KATEGORİLER

27 Mayıs 2016 Cuma

CADDELER YAĞMURA TESLİM!

26/05/2016 Perşembe, İzmir

Oğlumun on beş gün önce geçirdiği göz operasyonundan sonra kontrol için yine bugün İzmir yollarına düşeceğiz. Sabahın köründe Baki Ustanın telefonuyla uyanıyorum. Dün bıraktığı yayla anahtarlarını almak üzere evin önüne gelmiş. Hemen giyinip aşağıya iniyor ve anahtarları ona teslim ediyorum. Dün de Ünal ve Selim Ustalarla yaylada buluşmuş, onlara yaptırmayı düşündüğümüz kapı sundurmaları, dolaplar, kasa bankosu ve bar/içecek grup mobilyaları için tasarım/teklif çalışmalarını istemiştik.

Kahvaltı ertesi yola çıktığımızda güzel görünen hava İzmir'e yaklaşırken yağmura döndü. Biraz erken gelmişiz. Randevu saatini beklerken Alsancak'ta biraz oyalandıktan sonra muayenehaneye tam zamanında atıyoruz kapağı! Aniden şiddetli bir yağmur bastırıyor, arkasından kocaman yağmur damlalarına dolu taneleri eşlik ediyor. Uzun zamandır bu şiddette bir yağmura şahitlik etmemiştim. Kısa sürede cadde ve sokaklar birer akarsu yatağına dönüyor.

Tam yirmi dakika gecikmeyle kabul ediyor doktor bizi. Gelişmelerin iyi olduğunu öğrenip seviniyoruz. Her operasyon bir risk aslında. Bir sürü belgeler imzalatılmıştı operasyon öncesi. Kazara işler ters gitse sorumlu olan doktor değil yine biz olacaktık! Dışarıda sağanak gök gürültüsü eşliğinde devam ediyor. Sırılsıklam ıslanmayı göze almadan arabayı park ettiğimiz yere kadar yürüyebilmek neredeyse imkansız. Yağmurun hız kesmesini bekliyoruz uzunca bir müddet. Baki Usta'ya telefon ediyorum. Hafif bir serpinti şeklinde uğrayıp geçmiş yaylada yağmur. Çatıda bacaları boyamaya başlamış. İzmir'deki tufandan bahsediyorum ona.

Daha fazla beklemeye sabrım kafi gelmediğinden saçak altlarından seke seke arabaya ulaşıyorum. Şehrin alt yapısındaki eksiklik ve hatalar su yüzüne çıkmış. Yollarda drenaj diye bir şey yok. Bir saat içinde şehri teslim alan şiddetli yağış nedeniyle yollar göle dönmüş... Kızım telefonda iş yerinden çıkmak üzere olduğunu, bizi evine beklediğini söylüyor. Bir de tiyatroya bilet falan alacakmış. Akşam onda kalmamızı istiyor. Evi şehrin diğer ucunda. Akşam kalmamız mümkün olmadığı gibi uğramaya kalksak işlerimizi bitiremeyeceğiz. Yarın Cumhur Usta ferforje teras kapısı ile lavabo altlarına profil elemanların montajlarını yapmaya gelecek.  Bu yüzden Gıda Çarşısına uğrayıp hemen eve dönmek istiyoruz. Abisinin izninin bitmesine bir haftadan daha az bir zaman kaldı. Son haftayı hep birlikte geçirmek arzusunda olduğumuzu ilettikten sonra yarın akşam onun gelmesini istiyor ve yönümüzü Gıda Çarşısına çeviriyoruz. Yağmur hızını kesmiş ama hala devam ediyor. Oğlumun karnı acıktığından birer burger yemek üzere mola veriyoruz. Çoktandır burger yememiştim. İyi bir beslenme yöntemi değil de zaten. İnsan genç olunca yine bir derece, vücut yakıyor. Artık olan oldu, senede bir yemişim zararı yok diyor ve oğluma eşlik ediyorum. Yurt dışından döneli beri ipin ucunu iyice kaçırdım, üç dört kilo aldım. Eşim bugün benden daha dirayetli, salata tabağıyla yetiniyor ama bizim patateslere ortaklık etmekten de alamıyor kendini!

