KATEGORİLER

7 Aralık 2022 Çarşamba

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 172

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm heyecanıyla devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusu, Sade ve Derin / DeepTone'dan geliyor:

"Eskiden anlamadığınız ama şimdi anladığınız bir şey var mı?"

Mesleki bilgilerim dışında bir şey gelmiyor aklıma. Fakat soruyu eskiden anladığınızı sandığınız ama şimdi "gerçekten" anladığınız bir şey var mı şekline getirirsek muhtemelen epey şey çıkar. Zira insan her şeyi anladığını sanır fakat gerçeklerle yüzleşmediği takdirde yanıldığını anlayamaz. Aldanmaya müsait varlıklarız. Bazen tesadüfen bazen öğrenerek, bazen de zamanla ne kadar yanıldığımızın farkına varır ve gerçeklerle tanışırız. Kuşkusuz hepimiz gerçeğin peşindeyiz fakat gerçeğin ne olduğunu bile anlamış değiliz. Sadece ben değil, tüm insanlık varoluş nedenini, uzayın ve zamanın sonsuzluğunu anlama seviyesinde değil. Bunlara kendince cevap bulanlar arasında dahi bir fikir birliği yok. İnanç sahipleri, her şeyin sahibi, kudretli bir yaratıcının varlığı konusunda birleşirler ancak kafalarındaki tanrı hayali birbirini tutmaz. Tanrı mefhumunun insanın idrak kapasitesi üzerinde olduğunu iddia ederler ki bu onu anlamayı daha da güçleştirir.

Bilmek herhangi bir konu hakkında başlangıç, anlamak ise o konuda uzmanlaşmaktır. Anlamak, bilmekten çok daha derin bir seviye gerektirir. Bir şeyi anlamak uzun zaman alabilir; oysa bilgi daha erken edinilebilir. Anlama konusu beyinde işlenir, bir kişinin, nesnenin, olayın ya da başa çıkılması gereken kavramların üzerinde düşünme gerektiren bir süreçtir. İşte yukarıda bahsettiğim anlaşıldığı sanılan pek çok şey bilmek şeklinde tezahür eder çoğu zaman. Ben burada size eskiden anladığımı sandığım (aslında anlamadığım) ve bir zamanlar küstah bir tavırla bildiğimi iddia ettiğim ancak daha sonra okuyarak, öğrenerek, tecrübe ederek ve aklımı kullanarak anladığım kanaatine vardığım bazı örnekler verebilirim. Bu yanılgılardan çoğunun aileden, okuldan ve çevreden edindiğimiz bilgilerden kaynaklandığı aşikâr.

Ancak bu vereceğim ilk örnek ne aileden, ne okuldan ne de çevreden kaynaklı. Üniversitenin son yılına kadar patlıcan sebzesinin dahil olduğu hiçbir yemeği ağzıma koymazdım. Bugün patlıcanın girdiği tüm yemeklerin muhteşemliğini geç de olsa anladığım için bahtiyarım. 

"Demokrasi halkın egemenliğine dayanan, halkın kendi kendisini yönettiği bir yönetim sistemidir." Evet, düzenin nasıl işlediğini öğrenene dek demokrasinin halkın egemenliği olduğu safsatasına inanıyordum. Şimdi demokrasinin eğitimsiz toplumlarda büyük bir kandırmacadan ibaret olduğunu anlamış bulunuyorum. Yaklaşık 2500 yıl önce antik Yunan filozofu Platon'un "eğitimsiz kitleler demokrasiyle diktatörlerini seçer" sözünün yanı sıra Hitler'in iktidara gelişi ve bugün ülkemizde yaşadığımız durum bu kanaate varmam için yeterli sanırım.

Yobaz olmayan ancak dinine bağlı bir ailede büyüdüm. Din, vatan, bayrak, ezan, şehit gibi kavramların bir anlamı vardı çocukluk hatta gençlik yıllarımda, her birinin kutsallığına inanır, saygı gösterirdim. Bugün bütün bunların birer sömürü aracı olarak kullanıldığını ve içlerinin boşaltıldığını anlamış bulunuyorum.

İnsanların dış görünüşüne bakıp sözlerine inanırdım, bu kadar egoist, çıkarcı, yalancı olabileceklerine ihtimal vermezdim. Artık şeytanın, insanın yaptığı kötülükler karşısında, daha beterini yapamam diyerek dünyayı terk ettiğini düşünüyorum. Anladığım kadarıyla bu böyle...      

Bir konu daha var ki, inanç sahiplerini üzmek istemem fakat düşüncemi saklarsam riyakârlık edeceğimi biliyorum. Üniversitenin ilk yıllarına kadar dinimi cansiperane savundum. Kutsal kitabı Arapça olarak okuyordum. Birileri çıktı karşıma, yahu dedi, senin kutsal bellediğin kitap kadınlarınızı dövün diyor. Yok dedim, vallahi inanmam! Aldım Türkçe mealini, tefsirini okudum. Yine inanmadım, dış güçler bana farklı bir kaynak vermiş olmalılar, dedim. Başkalarına baktım, üç aşağı beş yukarı aynı. Sadece bu mu daha başka neler neler okudum ve şaşkına döndüm. Yok dedim, olamaz dedim, bu kitabın her şeye gücü yeten bir yaratıcı elinden çıkmasının mümkün olmayacağını anladım. Elbette daha sonra bu anlayışım cennet, cehennem, erkeklere verilen huri tasvirleri, hadis ve menkıbelerden öğrendiklerimle perçinlendi.

Okul çağlarında edebiyat bana o kadar fuzuli bir uğraş gelirdi ki! Değerli eşimin edebiyatçı olması sayesinde kitap okumanın değerini anladım. Dünyaya, hayata bakış açım değişti.

6 Aralık 2022 Salı

YERALTINDAN NOTLAR - FYODOR DOSTOYEVSKI

Kitabın Adı: YERALTINDAN NOTLAR

Yazar: Fyodor Mihayloviç DOSTOYEVSKI

Sayfa Sayısı: 151

Yayınevi: Türkiye İş bankası Kültür Yayınları

Çeviren: Nihal Yalaza TALUY 

Türü: Roman

Yeraltından Notlar kitabında, Dostoyevski toplumun aydın kesimlerine ve düzene karşı bir nevi meydan okuyor. Rus yazarın Suç ve Ceza, Karamazov Kardeşler gibi dev eserlerinin bir  habercisi olarak kabul edilen bu kısa romana uzun hikâye olarak da kabul edilebilir aslında. Konusu, St. Petersburg'da yalnız başına yaşarken varoluş krizleri içinde debelenen kırk yaşındaki bir memurun bilinçaltında oluşan çatışmalarının dışavurumu şeklinde özetlenebilir. 

