başını sağa sola salladı. "Hayır hayır, değil." dedi.
Lombozlardan süzülen güneş ışığının aydınlattığı loş alanlarda ortak kadere sahip yolcular kısa zamanda birbirleriyle kaynaşıp ortama ayak uydurmuş görünüyordu. Yeni bir hayata başlamanın heyecanıyla pek çok olumsuzluğu görmezden gelirken havasız ortama, ayaklarına dolaşan fare ölülerine ve ortak tuvaletlerden yayılan pis kokulara alışmışlardı kısa zamanda. İstedikleri tek şey bulaşıcı bir hastalığa yakalanmadan karaya çıkabilmekti. Zira acentenin kendilerine verdiği bilgiye göre Amerika, bulaşıcı hastalığı olan yolcuları ülkesine kabul etmiyor, geri gönderiyordu.
***
Üçüncü mevki yolcularının ranzalarına çekildiği saatlerde, hayat yeniden başlıyordu bazıları için. Şık tuvaletleri, göz alıcı takıları ve usta kuaförlerin elinden çıkmış modaya uygun saç kesimleriyle ilgileri üzerinde toplayan genç kızlar, ellerinde şampanya kadehleri olduğu halde korkuluklara yaslanmış denizi seyrederken, birbirleriyle şakalaşıyor, kahkaha sesleri ayyuka çıkıyordu. Seçkin birinci sınıf yolcularına kusursuz hizmet verebilmek için özel kıyafetli garsonlar seferber olmuştu. Yolcular arasında tamamı takım elbiseli ve kravatlı beyefendiler, kırmızı fesli tüccarlar, ellerinde pipolarıyla sanatçılar, Rusya'daki devrimden kaçıp İstanbul'a sığınan varlıklı aileler dikkat çekiyordu. Çoğunluğu değişik milletten erkeklerin oluşturduğu davetliler grubunda yüksek sosyeteye mensup, macera peşinde koşan şık giyimli kadınlar da vardı. Bu kadınların tek arzusu, gözlerine kestirdikleri kariyer sahibi, zengin bir erkeğin kendilerini dansa kaldırmasıydı. Işıl ışıl aydınlatılan güvertenin bir köşesindeki orkestradan yükselen renkli bir vals müziği geceyi tamamlıyordu. Ortadaki dairesel dans pisti davetlileri bekliyordu. Gemi mürettebatından kıdemli bir denizci, genç kızların yanına gelip seslendi. "Hey, kızlar! Haydi, dansa." Kolsuz açık mavi bir tuvalet giyen, beyaz tenli, koyu siyah saçlı güzel bir kızın elinden tutup peşinden sürükleyen denizci, piste doğru ilerledi. Diğer kızlar sıra halinde onu takip ettiler.
Beyaz gömleğinin üzerine papyon kravat takmış, bıyıklı, orta yaşlı bir saray memuru, halinden son derece hoşnut bir şekilde, kızıl saçlı, zarif, beyaz tenli, genç bir kadını belinden kavramış dans ederken, fesinin tepesindeki siyah püskül bir o yana bir bu yana sallanıyordu. Biraz ötede yolcuların arasında volta atmakta olan Birinci Kaptan, Amerikalı muhabir Norman'ın el falına bakan kadını görür görmez yanına gitti. Sırmalı denizci elbisesi, kırlaşmış sakalıyla oldukça havalı görünüyordu kaptan. Emine Bacı'yla kadeh tokuşturup gülümsedi.
"Şerefe! Güzel bir parti değil mi? Sanırım herkesin keyfi yerinde." O esnada yanlarına az önce saray memuru ile dans etmekte olan kızıl saçlı kadın geldi. Emine ile öpüşerek selâmlaştılar. Kaptan, "Ooo, Maria'yla tanışıyorsunuz demek!" deyip memnuniyetini gösterdi. Keman ve akordeonun kıvrak nağmeleri eşliğinde olanca canlılığıyla devam ediyordu parti. Çeşitli mezeler, deniz ürünlerinden aperatifler, tatlılar ve kurabiyelerle donatılan açık büfeden arzu ettikleri yiyeceklerin tadına bakan konukların keyiflerine diyecek yoktu.
Geceye uygun açık renk, şık bir elbiseyle katılan gazeteci Norman, tenha bir köşede derin düşüncelere dalmış, sigarasını tüttürüyordu. Yanına gelenleri son anda fark etti. Kaptan, Emine Bacı'yla birlikte genç adamı hararetle selâmladı. "Mr. Harris, sevgili dostum Emine, bana sizin mükemmel bir savaş fotoğrafçısı olduğunuzdan bahsetti." Emine, gururla gülümsedi. Kaptan sözlerine devam etti. "Affınıza sığınarak sizden bir şey rica edeceğim. Doğduğum adanın, Mykonos'un yerel bir gazetesi için portre fotoğrafımı çekmenizi istiyorum. Geminin fotoğrafçısı, şişko Yorgo bu işten hiç anlamıyor. Ne zaman fotoğrafımı çekse gözlerim kapalı çıkıyor." Kaptanın bu şekilde yakınması, Emine ve Norman'ı gülümsetti. Norman bir süre düşündükten sonra içini çekti. "Üzgünüm Kaptan, ne yazık ki fotoğrafçılık günlerim artık geride kaldı."
O sırada acente müdürü Karabulat hemen arkalarına yanaşmış, sessizce konuşmaları dinliyordu. Kaptan arzu ettiği cevabı alamayınca Emine'yle birlikte Norman'ın yanından ayrılmıştı. Norman, can sıkıntısıyla üçüncü sınıf yolcuların açık havada rahat nefes aldıkları alt güverteyi gören bir yerde demir korkuluklara doğru ilerledi. Karabulat, genç adamın peşine takıldı. Bu gece, diğer bütün davetliler gibi o da oldukça şık görünüyordu, siyah takım elbise giymiş, boynuna siyah bir papyon takmıştı. Kederli bir halde sigara üstüne sigara içen Norman'ın arkasından yaklaştı.
"Anladığıma göre," dedi. "Savaş, size ilham veren tek şey!" Norman, beklemediği bir anda karşısına çıkan adamı dikkatle süzdü. Karabulut konuşmasına devam etti. "Demek oluyor ki, erkeksi şeyler hoşunuza gidiyor..." Norman, "Hayır," dedi. "Savaş bana ilham vermiyor." Bir yandan alt güvertede sıcaktan ve havasızlıktan bunalarak kendilerini sere serpe dışarı atmış üçüncü sınıf yolcularını izliyordu Norman. Birden dikkat kesildi. O gün peşinden koştuğu, ancak rıhtımdaki kalabalığın arasında gözden yitirdiği, bekleme salonunda garsonla tartışırken ilgisini çeken kız yine karşısındaydı işte. Birden heyecanlandı. Bir ara başını yukarı kaldıran Niki de, uzun uzun kendisini seyreden Norman'ı fark etmiş, kısa bir süre göz göze gelmişlerdi.
Karabulat, cebinden bir deste fotoğraf çıkarıp Norman'a gösterdi. Bunlar açık saçık kadın fotoğraflarıydı. Genç gazetecinin ilgisini çekmeye çalışıyordu. Kaşlarını aşağı yukarı hareket ettirip gevrek gevrek güldü. "Heh heh he, şunlara bir bak, ne kadar tatlılar değil mi?" Norman, gülümseyerek cevap verdi. "Şimdiye kadar onlarla ilgilenecek zamanım olmadı bayım." Acar acente müdürü elini uzatarak kendini tanıttı. "Karabulat!" İsim, Amerikalı gazeteciye yabancı gelince gülerek teker teker heceledi adını. "Ka-ra-bu-lat."
Ortak konu bulmak için elinden geleni yapıyor, yakın göz temasıyla karşısındaki kişiyi etkisi altına almaya çabalıyordu Karabulat. "Gürcü'yüm. Memleketim çok güzeldir. İnanılmaz bir doğası var. Fırsat bulursan orada bol bol fotoğraf çekmelisin." Karabulat, istediği muhabbet ortamını yakaladığına gazeteciyi tava getirdiğine inanmaya başlamıştı.