Şans eseri Gıda Çarşısında aradığımız yerleri  kolayca bulup çatal, kaşık ve bıçak takımlarımızı alıyoruz. Diğer ihtiyaçlar için fiyat teklifleri alıyoruz. Dönüş yolumuzun üzerinde önce Vatan mağazasına oradan da Metro'ya uğrandıktan sonra alışveriş işleri tamamlanıyor. Aydın tarafında hava yükselmiş ama Ödemiş civarında şiddetli yağış görünüyor. Tire her ikisinin arasında sıkışıp kalmış. Beklemediğimiz bir anda karşımızda gök kuşağı beliriyor. Hava da artık ağır ağır kararmaya başlıyor. Gök kuşağını geçtikten bir müddet sonra yağmur başlıyor yine. Yağdıkça seviniyorum. Toprak sulanıyor, bereket yağıyor aslında. Bereket yağıyor derdi eskiler de anlamazdım dediklerini... Önümüzdeki aydan itibaren yağmurlar kesileceği için ağaçları, bahçeleri sulamamız gerekecek. Özellikle de geçen yıl diktiğimiz zeytin, incir ve diğer meyve ağaçlarını. Arazi meyilli. Bu güzel manzaranın diyeti bu. Damlama sulama boruları hepsi elden geçirilecek. Keşke yağmur yaz aylarında da yağmaya devam etse de beni bunca işten kurtarsa... Çok şey istiyorum galiba!

26 Mayıs 2016 Perşembe

TÜRKİYE'DE ASKER OLMAK

Artık ne haber dinlemek ne de şehit lafını duymak istiyorum. Neden varlıklı ailelerin çocuklarından asker ya da polis çıkmaz? Bu dünyanın yükünü neden hep garip ve yoksullar çeker? Türkiye'nin meslek haritasını çıkartmışlar. Uğur Kariyer Merkezi tarafından 900 bin kişiye uygulanan bir testle ülkemiz gençlerinin kariyer eğilimleri ölçülmüş. Yapılan araştırmaya göre Ege Bölgesi'nde yaşayan gençlerin meslek tercihi olan askerlik diğer bölgelerde sıralamaya dahi girmiyor. Ne yaman çelişkidir bu! Ülkeyi ateş çemberine sokan bir politika güden partiyi diğer bölgeler iktidara taşırken ceremesini iktidarı devirmek isteyen Ege Bölgesi çekiyor.   

Ben de Ortaokul son sınıfa giderken Kuleli Askeri Lisesi sınavlarına katılabilmek için form doldurmuştum. Annemle bu konu üzerinde uzun uzun konuştuğumuzu hatırlıyorum. Aslında o benim en çok doktor olmamı istiyordu ama bir işçi ailesinin tek maaşla dört çocuk okutması da kolay bir iş değildi. Askerlik mesleğini tercih etmek bazıları için bir kurtuluş, hayat garantisiydi. Döneminin en itibarlı mesleğiydi askerlik. Şimdiki gibi silik, saçma sapan politikalar yüzünden sürekli kan kaybeden bir kurum değildi. O zamanlar cumhurbaşkanını tanımayanlar genel kurmay başkanının adını gayet iyi hatırlarlardı. Siyasetten uzak, başına buyruktu asker. Cumhuriyeti koruyan, Atatürk'ü sayan, laikliğin en güçlü teminatıydı. Başbakan, bakan, bürokrat her kim varsa yönetimde bütün siviller çekinirdi askerden. Asker eşleri de kocalarının taşıdığı rütbeye göre itibar görür, en rütbesizi dahi benim kocam asker deyip sivil kocalı hanımlara caka satardı. Başarılı olanlar önce kurmay, sonra general, daha sonra kuvvet komutanı ve genel kurmay başkanı olurdu. Cumhurbaşkanı olmanın mutlak koşuluydu bu yollardan geçmek.