Fyodor Dostoyevski'nin bir kez daha gönlümü fethettiğini söylemekle başlayayım satırlarıma. Romanın baş kahramanı olan isimsiz şahıs, aynı zamanda baştan sona tek anlatıcı. Yazar, bu kahramana bir isim verseydi eğer, muhtemelen Bazarov ya da Oblomov gibi akıllardan silinmeyecek bir karakter çıkardı ortaya. Kitabın adı, legal olmayan, gizli bir takım entrikaları çağrıştırsa da, önce şu "yeraltı" sözcüğüne açıklık getirmekte fayda var. Yazar "yeraltı" sözcüğüyle roman kahramanının iç dünyasını, bilinçaltını kastederken, insanın dışa açılan yüzü için ise "canlı hayat" sözcüğünü kullanıyor. 

Kahramanımız çevresiyle uyum sağlayamadığı için kendini yalnız hisseden, kompleksli, sık sık hezeyanlar geçiren arızalı bir tip. Bunun kendisi de farkında aslında. Daha kitabın başında şu sözlerle belli ediyor kendini.

"Ben hasta bir adamım... Kötü bir adamım. Suratsız bir adamım ben. Galiba karaciğerimden zorum var. Doğrusu hastalığımın ne olduğunun da farkında değilim ya, hatta neremin ağrıdığını bile iyice bilmiyorum."

Adamcağız bir bakıyorsunuz değişiyor, benim neyim eksik havasına girerek az önce dediklerinin aksi bir düşünce içerisinde buluyor kendini. 

"Kendimi daima etrafımdakilerin hepsinden akıllı sayar, hatta inanır mısınız, bazen de bu yüzden utanç duyardım. Zaten hayatımda kimsenin yüzüne doğruca bakamaz, hep bakışlarımı kaçırırdım."

Yazarın her cümlesinden büyük keyif alıyor insan. Roman iki bölümden oluşuyor. İlk bölümde kahramanımız büyük bir içtenlikle okuru karşısına alarak içini dışını döküyor. Böylelikle kafasında neler döndüğünü, nasıl biri olduğunu yani hem içini hem dışını anlatıyor. İkinci bölümde ise yaşadığı bir olaydan bahsediyor. Açık söylemek gerekirse ilk bölümde nasıl bir adam bu, bir dediği bir dediğini tutmuyor diyerek anlamaya çabaladım. Öyle ki, bir şeyler anlatırken okurla diyaloga geçip, inandınız mı bu söylediklerime, elbette öyle değil, sizi kandırdım ben diyecek kadar kafa buluyor. 

Roman sadece komik yanları olan sıradan bir kitap değil. Aforizmalarıyla, felsefi, sosyolojik, siyasal ve psikolojik yönleriyle insanı düşünmeye sevk eden muhteşem bir eser. Toplumun ve tabiatın insana biçtiği role isyanını varoluşçu fikirlerle ortaya koyuyor aynı zamanda. 

"Doğa size danışmaz; beğenmediğiniz, şahsi istekleriniz ona vız gelir... Hey Tanrım, ya herhangi bir sebeple bu kanunlarından, iki kere iki dört etmesinden hoşlanmıyorsam, tabiat kanunlarından, iki kere ikinin dört etmesinden bana ne? Şüphesiz böyle bir duvarın hakkından gelmeye gücüm yetmezse boşu boşuna yırtınacak değilim, ama karşımda gücümün yetmediği bir taş duvar var diye büsbütün boyun eğmeye de razı olamam.

İnsanda tekrar tekrar okuma hissi uyandıracak böylesine bir kitapla karşılaştığımı hatırlamıyorum. Roman aynı zamanda pek çok tiyatroya konu olmuş, filmleri çekilmiş. Kitabı okuduktan sonra Zeki Demirkubuz'un yönettiği, başrolde Engin Günaydın rol aldığı 2012 yapımı filmi de beğenerek izledim fakat kitabın yeri bambaşkaydı elbette.

İkinci bölümde nadiren görüştüğü bir arkadaşını ziyaret eder kahramanımız. Orada tanıdığı birkaç arkadaşı daha vardır. Sohbet sırasında ortak arkadaşlarına sürpriz bir veda yemeği vermeye karar verirler. Kahramanımız zorla da olsa bu yemeğe davet ettirir kendini. Zorla diyorum çünkü arkadaşları onun arızalı bir tip olduğunu ve yemeğin tadını kaçıracağını az çok tahmin etmektedirler. Nitekim yemekte beklendiği üzere bizimki biraz da alkolün etkisiyle sapıtır. Arkadaşları onu restoranda  bırakıp bir randevuevine gitmek üzere yanından ayrılır. Adamımız hayal meyal gidecekleri yeri hatırlamış ve bir arabaya atlayıp peşlerine takılmaya karar verir. Gittiği yerde arkadaşlarını göremese de orada çalışan bir fahişeyle aralarında hayata dair ilginç diyaloglar gelişir. Sabaha karşı kadının yanından ayrılırken ona adresini bırakır. Kahramanımız bir yandan kadının kendisini ziyaret etmesini beklerken bir yandan içinde bulunduğu sefil durumunu göstermek istememektedir. 

"Bütün bu yazdıklarımın tatsız bir etki yaratacağından eminim, zira hepimiz yaşamla bağını az ya da çok kaybetmiş, kör topal idare eden insanlarız. Hatta "canlı hayata" karşı adeta tiksinti duyuyor, bize hatırlatılmasına dahi katlanamıyoruz. Öyle bir hale gelmişiz ki, gerçek "canlı hayat" bize adeta bir iş, bir ödev gibi görünüyor, onu kitaptan öğrenmeyi yeğliyoruz."

Son olarak çevirinin başarılı olduğunu belirterek yazımı tamamlarken klasik meraklılarına bu kitabı okumalarını şiddetle tavsiye ediyorum.

30 Kasım 2022 Çarşamba

YERYÜZÜNE DAYANABİLMEK İÇİN - TEZER ÖZLÜ

Kitabın Adı: Yeryüzüne Dayanabilmek İçin

Yazar: Tezer ÖZLÜ 

Sayfa Sayısı: 165

Yayınevi: Yapı Kredi Yayınları

Türü: Deneme

Tezer Özlü sevdiğim bir yazar. "Yeryüzüne Dayanabilmek İçin" kitabı, kargoyu bedavaya getirebilmek için ilk kez internet üzerinden toplu sipariş ettiğim yedi kitaptan bir tanesi. O zaman sadece yazarın ve kitabın adına bakıp seçmiştim. Eğer kitapçıdan almaya kalksaydım, içini şöyle bir karıştırır, sonra içeriğine bakıp muhtemelen vazgeçerdim. Kitap, yazar Tezer Özlü'nün ölümünden sonra, gazete ve dergilerde yayımlanmış sanatsal yazılarından bazılarının kardeşi Sezer Duru tarafından derlenerek hazırlanmış. Başta Franz Kafka olmak üzere Cesare Pavase, Stefan Zweig, Sevgi Soysal gibi yazarlar hakkında Özlü'nün değerlendirmeleriyle başlıyor kitap ve yazarın katıldığı fuar ve festivallere ilişkin dünya edebiyatı, sinemayla ilgili izlenimleri ve eleştirileriyle devam ediyor. 