"Odesa limanında faaliyet gösteren bir göçmen acentesi işletiyorum. Gemide şu anda hepsi Rus uyruklu yetmişten fazla yolcum var. Limanda benimle aynı işi yapan diğer dört acentenin temsilcisi sıfatıyla, hepsi kadın ve çocuklardan oluşan beş yüze yakın yolcunun sorumluluğu benim sırtımda." Norman, şaşkınlığını gizleyemedi, gülümseyerek karşılık verdi.
"Tebrikler. Ben sizi erotik fotoğraf pazarlayan biri sanmıştım." Karabulat, gazetecinin verdiği cevabı yadırgamıştı, gülerek tepkisini gösterdi.
"Erotik fotoğrafların nesi varmış? Egzotik şark güzelleri. Gökten inmiş melekler..." Şehvetle dudaklarını büzdü. "Mmm, müthiş çekiciler.." Konu Norman'ı ilgisini çekmese de fazla belli etmedi.
"Evet, sanırım öyledirler." Beklediği tepkiyi alamayan Karabulat, "Yanlış anlamayın, hiçbiri pornografik değil bunların. Bu bir sanat." dedi. Norman, uzatmak istemiyordu.
"Tabii, elbette, sizi anlıyorum."
Karabulat son sözlerini söyledi. "Pekâlâ, bu tür fotoğraflar ilginizi çeker, görmek isterseniz, 57 numaralı kamarada kalıyorum." Norman elini uzattı. "Tamam," dedi. "Teşekkür ederim. Tanıştığımıza memnun oldum." Aradığını bulamayan Karabulat buruk bir gülümsemeyle karşılık verdi. "Ben de memnun oldum. Teşekkürler." Adamın ayrılmasıyla beraber sigarasından derin bir nefes daha çekti Norman. Korkuluktan aşağı, alt güverteye doğru baktı yeniden. Niki hâlâ oradaydı. Genç kızı uzun bir süre izledi. RMS Mauretania Akdeniz sularını yara yara hedefine doğru ilerliyordu.
Sevgili DeepTonetarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm heyecanıyla devam ediyor. Önceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini buradabulabilirsiniz. Ağaç Ev Sohbetleri'nde bu haftanın konusunu sevgili Manxcat / Kuyruksuz Kedi belirledi:
"Sonsuza dek asla ortaya çıkmayacak, kimsenin asla öğrenmeyeceği bir şey yapma imkânınız olsa, normal şartlar altında yapamayacağınız bir şey yapar mıydınız? Yani diyelim ki bir suç işleyeceksiniz ve kimse sizin yaptığınızı öğrenemeyecek...."
Bu sorunun öyle net bir cevabı var ki bende. Ancak yapmak istediğim şeyleri söylemek şöyle dursun, aklımdan dahi geçirmek korkutuyor beni. İmkânım olsa ve bana zarar gelmeyeceğinden emin olsam, neler yapardım neler. Hepsini ayrıntısıyla anlatabilirim size. Takdir edersiniz ki, mevcut şartlar altında isim veremem ama biraz hayal gücünüzü kullanarak kolayca kimden bahsettiğimi tahmin edebilirsiniz.
*** Dikkat, Şiddet İçerir ***
YAZDIKTAN SONRA SİLİNMİŞTİR
*** Şiddet Sonu ***
Yukarıda yarım sayfa uzunluğunda detaylı bir şekilde anlattığım işkence çeşitlerini okurken içim daraldı. Bunları sizinle paylaşmaktan utandığım için silmek zorunda kaldım. Gerçekten fazlasıyla hak ettiğini düşündüğüm bir kişiye bu tür işkencelerin yapılmasını ister miydim, emin değilim. Nefret ettiğim birinin (sonuna kadar hak etse dahi) bütün bu işkencelere maruz kalmasından mutlu olur muydum acaba? Söz gelimi küçük çocuklara tecavüz eden birini ağır işkencelerden geçirmek içimi soğutur mu? Hoş, malum kişinin genel anlamda yarattığı tahribatın, insanlara verdiği zararın böylesine iğrenç bir fiille dahi mukayese edilemeyeceğini düşünüyorum.
İşin fantezi kısmı bir yana, kimsenin asla öğrenemeyeceği bir şey gelmiyor aklıma. Bu durumun bende biraz tedirginlik yarattığını bilmenizi isterim. İnsana ve topluma fayda sağlayacak, sömürüyü ortadan kaldırıp bütün insanlara adalet ve fırsat eşitliği getirecek bir şeyler yapmak isterdim. İlk bakışta böylesine iddialı bir işin altından kalkabilecek kişinin kendini ve yaptıklarını gizlemesinin anlamı yok gibi geliyor insana. Ama kazın ayağı öyle değil. Vatanına, milletine canı pahasına hizmet etmeye çalışan erdem sahibi kişilerin huzura kavuştuğu bir dünyada yaşamıyoruz ne yazık ki. Bu yüzden normal şartlarda yapamayacağım ama eğer imkân verildiği takdirde kimliğimi açık etmeden yapmayı arzuladığım bazı güzel şeyler olabilir.
Soru varsayıma dayandığı için fantastik öğelerden yararlanmak kaçınılmaz oluyor. Mecburen bu yoldan ilerleyeceğiz o zaman. Sınırsız kabiliyete sahip, bir süper güce ihtiyacım olacak. Bu fantastik kahramanımın kim olduğu önemli değil, adına ister Brahma, ister Zeus ya da kısaca Tanrı diyebilirsiniz. Ondan tek istediğim sözümü dinleyip bana itaat etmesi. İlk iş olarak kendisini çağırırdım yanıma. İnsanlara derdim ki bundan böyle bu sizin yeni Tanrınız, eski Tanrılarınızı, onların bütün dediklerini unutun. Doğal olarak önce karşı çıkacak insanlar. Ancak benim Tanrımı karşılarında görünce hepsi küçük dillerini yutacak. En güçlü silâhlar tesir etmeyecek Tanrıma. Karşı gelenler kendini ateşler içinde bulacak. Hadi diyeceğim, çağırın yüzünü göstermeyen bütün Tanrılarınızı, görelim bakalım sizleri ne kadar koruyabilecekler. Sonunda bütün dünya insanları benim Tanrı'mın gücünü kabul edecekler. Yıkın şimdi mabetlerinizi, bana secde etmenize de gerek yok dedirteceğim Tanrı'ma. Kurallar gereği hiç kimse bu yeni nesil Tanrı'nın tarafımdan yönlendirildiğini öğrenemeyecek.
Tanrıma diyeceğim ki, git insanların arasına karış, adaletsizlik yapan olursa ortadan kaldır. Haksızlık edenleri yaptıklarına pişman et. Yalan söyleyenlerin dilini kes. Topluma faydalı kişileri yücelt zararlıları süründür. Kimse seni kullanmaya kalkmasın, böyle bir hataya düşen olursa önce onları yok et. Sana cennet, cehennemi soranlara yok öyle bir şey, hepsi burada dersin. Hurileri soranların ağızlarına acı biber sür, can yakanların misliyle yak canlarını diyeceğim.
Umarım böyle bir imkân verilir bana. Bakın o zaman nasıl cennete çeviririm dünyayı.
Odesa Limanı açıklarına demir atan gemiye alınacak üçüncü sınıf yolcuların belirlenmesinden sonra acentenin önünde biriken kalabalık dağılmıştı. Tanrı'nın son anda yüzlerine güleceğine inanan bazı aileler, sonu belli olmayan bir maceranın kollarına atmayı göze aldıkları kızlarıyla birlikte yazıhanedeki ısrarlı bekleyişlerini sürdürüyorlardı hâlâ. Herhangi bir nedenden ötürü acenteye gelemedikleri için şanslarını yitiren yolculardan boşalan yerler birer umut kapısıydı onlar için. Bütün kadınların gözü Olga'nın üstündeydi. Listelerde yer almadığı halde gemiye kabul edilen küçük kıza göz göre göre iltimas geçildiğinin farkındaydı herkes. Kulaktan kulağa birbirleriyle fısıldaşan kadınlar haklarının yendiğini düşünüp hasetliklerini dile getiriyorlardı. Uğultu iyice yükselmeye başlayınca acente müdürü salonun ortasında boy gösterdi, sakin bir şekilde ellerini kavuşturdu, gözlerini gezdirdi kalabalık üzerinde. Derin bir nefes aldıktan sonra duvar diplerinde dedikodu yapan kadınları tok sesiyle uyardı.