Ortaokul yaşlarında değirmenin suyunun nereden geldiğini hiç umursamazdık. Zor koşullarda geçinebilmek ailemizin en büyük sıkıntı kaynağıydı oysa. Bize hissettirmeseler de bir yerde tıkanıp kalacakları gün gibi açıktı. Bu düşünceler içinde verdik kararımızı. Özenle doldurduğum müracaat formunu zarfa koyup kapattım ağzını. Orhan Bakkal'ın önündeki PTT'nin sarı posta kutusuna atmadan önce zarfın üzerine adresi yazıp, pulunu yapıştırdım. Başvuru formunu doldurmakla asker olunmuyor elbette. Bir sürü soruşturmadan geçmek gerek, yazılı sınavı, mülakatı var. Ancak tuhaf bir şekilde bir endişe kaplıyor içimizi. Geri dönülmez bir girdabın içindeyiz sanki. Ben bir, annem bin pişman. Bilgilendirme kılavuzunu elimizden düşürmüyoruz. Bir yerde eğitimin yarıda bırakılması halinde ödenmesi gereken yüklü tazminatlardan bahsediliyor. Paniğe kapılıyoruz. Bizim zarf ellerine geçerse ne olacak? "Vazgeçtim, asker olmak istemiyorum." deme hakkım var mı? Yoksa tazminat mı ödetecekler?  

Arka sokakta PTT'nin sarı renkli posta kutusuna koşuyorum. Kutunun üzerinde postanın alınacağı saatler yazılı. Günün belli saatlerinde PTT sarısı bir triportör gelip kutunun içinde biriken mektupları alıp merkez postanesine götürüyor. İşi garantiye almak için posta kutusunun önünde saatlerce triportörün yolunu gözlüyorum. Görevli geliyor sonunda. Zarfımı iade etmesini istiyorum. Önce veremeyeceğini, merkezden almam gerektiğini söylüyor. Başımdan aşağı kaynar sular dökülüyor. Yalvarıyorum adama, zarfımı geri versin diye. Uzun bir mücadeleden sonra kimliğimi istiyor. Zarfın içinde ne olduğunu soruyor. İkna oluyor, yırttığı zarfın içinde gördüklerinin beyanımı doğruladığını anlıyor. Doldurduğum formu elime aldığımda yeniden doğmuş gibi seviniyordum.

Şimdi düşünüyorum da; Nur içinde yatsın anneannemin dul maaşı ile Kredi ve Yurtlar kurumundan aldığım öğrenci kredisinin desteğiyle  yurdumuzun en iyi üniversitelerden birini bitirmiş, ortalamanın üzerinde bir yaşam sürüp emekli olmuşum. Zarfı geri çevirmeyip askerlik mesleğini seçseydim, şehit! olmasam bile büyük bir ihtimalle darbeye teşebbüs suçlamasıyla içeri atılacaktım.

25 Mayıs 2016 Çarşamba

BUGÜN BENİM EN ÖZEL GÜNÜM

25/05/2016 Çarşamba, Tire

Bugün benim için çok özel bir gün. Tam yirmi dokuz yıl önce baba oldum.
O zamanlar yirmi sekiz yaşında, başında kavak yelleri esen genç bir mühendistim Diyarbakır Karakaya Barajında. Yaklaşık iki sene önce eşimi memleketin en batısından alıp gelin getirmiştim dağların arasına. Doğum zamanı yaklaşınca İzmir'e döndük. Akşamları birer ikişer saatlik mesaileri resmi izin süreme ekledikten sonra bir aylık iznim olmuştu. Sancıların gelmesini beklerken Orhan Pamuk'un bence en güzel kitabı olan "Cevdet Bey ve Oğulları"na başladım. O yıllarda eşimin süpervizörlüğünde başlayan kitap okuma alışkanlığıma ilaç gibi gelmişti bu kitap.

Günler günleri kovalarken kendimi okuduğum kitaba kaptırmış gidiyordum. Oğlumuzun keyfi de yerinde olmalı ki günü gelmesine rağmen hiç oralı değildi. İznimin üçüncü haftasına doğru içim sıkılmaya başladı. Bu çocuk biraz daha gecikirse iznim bitecek ve dönmek zorunda kalacaktım!  O zamanlar genç bir mühendisim. İşimi kaybetmek istemiyorum. Diğer taraftan eşime "Benim iznim bitti, sen nasıl doğuracaksan doğur artık." diyemezdim. Koca "Cevdet Bey ve Oğulları" romanı bitti bizim ufaklık dönmüş sırtını yatıyor. Bu kadar rahat yani...