Yazar, yaşamının bir bölümünü geçirdiği ve diline son derece hakim olduğu Almanya'da süregelen sanatsal ve kültürel etkinlikleri ülkemiz okurlarına aktarırken iki ülke arasındaki farkı gözler önüne seriyor.

Tezer Özlü'nün daima intiharı düşünen karamsar bir yazar olduğuna inanmıyorum. Tam aksine şöyle diyor kitabın ilk sayfalarında:
"Aslında kuzeyi, güneyi, kuzeybatıyı ve geçmiş bütün zamanları, burada, Akdeniz duyarlığı içinde ve bu üçüncü dünya ülkesinde yaşamak mutluluğuna ermiş, otuz yıllık yaşamlarına bir asrın olayları sığdırılmış ender mutlu insanlardan biri sayıyorum kendimi. Her olaydan ve her sıkıntıdan çok şey öğrenileceğine inanıyorum." Bu sözlerle hayata bağlılığını ortaya koyan Tezer, İsviçre'nin bir dağ köyünde hayatı boyunca İtalya'ya bile inmemiş, öyle havaya, göle, ineklere ve çayırlara bakan insanların yaşamını mutluluktan saymadığını anlatıyor kitapta.

Yazmak bir tutku Tezer Özlü için. Neden yazılır sorusuna şöyle cevap veriyor bir yazısında. 
"Dünya acılı olduğu için yazılır. Duygular taştığı için yazılır. İnsanın kendi zavallılığından sıyrılması çok güç bir işlemdir. Ama insan bir kez bu zavallılıktan sıyrılmaya görsün, o zaman yaşamı kendi egemenliği altına alabilir. İşte böylesi bir egemenliği bir iki kişiye anlatmak ya da kendi kendine kanıtlamak için yazı yazılır." Tezer Özlü konuya ilişkin son cümlesinde "Yaşamla ve ölümle hesaplaşmak için yazıyorum" diyor. 
          
Başta Almanya'nın Berlin şehri olmak üzere İsviçre Locarno ve Cannes film festivalleri, kitap  fuarları, ödül kazanan yönetmenlerle, yazarlarla yapılan söyleşiler, eleştiriler, oyuncular kitabın büyük bir kısmını oluşturuyor. Özellikle yönetmen ve yazarların doğum tarihlerinin 1930'lu yıllara denk gelmesi günümüz sanatından ziyade tarihsel bir süreci göstermesi bakımından ilginç Gerek ödül alan filmler, yönetmenler ve oyuncular ilgi alanım olmadığı için pek aklımda yer etmedi. Okuyup geçtim. Ancak özellikle Almanya'daki yayınevi ve sahne sayılarının o tarihlerde ülkemizdekilerle mukayese edilemeyecek kadar fazla olduğunu dile getirmiş olması aradan geçen kırk yıldan sonra iki ülkenin gelişme düzeyindeki farkı da ortaya koyuyor bir bakıma.

"İnsanlar ve politikacılar kendi yarattıkları sistemin tutsağı oldular." diyen Sovyet yönetmen Andrei Tarkovski, aslında kolay kolay röportaj vermeyen biri. Fakat nasıl olduysa 1983'un kasım ayında gazeteci ve psikiyatrist Irena Brezna kendisinden bir randevu kopartmayı başarıyor. Tezer Özlü, gazetecinin güncel feminizmi vurgulayan sorulara katılmadığını belirtirken Tarkovski'nin yanıtlarını Türk okuru için ilginç bulduğunu söyleyerek dilimize çevirmiş. Gerçekten de kitabın en çok beğendiğim bölümlerden biri de bu diyebilirim. Muhteşem bir röportaj olmuş ikisi arasında.

Kitabın tamamı bana hitap etmedi fakat içeriğinde beğenerek okuduğum bölümler, film festivalleri, kitap fuarları hakkında genel kültür adına faydalandığım kısımlar vardı. Özellikle film sanatına ve kırk yıl öncesinin ikinci dünya savaşını yaşayan, yaşarken de ülkeden ülkeye göçmek zorunda kalmış, bu yüzden de kendilerini dünya vatandaşı gören yazarları, yönetmen ve oyuncuları merak edenler kitaptan daha çok hoşlanacaklardır. 

28 Kasım 2022 Pazartesi

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 171

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm heyecanıyla devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusu, Sade ve Derin / DeepTone'dan geliyor:

"Olsaydı veya olursa, evrenin neresine gitmek isterdiniz, istersiniz?"

Gerçekten olabilir mi bu? Sevgili Deep fantastik konulara çekmeye çalışıyor beni. Peki o zaman, varsayalım bu mümkün. Nasıl mı? Işınlamayla tabii. Sinek filmindeki gibi gireceksin bir kabine, verilen uzay koordinatına göre evrenin herhangi bir köşesine gidebileceğiz diyelim. Deep evrenin ucuna gidip evreni balon gibi patlatacağını düşlemiş. Bilinen en uzak yıldız dünyadan ne kadar uzak biliyor musunuz? Hubble teleskobu, dünyadan 12,9 milyar ışık yılı uzaklıktaki Earendel yıldızını keşfetmiş. Yani söz konusu yıldızın dünyamıza gönderdiği ışık, 12,9 milyar yıl öncesine ait. Şunu da unutmamak lâzım, evren sürekli genişlediği için bugün Earendel yıldızı dünyamızdan tam 28 milyar ışık yılı ötede. Demek istediğim uzay sonsuz, evrenin ucu bucağı yok. Kara delikler belki başka evrenlere birer geçiş yolu, girişini bilsek bile çıkışı hakkında en ufak bir fikrimiz yok. 

Uzayın herhangi bir yerinde canlı hayatın olabileceği teorik olarak mümkün demiştik. Bu dünyayı bırakıp başka dünyalar aramak için pek çok nedenimiz var aslında. Işık hızıyla yol alsak bile (daha büyük hızlar bilimsel açıdan olanaksız) milyarlarca yıl sürecek yolcuğa ömrümüz kifayet etmez. Gerçi, ışık hızında zamanın duracağından da söz edilmiyor değil ama yine de çetrefilli bir iş. Neyse, ışınlanma tek çözüm olarak görünüyor. Peki, madem çok nedenimiz var bu dünyayı terk etmeye, gideceğimiz yerde ne var biliyor muyuz? Bilmediğimiz bir yere gitmeyi istemek ne kadar mantıklı. Yine sorun çıkaran değil, çözüm odaklı çalışıp hayal kurmaya devam edelim. Hadi diyelim ki, muazzam bir yer keşfettik. Herkes barış ve refah içinde yaşıyor. Kötülük diye bir şey söz konusu değil. Adaletin hüküm sürdüğü sömürünün bulunmadığı, canlıların birbirine karışmadığı ve eşit haklara sahip olduğu, ihtiyaçlarını fazlasıyla gördüğü bir yer. Bir bonus daha ekleyelim. O keşfettiğimiz gezegende yaşayanlar ebedi yaşamın sırrını çözmüş olsun. İçinden balların aktığı, gölgelikli, bol hurisi olan cennet gelmesin hemen aklınıza. Cenneti hacı hocalar doldurmuş çoktan. Burası bütün sanat dallarıyla, bilim adamları, filozoflarla dolu bir yer. Doğa, kendisine zarar verilmediği için her türlü olanağı sunmuş üzerinde yaşayanlara. Hastalıklar, kadına şiddet, ırkçılık, sakat doğumlar, sınıfsal ayrılıklar yok. Cennetten daha güzel bir yer yani. Böyle bir yer olabilir mi? Velev ki olsun. Fantezide sınır tanımıyoruz nasıl olsa. İşte öyle bir yeri bulursam bir an durmaz giderim.