"Peki hanımlar, lütfen biraz sessiz olalım. Anlayışınız için teşekkürler."
Ense kısmıyla kulaklarının çevresini saran aklaşmış kısa saçları dışında başı tamamen açılmış, her daim şeytanlık peşinde koştuğu izlenimi uyandıran gök mavisi gözleriyle son derece itici bir görünüm sergileyen acente müdürü, çevresinde bilinen adıyla Karabulat, Gürcü asıllı, elli yaşlarında, kurnaz mı kurnaz, kızıl suratlı bir adamdı. Yüzüne maske gibi yapışan yılışık gülüşüne eşlik eden sakızı hiçbir zaman eksik etmezdi ağzından.Yolculara kabalığa kaçmayan otoriter bir ses tonuyla hitap etmeye özen gösterirdi. Yakın çevresiyle yaptığı sohbetlerde ise laubaliliği marifetten sayıp züppece tavırlar sergiliyordu.
Karabulat, sessizliği sağladıktan sonra geri döndü ve masasının önündeki koltukta oturmakta olan Olga'yı kolundan çekip salonun ortasına sürükledi. Küçük kız, çocuksu tavırlarla arkasına bakıyor, annesinden medet umuyordu. Ne olduğunu anlayamadan bir anda kadınların oluşturduğu bir halka tarafından kuşatıldı çevresi, annesi görünmez oldu. Olga'nın arkasına geçen müdür, babacan bir edayla heyecandan titreyen kızınomzuna yasladı ellerini, güya sakinleştirmeye çalışıyordu onu.
"Şimdi burada, sizlerin huzurunda, Tanrı'nın iki genç hizmetkârı Olga ile Genadi'nin nişanını duyurmak istiyorum." dedi, küçük kızın yanına gelip elini uzattı. "Güzel Olga, şimdi elini ver bana." Kız ürkekçe denileni yaptı. Karabulat, önceden hazırladığı yüzüğü Olga'nın parmağına geçirdikten sonra sinsice gülümseyerek kızın uzun, sarı saçlarını okşadı. Bu davranışıyla şefkatli bir baba rolü oynamaya çalışsa da gerçek niyetini ele veriyordu gözleri. Sonra, genç kızın karşısına geçti.
"Evet," dedi, ellerini havaya kaldırarak. "Bundan böyle Tanrı nezdinde Genadi Lousin ile nişanlısın." Küçük kızı omuzlarından tutup sarsarken gevrek gevrek güldü. "Nasıl?" dedi, "Güzel bir duygu, öyle değil mi?" Olga mahcup bir şekilde gülümsedi.
Birinci ve ikinci sınıf yolcuların gemiye taşınması yaklaşık iki saati bulmuştu. Ardından bütün azametiyle ortalığı titreten uzun bir düdük sesi duyuldu. Üçüncü sınıf yolculara verilen bir işaretti bu. Yüzlerce kadın ayaklandı birden, rıhtımdaki sandallara doğru koşmaya başladılar. Onlarca sandal, akşam güneşinin kızıla boyadığı dev gemi ile rıhtım arasında gidip geliyordu.
Başlarında kasket, süt beyazı pantolon ve kaslı vücutlarını ortaya çıkaran fanilalarıyla genç denizciler, dalgalı denizde var güçleriyle küreklere asıldılar. Yirmi, yirmi beşer kişilik gruplar halinde yükünü alıp rıhtımı terk eden her sandal, gemiye doğru hareket eder etmez bir yenisi alıyordu yerini.
Sevkiyat tamamlanmak üzereydi. Sonuncu sandal rıhtıma yanaşmış, geriye kalan yolcuları toparlıyordu. Verdiği komutlarla mürettebata rehberlik eden bahriyeli bir genç, elini uzatıp Olga'yı sandalın içine çekti. Delikanlının ilgisi genç kızın hoşuna gitmişti. O an, içinde bir şeyler kopmuştu sanki, kalp atışları hızlanmıştı birden. Kısa bir süre bakıştıktan sonra Olga'nın yüzünde masum bir gülümseme belirdi. Delikanlı da ona gülümseyerek karşılık verdi. Dile getirmeseler de birbirlerinden hoşlandıkları aşikârdı.
Tiril tiril beyaz takım elbisesi ve fötr şapkasıyla sandalın uzak bir köşesine kurulan orta yaşlı, kızıl suratlı adam diğer yolcular arasında kolayca fark ediliyordu. Göçmenleri organize eden acente müdürü Karabulat, birinci sınıf yolcusu olduğu halde gözüne kestirdiği güzel Olga'ya yakın olabilmek için üçüncü sınıf yolcuların arasına karışmıştı. Bahriyeli gençle Olga arasındaki yakınlaşma dikkatinden kaçmadı Karabulat'ın. Bu duruma hayli canı sıkılmıştı. Suratını asıp gemiye varıncaya dek sessizliğini korudu.
Olga, rıhtımda kendisine el sallayan gözü yaşlı annesinden uzaklaştıkça yalnızlığın korkusunu hissetmeye başlamıştı içinde. Batmakta olan güneşe karşı ellerini göğsünde kavuşturup yavaşça kapadı gözlerini.
"Tanrım, denizin hırçınlaşmasına izin verme! Amerika'da iyilikler beklesin bizi. Orası da aynı Rusya gibi güzel olsun!"
Limni Adası
Amerika'dan dönüşünden bu yana yaklaşık bir ay geçmişti. Geldiği günden beri, babasının mezarını görmek
istiyordu Eleni. Bu arzusunu ablası Niki’ye söylediği gün, kimseye haber vermeden sessizce çıktılar evlerinden. Patika yolu takip ederek yaklaşık beş yüz metre aşağıda taş duvarla çevrili aile mezarlığına geldiler. Niki, yabani otları temizlerken Eleni, topladığı kır çiçeklerini babasının mezarına bıraktı. İkisi de uzun siyah
elbiselerini giymiş, başlarına siyah birer tülbent bağlamışlardı. Hafiften esen rüzgâr çevrede biten cılız otları beşik gibi sallıyordu. Eleni, ablasına ilk kez Şikago’daki hayatından söz etmeye başladı.
"İlk vardığımda, hiç alışık olmadığım bir kar fırtınası karşılamıştı beni." Bütün dikkatiyle kardeşine kulak veren Niki, şaşkınlığını gizleyemedi.
"Öyle mi?"
"Yerler bir metre kalınlığında karla kaplıydı. Bizim buralara hiç benzemiyor iklimi. On beş gün boyunca hep ağladım."
"O zaman ben de öyle bir yerde yaşayamam. Ne dersin Eleni? Sence bu işin altından kalkabilecek miyim? Buna gerçekten inanıyor musun?"
Genç kızın gözleri doldu. "Ben başaramadım Niki, umarım sen başarırsın. Babamın kemiklerini sızlattım mezarında. Alexsandros Prothromos, insan olarak iyi biri, bu konuda onu asla suçlayamam. Teyzemin teklifinden sonra kabul etmiş seni hemen. Düşünebiliyor musun şimdi aynı evden ikinci bir kadın alacak!"
"Benim de tuhafıma gitti bu Eleni."
İki kardeş mezarlık duvarını aşarak düz bir alana çıktılar. Açık deniz göz alabildiğince uzuyordu önlerinde. Güneş ışınlarının parlattığı Ege'nin mavi sularını seyre daldılar. Niki, içini çekerek sıkıntısını gizleyemedi. Eleni, ablasının içine düştüğü ruh halini çok iyi anlıyordu.
"Buraları seviyor musun Niki? Yani hayatın boyunca adada yaşamak ister miydin?"
"Erkek arkadaşımla çıkmak için üstüme güzel bir elbise dikmeyi bile düşünmedim burada ben, Eleni. Göğsüme yasemin taktığımı gördün mü hiç? Ya da postacının yolunu gözlediğimi? Aşkmış... Pöh... Aşk sadece boş gezenler, aylaklık edenler için. Beni anlıyor musun? Artık çok geç benim için Eleni, o treni çoktan kaçırdım ben."
Kardeşinden aldığı fotoğrafa uzun uzun baktı Niki,
" Alexsandros Prothromos... Anlamıyorum. İnsan, hiç tanımadığı birini nasıl olur da bekler, Eleni? Amerika'ya gidip onunla evleneceğim, senin giydiğin aynı gelinlik üzerimde olacak! Çok değil, geçen yıl onun sana gönderdiği aynı fotoğraf şimdi benim ellerimde... İnanılır gibi değil."