İznimin bitmesine sadece üç gün kalmış. Doktoru "Suni sancıyla çağıralım yoksa geleceği yok bu oğlanın." diyor. 25 Mayıs 1987 günü İzmir'de özel bir hastaneye gidiyoruz. O zamandan belli bu çocuğun akıllı olacağı. Dünyanın halini düşünüp daha emniyetli gördüğü yerde kalmayı tercih ediyor. Hem orada ekmek elden su gölden, keyif keka.

Sabah saatlerinde geldiğimiz hastanede doğum ancak geceye doğru gerçekleşti. Biraz daha gecikse gün atlayacaktı. İşte zamanın durduğu an. İlk sesini duyduğumuzda... Gözleri görmez yeni doğan bebeklerin derler. Yok bizimkisi etrafta kim var kim yok göz gezdiriyor. Gözler renkli. Bu harika bir şey. "Daha belli olmaz dönebilir." diyorlar. Ertesi sabah evimize taşınıyoruz. Bir gün sonra bebek sarılığı. Kemeraltı'nda eski bir Rum evinden bozma muayenehanesi olan doksan yaşlarındaki doktora götürüyoruz çocuğumuzu. Doktorun yaşlılıktan elleri titriyor ama işinin ehli. Selahattin Tekand, Hitler zulmünden kaçan Türkiye aşığı Prof. Dr. Albert Eckstein'ın asistanlığını yapmış İzmir'in efsane çocuk doktorlarından... Küçücük oğlumu kundağında öyle bir kucaklamışım ki anlatamam. Kemeraltı kalabalık bir çarşı. Kimse çarpmasın diye üzerine kol kanat geriyorum. O an aklımdan geçeni hala hatırlarım. Gözünü kırpmadan canını verebileceğin ne olabilir ki başka, insan hayatında. Tekand dedesinin verdiği ilaçlar oğlumu hemen iyileştiriyor.

Çok çabuk geçiyor üç gün, dönmek zorundayım. Gözler hala yeşil... Ne benim ne annesinin gözleri renkli. Anne tarafından almış gözlerinin rengini. 

Doğduğunda zayıftı biraz bacakları çöp gibi. Ama iki üç yaşlarına geldiğinde çok güzel bir çocuk oldu. Öyle ki, yoldan geçenler dönüp bir daha bakıyorlardı. İşimden dolayı çok yer değiştirdik. Her değişiklik yeni okul, yeni çevreydi onun için. Ama kısa zamanda bu değişikliklere uyum sağlamayı bildi benim oğlum.

Ders çalışmayı oldum olası pek sevmez. Zekasıyla götürdü eğitim hayatını. Tam bir test canavarı. Zaman çabuk geçti. okullar bitti. Şimdi benim meslektaşım. Onunla gurur duyuyorum. İyi ki doğdun oğlum, nice sağlıklı ve mutlu yılların olsun...

24 Mayıs 2016 Salı

KİRAZ ZAMANI

24/05/2016 Salı, Tire

Uzunca bir aradan sonra nihayet  Tire'deyiz bu salı.  Her seferinde bir işimiz çıkıyor, pazarı kaçırıyorduk. Artık iyice özletmişti kendini. Bu nedenle pazar alışverişini listenin başına koyup günlük planımızı ona göre yaptık. Servisin eksper çağırmak üzere istediği ehliyet, trafik sigorta poliçesi, ruhsat fotokopileri ile banka iban numarasını hazırlayıp pazar sokaklarını dolaşmaya başladık. Pazar her zamanki pazar, rengarenk, cıvıl cıvıl. Ah, bir de park sorunu olmasa...



Yurdumuzun en büyük pazarlarından biri olan Tire Salı Pazarı, geniş bir alana yayılan sokak aralarına kuruluyor. Yakın bir yere araba park etmek imkansız. Çarşının dar arka sokaklarında biraz ilerledikten sonra fazla uzağa düşmeyen bir park yeri bulabildik kendimize.  Alınacak bir şey olmasa dahi bu pazarın sokaklarında dolaşmaktan büyük zevk alıyorum. Tezgahlarda sergilenen baklalar artık iyice iç vermiş, arakalar bollanmış. Derin dondurucuya atmak için yirmi kiloya yakın bakla aldık. Oğlumun çarşıda birkaç işi daha vardı. Ben de elektrikçi Ali'ye uğradım. Birkaç gün ayrılınca benim arkamdan Kamil de bırakmış çalışmayı. Hidroforu kurup suyu şebekeye bağlaması gerekiyordu şimdiye kadar.