BLOGGER KİTAP KULÜBÜ (BKK) - KASIM (3. AY)

Babalar ve Oğullar - Ivan Sergeyeviç TURGENYEV


Çeviren: Ergin ALTAY

Yayınevi: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

Sayfa Sayısı: 260

Blogger Kitap Kulübünün saygıdeğer üyeleri, değerli okurlar: "she is the man" arkadaşımızın kurduğu Blogger Kitap Kulübünde bu ay, sevgili "Şule Uzundere" arkadaşımız tarafından önerilen Ivan Sergeyeviç Turgenyev'in "Babalar ve Oğullar" romanını değerlendirip tartışacağız. Aralık ayının BKK ev sahibi, "she is the man", arkadaşımızın seçtiği kitap ise, yazar Daniel Keyes'in "Algernon'a Çiçekler" adlı romanı. Kulüp üyelerine ve bütün kitapseverlere iyi okumalar dilerim. 

Rus yazar, Ivan Sergeyeviç Turgenyev (1818-1883) soylu bir ailenin çocuğu olarak Oryol'da doğdu. Süvari albayı bir baba ile okumuş, eğitime, kültüre düşkün fakat oldukça sert mizaçlı, arazilerinde çalışan 5.000 kadar toprak kölesini kırbaçlatacak kadar acımasız bir annenin oğludur. Turgenyev 9 yaşındayken ailecek Moskova'ya göçerler. Burada özel okullarda özel öğretmenlerden ders alır, Almanca, Fransızca ve İngilizceyi ana dili gibi öğrenir. Moskova ve Petersburg üniversitelerinde eğitim alarak felsefe bölümünü bitirir. Çevresini oluşturan insanlar genellikle toprak köleliğine karşı duran, aydın kesimdendir. İlk ciddi çalışmalarına 1842 yılında başlar. Puşkin'in ortaya attığı ve Gogol'un geliştirdiği gerçekçilik akımında eserler vermeye başlar. 1852 yılında Gogol'un ölümü üzerine yazdığı bir yazı sansüre uğrar ve bu nedenle bir ay hapis yatar, bir yıl da polis gözetiminde yaşar. Dönemin ünlü Rus yazarları Tolstoy ve Dostoyevski ile inişli çıkışlı ilişkileri vardır. Soylu çevrelerde Turgenyev bu ikiliden daha fazla tanınmaktadır. Tolstoy'la uzun bir küslük dönemine rağmen birbirlerinden beslenirler. Oysa Dostoyevski'yle aralarında ciddi fikri uyuşmazlıklar vardır. Turgenyev zengin, iyimser, Alman hayranı liberal bir batıcı, Dostoyevski borç içinde yüzen, pesimist, koyu bir Rus milliyetçisidir. Dostoyevski'yle, her zaman makul ve mantıklı olan Turgenyev, her bakımdan birbirine zıt iki karakterdir.      

Babalar ve Oğullar kitabına başlamadan evvel konunun kuşaklar arası bir çatışma üzerine kurgulandığını az çok tahmin ediyordum. Rus klasiklerini sevdiğim için Turgenyev'in bu eserinden de  zevk alacaktım şüphesiz. Özellikle, Ecinni adlı romanındaki anarşist yazar karakteriyle üstü kapalı bir şekilde yazarı hicveden Dostoyevski ile aralarında süregelen fikir ayrılıkları ilgimi çekmişti. Eser, Rusya'nın bir kasabasında, ülkede yapılan toprak reformunun hemen ardından, 1859 yılındaki aristokrat aileler ile batılı eğitim alarak radikal fikirlere sahip olmuş çocukları arasında ortaya çıkan anlayış farklılıklarını konu etmekte. Çarlık Rusya'sında gençler arasında hayli taraftar bulan Nihilizm akımı, gerek devlet yönetimi gerekse toplum ve aile için ciddi bir tehlike olarak değerlendirilmiştir.

Okuması kolay ve zevkli, karakterleriyle akılda kalıcı bir kitap Babalar ve Oğullar. Özellikle nihilist bir genç olan Bazarov karakteri okurun hafızasında yer bırakacak cinsten. Nihilizm hakkında yüzeysel bilgilerimi biraz derinleştirdiğimde aslında söz konusu akımın sadece "her şeyi boş vermek", "tüm sorumluluklardan kurtulmak", "her şeyin değersiz olmak" demek olmadığı sonucuna vardım. Nihilizm, tam aksine her şeyin anlamını arama, pozitif bilimler doğrultusunda nedenler üzerine, araştırma ve keşfetme felsefesi. Nihilizm, en basit anlamıyla gerçekçilik ve pozitif bilimlerin ihtiyaç duyduğu şüphe ve kanıtlama içeren bir düşüncedir. Bu akımın temsilcilerinden Arthur Schopenhauer ve Friedrich Nietzsche'nin varoluş ve insana dair diğer fikirleri bana her zaman yakın gelmiştir. Bununla birlikte Turgenyev'in nihilist Bazarov karakteri Dostoyevski'nin söylediği gibi "uydurma bir karakter" izlenimi bıraktı bende. Sözgelimi Nietzsche, sanatı felsefeden daha çok önemserken Bazarov sanatı küçümsemekten kaçınmamıştır. Ayrıca kendi ailesine olan nobran davranışları ve romantizmi reddetmesine karşın şıpsevdi bir karaktere bürünmesiyle ortaya çıkan kişilik çatışmaları dikkatimi çeken konular oldu. Genel olarak yazarın tasvirlerini, diyaloglarını ve dile getirdiği aforizmaları çok beğendim. Diğer taraftan Bazarov'un beklenmedik ölümü ve bir bakıma aşk nedeniyle düştüğü ruhsal durum dönemin siyasi otoriteleri tarafından yapılan baskıların sonucunda yazar tarafından değiştirilmiş olabilir mi sorusunu getirdi aklıma. Zira romanın sonunda nihilizmin çöküşü gösteriliyor okura. Bu yüzden romanın sonunda bir eksiklik hissi uyandırdı bende.