İstanbul
Fotoğraf çekmeyi seviyordu. İki ayı aşkın bir süredir iş icabı bulunduğu İzmir'in doğal güzellikleri, renkli kültürü, savaşın getirdiği huzursuzluğa, kıtlık ve yoksulluğa rağmen orada tanıştığı insanların sıcak ilgisi Norman'a iyi gelmişti. Fırsat bulduğunda Kordon'daki lokantaların birine takılırdı. Körfeze karşı gün batımını seyrederken bir yandan rakısını keyifle yudumluyor, derin düşünceler içinde buluyordu kendini. Savaş sona erip ortalık yatıştığında bu güzel şehre yerleşmeyi bile düşünürdü bazen. Ne var ki, sarı zarfı açıp mektubu okuduğunda geleceğe dair tüm hayalleri yıkılmıştı birden. Birkaç gün oteldeki odasına kapandı, memleketine dönmekten başka çaresi kalmamıştı. Çok sevdiği işinden soğumuştu bir kere. Hemen eşyalarını toparlayıp deniz yoluyla İstanbul'a döndü.
Geçmişi unutup yeni bir sayfa açmalıydı hayatında. Kararından dönmemek için yanından ayırmadığı fotoğraf makinesini elden çıkarmakla başlayacaktı işe. Gazetecilik mesleğiyle ilgili bütün bildiklerini unutmaya çalışacaktı. Bu plânı doğrultusunda önceden tanıdığı yeni yetme bir muhabirle şehrin büyük bir kereste
deposunda buluşmak üzere sözleşti.
İşini arzuladığı şekilde
yürütemeyeceğini geç de olsa anlamıştı Norman, fotoğraf
makinesini çantasına koyup buluşma yerine zamanından önce geldi. İşyerinde hummalı bir çalışma göze çarpıyordu. Deponun tozlu ve loş ortamında işçiler, yüklendikleri ağaç kütüklerini bıçkı makinelerine taşıyorlardı. Herkesin işi başından aşkın olduğu için kendisiyle ilgilenen olmadı. Yazıhanenin açık kapısından girdi. İçeride kimse yoktu. Çantasından çıkardığı fotoğraf makinesini masanın üzerine bırakıp ahşap sandalyelerden birine oturdu ve alıcıyı beklemeye koyuldu. Çok geçmeden yirmi beş yaşlarında, siyah kıvırcık saçlı,
seyrek sakallı genç bir adam Norman'ın yanına geldi, selâm dahi vermeksizin masanın üzerindeki fotoğraf makinesini
işaret etti.
"Bunu gerçekten satacak mısın?"
"Eğer alabilecek paran varsa, neden olmasın?" Norman, sevdiği biriyle vedalaşır gibi makinesine bakarken gözleri doldu. Yüzlerce fotoğraf çektiği makinesi, onun ayrılmaz bir parçası olmuştu sanki. Bu yüzden hüzün veren, zor bir ayrılıktı bu.
Delikanlı, cebinden bir tomar kâğıt para çıkardı ve Norman'ın karşısına geçip saymaya başladı. Bir yandan da Amerikalı gazeteciye takılmayı ihmal etmiyordu.
"Boston'a haber uçurmayı bırakıyorsun demek! Desene artık koca Amerika, İstanbul haberlerinden yoksun kalacak!" Norman'ın şaka kaldıracak hali yoktu. Yüzü kızarmaya başladı. Tıfıl gazeteci, onun bu halini görünce daha da keyiflendi. Paraları sayarken bıyık altından gülümsüyor, Norman'ın sabrını zorluyordu. Amerikalı, genç gazetecinin uzattığı parayı hırsla çekip aldı elinden, saymaya başladı. Bir yandan işini kaybetmenin moral bozukluğu diğer yandan sevdiği fotoğraf makinesinden ayrılması iyice sinirlerini bozmuştu. Karşısındaki muhabir bozuntusuna ters ters baktı.
"Makine senin. Haydi şimdi kaybol. Sana bol şanslar. Muharebe meydanlarında kıçını kollamayı da sakın unutma!"
Delikanlı makineyi kaptığı gibi fırladı. Koşar adım uzaklaşırken Norman'a seslendi.
"Sen beni merak etme koca adam! Sana da iyi yolculuklar."
Norman, kaldığı Pera Palas'tan eşyalarını almadan önce İstanbul'daki meslektaşlarına uğrayıp hepsiyle teker teker vedalaştı. Kısa süre içinde herkese kendini sevdirmiş, geniş bir dost çevresi kazanmıştı. Çektiği fotoğraflar büyük beğeniyle karşılanıyordu. İstese başka bir gazetede foto muhabirliğine devam edebilirdi. Fakat beklemediği anda işine son verilmesini gururuna yediremiyordu. Her şeye rağmen ona kucak açan Anadolu toprağını, insanlarını sevmişti. Akşama doğru otelden ayrılıp Haydarpaşa Limanına gitti. Birinci sınıf yolculara tahsis edilen büyük bekleme salonunu şık giyimli hanımefendiler, beyefendiler hınca hınç doldurmuştu. Beyaz elbiseli garsonlar masaların arasında vızır vızır dolaşıyor, seçkin yolcuların ardı arkası kesilmeyen siparişlerini alıyorlardı. Başka bir dünyaydı burası. Herkes halinden memnun görünüyordu. Masalar yiyecek ve içeceklerle dolmuştu. Müziğin sesi kalabalığın neşeli kahkahalarına karışıyordu. Norman, salondan içeri adımını atar atmaz tanıdık birilerini aradı. Kısa bir süre sonra salonun orta yerinde yalnız başına kahvesini yudumlayan frapan giyimli bir kadının oturduğu masayı gözüne kestirdi. İnsan kalabalığının içine bıraktı kendini, güçlükle hedefine doğru ilerledi. İstanbul cemiyet hayatının tanınmış simalarından, orta yaşlarda, tombulca, aşırı makyajlı, başında şık şapkası ve yüzünü kapatan beyaz bir tülle oldukça havalı görünen kadın, masasına gelen adamı görünce sıcak bir şekilde gülümsedi ve oturmasını işaret etti. Norman, kadını nazik bir şekilde başıyla selâmladı. Sandalyelerden birini çekip karşısına oturdu ve daha önce tanışmalarının verdiği rahatlıkla avucunu uzattı.
"Epey zamandır falıma bakmadın Emine Baci, kaderimde ne var, gördüklerini söyler misin bana?"
Kadın, genç adamın elini avucuna aldı ve dikkatle inceledi. Ardından yüzündeki tülü kaldırdı, çağla yeşili gözleri açıldı birden. Korkunç bir şey görmüş olmalıydı, dikkatle Norman'a baktı.
"Büyük bir dalga görüyorum Mr. Haris," dedi. "Bu dalga bütün geçmiş yaşamınızı silip atacak."
Norman kadını dinlerken cebinden çıkardığı sigarayı yakıp derin bir nefes çekti. "O bahsettiğin dalga zaten bana vurmuş durumda Emine Baci. Sen bana geleceğimden bahset. Her şeye sıfırdan başlamak zorundayım."
"Nasıl yani?"
"Bir oto galerisi açarım belki. Ya da bir kundura dükkânında ayakkabı satarım."
Emine, bol yüzüklü parmaklarıyla Norman'ın avucunu kapatıp gülümsedi.
"Memlekete döneceğim, bir daha geri gelmemek üzere. Kim bilir, belki de orada birini bulup evlenirim.
Tam o sırada, salona giriş kapısının önünde, büyük bir patırtı koptu. Uzun boylu, kumral bir kız, kapının hemen yanındaki beyaz örtülü masanın üzerine dizilmiş soğuk su şişelerinden üç beş tanesini almış, dışarıda kendisini bekleyen arkadaşlarına götürmek isterken garsonlardan biri, nezaket kurallarını hiçe sayıp önünü kesmişti.
"Hey sen, kime sordun onları alırken?" Genç kız, beyaz elbiseli, papyon kravatlı adamın üzerine yürümesi karşısında bir an şaşırıp sessiz kalmıştı. Fakat sonra kendini toparlayarak sesini yükseltti.
"Ne olmuş yani, parası neyse veririz." Garsonun derdi üzüm yemek değildi.