Pazar alışverişinden sonra servise bıraktık belgeleri. Yaylada kiraz ve erikler toplanmaya başlandı. Gel gelelim yevmiyeler ağaçlar kadar yüksek olunca hasadın hiçbir anlamı kalmıyor. Tesis bir açılsa gelen misafirlere satarız ya da ikram ederiz. Çarşı pazar işlerini bitirdikten sonra aldıklarımızı eve bırakıyoruz. İnşaat malzemelerini tedarik ettiğimiz yerden süs havuzuna döşenecek cam mozaikleri alıyor, arabaya yükleyip yaylaya çıkıyoruz. Baki Usta bugün çalışacağını söylemişti. Bahçe kapısı açık. İçeride çalışıyor olmalı... 


Yağmurun damar damar oyduğu toprak yolda arabanın altını sürtmemek için olabildiğince dikkatli bir şekilde taş eve kadar içeri sokuyoruz arabayı. Baki Usta bizi karşılıyor ve cam mozaik kutularını içeri taşıyor. Boya işleri hala devam ediyor. İkinci kat kirişlerinin dış yüzü ile salon söveleri boyanacak daha.


Yarın çalışmayacak, bir arkadaşlarıyla tekneyle denize açılıp balık tutacakmış. Dönünce birkaç gün içinde boya işlerini tamamlayacağını söylüyor. Boyanacak yüzeyler oldukça ustalık isteyen dar yerler olduğundan her ustanın harcı değil. Ortalığı batırmadan, boyayı ahşap yüzeylere bulaştırmadan yapılması lazım. Öte yandan tek kişi çalışınca işin süresi de uzuyor tabii.

Ustayı işiyle baş başa bırakıp bahçeye, kiraz ağaçlarının bulunduğu yere yöneliyoruz. Ağaçlar bol kiraz vermiş bu sene. Oradan erik ağaçlarına geçip biraz da erik topluyoruz. Saat beşte geçen sene oturduğumuz evin mutfak dolaplarını yapan Ünal Usta ile buluşulacak. Aynı dolabın bir benzerini yayla evine yaptıracağız.










Dönüş yolunda bir sürü sincap çıkıyor önümüze. Her biri fare kadar, minnacık. Her yıl bizim cevizleri yiyerek kedi kadar oluyor. Fotoğrafını çekmeye çalışıyorum ama hemen gözden kayboluyorlar. Birini kaçırınca diğeri çıkıyor ama bir türlü istediğim pozu yakalayamıyorum. Zaten küçücük şeyler...








Şehre inince Alaybey parkında bir çay içelim diyoruz. Parkın havuzunda yüzen ördekler güzel görüntü veriyor. Ustaya yetişeceğimizden tavla oynayacak zaman kalmıyor, hemen kalkıyoruz. Evde Ünal Ustayla buluşuyor aynı dolaptan bir tane daha yapmasını istiyoruz. Yaylada yapılacak başka işler daha var  Yarın Selim Ustayı yanına alıp yukarı gelecek. Orada buluşup detayları konuşacağız.

  




HAYAT DEVAM EDİYOR

23/05/2016 Pazartesi, İzmir

Bugün artık dönüyoruz evimize. Kızım en erken kalkanlarımızdan biri . "Babişko, hadi çıkıyorum ben." deyip yanağımdan öpüyor yattığım yerde . İki gün süren hafta sonu tatilinden sonra nöbet tutacak bu gece. "Güle güle kızçem." Çocukluğundan beri o bana "Babişko", ben ona "kızçem" derim.

Güzel günler çabuk geçiyor. Eşim ve oğlumla neşeli bir kahvaltıdan sonra kızımızın evinden çıkıyoruz. Hatay poligon durağındaki şarküteriden lor peynirimizi alıyor ve yolumuza devam ediyoruz. İzmir'e her geldiğimizde buradan lor peyniri almadan yapamaz eşim. Gerçekten bu peynirin tadına doyum olmuyor.