Hikâyeye gelince; Yevgeniy Vasilyiç Bazarov, nihilist görüşe sahip, tıp öğrencisi zeki bir genç. St. Petersburg Üniversitesinden yeni mezun olan yakın arkadaşı Arkadiy Nikolayeviç Kirsanov'la birlikte Arkadiy'in babası Nikolay Petroviç'in evine geliyorlar. Mülk sahibi, liberal, demokrat görüşlü Nikolay, aristokrat bir asker emeklisi olan ağabeyi Pavel ile birlikte yaşamını sürdürmektedir. Çiftlik evinde hizmetçiler, uşakların yanı sıra pek ortalarda görünmesi istenmeyen Nikolay'ın kapatması Feniçka adında güzel bir kadın ve onun Nikolay'dan olma gayri meşru küçük bir çocuğu var. Arkadiy, aldığı batı eğitimi sayesinde muhafazakâr görüşten sıyrıldığı için babasını cesaretlendirerek yasa dışı bu ilişkiye sıcak bakar ve Feniçka'yla sıcak bir iletişim kurar. Bazarov, arkadaşının babası Nikolay'ı, savunduğu düşüncelere toleransından ötürü kabullenmiş olsa da, Arkadiy'in amcası, mevcut düzeni katı bir şekilde savunan Pavel'den hoşlanmaz ve birbirlerine karşı nefrete dönecek sert fikir tartışmalarına girerler. Bu tartışmalarda Arkadiy zaman zaman Bazarov'un nobran tavırlarına karşı zaman zaman arkadaşına sitem etse de genellikle akıl hocası arkadaşının yanında yer alır.

Pavel'in Bazarov'a cevabı:

- Bravo, bravo! Duyuyor musun Arkadiy... Çağdaş gençlerin nasıl konuşması gerektiğini öğren! Böyle düşünürseniz, gençler sizin arkanızdan nasıl gelmesin? Eskiden okuyup öğreniyorlardı gençler; çevrelerinde cahil tanınmak istemediklerinden, ister istemez öğrenmeye çalışıyorlardı. Ama şimdi şöyle demek yeterli oluyor onlar için: "Dünyada her şey saçma!" Bu kadarla iş bitiyor! Tabii bundan keyif alıyor gençler. Eskiden de saçmalayanları vardı kuşkusuz, ama şimdi nihilist olup çıktılar.

Bazarov, Arkadiy'e şöyle sesleniyor:

"Şöyle düşünüyorum: Bak, şu saman yığınının yanında uzanmış yatıyorum... İşgal ettiğim yer öylesine küçücük, evrende bulunmadığım ve umurunda bile olmadığım alanın yanında öylesine ufacık, yok sayılacak kadar küçük ki... Ve yaşayacağım zaman dilimi benim bulunmadığım ve bulunmayacağım sonsuz zaman yanında öylesine az ki... Oysa bu atomun, bu matematiksel noktanın içinde kan dolaşıyor, bir takım istekleri var... Ne kepazelik, ne saçmalık!"

Bana göre romanın ikinci önemli kahramanı orta yaşlarda, varlıklı bir dul olan Anna Sergeyevna Odintsova'dır. Bazarov'un kendini beğenmiş züppe öğrencisi Victor Sitnikov, nihilist arkadaşları, güzel, süslü bir kadın olan Kukşina'ya götürür ve onun sayesinde katıldıkları baloda Odintsova'yla karşılaşırlar. Güzel bir kadın olan Odintsova, Bazarov'dan etkilenir ve gençleri malikânesine davet eder. Bazarov ve Arkadiy kadının ilgisinden memnun kalırlar. Nihilist fikirlere sahip Bazarov ile yerleşik düzeni savunan Odintsova arasında uzun fikir tartışmaları yaşanır. Hararetle savunduğu ideolojiye göre romantizm ve aşk ilişkilerinden kendini uzak tutması beklenen Bazarov kısa süre sonra aşka yenik düştüğünü fark eder. Odintsova da Bazarov'a karşı boş değildir. Fakat genç adamın kendisine rahat bir hayat vaat etmediğini gören Odintsova beklenenin aksine bir tutum sergileyerek Bazarov'la sadece dost kalmayı tercih eder. Bu durum Bazarov'u yalnızlığa ve kendi içinde çatışmaya iter. Bir yanda savunduğu fikre ters bir davranış içerisine girmesi diğer yanda üstesinden gelemediği tutku arasında bocalamaya başlar. Öyle ki, arkadaşı Arkadiy'in Odintsova'yla iş çevirdiğini düşünerek ondan bile şüphelenir bir ara. Bu yüzden araları açılır. Oysa Arkadiy, Odintsova'nın birlikte yaşadığı kız kardeşi Katya'ya aşık olmuştur. Arkadiy ile Katya, benzer kişilik özelliklerine sahip oldukları için ilişkileri sorunsuz devam eder. İki güçlü kişiliğe sahip Bazarov ve Odintsova çiftinde ise kaybeden Bazarov olur. 

Bazarov - Tek tek insanları incelemek için emek harcamaya değmez.... İnsanlar bir ormandaki ağaçlar gibidir; hiçbir botanikçi her akağaçla teker teker ilgilenmez.

Odintsova - ... Şu halde, size göre aptal insanla akıllı insan arasında, iyi insanla kötü insan arasında bir fark yok, öyle mi?

Bazarov - Hayır, bir fark var: Hasta insanla sağlam insan arasındaki gibi bir fark. Veremli birinin ciğerleri, yapıları aynı da olsa sizinkiyle bizimki gibi değildir. İnsan vücudundaki illetlerin nedenlerini aşağı yukarı biliyoruz; manevi hastalıklar ise kötü eğitimden, küçük yaşlardan itibaren insanların kafasını dolduran her türlü ıvır zıvırdan, kısacası toplumun rezil durumundan kaynaklanmaktadır. Toplumu düzeltirseniz, hastalıklar da olmayacaktır.

Bazarov bir süre ağırlandığı ve tekrar ziyareti beklenerek uğurlandığı Odintsova'nın malikânesini boynu bükük terk ederek Arkadiy ile birlikte babasının evine gider. Babası, Vasilyev Ivanoviç Bazarov, emekli bir askeri hekimdir. Eğitimli, kültürlü biri olmasına rağmen kırsal bölgede tecrit hayatı yaşadığından modern düşünceden ve yeni ortaya çıkan fikirlerden uzaktır. Geleneklerine sadık ve Tanrıya bağlılığını açık bir şekilde gösteren biridir. Annesi de tıpkı babası gibi, geleneklerine bağlı, köklü bir aristokrat aileye mensuptur. Efsanevi ve hayal mahsulü hikâyelere inanan dindar Ortodoks bir Hıristiyan olan anne çocuğuna olağanüstü, derin bir sevgi beslemekte, oğlunun Tanrı tanımaz fikirleri karşısında dehşete düşmektedir. Hem annesi Irina'dan hem babası Vasilyev'den şefkat, aşırı sevgi ve olağanüstü ilgi gören Bazarov ise ebeveynlerine karşı son derece soğuk ve ilgisizdir. Yanlarında fazla kalmaz Bazarov, arkadaşı Arkadi'lerin çiftlik evine gitmek üzere ailesinin yanından ayrılır. Kafasından Odintsova'yı atamamaktadır. Arkadiy'in teklifini gönülsüz görünerek kabul eder ve yol üstündeki Odintsova'nın malikânesine uğrarlar. Bu kez açıkça aşkını ilân eden Bazarov, yine karşılık göremeyince kaderine razı olur. Arkadiy ise, Katya'yla birlikte evlenmeye karar verirler.