"Onları masadan izinsiz aldın. Hem üçüncü sınıf yolcuların bu salona girmesi yasak."
Garsonun kaba tavırlarına meydan okuyan bu cesur kız Niki'den başkası değildi. Norman Emine Bacı'yla sohbeti kesmiş, kavganın sonunu merak ediyordu. Şüphesiz genç kızın yürekli çıkışı Amerikalı muhabiri derinden etkilemişti. Arkadaşları olayın büyümesi üzerine koşup yanına geldiklerinde, Niki'nin elindeki şişeleri garsonun kafasına geçirmesi an meselesiydi.
"Sakin, sakin ol biraz Niki. Unut gitsin. Başka yerden buluruz." Arkadaşlarından biri genç kızı kolundan çekerek salonun dışına sürüklerken diğeri su şişelerini elinden alıp masaya geri bıraktı.
Norman, Emine Bacı'ya dönerek salonun dışına yığılmış, tek tip uzun elbiseler içinde, saçlarının yarısını siyah örtüyle gizlemiş kalabalığı işaret etti.
"Bu kadınlar da nereden çıktı? Ne bekliyorlar orada?"
"Onlar evlenmek için memleketlerini terk etmek zorunda kalan genç kızlar. Aileleri tarafından mal gibi satılan, bir kısmı tecavüze uğramış, savaş nedeniyle açlık ve yoksulluk çeken ailelerin kızları. Ama hepsi yaşamaya mahkûmlar. Orada evlenip ailelerine para gönderecekler. Bu yüzden doğdukları toprakları terk ediyorlar."
"Nereye gidecekler?"
"Senin memleketine, hayaller ülkesi Amerika'ya!"
"Haklısın, bir sürü bekâr, genç göçmen var bizim oralarda."
Biraz sonra Interocean Denizlik İşletmesine ait dev yolcu gemisinin bando ve mızıka ekibi marş çalarak bekleme
salonuna girdi. Bu işaret, Rusya’nın Odesa limanından yola çıkıp İstanbul limanı
açıklarına demirleyen devasa geminin yolcularını almak üzere hazır olduğu anlamına geliyordu. Tamamı üçüncü sınıfta seyahat edecek kadın yolcular koridorları boşaltıp itiş kakış binanın dışına yönlendirildiler. Ellerinde heybeler, torbalar ve valizlerle kara bir mantar tarlasını andıran kalabalık rıhtımın geniş, beton yüzeyine çöküp yayıldılar ve kendilerini açıktaki gemiye taşıyacak sandalları beklemeye koyuldular.
Norman, ortalık biraz tenhalaşınca Emine Bacı'dan müsaade isteyip kadınların peşine takıldı. Güneşin altında rıhtıma sere serpe uzanmış insan kalabalığı arasında dolaşıyor, az önce garsonla tartışan Niki'yi arıyordu gözleri.
İşgal üçüncü yılını doldurmak üzereydi. O zamandan beri bir türlü huzur bulamayan şehir bilinmez bir geleceğe doğru yol alırken, yerlisi yabancısı, zengini fakiri her sınıftan insan, diken üstünde zorlu bir yaşam mücadelesi verirken olaysız gün geçmiyor, baskınların, sabotajların, patlama ve yangınların ardı arkası kesilmiyordu. Yeni kurulan mecliste yapılan uzun ve hararetli tartışmalardan sonra, zor da olsa üçüncü kez başkumandanlık yetkisini alan Mustafa Kemal Paşa'nın Büyük Taarruzu başlatacağı ve Türk ordusunun İzmir'i işgal kuvvetlerinden geri alacağına dair haberler sıkça konuşulur olmuştu artık.
Bir köşesinde boyası dökülmüş masalara çay servisinin yapıldığı 18. yüzyıldan kalma Kızlar Ağası Hanı'nın büyük avlusu her zamanki hareketli günlerinden birini yaşıyordu. Fakat son günlerde tarihi hanın eski neşesinden, o huzurlu halinden eser kalmamıştı. İnsanlar sefil bir gayretkeşliğin keşmekeşi içinde karın tokluğuna iş arıyor, esnaf dükkânlarına girip çıkıyordu. Üç kuruşa sırtlandıkları yükün altında ezilen hamalların ıstırabı, kocalarını savaşta kaybedip duvar diplerinde dilenmek zorunda kalan dul kadınların çaresizliği yüzlerden okunuyordu. Büyük avluda bambaşka bir dünya hüküm sürüyordu. Olan bitenden habersiz, birbirleriyle itişip kakışan kızlı erkekli bir sürü sokak çocuğunun neşeli çığlıkları yeri göğü inletiyordu. Yaklaşık bir yıldır çektiği profesyonel fotoğraflarla tarihi ve savaşın toplum üzerindeki yıkıcı etkilerini ölümsüzleştiren Amerikalı muhabir Norman Harris, hanın taş kemerli koridorlarında ağır adımlarla ilerlerken karşısına çıkan dükkân sahiplerini başıyla selâmlıyor, bir yandan da dikkatini çeken güzel bir enstantane yakalarım ümidiyle, meraklı gözlerini sağa sola devirip etrafı kolaçan ediyordu. Asırlar boyu farklı etnik kimliklere, farklı inançlara mensup insanlara kucak açmış bu güzel şehirde, görevini yapmış olmanın verdiği huzur kaplıyordu içini. Öğrendiği birkaç Türkçe ve Rumca kelime sayesinde her yaştan insanın sempatisini kazanmış, içlerinden biri olmuştu adeta.
Norman, Hisar Camisine açılan pasajdan çıkmadan önce beyaza boyanmış eski taş kemerin altındaki içi boş bir zeytin yağı küpünün fotoğrafını çektiği sırada kendinden geçmiş halde, bozuk Türkçesiyle bilindik bir şarkı mırıldanmaya başladı. "Uskudar'a gideriken, aldi da bir yağmur..." Başını kaldırınca kendisine doğru yaklaşan kara çarşaflara bürünmüş iki kadını gördü, toparlanıp sustu birden. Caminin önünde yer alan geniş bahçenin tam ortasında, dilek ağacını çepeçevre saran kademeli taş duvarın dibindeki gölgelikte, birkaç kadın yere çökmüş, dinleniyordu. Ağacın dallarından sarkan rengârenk çaput bezleri, taş duvarın basamaklarına dikilmiş adak mumlarıyla birlikte hoş bir görüntü çıkartmıştı ortaya. Norman, elindeki fotoğraf makinesini ayarlayıp bahçede oynayan üstü başı kir pas içindeki çocuklara her zaman yaptığı gibi, kırık Türkçesiyle "şocuklağ" diyerek seslendi. Bir anda karşılarına çıkan Amerikalı ağabeylerini gören çocuklar sevinç içinde "beni çek, beni çek" diye haykırmaya, genç adamın etrafında dolanmaya başladılar. Norman, içlerinden birini, beş yaşlarında bir kız çocuğunu kucaklayıp, dilek ağacına doğru ilerledi. Diğer çocuklar onu takip ettiler. Duvar dibindeki kadınlar üzerlerine gelen çocuk sürüsünü görünce rahatsız olup oturdukları yerden kalktılar ve biraz uzağa çekilip cümbüşü seyre koyuldular. Norman küçük kızı kucağından indirdi, duvarın üst basamağına bıraktıktan sonra cebinden beyaz bir mendil çıkardı.
"Hayde şocuklağ," dedi, "şimdi, y'all make a wish" Çocuklar ne dediğini anlamazken hep bir ağızdan bağırıp fotoğraflarını çekmesi için genç adama yalvarmaya devam ediyorlardı. Elindeki mendili gösterip küçük kıza sordu Norman, "Söyle bana, hangi dala asalım, buna mı, şuna mı?" Zor da olsa işaretle anlaştılar ve sonunda mendil, küçük kızın gösterdiği dala bağlandı. Bütün çocuklar mumların olmadığı basamaklara dizildikten sonra Norman, onların istediği toplu fotoğrafı çekti. Fotoğraf çocukların eline hiçbir zaman geçmeyecekti ama hiçbiri yaşadıkları o anı asla unutmayacaklardı.