Yaylanın masa ve sandalye işini bugün sonuçlandırmak istiyoruz. Karabağlar'a yaklaştığımızda sandalye masa imalatçılarına son bir kez daha bakıyoruz.  Bölgedeki mağazaları üç ya da dört kez teker teker dolaşmıştık daha önce. Artık gerek fiyat gerekse kalite ve model konusunda söylenenlerin hepsi birbirine karışmaya başladı. Hangi modeli nerede gördüğümüz, ne fiyat verdikleri bir tarafa bizim hangilerini uygun bulduğumuz bile net değil zihnimizde. Sadece bir yer vardı ki hem model, hem sağlamlık hem de fiyat bakımından diğerlerinden bir adım önde. Bir iki yer daha gezip doğrudan oraya gidiyoruz.

Mağazadaki yetkili üçüncü kez karşısında görünce bizi, gülerek yanımıza geliyor. İçerideki masanın başında oturan iş yeri sahibini görüyoruz. Hemen yerinden kalkıp o da ilgileniyor bizimle. Oturmamız için yer gösterip çay söylüyor. Sıkı bir pazarlıktan sonra teras ve salon için oturma gruplarını belirleyip peşinat bırakıyoruz. Oradan ayrılırken karar vermiş olmanın rahatlığı yüzümüze yansıyor.

Evden çıkarken bütün eşyalarımızı yanımıza almışız ama bir süre sonra bir eksiklik fark ediyoruz. Dün sabah halden aldığımız balığı kızımın evinde unutmuşuz. Mecburen geri dönüyoruz. Öğlen vakti oldu. Yoldan geçerken Torbalı İlçe Emniyet Müdürlüğünden kaza raporunu alacaktık. Öğle tatilini geçirmek ve karnımızı doyurmak için biraz daha oyalanıyoruz.

Yemeğimizi yedikten sonra İzmir'den ikinci defa yola çıkıyoruz. Kısıkköy'ü geçip Oğlananası mevkii yakınlarında prefabrik ev imalatı yapan bir yerde duruyoruz. Bakıcılık ve bekçilik için devamlı yaylada kalacak genç bir çift almak var kafamızda. Elbette onların kalabileceği bir yer de lazım. Ayrıca yağ, kuru gıda, ceviz ve kestane gibi ürünleri depolayacağımız bir de konteyner gerekecek. Örnek binaları gezdiriyorlar bize, fiyatları öğreniyoruz.

Torbalı'ya geldiğimizde şehir içinde birilerine Emniyet Müdürlüğü'nün yerini soruyoruz. İç kısımlarda bir yerdeymiş. Neyse ki Emniyet kaza raporunu hazırlamış. Bayan polis memuru "Maddi hasarlı zincirleme kaza mıydı?" diye soruyor. Böyle ufak yerlerde öksürsen herkesin haberi olur zaten. "Evet, o" diyerek onaylıyorum. Fotokopi çekmek dışında yapacağı başka bir şey yok aslında yan odada. Ancak hanımefendinin gevezeliği yüzünden iki dakikalık iş yarım saati aşıyor. Arkadaşlarından birinin doğuya tayini çıkmış. Bu yetmezmiş gibi talihsiz karısına da kanser teşhisi konulmuş. Efendim, eşiyle araları çok iyiymiş. Anlatıyor da anlatıyor... Fotokopi çekeceği kağıtları makineye koyuyor koymasına ama bir türlü düğmeye basmak aklına gelmiyor. Teker teker salonda oturan her memurun yanına gidip arkadaşının başına gelenleri "Yazık, ya" diye diye iç çekerek anlatırken çevresindekilere cep telefonundan onlara ait resimleri göstermeye başlıyor. "Hanım, hanım sen ver şu kağıtların fotokopisini bana, daha sonra istiyorsan sabaha kadar anlat arkadaşının başına gelenleri bütün arkadaşlarına." diyemiyor, sabırla sıranın bana gelmesini bekliyorum.