Arkadiy'lerin çiftlik evine dönerler. Bir gün Feniçka'yı yalnız gören Bazarov, genç kadını sıkıştırır ve onu dudağından öper. Tam o sırada arkadaşının amcası Pavel'e yakalanır. Pavel, Bazarov'a çıkışır ve onu düelloya davet eder. Rusya'da o dönem son derece olağan bir durumdur bu. Pavel'in Bazarov'a bu kadar sert çıkışmasının sebebi kardeşi Nikolay'ı koruma amacıyla değil, Pavel'in de içten içe Feniçka'ya gönlünü kaptırmış olmasındandır.  Ertesi gün, Nikolay Petroviç'in uşağı Pierra şahitliğinde yapılan düello sonucunda Bazarov, silahla Pavel'i yaralar. Pavel, yüce gönüllülük gösterip rakibini korur ve olayın üstünü kapatır. Bazarov'un çiftlik evinde kalma imkânı kalmamıştır artık. Arkadiy ile yollarını ayırmak ister, zaten ister istemez ayrılmıştır yolları. Babasının evine dönmek üzere yalnız başına yola çıkar. 

Bazarov, Arkadiy'e: "Bir romantik olsaydım yollarımızın ayrıldığını hissediyorum derdim ama değilim, o yüzden sana birbirimizden bıktığımızı söylüyorum."

Babası, Vasilyev Ivanoviç Bazarov,  emekli olduğu halde zor durumdaki hastalara elinden geldiğince yardımcı olmaktadır. Bazarov da ona eşlik etmeye başlar. Köylülerle konuşur, onların hayata bakış açısı iyice şaşırtır Bazarov'u.

"Bey ne kadar sertse, bizim için o kadar iyi olur, biz ne de olsa anlamayız.

Günün birinde tedavi ettiği bir köylüden aldığı mikropla tifüse yakalanır Bazarov. Hastalığı fazla önemsemez. Ölüme yaklaşırken babasından tek arzusu Odintsova'yı son kez görmek iken babasıyla annesinin tek dileği içlerini rahatlatmak için Bazarov'un dini vecibelerini yerine getirmesi ve iyi bir Hıristiyan olarak yaşamını tamamlamasıdır. Bazarov, eğer sizi rahatlatacaksa, tamam der ama buna daha zamanının olduğunu söyler. Vasilyev'in çağrısı üzerine yanında bir doktorla evlerine gelen Odintsova, genç adamla dramatik bir şekilde vedalaştıktan sonra Bazarov gözlerini kapatır. Bazarov ertesi gün ölür.

Romanda değinilen birbirine benzemeyen üç farklı aşk var. İlki Bazarov ile Odintsova arasında, ikincisi Arkadiy ile Katya arasında ve son olarak Pavel'in Feniçka'ya olan gizli aşkı. Bununla birlikte aşkı vıcık vıcık anlatmıyor yazar. Tam kararında ve son derece gerçekçi bir tarzda ele alıyor bu duyguyu.

Son bölümde anlatıcı altı ay sonra neler olduğundan bahseder. Anna Sergeyevna Odintsova, geleceği parlak bir avukatla evlenir. Arkadiy'in babası Nikolay Petroviç Feniçka'yı resmi nikâhına alır ve çocukları Mitya ile birlikte yaşamlarını sürdürürler. Arkadiy, Katya ile evlenerek çiftliğin başına geçer ve işleri yoluna koyar. Bazarov'un babası, Vasilyev ile annesi Irina, birbirinden destek alarak, gözleri yaşlı bir şekilde her gün ziyaret ettikleri oğullarının mezarı başında dualarını esirgemezler. Böyle dramatik bir şekilde sona eriyor hikâye. 

Yazar Turgenyev'e romanıyla ilgili sorarlar: "Bazarov'u niye öldürdün?" Cevabı şöyle olur: "Eğer onu öldürmeseydim, o beni öldürürdü." Bu cevapta siyasi bir mesaj olduğunu düşünüyorum. Eğer nihilist bir genç olan Bazarov, romanın sonunda isteklerini gerçekleştiren bir karakter şeklinde tezahür etseydi devlet yönetimi ve aristokrat kesimden büyük tepki alırdı. Böyle bir sonla Nihilizm felsefesi tam da yüreğinden vurulmaktadır.

Turgenyev aynen şöyle demiş: "Eğer okuyucu, Bazarov'u tüm kabalığı, kalpsizliğiyle acımasız ve soğukluğuyla sevemediyse yineliyorum ki, ben suçluyum ve amacıma ulaşamadım demektir... Bazarov, benim sevgili çocuğumdur, bu akıllı, bu kahraman kişi bir karikatür olabilir mi? Onun benim yarattığım tiplerin en sempatiklerinden olduğunu fark etmiyor musunuz?"    

Bazarov karakterine kızanlar olduğu kadar kendileriyle özdeşleştirenler de az değil. Romanda aşk gibi kuvvetli bir duygunun karşısında herhangi bir fikrin ya da ideolojinin çaresiz kaldığını ve aşk denilen hastalığın insanı ne hale getirdiğini görüyoruz. Ben kitabı da, Bazarov'u da sevdim ve özellikle Rus klasiklerini sevenlere tavsiye ediyorum. Keyifli okumalar...

22 Kasım 2022 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 170

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm heyecanıyla devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusu, Sade ve Derin / DeepTone'dan geliyor: 

"Eski fotoğrafları sever misiniz, biriktirir misiniz?"

Zaman mı değişti, yoksa ben mi? Eski fotoğrafları bir hobi olarak biriktiren ve bu konuya ilgisi olanların dışında fotoğraf alışkanlığımız pek kalmadı sanırım. Eski siyah beyaz fotoğraflar evimizin bir köşesinde, birkaç albümün içinde derin bir uykuya dalmış durumda. Uzun yıllar önce ev gezmelerinde albümlerin açılıp aile fotoğraflarının konuklara gösterilmesi adettendi. Bir başka adet ise, doğan erkek çocuğu henüz yaşını doldurmadan bir pöstekinin üzerine sırt üstü yatırılıp anadan üryan fotoğrafının çekilmesiydi. Benim de böyle bir fotoğrafım vardı ve büyüdükten sonra o fotoğrafımı her gördüğümde utandığımı hatırlıyorum. Oysa ne gerek var el âleme şeyini göstermenin, tuhaf...