Parlamakta olan güneş önce bulutların arkasına gizlendi, havanın tadı kaçmaya başlamıştı. Korkunç gürlemeler gökyüzünü titretiyor, birbiri ardına şimşekler çakıyordu. İlk damlalar yeri ıslatmaya başlayınca Norman, hemen montunun altına gizledi makinesini ve koşar adımlarla han kapısının önündeki sundurmanın altına sığındı. Birbirini kesen koridorlar boyunca dükkânların arasından geçerken bir yandan da enteresan insan manzaralarını kaçırmamaya çalışıyordu. Hayatlarının en güzel günlerini geçirdikleri şehri terk etmeye hazırlanan hali vakti yerinde insanlar, hamalların sırtına yükleyip getirdikleri mobilya, vazo, büfe, duvar saati, halı ve değer verdikleri diğer eşyalarını yok pahasına satmaya getiriyorlardı buraya. Ne var ki kalan yoksul kesimin onlara sahip olacak parası yoktu. Bu yüzden dükkânların önü ikinci el eşyalardan geçilmiyordu.
Yağmur şiddetini artırmış, sağanağa dönmüştü. Norman, zaman geçirmek için merdivenlerden ikinci kata tırmandı, biraz ileride tarihi hanın Aya Yorgi Kilisesini gören kemerli penceresi önünde durup dışarıyı seyretmeye koyuldu. Yağmurun huzur verici kokusu ve sakinleştirici sesiyle kendinden geçmişti. On yaşlarında kırmızı elbiseli bir kız sağanak yağışa aldırmadan karşı duvar boyunca sarkan ipi çekerek kilise çanını çalmaya başladı. Yerde biriken yağmur sularından göl öbekleri oluşmuştu. Kız çanı bıraktı, yağmura aldırmaksızın kilisenin avlusunda çıplak ayaklarını su birikintilerine vururken başını yukarı kaldırıp kollarını açarak kendi etrafında dans edercesine dönmeye başladı. Yaşam koşulları ne olursa olsun çocuklar mutlu olmanın bir yolunu buluyorlardı. Mutluğun resmiydi bu, vakit geçirmeden deklanşöre bastı ve kızın neşeli halini ölümsüzleştirdi. Yağmur dineceğe benzemiyordu. Pardösüsünü sırtına geçiren Norman, makinesini kılıfına sokup saçak altlarından kaldığı otele doğru koşmaya başladı.
Kaldığı otelin önünde ellerinde şemsiyelerle kapıdan çıkmakta olan şık giyimli genç bir çiftle selamlaştı. Sırılsıklam ıslanmıştı, onun bu halini gören kırmızı fesli resepsiyon görevlisi şen bir kahkaha patlattı.
"Allah gökyüzünün örtüsünü kaldırmış olmalı."
Norman nefes nefese kalmıştı. Üzerindeki pardösüyü çıkartmaya uğraşırken, görevliye hak verdi.
"Evet, sanırım öyle." dedi, gülümseyerek. "Benim için var mı bir şey?"
"Evet," dedi görevli, oda anahtarını uzatırken. "Önce anahtarınız... İki adet mesaj ve son olarak... Bir de paketiniz var. Hepsi sizin Mr. Harris" Norman, teşekkür edip görevliden teslim aldıklarıyla birlikte odasına doğru ilerlerken resepsiyon görevlisi arkasından seslendi.
"Evet, umarım öyledir, Gilmes" diyerek cevap verdi, Norman. Mesajları önemsemedi ama pakette ne olduğunu gerçekten kendisi de merak ediyordu. İçini bir huzursuzluk dalgası kapladı.
Merdivenleri çıkarken zarfı açmaya başlamıştı bile. Kattaki bekleme holünde dört adam ellerindeki gazetelere bakıp kendi aralarında hararetle tartışıyorlardı. Norman, onların karşı tarafındaki boş kanepeye attı kendini ve okumaya başladı.
"Sevgili Norman, Anadolu'daki Türk-Yunan savaşıyla ilgili göndermiş olduğun fotoğraflar gerçekten ilginç. Ancak günlük bir gazete için bunların sanat yönü oldukça ağır kaçıyor. Bu nedenle üzülerek bildirmek zorundayız ki, arkadaşlarınızdan birini sizin pozisyonunuzda görevlendirmiş bulunuyoruz."
Norman, mektubu okuduktan sonra cinleri tepesine çıktı, yüzü kızardı ve sinirden barut fıçısına döndü. Avucunda sıkıştırdığı mektubu öfkeyle fırlatıp attı. Büyük zarfın içinde kendisine iade edilen, Amerika'ya son gönderdiği sanat değeri yüksek fotoğraflara göz gezdirdi. Hepsi savaşın toplum üzerinde bıraktığı acı izleri tüm çıplaklığıyla yansıtıyordu. Gazete yönetiminin okurlarına göstermek istediği ise vahşetin kanlı yüzüydü sadece.
-IV-
Odesa Limanı
Interocean Denizcilik İşletmesinin göçmen bürosu en yoğun günlerinden birini yaşıyordu. Kızlarına Amerikalı birer damat bulma ümidiyle yanıp tutuşan biçare kadınlar, duvarları boydan boya okyanus aşırı dev yolcu gemilerinin resimleriyle kaplı bir yazıhanenin önünde, büyük bir heyecan içinde, acente müdürünün yapacağı anonsu bekliyorlardı. Rıhtımı gören pencerenin önünde toplanan kalabalığın gürültüsü, itişip kakışmalar, belirsizlik ve düzensizlik organizasyondaki laubaliliğin en belirgin kanıtlarıydı.
Yazıhanenin arka bölümünde ise canhıraş bir çalışma sürüyordu. Yüzlerce yolcunun bilet ve evraklarını son kez gözden geçiren memurlar, ne yapacağını bilmez halde oradan oraya koşturan acente müdürüne çıkardıkları isim listelerini yetiştirmeye çalışıyorlardı. Sonunda beklenen an geldi. Beyaz gömlek, koyu renk bir kravat ve üzerine giydiği gri yelekle çevresini saran yoksul insanlara karşı tepeden bakan, ağzındaki çikleti saygısızca çiğnerken onlara karşı küçümseyici bir tavır sergileyen müdür, elindeki bir tomar kâğıdı havaya kaldırdı.
"Şimdi, bir dakika, sessiz olun lütfen! Adlarını okuduklarım, talihli gelin adayları... Diğerleri bir sonraki gemiye kalacak. Anlaşıldı mı? Şimdi dikkatle beni dinleyin!" Acente müdürü, isimleri okumaya başlamadan evvel birkaç kez boğazını temizledi. Nefesini tutan kalabalık, az sonra adamın ağzından çıkacak isimlere kulaklarını dikerek beklemeye koyuldu.
"Ehm, Natalia Petrova." Arka taraflardan genç bir kız diğerlerinin arasından sıyrılarak ön tarafa geldi ve teşekkür ederek müdürün elini öptü. Adam, umursamaz bir şekilde "Tamam, tamam, geç hadi şöyle." deyip okumaya devam etti.
"Daria Ivanova" Kırmızı baş örtülü bir başkası, ismini duyar duymaz koşup geldi. O da adamın elini öpüp teşekkür etti. Acente müdürü, çikletini çiğnerken, muzip bir gülümsemeyle "Sen de kurtardın." dercesine genç kızın sırtını sıvazladı.
"Maria Numanova..." ve adı okunan diğer kızlar teker teker yanına geldikleri müdürün elini öperek minnet duygularını gösterdiler. Geride kalanların yüzleri düşerken adı okunanlar piyangodan büyük ikramiye çıkmışçasına seviniyor, neşeyle aileleriyle kucaklaşıp mutluluktan havaya uçuyorlardı. Fakat aradan birkaç dakika geçtikten sonra birden durgunlaşıyor, neşeleri hüzne dönüşüyordu. Ailelerinden millerce uzak bir kıtada, yalnızlığın ve bilinmezliğin dayanılmaz ağırlığını hissetmeye başlıyorlardı yüreklerinde. Saatler sonra listenin tamamı okundu, gemiye binmeye hak kazananlarla geride kalan talihsiz gelin adayları belli olmuş, yazıhanenin önündeki kalabalık dağılmıştı. Acente müdürü masasının başına geçer geçmez orta yaşlı, siyah örtüler içinde yoksul görünümlü bir kadın ve beraberinde on beş yaşlarında, sarışın, mavi gözlü güzel bir Rus kızı geldi yanına. Müdür gelenleri tanımıştı, göz ucuyla baktı, umursamaz görünerek sordu kadına.