Cep telefonuma bir mesaj geliyor, merak edip bakıyorum. Mesajda son iki aylık internet ücretini ödemediğimi hatırlatarak üç gün içinde ödeme yapmazsam bağlantıyı keseceklerinden bahsediliyor. Daha önce eşimin telefonu kesildiğinde yaşadığımız şaşkınlığı yaşamadık bu sefer. Bütün ödemeler verdiğimiz talimat üzerine banka tarafından yapılıyordu. Kredi kartının kaybolması üzerine bir önlem olarak ödemeler durdurulmuş, eskisi iptal edilip yeni kredi kart verilmişti. Bu durumla karşılaşınca otomatik ödeme için bankaya yeniden talimat verilmesi gerekiyormuş. Tire'ye varır varmaz servise kaza raporunu bırakacağım. Daha sonra internet faturasını ödemeyi koyuyorum kafama. 

Eşimi ve oğlumu evde bırakıp hemen servise gidiyorum. Servise yanımda getirdiğim kaza raporunu ve kasko sigorta poliçesinin bir kopyasını bırakıyorum. Ehliyet, trafik sigortası, banka iban numarası gibi ilave bazı belgeler istiyorlar. Yarın bir ara bırakacağımı söylüyorum. Kaza yaptığımız arabanın içinde kalan eşyalarımızı alıyor ve oradan ayrılıyorum. 

Çarşıda uğradığım bütün ödeme noktalarının ya kotaları dolmuş, internet fatura ödemelerini kabul etmiyorlar ya da erkenden kapatıp gitmişler. Yarına kalıyor bu iş ister istemez.

Alışveriş faslından sonra pazartesi günleri evimizin yanında kurulan toplu konut pazarına uğruyorum. Yarın salı pazarı olduğundan burada fazla oyalanmama gerek yok aslında. Yine de bir baştan bir başa yürümek, pazarı solumak hoşuma gidiyor.

23 Mayıs 2016 Pazartesi

BALIK GÜNÜ

22/05/2016 Pazar, İzmir

Bu sabah biraz keyif yapmayı düşünürken eşimin sesine uyandım. "Biraz daha uyursan geç kalacağız!" Gözlerimi açmaya çalıştım. Bu sabah balık haline gidecektik ama çoktan unutmuşum bunu. Aslında çok daha erken çıkmak gerekirdi ama daha pazar günleri halin açık olduğundan bile emin değildik. Hemen hazırlanıp çıktık evden. Yolun başında çektim arabayı kenara, internetten halin pazar günleri açık olmadığına dair bir bilgi aradım. Balık halinin resmi sitesinde bu konuda bir bilgi göremediysem de balık çeşitlerinin gün bazında asgari ve azami satış birim fiyatlarını gösteren bir liste buldum. Geçen hafta pazar gününün tarihini girdim. Eğer pazar günü kapalı ise listede fiyat yazmaması gerekirdi. Neyse ki geçen haftanın pazar günü balık satışı varmış halde. Liste öyle gösteriyordu. O halde pazar günleri hal açıktır deyip yolumuza devam ettik.

Otoyol girişinde, tam gişelerin bulunduğu yerde hali uzaktan görürdük. Bir keresinde oradan hale geçmeye bile çalışmıştık ama etraf çitle çevrili olduğundan içeri girememiştik. Pasaport durağındaki çocukluğumun balık halini hatırlıyorum. Orası şimdi Pasaport Pier adında güzel bir alışveriş merkezi oldu. Yeni balık hali Buca Kaynaklar'da. Daha önce Güzelbahçe Balık Haline gitmiştik ama buraya ilk gidişimiz.

Otoyoldan çıktığımızda su ürünleri ve balık haline gitmek için yeterli sayıda yönlendirme levhası mevcut. Halin kapısına geldiğimizde kararsız bakışlarımız nizamiyedeki görevlilerin dikkatini çekiyor. Kızımın arabasını aldığımız için Ankara plakası taşıyoruz. Biraz da plakanın etkisi ile olsa gerek hemen bariyer kaldırılıyor ve sıcak bir ilgi görüyoruz. Araçla hal binasının önüne kadar gelinebiliyormuş. Arabayı binanın yanına park ediyoruz ancak girişi bulmakta zorlanıyoruz. Meğer park ettiğimiz yer halin arka cephesiymiş. Sonradan Ağrı'lı olduğunu öğrendiğimiz orta yaşlı ve doğu şivesi ile konuşan temizlik işçisine soruyoruz hale nereden gireceğimizi. Adam işini gücünü bırakıp gidene kadar bize mihmandarlık ediyor. Saat 07.30 olmasına rağmen balıkların çoğu sahibini bulmuş. İnce bir kasa kaya barbunu alıyoruz. Yanımızdaki adam yine kasayı bana taşıttırmıyor ve arabaya kadar getiriyor kasayı. Bir yandan terörden dert yanıyor. "Kardeşiz biz, kız alıp kız vermişiz ne bu düşmanlık..." diye söyleniyor. Hak veriyoruz ona. Verdiğim bahşişi zor kabul ettiriyorum. Almamakta çok ısrar ediyor. Düzgün adamlardan biri işte. Hala varlar, tek tük de olsa. 