Eski fotoğrafları sever misiniz sorusu bana mektup yazmayı sever misiniz sorusunu çağrıştırdı. Fotoğraflar da aynı mektuplar gibi dijital çağa ayak uydurdu. Bence tarih oldular. Zamanımızda gençlerin telefonu, bilgisayarı bırakıp aile büyüklerinin fotoğraflarına baktıklarını hiç sanmıyorum. Ayrıca bu fotoğraflar eski güzel anıları çağrıştırsa da çoğu zaman hüzün veriyor insana. Çünkü ne kadar mutlu anları ölümsüzleştirmenin bir gayreti içinde olsalar da orada gördüğümüz kişilerden pek çoğunun artık aramızda olmaması kötü hissettiriyor.

Eskiden çekilen fotoğrafların tab edilmesi için fotoğrafçı birkaç gün süre isterdi. Cep telefonları ya da dijital kameralar olmadığı için az sayıda fotoğraf çekilirdi, bu yüzden her pozun ayrı bir değeri vardı. Günümüzde cep telefonlarıyla istenen sayıda çekim yapmak mümkün. Eğer bir şey sayıca az ise daha kıymetlidir. Şimdi aile fotoğrafları sadece facebook, instagram gibi sosyal medya ortamlarında boy gösteriyor ve eski siyah beyaz fotoğrafların yerini asla tutmuyor. 

Fotoğraf deyince aklımdan çıkaramadığım bir olay da şu: Uzakdoğu seyahatimiz sırasında yeni aldığımız dijital fotoğraf makinesiyle bir sürü fotoğraf çekmiştik. Şimdi hâlâ bu işlerden anlamadığımı itiraf edeyim. Döndükten sonra bilgisayara yüklemek için makinenin hafıza kartını (sanırım chip diyorduk adına) çıkarıp bilgisayarımın yanındaki alâkasız bir socket'e yerleştirdim. Bir daha da çıkartmam mümkün olmadı. Yıllar sonra bilgisayarımı servise götürdüğümde bana öyle bir şeye rastlamadıklarını söylediler. Yaşadığım büyük bir talihsizlikti. Oysa Tayland'da ve Singapur'da eşimle birlikte çekildiğimiz muhteşem fotoğraflar vardı. En çok da dev bir boa yılanıyla sarmaş dolaş vaziyette çekildiğim fotoğrafıma yanarım.

Sevgili DeepTone'un yazısına yaptığım yorumda eski fotoğrafların ilgimi çekmediğinden bahsetmiştim. Gerçekten de o eski siyah beyaz aile fotoğraflarından hoşlanmıyorum. Fakat Ara Güler gibi ustaların çektiği siyah beyaz eski şehir manzaraları ile farklı halk sınıflarından insanların yüzlerine yansıyan acı, hüzün ve neşe dolu anları yansıtan fotoğrafları severim. Bir de sevgili Adadeniz arkadaşımız tarafından profesyonelce çekilen tabiat manzaralarına bayılıyorum.

15 Kasım 2022 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 169

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm heyecanıyla devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu ben belirledim.

"İnsan yaptığı kötülüklerden ne kadar sorumlu?"

İnsana has bir davranış biçimi olan kötülük konusunu internet üzerinden biraz araştırmak istediğimde tuhaf bir şekilde karşıma sadece dini ve felsefi yorumlar çıktı. Kötülük, tanımı, sebepleri ve sonuçlarının yanı sıra kaynağının belirlenmesine ilişkin çok sayıda farklı görüş olmasına karşın hâlâ yoğun bir şekilde tartışılmaya devam eden bir kavram. Dini açıdan mezhepler arasında önemli farklar olmakla birlikte tek Tanrılı dinlerde genel olarak iyilik ve kötülüğün Tanrıdan geldiği ve kader konusu öne çıkıyor. Ayrıca insanın kaza ve kader sınırları çerçevesinde kendisine özgürlük imkânı veren cüzi bir iradeye sahip olduğu ifade ediliyor. Verilen bu sınırlı özgür iradeyle insanların yeryüzünde Tanrıya bağlılık, iyilik ve kötülükten sakınma hususlarında sınava tabi tutulacağı belirtilirken sınavı geçenlere ödül, kalanlara ise ceza verileceğinin altı çizilmekte. Kötülüğün Tanrıya mal edilmesi Tanrının iyiliğine ters bir durum arz ettiği için ateistler bu hususu Tanrı kavramına itirazlarının merkezine oturtmuşlardır. Zira hem güçlü, hem iyi, hem de merhametli bir Tanrı nasıl oluyor da varlıkların en yücesi olduğunu söylediği insana bunca kötülüğü reva görmektedir. 

Kötülük sorununu ilk defa formülleştiren ilk çağ filozoflarından Epikuros (M.Ö 341- M.Ö 270), "Eğer Tanrı kötülükleri ortadan kaldırmak istiyor da kaldıramıyorsa, o güçsüzdür; bu durum Tanrının karakteriyle uyuşmaz. Eğer kötülüğü ortadan kaldırabiliyor, fakat kaldırmak istemiyorsa, o kıskançtır, ki bu da aynı şekilde Tanrıyla uyuşmaz. Eğer o kötülüğü ne ortadan kaldırmak istiyor, ne de kaldıramıyorsa, hem kıskanç hem de güçsüzdür, bu durumda da Tanrı değildir. Eğer hem ortadan kaldırmak istiyor, hem de kaldırabiliyorsa ki, yalnızca bu Tanrıya uygundur, o zaman kötülüklerin kaynağı nedir? Ya da kötülükler niçin ortadan kaldırılmamaktadır?" diyerek yıllar önce güzel bir akıl yürütmüş.      

Bana göre kötülüğün en güzel tanımı; doğadan gelen ya da bilinçli insan eyleminin sonucu olan ve insan varlığına, bu dünyadaki yaşamına büyük zarar veren durum, oluşum ya da şeydir. 

Doğa kaynaklı ve insan eylemleri dışında meydana gelen kötülüklerden (deprem, sel, fırtına, tsunami, kuraklık, salgın hastalık, sakat doğum gibi) insan sorumlu değildir. İnsanların yaralanmasına ve ölümüne yol açabilecek zararlara karşı önlem almak icap eder. Doğadan gelen kötülüklerden sakınmak, olası zararları tamamen ortadan kaldıramasak bile asgari seviyeye düşürmek mümkün. Deprem bölgelerinde sağlam yapılar yapmak, dere yataklarına yerleşimden kaçınmak, tsunami olayında erken uyarı sistemleri, kuraklığa karşı gerekli tedbirleri almak, salgın hastalıkları önlemek için düzenli sağlık taraması yaparak hijyen, aşı gibi önleyici faaliyetleri yürütmek, akraba evliliklerine müsaade etmemek, genetik uyuşmazlıkları önceden tespit etmek bunlardan bazıları. Bu tür kötülüklerde insan yaşamına gelecek zararların sorumlusu başta denetleme görevi olan devlet olmak üzere kısmen bireyin bizzat kendisidir. 