"Doktora gittiniz mi? Daha önce size bundan bahsetmiştim sanırım. Raporu getirebildiniz mi?"
Kızın annesi bir şey söylemeden masanın üzerine bir kâğıt bıraktı. Müdür raporu eline alıp dikkatle inceledi, birden gözleri parladı. Neşeyle gülümseyerek yerinden kalktı ve küçük kızın yanına gidip yanağından bir makas aldı.
"Olga, benim tatlı cadım! Bu raporla bilet paranı da ödemiş bulunuyorsun." Acente müdürünün keyfi yerine gelmişti. "Tamam, şimdi sana genç bir aday bulalım, ha ne dersin? Peki, buyurun oturun, oturun lütfen," Müdür, çekmeceden çıkardığı bir fotoğrafı kendisini mahcup bir gülümsemeyle izleyen küçük kıza doğru uzattı.
"Adı, Genadi Louisin." Fotoğrafı daha sonra kızın annesine gösterdi. Damat adayını beğeneceklerinden en ufak bir şüphe duymadığını gösteren, kendinden son derece emin bir tavırla devam etti. "Sadece otuz yaşında. Amerika'nın batı sahilinde demiryolu işçisi. Hele şunun gözlerine bir bakın. Yakışıklı kerata! Biz bu delikanlıyla yazıştık. 1922 yılı, Mayıs ayının ikisinde, yani bugün, saat tam on'da. Bu vakit Amerika'da gece yarısına tekabül ediyor. Pederle görüştüm, her şeyi ayarladım, Genadi'yle yapacağınız evliliğin ilk aşaması olan nişan yüzüğünü şimdi, burada takacağız parmağına."
Hızımı alamamış olmalıyım ki ara vermeden ikinci bir Lessing kitabıyla karşınızdayım. Yazarın Tenimin Altında isimli kitabı bana hiç yabancı gelmiyordu aslında. Pandemiden önceki yaz tatillerinin birinde, Foça'da kaldığımız bir ay boyunca sekiz kitap okumuş ancak hiçbirini bloga yazmamıştım. Tenimin Altında, o kitaplardan biri olabilir diye düşünüyordum. Doris Lessing bu kitabında soyağacından başlayarak doğduğu 1919 yılından 1949 yılına kadar kendi yaşamını detaylı bir şekilde anlatmış. Okumam bittiğinde kanaatim şuydu: Ya ben bu kitabı ilk kez okudum ya da ilk okumamdan geriye aklımda hiçbir şey kalmamış!
Bu, yazarın sıradan bir öz yaşam öyküsü değil, aynı zamanda anılarına, duygu ve düşüncelerine yer verdiği bir kitap. Kaleme aldığı otobiyografisinin ikinci cildi olan "Gölgede Yürümek" adlı eserinde ise, 1949-1964 yılları arasındaki yaşamını anlatmış.
Doris, kitabında, bahsi geçen şahısların artık hayatta olmadığından hareketle, olayları eğip bükmeden, gerçekleri olduğu gibi yansıttığını ifade ediyor. Maceracı kişiliğini ebeveynlerinden almış olmalı. Babası Birinci Dünya savaşında bacağını kaybetmiş, tahta bacakla İran'ın Kirmanşah bölgesindeki bir bankada çalışmaya başlıyor. Oradan bugün Zimbabwe olarak bilinen Güney Rodezya'da çiftlik kurup zengin olma hayallerinin peşine düşmüş. Annesi eğitimli ve varlıklı bir ailenin dinine, geleneklerine bağlı bir kızı. Doris'in otuz yıllık yaşamında hemşire olan annesinin etkisi yadsınamaz. Disiplinli, dediğim dedik bir kişiliği olan anne, sürekli hasta yatağında yatan bir baba arasında zor bir çocukluk geçiren yazar eskiden Rodezya'nın bir vilayeti olan Salisbury'de (Zimbabwe'nin başkenti Harare'nin eski adı) bir Katolik okuluna gönderilir. Annesi Protestan kızlarını Katolik yapacaklar endişesiyle okulu sıkı bir denetime tabi tutarken, bizim Doris orada ateist olup çıkar ve okulu terk eder.
Babası çiftlikte her yolu denediği halde dünyanın değişen koşullarına ayak uyduramaz ve zenginlik hayalini bir türlü gerçekleştiremez. En fazla orta sınıf bir koloni vatandaşı olarak hayatlarını idame ettirirler. Yaşam koşulları ağırdır, İngiliz kolonisi olan Afrika topraklarında ırkçılık almış başını gitmektedir. Nüfusu on kat fazla olmasına rağmen yerli siyahlar, yeni gelen beyazların doğuştan kendilerinden üstün olduklarına inandırılmış ve bu durumu kanıksamışlardır. Kendi bölgeleri dışında dolaşmalarına müsaade edilmeyen bu kişiler, karın tokluğuna beyaz efendilerine hizmet etmektedirler. Doris'in annesi muhafazakâr özelliğinin yanı sıra iyi bir kitap okuyucusu olup kızına bu özelliğini aşılamıştır. İran'da olduğu gibi her bulundukları yere kasalar dolusu kitap getirmeye devam etmişlerdir. Doris bir yandan annesinin baskısı diğer yandan iflah olmaz dik kafalılığı ve macera düşkünlüğü arasında gidip gelmektedir bu sıralar. İşte yazarın bu gamsız egosu Tigger karakteriyle sık sık okurun karşısına çıkmaktadır. Doris ne zaman bunalıma girse Tigger koyar ağırlığını ve onu güldürür, eğlendirir, her şeyi geride bırakıp kafasına göre hareket eder.
Anlaşılması zor bir karakter bu Doris gerçekten. Sevgilisi ve hayallerini gerçekleştirmek uğruna ilk kocasıyla birlikte iki küçük çocuğunu terk eder. Kocası olacak adam yıllar sonra yeni kurulan Zimbabwe'nin ilk adalet bakanı olacaktır. Doris ikinci evliliğini İkinci Dünya Savaşı yıllarında, Yahudi bir göçmenle yapar. Ondan bir çocuğu daha olur. İkisi yine pek anlaşamazlar ama belli bir süre dostça yürütürler evliliklerini. Bir yandan öyküler, romanlar yazmakla meşguldür. Yazdıkları pek tutulmaz, bazı öykülerini ise yırtıp atar. O sıralar komünizm yükselen bir trenddir. Parti, sendika ve dernek toplantılarında faal görev alırken bir yandan evli olduğuna aldırmaksızın hoşuna giden birçok erkekle birlikte olur. Öyle ki ikinci eşinden üçüncü çocuğuna hamileyken bile Cape Town'da hovarda bir ressamla ilişkiye girmekte sakınca görmez.
Çocuklarının aynı hastanede doğumlarından bahsediyor kitabında Doris, ancak bunun haricinde çocuklarına pek yer vermiyor. Üçüncü çocuğu diğerlerine göre biraz daha şanslı. Gölgede Yürümek adlı ikinci ciltte çocuğu sahiplenmek zorunda kalıyor. Çünkü ikinci kocası Doğu Almanya'ya dönüp orada gizli görevler alıyor. Doğal olarak karısı bile olsa (ki artık boşanmış durumda resmen) bir İngiliz ile ilişki kurmak pek hoş karşılanmaz komünist yönetim tarafından. Doris çocuğunu yanına alıp onu babasının yanına götürmeye niyetlenir fakat kocası sırra kadem basmıştır, onlara görünmez. Aradan birkaç yıl geçer ve adamın bir suikast sonucu öldürüldüğü haberi gelir. Bir rivayete göre Doris'in ikinci kocası ve üçüncü çocuğunun babası, KGB ajanıdır.
İşte böyle karmakarışık, fırtınalı bir hayat sürmüş Lessing. Gerek ailesi gerekse kendisi ve kocaları ırkçılığa hep karşı tavır almışlar. Siyahlara ılımlı davranmaları sebebiyle çevreleri tarafından eleştiriye hatta baskıya maruz kalmışlar. Bunlara böyle yüz verirseniz, yarın keserler bizi diye ikaz ediyorlarmış komşuları sürekli. Buna rağmen Doris, boy dedikleri uşaklarına, hizmetçilerine son derece nazik davranıyor, onlara diğerlerinin verdiği ücretin iki üç katını ödüyormuş.