Balıkları ayıklayıp temizlemek benim ihtisas alanım oldu emeklilikte. Zevkle temizledim ama üç dört saat ayakta kaldım. Akşama kızımın mezeleri ile güzel gidecek. Ben balıklarla ilgilenirken eşim ve çocuklar alışverişe çıktılar. Döndüklerinde güzel bir masa kuruldu, hep birlikte keyifle balığımızı yedik. Kalan balıklar derin dondurucuya yerleştirilecek. 

Yemekten sonra bir blogger arkadaşımızın tavsiyesi üzerine güzel bir film izlemeye başlıyoruz. Yarın nöbeti olduğu için kızım erken yatıyor. Oğlum ise daha önce aynı filmi seyrettiğinden dolayı odasına çekiliyor. Onun seyretmediği film çok az. Eşimin uyku saati yakın. Tek başıma oturup filmi sonuna kadar seyrediyorum. Filmin adı "Gurur ve Önyargı". 2005 yılında çevrilen filmdeki Bay Darcy'yi pek yakışıklı bulmadım. Ama 1995 yılında dizide oynayan hakikaten yakışıklıymış. Bu arada beni bu filme çağıran "Bücürük ve Ben" e bir selam göndermiş olayım.

22 Mayıs 2016 Pazar

BUCA GÖLETİ, İZMİRİN GÖBEĞİ

21/05/2016 Cumartesi, İzmir

Aslında bugün Tire'ye dönmekti düşüncemiz.  Kaza raporunu Torbalı Emniyet Müdürlüğü'nden pazartesi günü alacağımızdan dolayı hafta sonunu İzmir'de, oğlumuzla birlikte kızımızın yanında geçirelim dedik. Değişken bir hava vardı bugün. Bazen güneş tepemizde parladı, bazen yağmur yağacakmış gibi karardı. Güneş ışınlarını üzerimize gönderirken bir de baktık yağmur çiseliyor.

Bir sürü mezeler hazırlamış kızım bize. Bu mezelere evde yapacağımız balık güzel giderdi aslında ama ani bir kararla dışarı çıkmaya karar verdik. Burnumuzun dibi olmasına rağmen hiç gitmediğimiz bir yere gittik. Buca-Kaynaklar...
Kocaman bir gölet, ortasında fıskiyeler, hallerinden son derece memnun görünüp suda neşeyle yüzen ördekler, yemyeşil bir çevre, serpme kahvaltı veren salaş mekanlar, lokantalar...
Karnımız da acıkmıştı hani. Bilmediğimiz bir yerde yemek şans işi. Ya yeni bir yer öğrenmiş olacaktık ya da kötü bir deneyimin sahibi. BucaMar adında bir restorana girdik. Buca Belediyesine ait bir işletmeymiş. Menülerine bakılırsa yok yok. Deniz ürünlerinden et ve tavuk çeşitlerine kadar geniş bir seçenek sunuyorlar. Balık, et ve tavuk olmak üzere hepimiz farklı yemek siparişi verdik. Genel olarak beklentilerimizin üzerindeydi yediklerimiz ama yemekten çok daha fazla ilgimizi çeken başka bir şey vardı burada...

 
Yediklerimizi bırakıp restoranın bahçesinde oynaşan en az on tane köpek yavrusuyla oynaştık. Hepsi o kadar güzel, o kadar oyunbazdı ki!






Eve döndüğümüzde kızım yine gösterdi hünerini. Ev yapımı waffle'dan dondurma külahı yaparak içine dondurma doldurdu. Biz de afiyetle götürdük. Her şey iyi güzel de benim kızımın yanına bu kadar sık gelmemem lazım. Azat ettiğim kilolar tekrar dönmeye başladı. Of, offf.