İnsan bilmeden ya da istemeden kötülük yapabilir. Sözgelimi trafik kurallarına uygun bir şekilde araba kullanan sürücü bir çocuğun aniden yola fırlaması neticesinde onun ölümüne sebep olabilir. Burada sorumluluk sürücünün değil, çocuğa göz kulak olması gereken büyüğündür. Dikkatsizlik, ihmal kötülüğe sebep olabilir ve meydana gelen zararın sorumlusu, üzerine aldığı işi hakkını vererek yapmayandır. Sözgelimi madende grizu patlaması, her türlü iş kazaları, yol kusurları ve trafik işaretlerindeki eksiklik ya da hatalardan dolayı meydana gelecek kazalar pek çok insanın ölümüne ya da yararlanmasına sebep olmaktadır. Bunların nedeni görevi ihmal ya da dikkatsizliktir. Bu tür kazaların baş sorumlusu yine denetleme görevi olan devletin yöneticileridir. 

İnsan bilerek de kötülük yapabilir. Özellikle tartışmak istediğim durum bu aslında. Önce aklı başında bir insanın neden kötülük yapmak isteyeceğini irdeleyelim. Bence bunun iki ana nedeni var:

1. Akıl sahibi olmasından dolayı canlı varlıkların en gelişmiş türü kabul edilen insan, diğer canlılardan farklı olarak yaradılıştan gelen bir takım olumsuz duygu ve özellikler taşır. Söz gelimi yalan söyleyen, dedikodu yapan tek canlı türüdür insan. Bunun yanı sıra kıskançlık, nefret, hırs, gurur, öç alma, nispet yapma, kandırma, bencillik, duyarsızlık, zalimlik, çıkarcılık, sabırsızlık, alay etme, asabiyet vb. daha pek çok olumsuz duygunun esareti altında kalan insan bu özellikleri genleri aracılığıyla nesilden nesile aktarır. Bütün insanlarda vardır bu duygular, az ya da çok. Şükürler olsun kişiden kişiye değişmekle birlikte bu olumsuz duyguları bastırıp kontrol altında tutabilecek bir de iradeye, vicdan denilen içsel güce sahibiz. Aklımızı kullanır, sonuçta geri dönüp kendimize zarar getirebilecek bu tür davranışların büyük kısmından sakınırız kendimizi. O veya bu şekilde mecbur kalıp yalan söyleyebiliriz, fakat yalanımız ortaya çıkmasın diye elimizden geldiğince tedbirini alırız. Birine öyle kızarız ki, en ağır işkenceler altında öldürmek isteriz. Kendimize zarar gelmesin diye susarız, düşüncelerimizde saklı kalır bu arzu. Abartıyorsun demeyin. Savaş sırasında insanın neler yapabileceğini filmlerde izlemişsinizdir mutlaka. Hitlerin Nazi Almanya'sında yaptıklarını düşünün. İnsan gücü ele geçirince ne kadar zalim bir canavar haline geliyor! Padişahlar sırf tahtlarını garantiye alsınlar diye kardeşlerini nasıl katlettiklerini biliyorsunuz. Tüm bu cani insanların hepsi sizin bizim gibi. Her insan bu kadar canileşebilir mi? Elbette hayır. Dediğim gibi iradesi güçlü vicdan sahibi insanlar şartlar ne olursa olsun mümkün mertebe kötülüğe meyletmezler.

2. İnsanın kötülük yapmasında ikinci neden çevre koşullarıdır. Doğduğu yer, bulunduğu coğrafya, sosyo-kültürel ortam, aile ve arkadaş çevresi, yaşadığı toplum, aldığı eğitim, siyasal ve ekonomik durum vs. Hırsızlık kötüdür. Fakat baba hırsız ise onu gören çocuk için hırsızlık o kadar kötü bir şey değildir meselâ. İnsanın doğuştan gelen olumsuz özellikleriyle ilgili yukarıda saydıklarım, çevre şartlarına bağlı olarak kendini gösterir ya da irade gücüyle baskılanır. 

Şimdi sorumuza dönelim. İnsanın bilinçli olarak kötülük yapmasının ilk nedeni, onun bu özellikte yaratılmış olması ise, başka bir deyişle kötülüğün insanın mayasında olduğunu kabul edersek eğer, o zaman bütün sorumluluğu insana yüklemek ne kadar adildir? Aynı şekilde ikinci olarak saydığımız çevre koşulları kötülüğün diğer bir nedeni ise, yaptığı kötülüklerden dolayı bütün sorumluluğu sadece insana yüklemek haksızlık değil mi? 

Doğal olarak şöyle denilebilir bu durumda. Madem insan, doğası gereği ve elinde olmayan çevre koşulları nedeniyle yapacağı kötülüklerden sorumlu değil, o zaman birini yaralayıp öldürenler, hırsızlık yapanlar, başkasının malını gasp edenler, hak yiyenler, adaletsiz davrananlar, başkalarının malına zarar verenler cezasız mı kalacak?

Peki insan sorumlu tutulmadığı bir eylemden dolayı suçlanabilir mi? O zaman yapanın yanına kâr mı kalacak bu kötülükler? Hayır, elbette cezasız kalmaması gerekir ancak böyle bir çözüm bana yine de adil gelmiyor. Çünkü insanın bilinçli olarak yaptığı her kötülüğün esas sorumlusu yine devlettir bana göre.

Birkaç örnek vererek açıklamaya çalışayım. Hırsızlık kötü bir şey. Adam hırsızlık yaptı diyelim. Mevcut düzende birine zarar verdiği için yakalandığı takdirde hapse atılacak. Birkaç ay, belki bir iki yıl yatıp çıkacak sonra sabıkalı damgasını yediği için yine hırsızlık yapacak. Devletin görevi sadece bu mu? Bu adam niye hırsızlık yapıyor? Açlıktan mı? Hastalıktan mı? Çevresi mi buna ortam hazırlıyor? Ruhsal problemi mi var? Kendisine ücretsiz eğitim ve sağlık hizmeti verilebilmiş mi? Ülkede adalete güven mi yok? Fırsat eşitliği sağlanıyor mu, adam kayırmacılığı var mı, liyakate önem veriliyor mu? Çalışabileceği iş imkanları var mı? Geçimini normal yollardan sağlama imkânına sahip mi? Ülke kaynakları gerektiği yerlerde kullanılıyor mu, yoksa devletin malı deniz yemeyen domuz düşüncesi mi hakim? Devlet kurumları lâyıkıyla denetleme yapıyor mu? Bunun gibi pek çok soru gelebilir akla. Hepsi devletin görevi ve devletin sorumluluğunda. Eğer bu sorular olumlu olarak cevaplanır ve sorunlar mutlak bir çözüme kavuşabilirse inanıyorum ki hırsızlığa tevessül eden kalmayacaktır. Her türlü kötülüğün baş sorumlusu devleti yönetenlerdir. Devlet görevlerini lâyıkıyla yapmadığı takdirde ülkede kötülük kol gezecek, kötülüklerin sorumlusu olarak gösterdiği bireylerden gücü yettiğine ya da gariban bulduklarına ceza kesmeye devam edecektir.