Çeviri güzeldi, okumam beklediğimden uzun sürdü. Bazı bölümler bana biraz sıkıcı geldi. Özellikle bir anısından bahsederken orada geçen şahsı falanca öykümde/romanımda anlatmıştım şeklinde çok sayıda yaptığı atıfları gereksiz ve rahatsız edici buldum. Yazarın kişiliği, okumaya ve yazmaya olan tutkusu, İran ve Afrika'nın kendine has koşullarındaki yaşamı son derece ilginç. Çocukluğundan itibaren oluşan karakteri, değişen duygu ve düşünceleri, iki dünya savaşı arasındaki dönemin sosyo-ekonomik durumu hakkında bilgi sahibi olmak güzeldi. Fırsatını bulursam ikinci cildini de okumak isterim. Ben kitabı sevdim. Göğsümü gere gere tavsiye eder miyim? Meraklısına, evet ama bazıları için konu, anlatım dilinin akıcılığına rağmen biraz sıkıcı bulunabilir.
Sevgili DeepTonetarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm heyecanıyla devam ediyor. Önceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini buradabulabilirsiniz. Ağaç Ev Sohbetleri'nde bu haftanın konusunu sevgili DeepTone / Sade ve Derin belirledi:
"Filmler ve diziler neden bu kadar popüler?"
Bu haftanın sorusu gerçekten çalışmadığım yerden geldi fakat boş kâğıt vermek adetim olmadığı için bir şeyler karalamaya çalışayım yine. Şu sıralar film ve diziler gerçekten popüler mi bundan emin değilim. Günümüzde oldukça kaliteli filmler yapılsa da sinemaya ilginin eskiye kıyasla daha fazla olduğunu düşünmüyorum. Eskiden açık ve kapalı sinemalarda, daha sonra tek kanallı, siyah beyaz televizyon döneminde çok sayıda film izlerdik. Bana o zamanlar film ve diziler çok daha popülermiş gibi geliyor. İlerleyen zaman içerisinde TV'nin, sinemayı yerinden etmediğini gördük fakat internet çağı başladıktan sonra ise insanların ilgisi çok daha geniş bir alana yayıldı.
Biraz eskilere gidecek olursak, söz gelimi Kaçak, Küçük Ev, Tatlı Cadı, Bonanza, Dallas gibi diziler, internetin keşfinden önceki dönemlerde halkın yoğun ilgisine mazhar olmuşlardı. Bu dizilerin yayınlandığı saatlerde sokaklar boşalır, konu komşu, bütün ahali büyük bir heyecanla televizyon başında yerlerini alırdı. Dallas'ın JR'i, Bob'u, Sue Ellen'ı Lucy'sini hâlâ unutamam. Kaçak dizisinin sezon finalini dün gibi hatırlıyorum. Günlerce Dr. Richard Kimble bu kez yakayı ele verecek mi, yoksa yine şans eseri kurtulmayı başarabilecek mi diye tartışırdık. Bilmiyorum, yaşın bu işlerle ne kadar ilgisi var. Bugün aynı duyguyla takip ettiğim hiçbir dizi yok meselâ. Günümüzde, gençler arasında Kore film ve dizilerinin gençler arasında hayli popüler olduğunu biliyorum ancak bu durum önceki nesiller için geçerli değil.
Kaptan Cousteau'nun belgesel niteliğindeki maceralarını ağzı açık izlerdik bir zamanlar. Video çıktığında film kasetleri kiralanırdı. Şimdi hepsi demode oldu. TV bile izlenmiyor doğru dürüst. Netflix, Amazon, Blue TV ve Disney gibi kanallardan her türlü film ve diziye ulaşma imkânı var şimdi. İnsanlar yıllar önce izlediği filmin yönetmenini, oyuncularını hatırlayabiliyor, hangi film ne zaman vizyona girecek, hangi oyuncu magazincilere konu olmuş haberleri var. Bense hiçbir zaman ilgi duymadım böyle şeylere. Bu kötü bir şey mi, bende bir eksiklik yaratmış mıdır bilmiyorum. Eşim bu konuda iyidir meselâ. Dizi izlerken bazen sorar bana, bak şunu tanıdın mı diye. Özellikle kadın oyuncuları tanımakta zorlanırım, (erkeklerin hepsini şıp diye tanıyormuşum gibi algılanmasın lütfen) hepsi şekilden şekle girerler. Bir bakmışsın tamamen farklı bir insan olmuş, saçlarını kestirmiş, boyatmış, değişik bir makyaj yapmış falan. İmkânı yok, tanıyamam. Bana ısrarla iyi bak tanırsın dese de eşim, değişen bir şey olmaz. Oyuncunun adını zaten bilmiyorumdur, ama o bilir. Hani falanca dizide oynamıştı der, ipucu vermeye çalışır. Yine değişen bir şey yoktur. En sonunda dizinin adını söyler, o dizide aldığı rolü hatırlatır, ondan sonra düşer bende jeton. Bu işler sanırım biraz ilgi biraz da yetenek. Benim film ve dizi konusunda halimin nice olduğunu tahmin edersiniz artık. Ama bazen bir oyuncunun gülümseyişi, konuşması ya da mimikleri o kadar etkiler ki beni, onu hafızamın en derin yerinde saklarım. Bunun gibi istisnai durumlarda eşimi şaşırtmak fazlasıyla hoşuma gider. Kocaman bir aferin kazanırım karşılığında. Gerçekten de oyuncu rolü gereği inanılmaz şekilde tipini değiştirmiştir ama ben onun o özel, kendine has halinden yakalar, çıkartırım. Fakat yine de ismini bilmem imkânsızdır. Falanca dizide falanca rolde oynamıştı ya, işte o derim en fazla. Eşim bu konuda tam bir uzmandır. Oyuncu kendini ne kadar değiştirirse değiştirsin, onu ismiyle hatırlar, kim olduğunu bilir. Bazen emin olmak için internetten oyuncu kadrosuna bakar. Elbette tahmini doğrudur. Hatta o oyuncu ilk evliliğini kiminle yapmış, çocuğu var mı yok mu, yeni eşiyle ne zaman boşanmış, hepsini bilir. Oysa bildim bileli magazin dergisi girmez evimize, magazin haberlerini okuduğuna da rastlamadım. Ama o, merak eder işte, internetten buluyor sanırım bu bilgileri. Bana tuhaf geliyor bunlar, dizi film işte, otur izle, sana ne oyuncu kim, yönetmen kim, kim kiminle ne yapmış! Üzümü ye, bağını sorma! Ama sanırım esas tuhaflık bende.
Öyle olmadığını bilsem de, film ya da dizi izlemeyi zaman kaybı olarak değerlendirmişim gibi gelir bana bilinç altımda. Aslına bakarsanız böyle düşünmeme yol açan nedenler de az değil. Bazı diziler tuttuğunda, sakız gibi uzatırlar konuyu. Bir olay olmuştur sözgelimi: Adam kadına bakar, kadın adama, dakikalar boyu öylece bakışıp dururlar. Tamam yeter dersin, filmin yarısı bu bakışmayla geçiyor. Bu yüzden diziler, saat 21.00 de başlar, gece yarısında ancak biter. Kaliteli olanlar var tabii aralarında. Özellikle Deep'in bana önerdiği yabancı dizileri soluksuz izledim ve çok beğendim. Deep dedim aklıma geldi. Nöbetçi Ağaç Ev Sohbetleri konu belirleyicisi olarak bayram, tatil demeden organizatör sorumluluğunu yerine getirdiği için teşekkür ederim. Kurban kesmeyip onun yerine siz okurcuklarımı bu yazıma kurban ettiği için bir kez daha teşekkürlerimi sunuyorum kendisine.
Diğer taraftan bazı film tavsiyelerini blog arkadaşlarımdan alıyor ve izliyorum. Anime, Kore, Malezya, Hindistan, İran (sanırım hepsi şark tarafı oldu) filmleriyle dizilerinden pek haz almıyorum genelde.
Soruya dönecek olursam film ve diziler hakikaten popüler olsa bile bunlardan hayli uzak kaldığımı kabul etmek zorundayım. Bu durum popüler kültüre mesafeli duruşumdan olabilir mi? Bkz. broken consolation: züğürt tesellisi